Ali Atıf Bir

İlk metroseksüel İskender olmasın

3 Aralık 2004
Oliver Stone’un yönetmenliğini severim ama Büyük İskender’de biraz çuvallamış.150 milyon dolara çekildiği söylenen filmde Stone, Büyük İskender’in Babil’e büyük yolculuğunu anlatıyor. Daha doğrusu Batlamyus’un ağzından Büyük İskender’in hayatını tarih dersi tadında özetliyor. Ancak bunu yaparken Büyük İskender’in hayatındaki savaşlar üzerinde daha fazla odaklanmak yerine işi kadere, kısmete, aşna fişneye falan döküp filmi didaktik diyaloglara kurban ediyor.

Film başlayalı iki saat olmuş, Stone hálá geri dönüp bize İskender’in babası Philip’in nasıl olduğunu gösteriyor. Niye, belli değil. Bu arada artistlik olsun diye araya İskender ile karısı Roxane’nin hayvani sevişme sahnesi giriyor ve izleyiciyi bitiriyor.

Filmin en yaşamsal savaşı Gaugamela savaşı. Ancak Stone’nun seçtiği resimlerden savaşta neler olup bittiğini anlamak mümkün değil. Filmin son savaşında filler devreye giriyor. Bu sahneler hafiften Yüzüklerin Efendisi’ndeki fillerle savaşılan sahneye benziyor. Tek farkı Stone’un savaşın ikinci yarısında oyuna kırmızı bir rengi sokması. Niye, yine çok belli değil.

Tarihçiler Stone’u filmde sadece İskender’in Pers İmparatorluğu ve Babil istilalarını ele aldığı için eleştiriyorlar. Karşıt görüşe göre Stone, Büyük İskender’de günümüzün siyasi ortamına büyük bir metaforik gönderme yapıyor. Pers İmparatorluğu İran’ı, Babil Irak’ı temsil ediyor. Buradan çıkarak da Stone, Bush ve Büyük İskender arasında paralellik kuruluyor. ‘Bush’a sonun İskender gibi olacak ‘ mesajı vermeye çalışıyor.

Büyük İskender’i izlerken İskender’i oynayan Colin Farrell’in saçlarına taktım. Sanırsınız ki her savaştan önce ve savaş esnasında Farrell berberini savaş alanına getirip iki fön çektiriyor, ıslatıyor, sonra da bir buzağıya yalatıp düzgün durmasını sağlıyor. Sanırım ilk metroseksüel Büyük İskender ve Stone bize bu gerçeği Farell’in saç modeli ile vermeye çalışıyor.

Kapı gibi Büyük İskender’in biseksüel olduğunu vurgulamak için Stone’un kullandığı cümle şu: ‘Sevmenin birçok farklı yolu vardır’. Görsel kısmı ben söylemeyeyim, kendiniz gidin görün. Asla da erkek çocuklarını Büyük İskender’e götürmeyin. Ne olur, ne olmaz çiçek açarlar falan da sonra pirincin taşını ayıklamakta zorluk çekersiniz.

Gitmeli miyiz? Her türlü sorununa rağmen tarihten ders almak için Büyük İskender’e gidilmeli.

Karizmayı çizdirmemek için

Geçen hafta Rio anılarını yazarken bir tekne gezisinden söz etmiştim. Daha tekneye çıkar çıkmaz samba çalgıcıları ve sambacı kızlarının etrafımızı sardığını söylemiştim. Tekne gezisinden bir fotoğrafı uzun süre sayfaya koyup koymamayı düşündüm ve daha sonra koymamaya karar verdim. Ciddi olacağız ya, karizmayı çizdirmeyeceğiz ya... Önemlidir gazetecilikte ciddi görünmek. Sonra kim inanır sizin ciddi ciddi yazdıklarınıza. Klasik gazetecilik anlayışı böyle diyor. Ben de klasik gazeteciliğin dayanılmaz ağırlığı altında ezildim anlayacağınız.

Bir iki gün sonra, kaygı duyup sayfaya koyamadığım fotoğrafı bir ara editörümüz Ayşen Gür’e gösterdim. ‘Komik’ dedi. Tekrar fotoğrafa baktım ‘Komik mi?’ dedim. Ayşen ‘Evet, çok komik bir fotoğraf, niye basmadık?’ dedi. O an yanıt veremedim ve fotoğrafı bu hafta basmaya karar verdim. İşte o fotoğraf. Kendimi sansürlemek bana göre değil. Bir daha asla!

Sevgili mi istiyorsun psikolog mu?

İnternette dolaşmaktan yorgun düşmüş yazıları sizlerle paylaşmayı sevmiyorum. Yaklaşık yedi yıldır yazıyorum. İnternetten aldığım malzeme sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Geçenlerde e-postama çok ilginç bir metin düştü. İlişki yaşamak üzerine. Bu metni sizinle paylaşmadan duramayacağım. Kim yazdı, niye yazdı, nereden aldı, niye internette dolaştırıyor, hiçbir fikrim yok. Bildiğim ‘ilişki yaşamanın dünyanın en zor işi olduğunu’ söylediği. İlişkiler oluruna bırakılmalıymış. İlişkileri oluruna bırakmak için de aşağıdaki şu 10 emre uymak gerekirmiş. Bana bu 10 emir doğru emirler gibi geldi. Bu hafta sonu iyice bir düşünün bakalım, siz de doğru bulacak mısınız?

1. Kabulleneceksin: İki şeyi kabulleneceksin. Birincisi ‘Aramızda iktidar sorunu olmasın şekerim ’ gibi girişimler tamamen hayalcidir, kabul edeceksin. İktidar ilişkileriyle sarmalanmış bir dünyada iktidardan, güçten büsbütün arınmış bir ilişki mümkün değildir. Kendi gücünü karşındakinin burnuna sokmayacaksın. İkincisi bir insanın, bir başkasını hep aynı şiddette sevmesi mümkün değildir. Bunu da kabul edeceksin. Sevginin azalmasını da çoğalmasını da kalıcı olarak düşünmeyip soğukkanlı olacaksın. Az sevdiğini hissettiğinde daha çok sevmeye, çok sevdiğini hissettiğinde korkup az sevmeye çabalamayacaksın. Her ikisi de seni gereksiz yere yorar.

2. İzin vereceksin: Karşındakinin kendi olmasına izin vereceksin. Sana en uymayan yanlarını bile budamaya kalkmayacaksın. Bu çabanın sonucu başarılı olsa da onu daha az seveceksin, olmasa da unutma! Sen de uyum sağlamak için kendini eksilten bir çabaya girişmeyeceksin, bu hiçbir zaman sandığın kadar iyi olamaz, her zaman sonuç sandığından kötü olur.

3. Belden aşağı vurmayacaksın: Hiçbir kavgada asla belden aşağı vurmayacaksın. Onun kişiliğini yıkacak şeyler söylemeyeceksin. Onun zaaflarını kavgada koz olarak kullanmayacaksın. Sevdiğin insanla ‘yenmek’ için kavga etmeyeceksin. Bir insan kendisini aşağılayan bir ilişkiye uzun süre katlanamaz, katlansa bile sen böyle bir şeye katlanan birine katlanamazsın. O yüzden ‘yenmeye/yenilmeye’ hiç başlama.

4. İki kişilik evren kuracaksın: Kanepeye uzanıp yaptığınız dedikodularla, komik küçük küçük sohbetlerle sadece ikinizin anlayacağı bir dil ve bu dilin etrafında bir iki kişilik evren kuracaksın. Orası ilişkinin ılık kucağıdır zedeleme. Oraya özenle, tatlı dedikodular ve pamuk şeker gibi hallerini taşı!

5. Onun tarafını tutacaksın: Ne olursa olsun üçüncü kişilerin yanında ve üçüncü kişilere karşı onu tutacaksın. Hiç objektif görünmeyebilir bu sana, ama zaten ilişki sübjektiftir unutma!

6. Yıkılmayacaksın: En ölümcül haller dışında, hiçbir üzüntünde onun üzerine yıkılmayacaksın. O senin doktorun, psikoloğun değil, sevgilin. Kendi derdini mümkünse kendin halledeceksin. Onu asla ‘bana ne kadar katlanabilir’ diye test etmeyeceksin. Sen de bu testten geçemeyebilirsin.

7. Nitelikli emek harcayacaksın: ‘Sevgi Emektir’ cümlesi eksiktir. ‘Beni sev, birbirimizi sevelim cinsinden niteliksiz bir emek sadece yapış yapış bir debelenmedir. O emeğin içine zeka katacaksın. İlişkinin gereksinimlerini hassas bir içgörü ile saptamaya gayret edeceksin. Örneğin yalnız kalmaya gereksinim varsa tepesine binip sevgi performansları yapmayacaksın.

8. Öğreneceksin: ‘Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur‘ cinsi bir ilişki tıkanmaya mahkumdur. Birlikte yeni şeyler görmeye, yeni maceralar yaşamaya bakacaksın. Gebeşlik etmeyeceksin, ilşkinin enerjine gereksinimi varsa kendini akışa bırakmayacaksın.

9. Antrenman yapacaksın: Birbirine çok yapışıp kaldığın anlarda derhal ufak çaplı tek başına yaşama antrenmanları yapacaksın. Ona da yaptıracaksın. Bu ilişkiye yeni enerji girişi sağlayacağı gibi seni de kaybetme korkusundan uzak tutar. Sen kim olduğunu unutmamak zorundasın!

10. Dikkat edeceksin: En önemli şey ilişkiniz değil sakın öyle sanma. En önemli şey o ve sensin ama ayrı ayrı. İkiniz de birer insansınız. Bu sınırsız olanak ve ihtimal demek. Yani esasında gerekiyorsa, sizi tüketiyorsa ilişkiye de boş vereceksin! Onu işte bu kadar seveceksin.

cuma itirafi

çilek_ağacı; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 26; İl: İstanbul

Seyahat acentasında senelerce çalışmış biri olarak müşterilerden gelen saçma sorulara ben de örnek vermek istedim. 1- Hamamda klima var mı? 2- Deniz kaç adımda derinleşiyor? 3- Yemeğimi kendim pişirebilir miyim? (Beyefendi 5 yıldızlı otelde kalacak!) 4- Tanımadığım bir adam gelip kalmaz değil mi odamda? (Tek başına konaklayan 50’li yaşlarda bir bayan soruyor.) 5- Uçağım kalkmadan önce bana telefon açıp, ‘İyi yolculuklar’ diler misiniz? (Sabah 4’te uçacak!) 6- Yanıma kaç tane ayakkabı almalıyım? 7- Kar yağma garantisi veriyor musunuz?

Yorum: Bu ülke Hacivat’ı, Keloğlan’ı, Nasreddin’i, Cem Yılmaz’ı boş yere çıkarmadı. Komiklik kanımızda var!
Yazının Devamını Oku

Sorell: Reklamcı değil işadamıyım

29 Kasım 2004
<B>DÜNYA</B> reklam sektörünü dört büyük holding kontrol ediyor: <B>WPP, Omnicom, Publicis ve Interpublic.</B> Bu holdinglerin en hızlı büyüyeni WPP. Bunun nedeni WPP’nin patronu Martin Sorell. Martin Sorell tüm dünyada sürekli reklam ajansı, araştırma şirketi, marka danışmanlığı şirketi satın alıyor ve dur durak bilmiyor.

WPP’nin 2004 yılının ilk dokuz ayındaki cirosu 5.7 milyar dolar. WPP global reklam pazarının yaklaşık % 15’ini kontrol ediyor. Son dokuz ayda HSBC, Unilever ve Nestle gibi dev müşterileri portföyüne katan WPp’nin 2005 yılı tahmini cirosu ise 11 milyar dolar. Yani Türkiye’nin toplam reklam yatırımlarının neredeyse 10 katı.

Fortune Dergisi yeni sayısına Martin Sorrell’i kapak yapmış. Kapak yazısı şöyle: ‘Martin Sorell WPP’yi dünyanın en büyük pazarlama makinesi yapmak istiyor. Hemen hemen de orada.’ Derginin içinde de Sorell’in iletişim dünyasını nasıl ele geçirdiğinin öyküsü anlatılıyor. Sorrell’in en önemli ilkesi şu:

‘Büyümenin tek yolu pazar payı kazanmaktır. WPP’nin yaptığı da budur.’

Fortune WPP reklam holdinginin kontrol ettiği iletişim şirketlerinin son durumu da bir tablo halinde vermiş. İşte son durum:

Reklam Ajansı&Medya : J. Walter Thompson, Ogilvy & Mather, Young & Rubicam, Grey Worldwide, Mediaedge:cia, Mindshare, Red Cell. (toplam gelirin % 46’s)

Markalama,Doğrudan Pazarlama: Fitch, Landor, Wunderman, Ogilvy One. (toplam gelirin & 26’sı)

Pazarlama Araştırması: Research International, Millward Brown, Kantar Group. (toplam gelirin % 17’si)

Public Relations: Burson-Marsteller, Hill&Knowlton, Robinson Lerer&Montgomery, Penn schoen&Berland. (toplam gelirin & 11’i).

Martin Sorell muhasebecilikten reklam holdingi sahibi olmuş. Ancak 36 yıllık kariyerinde ne reklam tasarlamış ne de bir reklam metni yazmış. Sorell bu konuda şöyle diyor: Tabii ki bir reklamcılık görüşüm var. Ama iş yaratıcı süreçlere müdahale edersem bu öldürücü olabilir. Ben kendimi iş adamı olarak görüyorum.’

Fortune Sorell’e soruyor: ‘WPP yeterince büyük mü?’. Sorell yanıt veriyor: ’Asla amacım en büyük olmak değil, ben en iyi olmak istiyorum.’ Ve ekliyor: ‘70.000 insan çalıştırıyoruz. Diğer 70.000’e gereksinimimiz var mı?.’ Fortune tamamlıyor: ‘Sorrell’in iştahı ve egosunun şimdiden bir sonraki iş bağlantısını-ya da iki işi bağlantısını- düşünüyor olma olasılığı yüksek’.

İşin ilginci ne biliyor musunuz? Martin Sorrell üzerine yapılan haberin tamamı bana Martin Sorell’in halkla ilişkiler şirketlerinin imaj çalışması gibi geldi. Haberin yapıldığı sırada 400 milyon dolarlık reklam bütçesi olan Samsung reklam ajansı seçmeye çalışıyordu ve Sorell bu bütçenin peşindeydi. Zamanlama süper. Türkiye’nin reklam işadamlarına duyurulur.

Gülay Göktürk ve Nazlı Ilıcak’ı takmıyorlardır

ERTUĞRUL Özkök
geçtiğimiz Cumartesi günü, Tercüman Gazetesi’nin ‘Susma konuş’ sloganıyla bir dizi yayınladığını yazdı. Dizi okur mektuplarını kapsıyor. Kampanyaya gelen okur mektuplarının % 90’ı erkeklerden gelmiş.

Bu işe Ertuğrul Hoca gibi ben de şaştım. Tercüman’ın bu konudaki televizyon reklamında türbanlı kadınlar gösteriliyor. Gülay Göktürk ve Nazlı Ilıcak ‘yalnız değilsin’ sloganıyla türbanlı kadınları ‘çektikleri sıkıntıları’ anlatmaya davet ediyorlar. Televizyon reklamının yapım kalitesi çok kötü, mesaj ‘kabak’ gibi veriliyor. Ancak sonunda seçici algıyı dibine kadar gıdıklayan, saldırgan bir mesaj.

Türbanlı kadınların Tercüman’ın davetkar reklamını görmemeleri mümkün değil. Tercüman’ı sayıları az da olda kadınlar mutlaka okuyorlardır. Peki türban sıkıntısını çeken niye erkekler? Niye erkekler kadınları kapatmak istiyor? Bir sorunları mı var? ‘Yok canıııım, erkeklerin ne sorunu olacak’ diyorsunuz değil mi? Katılıyorum.

Erkeklerin niye ‘kendine güven sorunu’ olsun ki? Olsa olsa kadınlar Gülay Göktürk’le Nazlı Ilıcak’ı pek takmıyorlardır o kadar. Zaten televizyon reklamındaki Nazlı Ilıcak’la Gülay Göktürk’ün takılacak halleri de pek yok. Televizyon reklamı daha iyi çekilseydi sonuç değişir miydi? Sanmıyorum, bir kadının başka bir kadını çekebildiği nerede görülmüş!

Zaman’ımızın sorunu

ZAMAN Gazetesi
istediği kadar ağzıyla kuş tutsun ‘cemaat gazetesi’ olduğu gerçeğini değiştiremez bir. Abone yöntemiyle çalıştığı gerçeğini değiştiremez iki. ‘Cemaat’ ilişkileriyle abonelik kaydı yaptığını gerçeğini değiştiremez üç. Bir ‘abone’ noktasının birden fazla Zaman’a abone olduğu gerçeğini değiştiremez dört. Bayiden her gün para verip satın alınan Zaman gazetesi sayısı sadece 20.000, beş. Tüm bunlar birleşince Zaman gazetesinin açıklanan tirajını ‘bayiden hergün para verip satın alınan’ gazetelerin tirajıyla karşılaştırmak elmalarla armutları karşılaştırmaya benzer bu da altı. Diyeceksiniz ki, abone mabone, birden fazla dağıtılıyor mağıtılıyor, sonunda bunu birileri bunu okuyor mu? İşte bütün sorun burada.. Zamanın tirajı televizyonun medya planlama terimiyle ifade edecek olursak ‘opportunity to see’ ye karşılık gelir. Yani ‘okunma potansiyeli var’, ama ‘okunmama potansiyeli’ de var. Hangisi daha fazla siz karar verin.

Çekirgelik

Düşünceler tavşanlara benzer. Bir çift alırsın, nasıl bakacağını öğrenirsin bir de bakmışsın bir düzine olmuş

(John Steinbeck)
Yazının Devamını Oku

Ford reklamı 43 ülkeye satıldı

28 Kasım 2004
<B>ÜÇ </B>hafta önce <B>Kanat Atkaya</B> aradı: <B>‘Abi, Ford’un maç arasında yayınlanan ‘Alt yapılı, çift vuruşlu, ters köşeli’ reklamlarının benzerini Eurosport’ta gördüm.</B> Bu reklamların ilk önce Türkiye’de üretildiğinden emin olmak istiyorum’ dedi. ‘Evet’ dedim. Kanat, bu konuyu ‘bir reklam başarısı’ başlığıyla köşesinde yazdı, ayrıntıları benim yazacağımı söyledi.

Kanat’ı yalancı çıkarmamak lazım. Ayrıntıları yazayım. Ford Otosan, 2003 yılında, Lig TV ile bir sponsorluk anlaşması yapmış. Bu anlaşma gereği, maç sırasındaki reklam kuşaklarının başı ve sonunda yer alan 5 saniyelik "reklam" jenerikleri Ford'a ayrılacakmış. Bu iş için Ogilvy İstanbul'a brif verilmiş. Beklenti 5 saniye içinde Ford logosunu dikkat çekici biçimde ekrana taşıyacak basit bir masaüstü uygulamasıymış.

Ogilvy Ajans farklı, iki sezondur izlediğimiz, öneriyle gelmiş. Futbol izleyicileri tarafından büyük beğeniyle karşılanan jenerikler, ilk aşamada 6 adet yapılmış. Ancak Ford Otosan'ın istekleri sonucunda, sezon ortasında 6 jenerik daha çalışılmış. Ve sonra 5 tane daha... Toplam 17 adet.

Ogilvy İstanbul beğenilen kampanyayı yurtdışıyla paylaşmış. Jenerikler Avrupa Ford tarafından da alkışlarla karşılanmış. Öyle ki, 14 senedir Şampiyonlar Ligi sponsoru olan ve en uzunu 10 saniyelik olan spot alanına sahip Ford, Ogilvy’nin yarattığı jenerikleri Şampiyonlar Ligi'nde kullanma kararı almış.

Böylece, daha önce Lig TV sponsorluğu için yapılmış olan spotlar daha geniş yapım olanaklarıyla yeniden çekilmiş. Ancak bu sırada bir sorun ortaya çıkmış.

Avrupa'nın bazı ülkelerinde, Ford’un Lig TV’de kullandığı alan reklam kuşağı sayılmıyor ve ürünün gösterilmesi yasak. Yasağın üstesinden gelmek için bu kez Ogilvy İstanbul, futbol sahasındaki mizansenlerle otomotiv terminolojisi arasında benzerlikler kurulmuş. Örneğin bir futbolcu bir başkasını arkadan eliyle çektiğinde "El freni" yazısının belirmesi ya da açış seremonisinde uzun saçlı futbolcular arasında kısa boylu ve kel bir futbolcu görüldüğünde "Sunroof" yazısının belirmesi gibi..

Ogilvy İstanbul tarafından tasarlanan ve tamamı Türkiye'de çekilen ürünlü ve ürünsüz 15 spot, şu anda Avrupa'nın tamamını kapsayan 43 ülkede yayınlanıyor. Dünyanın en prestijli mecralarından biri sayılan Şampiyonlar Ligi'nde maç sırasında gösterilen spotlar, tüm ülkelerde büyük ilgiyle karşılanıyor.

Kısacası küçücük bir projeden çıkan bu işler, şu anda tüm dünya tarafından ilgiyle izlenen dev bir projeye dönüşmüş durumda.

Anlayacağınız Kanat’ın, benim ve çoğumuzun ‘Türkiye malı’ olduğunuz inanmadığımız Ford spotları yüzde yüz Türkiye malı. Sorun bizde galiba. Kendimize güvenmiyoruz, iyi şeyler yapabileceğimize inanmıyoruz. Bu nedenle de Türkiye malı birçok ürün bizi dünya markası olduğuna inandırmaya çalışıyor. Sorarım size biz kendimize inanmazsak kim bize inanır? Türkiye’nin sorunu bu. Bize güven aşılayacak, kendimize güvenmemizi sağlayacak liderimiz yok. Var mı?

Bizi kim keşfetti?

GEÇENLERDE
bir partinin genel başkan yardımcısı ile konuşuyoruz. ‘Hoca’ dedi ‘Biz siyasi partiler olarak Ertuğrul Özkök’ün ağzına bakıyoruz. Toplumun seyir defterini ondan takip ediyoruz. Bizim yeni bir şey düşündüğümüz, yeni bir şey getirdiğimiz yok.

Geçen perşembe akşamı da sevgili Osman Müftüoğlu ile konuşuyoruz. ‘Hoca’ dedi, ‘Son yıllarda Türk insanı beslenme ile uzun yaşam, reklam ile satış arasındaki bağlantıyı keşfetti.

‘Doğru’ dedim ilkinin ürünü sen ikincinin ürünü benim. Sanki sözleşmişiz gibi ağızlarımızdan aynı sözcükler çıktı: ‘Peki bizi kim keşfetti?’. Birbirimizin yüzüne bakarak hönkürdük: ‘Ertuğrul Özkööökkk’.

Hürriyet, Türkiye’deki toplumsal değişimin en büyük tetikleyicisi. Hürriyet’in sarsılmaz gücü burada. Peki, bu gücü nereden alıyor? Hadi onu da siz bulun bakalım...

İlerfiş mi? Buyur?

CEM Yılmaz
ve Ali Taran ortak bir reklam ajansı kurduklarını, geçen hafta gazetelere reklam vererek onayladılar. Ajansın adı ‘Beyin Reklam ve Bireysel Faaliyetler A.Ş’. Reklamın sonundaki cümle şöyle: ‘Beyin’le görüşme internet üzerinde oluşuyor. Adres ve telefon yok. İşbirliğinin kesinleşmesiyle ilerfiş telefon sistemi giriyor.’

Bundan bizim anladığımız Cem Yılmaz beyninin bir reklam ajansı aracılığıyla internet üzerinden pazarlandığı. Ortada sanal bir durum var yani. Bir de ‘ilerfiş’ gibi ne idiği belirsiz bir sözcük. Bu sözcük bozması bize ‘Beyin’ reklam ajansının gelecekteki işleri hakkında ipucu veriyor. Güzel Türkçe’mizi fazlasıyla şenlendirecekleri çok açık. Bekleyelim, görelim.

Aşağıdan yukarıya

OGILVY
İstanbul'un ‘Hedef Futbol’ konsepti çerçevesinde gerçekleştirmiş olduğu diğer proje ‘stadyumlar’ reklam filmi. Bu filmde dünyaca ünlü statların etkileyici gece görüntüleri yer alıyor. Her stadın, kaç kişinin hedefi olduğu belirtiliyor ve sonunda Ford, "Biz, sizi hedefinize götürürüz" diyor. Bu Film, Cannes Reklam Festivali’nde finale kalamadı, teselli ödülü diyeceğimiz "National Diploma"yı aldı. Olsun, önemli olan Ford Türkiye’nin ve Ogilvy İstanbul’un ‘aşağıdan yukarıya pazarlama’yı (buttom-up marketing) başarıyla hayata geçirmeleri. İster misiniz bir reklam fikri bir süre sonra ‘Hedef Futbol’ diye bir otomobil fikrine dönüşsün. Olur mu olur.

Sonuç: Başarılı olmuş küçük projelerinize dikkat edin. Niye bu küçük projeler daha büyük çapta uyguladığınızda başarılı olmasınlar ki? Fırsat kapınıza gelmiş, siz uyuyor olabilirsiniz. Aman dikkat!

Nerede bu ofis

WILKINSON
’ın ‘dört bıçaklı jilet’ lansmanı üst üste yayına giren reklamlarla devam ediyor. Dört bıçaklının daha ‘sinek kaydı’ yaptığını anlatmaya çalışan yeni reklamda, bir ofis ortamı var. Herkesin içinde sarışın bir afet bir delikanlının önüne çıkıyor ve boynundan koklamaya başlayıp, yüzüne sürtünüyor. Bu arada Wilkinson demonstrasyonlarla ‘sinek kaydılık’ duygusunu geçirmeye çalışıyor. Klişe bir reklam, ürün yeni, iş yapar. Benim merak ettiğim reklamdaki ofisin adresi. Yoksa soru yanlış mı oldu? ‘Nerede böyle bir sinek kaydı tıraşa önümüzü kesecek sarışın afetler?’ diye mi sormalıydım.

Çekirgelik

Özgür toplum popüler olmayanların kendilerine güvende hissettikleri toplumdur.

(Adlai Stevenson)
Yazının Devamını Oku

Benim sambacım işini bilir

26 Kasım 2004
Pirelli’nin ‘çıplak kızlarıyla’ dillere destan takvimlerinin 2005 baskısının galası için bir haftadır Rio De Janerio’daydım. Gala yemeği ve Pirelli 2005 takvimi ile ilgili ayrıntıları (Tabii ki takvim kızlarıyla ilgili olanları da) yarın Hürriyet Cumartesi’de okuyacaksınız. Burada gelin ‘Rio’da ne gördüm, ne yedim, ne içtim’ yapalım. Bir hafta yaşadıktan sonra söylüyorum, Rio De Janerio gerçekten çok keyifli bir şehir. Rio’nun keyfini sürmek isteyenleriniz olabilir, öğrendiklerimizi paylaşalım ki Rio’nun hakkını daha iyi verin.

Rio’ya Türkiye’den ulaşmak neredeyse 14 saat. Biz Air France’la uçtuk. Önce 4 saat Paris, sonra 10 saat Rio. Yaşadığım en iyi Air France uçuşuydu. Genellikle Air France’la yıldızım barışmaz ama bu kez aldığım hizmet çok iyiydi. Sezar’ın hakkı Sezar’a.

Rio’ya indiğimizde sabahtı. Brezilya parası real almak için döviz bürosuna yönelmiştik ki, taksi bürosundaki kadın ‘gel gel yaptı’. Gittim. ‘Bizde daha ucuz, hem takside de indirim yaparım’ dedi. O an Brezilya’da da ‘Benim sambacım işini bilir!’ diyen bir yönetim anlayışının olduğunu hemen anladım. Teklif tahrik ediciydi. 1 doları 2.70 realden bozdurup, taksiye bindik. Hedef Sofitel Rio.

Sofitel Rio güzel bir otel. 24 yıl önce inşa edilmiş. Olduğu gibi Copacabana kumsalına hakim. Kapalı ve açık havuzu var. Çalışanları çok yardımsever. Gerçi Rio’da herkes çok güleryüzlü, çok yardımsever. 172 milyon nüfuslu Brezilya’nın insanı da bizim gibi sıcakkanlı.

BU POPO BAŞKA POPO

Bugünlerde Rio yaza hazırlanıyor. Hava parçalı bulutlu, yağmurlu. Bir haftada bir gün güneş yüzünü gösterdi. Hava bunaltıcı ama. Hele de poposu açık, göğsü açık kadınları gördü mü daha fazla bir bunalacağı geliyor insanın.

Nerede televizyonda gördüğüm o güzel sambacılar anlayamadım. Benim gördüğüm Brezilya kadını hiç de güzel değil. İnsanın vücudu güzel olur, her yerini açar. Brezilya kadını hem kel hem fodul.

Brezilyalı kadınların tek ilginç yerleri popoları. Ben böyle garip, kalkık, vücuduna ‘hadi kalk gidelim’ diyen bir popo şekli başka bir millette görmedim. Sanırım yıllardır Afrikalı, Avrupalı, Güney Amerikalı aynı kapta iç içe geçince ortaya böyle farklı bir popo klasiği çıkmış. Küçüğü iyi de büyüyü bayağı bir gözleri zorluyor. Bir de kendilerini bilseler.. Koca çıkık popolu kadınlar niye dapdaracık pantolonlar giymekte ısrarcı davranırlar anlamam. Bir yerlerine ‘Çevreye verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz’ yazsalar kendilerini affettirmeleri mümkün değil.

Rio’nun seyyar satıcısı çok meşhur. Copacabana sahilinde yürürken mayo dahil her türlü eşyanın seyyar satışını görmeniz mümkün. Ne isterseniz... Fındık, fıstık, hellim peyniri, mısır, tişört, incik boncuk, terlik, ayakkabı... Hepsi saygılı çocuklar ama, ‘istemiyorum’ dedin mi bir daha hiçbiri yanınıza dolaşıp sık boğaz etmiyorlar.

ANANASIN DÖNERİ BİLE VAR

Brezilya, hindistan cevizi ve ananas cenneti. Her yerde bir hindistan cevizi yardırıp içine de kamış sarkıtıp hüüüp diye içinize çekmeniz mümkün. Ben denedim sevmedim. Ananas benim meyvem ama... Restoranlarda ananas döner bile var. Yeme de yanında yat. Mutlaka ve mutlaka denemek lazım.

Restoran deyince... Rio’da değişik bir et ve balık restoranı çalıştırma üslubu var. Biz et lokantası Bara Grill’i, balık lokantası olarak Marius’u denedik. Her ikisinde de ortada açık büfe var. İstediğiniz salatayı, mezeyi oradan alabiliyorsunuz. Sonra yerinize oturduğunuzda, siz dur deyinceye kadar burnunuza kanlı-kansız her türlü ızgara etleri ve deniz ürünlerini dayıyorlar. Eğer unutup dur demezseniz her an yemekten patlamanız mümkün.

Rio’da mutlaka çıkılacak iki dağ var. Biri Sugar Loaf, diğeri Corcovada. İkisi de şehrin her yerinden görünüyorlar ve o dağlardan Rio’yu izlemek çok keyifli. Corcovado’nun tam zirvesindeki İsa heykeli 30 metre yüksekliğinde ve dünyaca ünlü bir heykel. Riolular da heykellerinin ününün farkındalar. Dağa, taşa, kuşa heykelin resmini işlemişler. Rio’da nereye baksan Corcovado’daki İsa heykelinin gölgesi. Bazen ‘Eee yetti artık ama’ dedirtecek kadar fazla.

REAL BEREKETİ

Brezilya parası real çok bereketli. Çok fazla şey alıyor. Bizdeki 3 milyonluk sigara Brezilya’da 1,5 milyon lira. Bir Big Mac mönü 7 milyon lira. Terlik, ayakkabı almak isteyen de Brezilya’ya gitsin. Twigy’nin niye reklamlarında Brezilyalıları oynattığı ortada. Brezilya kaliteli ama ucuz terlik, ayakkabı cenneti. Brezilya’da yiyecek de ucuz, su da ucuz. Brezilya ucuz ucuz. Türkiye’deki maaşlarla Brezilya’da beyler paşalar gibi yaşanır, hatta üzerine bir de her ay iki takım elbise diktirilir.

Son söz şu: Rio gerçekten de olağanüstü güzellikleri olan, zenginliği ve çok yoksulluğu aynı anda yaşayan bir ada. Riolular aralarında Rio’ya ‘Citade Moravilhosa’ (Mükemmel Şehir) diyorlar. Haklılar. Rio’yu görmek lazım. Ama asla kasımda değil. Ocak ve şubat en uygun aylar. Şubata denk getirirseniz karnavalı da izlersiniz. Karnaval’ın yapıldığı yeri görünce biraz şok oldum. Topu topu 600 metre uzunluğunda bir arena. Ben de sanıyordum ki karnaval zamanı bütün Rio yollarda. Ah şu medya yok mu, her şeyi nasıl da büyütüyor!

Rio De Janerio’da ‘tropik bir mavi tura’ katılacağım hiç aklıma gelmezdi. Sofitel’den otobüse doluştuk, yola çıktık. Sandım beş on dakika yoldan sonra Rio içinde bir yerden tekneye binip okyanusa doğru açılacağız. Nerdeee.. Yol, git Allah git bitmiyor. Bir saat geçti biz hálá kılavuzumuzdan ‘Brezilya’nın Coconut bahçelerine kuzu yayılır kuzu’ türküsünü dinliyoruz. Arada bir de ‘Rio’dan gelip bilmem nereye gitmekte olan bilmem ne tur yolcuları’ şeklinde mola bile verdik. İki saat sonunda İtacuruça isimli küçük bir yerleşim yerine geldik.

BERNARDO ADASI’NI KAPATTIK

Otobüsten inip kıyıda bekleyen tekneye doğru yöneldik ki çevremizi siz deyin on, ben diyeyim on beş incik boncuk satıcısı sardı. Satıcıların arasından geçip tekneye ulaşıncaya kadar verdiğimiz mücadele takdire değerdi. Bazılarımız satıcılar tarafından sobelendi ama yine de pazarlık güçleri ile yenildiler ama ezilmediler.

Tekne hareket eder etmez çevremizi samba mızıkacıları sardı ve konser başladı. Bir süre sonra da ortaya iki sambacı kız çıktı. Bir dans bir dans sormayın gitsin... O sırada bizim ruh halimizi en iyi ne anlatır biliyor musunuz? Uçaktan inip karşılarında Bursa kılıç kalkan ekibini gören turistlerin ruh hali. Nedeni de sambacı kızlar. Hani Rio’da Sulukule olsa diyeceğim ki oradan çıkıp, bizim tekneye gizlice sızmışlar. Kardeşim o ne kilo, o ne deri rengi. Brezilya Samba Standartları Enstitüsü görse, ikisine de ölene kadar sambayı yasaklar. (İnsan bir süre geçince her şeye alışıyor ama. Bu geziden sonra televizyonda gördüğüm samba kızlarını sambacıdan sayar mıyım bilmem!)

Samba dansları ve samba müziği eşliğinde okyanustaki tropik adaları birer ikişer geçtik. Tekne küçük bir adaya demirledi. Bernardo adası. Sessiz, tropik ağaçlarla kaplı, tam anlamıyla cennetten bir köşe. Adada bizden başka kimse yok. Bir de ada çalışanları. Adanın küçükçe, kumu nefis bir de koyu var. Oradan okyanusa girmenin tadına doyum olmuyor. Kumsalın hemen kenarındaki ağaçlara bağlanmış hamaklarda yatmanın da...

Karnımız acıkmaya başlamıştı ki, adanın tam ortasına konuşlandırılmış olan restorandan bir görevli çıkıp duvarda asılı duran çanı neredeyse elli kere çaldı. Öğle yemeği hazırmış. Restorana daldık. İçerden küçük bir İtalyan lokantası havası aldık. Tüm görevliler hazır olda bizi bekliyorlardı. Yemekler açık büfe. Salatalar, deniz ürünleri, kırmızı etler, beyaz etler. Hepsi birbirinden lezzetli. Sıcak yemeklerin servisini yapan beyaz önlüklü yaşlı adam ilgimi çekti. Adanın sahibiymiş. 80 yaşında. İtalyan. Enzo Giovannetti.

Açlıktan ada sahipliğine: Bir aşk öyküsü

ATV Haber Koordinatörü Korcan Karar’ın İtalyanca konuştuğunu görünce, yaşlı İtalyan içeri gidip bir şişe Livornese şarabı getirdi. Livornese şarabı Enzo’nun İtalya’da doğduğu yerin şarabıymış. Herkese de açmazmış. Korcan’ın sempatik hallerini görünce dayanamadı adamcağız, başladı şarap eşliğinde hayat öyküsünü anlatmaya.

Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arası. İtalya açlıktan kırılıyor. Enzo daha 20’li yaşlarda. Konservatuvar trompet bölümü mezunu. Livorno’da, caz orkestralarında çalışarak ölüm kalım mücadelesi veriyor. Tek düşündüğü iki kapı yan komşusu sevdiği kadın. Sonunda aşkının açlıktan gözleri önünde eriyip gitmesine dayanamıyor. Bir savaş gemisinin kaptanını ikna edip, ellerinde bir valizle ikisi birlikte biniyorlar gemiye, gidiyorlar doğru yeni dünya Amerika’ya.

Amaçları Amerika’ya mülteci olarak sığınmak. Evdeki hesap çarşıya uymuyor. Enzo ve büyük aşkı New York’ta gemiden indirilmiyorlar. Önlerine iki alternatif konuyor. Ya Brezilya’ya gidecekler ya da Arjantin’e. Karar vermek için de bir saatleri var. Enzo ve aşkı o zamanlar daha bakir, daha güvenli diye Brezilya’yı seçiyorlar. Birkaç gün sonra ellerinde valizleriyle kendilerini Rio limanında buluyorlar.

Enzo bir süre Copocabana’da sokak çalgıcılığı yapıyor. Daha sonra taksicilik yapmaya başlıyor. O arada büyük aşkıyla evleniyorlar. Enzo’nun aşkı ince ruhlu bir kadın. O daha çok edebiyattan, klasik müzikten, sanattan hoşlanıyor. Enzo’nun ruhu iş adamı ruhu.

Enzo kısa sürede taksilerin sayısını çoğaltıyor. Sonra otobüs filosu kuruyor ve tur işi yapmaya başlıyor. Bu arada saygın bir işadamı olarak bürokratik kademelerde sıkı dostlar ediniyor. Bu dostlukların yardımıyla yeni çıkan bir kanundan yararlanarak 1950’li yılların başında Bernardo Adası’nı satın alıyor. Yıllarca gece gündüz çalışarak adayı bugünkü cennet haline getiriyor. Tabii ki en büyük yardımcısı büyük aşkı.

Enzo hala 6 ay adada yaşıyor, 6 ay Rio’da. Otobüs filosunun başında artık oğulları var. Enzo 60 yılda Rio’da ada dahil her şeye sahip oluyor ama hálá İtalyan vatandaşı. Brezilya vatandaşı olmayı reddediyor. Enzo tek mutsuzluğunu şöyle ifade ediyor: ‘Her şeyim var ama vatanım yok!’.

Enzo hálá işin başında. Her şeyle inceden inceye ilgileniyor. Biz Bernardo Adası’ndan ayrılırken de, diğer konuklarına yaptığı gibi iskeleye gelip el sallamayı ihmal etmiyor.

Aramızda şüpheci Türk basınından arkadaşlarımız var. İnanmıyorlar Enzo’nun öyküsüne. Birinin yorumu çok ilginç: ‘Savaş suçlusudur lan bu, yiyor bizi!’. Ne dersiniz Enzo yemiş olabilir mi bizi? (Bernardo Adası’na Enzo’nun turlarıyla gitmek isteyenler için yazışma adresi: pullmanntur@gbl.com.br)



‘Orta yaş krizi çocuklarının ve elbiselerinin aynı yaşta olduğunu anladığın anda ortaya çıkar’. (Bill Tammeus)


yıldızIN; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 21; İl: İzmir

Eski erkek arkadaşımın doğum günümde bana mesaj yollayacağını düşünüyorum. Dün de şimdiden bir cevap mesajı hazırlayıp telefonuma kaydettim. Çünkü o anda çok etkilenip başka şeyler yazmak istemiyorum. Aynen şöyle: ‘Mesajını beklemiyordum. Şaşırttın beni ama hatırladığın için sağol.’ Kızlardan cidden korkmak lazım!

Yorum: Kesinlikle korkmak lazım. Hele de İzmirlilerse!
Yazının Devamını Oku

Arkadaşımın arabası Monica

22 Kasım 2004
<B>İLK </B>başladığı günden beri <B>Süheylalı Aygaz Euro LPG </B>reklamlarını eleştireceğim. Her hafta biraz daha geçsin, biraz daha etki oluşsun diye bekliyorum. Bir türlü istediğim etki oluşmadı, Aygaz Güzeli Süheyla bir türlü toplumumuzun güzide konuşma şebekelerine girmedi. Halbuki Aygaz’ın yaptığı az buz şey mi? Sorarım size otomobillere kadın ismi vermek ve sahiplerine errrkek rolü biçmek az buz şey mi? Yapmıyor muyuz gerçek hayatta böyle şeyler?

Tabii ki yapıyoruz. Örneğin benim bir arkadaşım var, arabasını Monica diye çağırıyor. Bir tane daha arkadaşım var, o da Mestan diyor. Amaa.. Aygaz gibi bütün araçlara kadın ismi takınca iş biraz değişiyor. Hani malum, bir zamanlar inmeli binmeli espriler yapılırdı. Neyse kimse uyanmadı, ben de uyandırmayayım.

Aygaz hedef kitlesine uygun ‘popbesk’ mesaj ögeleriyle Aygaz Euro LPG markası oluşturmaya çalışıyor. Şarkı sözleri ve ekran üstü yazılarla ürünün vaadi örtüştürülmeye çalışılıyor. Ancak şarkı sözleri çok rahat anlaşılmadığı için ekran üstü mesajlar da güme gidiyor.

Aygaz’ın farklılaşma çabası iyi, uygulama hataları ise mesajın tam olarak geçmesini engelliyor.

Reklam sektörü yüzde 40- 50 arası büyür

BİLEN
de bilmeyen de 2005 yılında medyaya yapılacak reklam yatırımlarının yüzde kaç büyüyeceğini tahmin etmeye çalışıyor. Bu büyüme tahmini, 2005 reklam yatırımlarını belirlemeye çalışan reklamverenler açısından çok önemli. Reklamverenler büyüme tahminine bakıp rakip reklam yatırımlarını kollamaya, ona göre de kendi reklam bütçelerini yapmaya çalışıyorlar.

2003 yılında söz konusu medya reklam yatırımları yaklaşık 900 milyon dolardı. 2004 ise yaklaşık 1.3 milyar dolardan kapanacak görünüyor. Bu geçen yıla göre reklam yatırımlarının % 40 büyümesi demek. Tabii ki alt sektörlere göre farklı büyüme yüzdeleri var ama ortalama büyüme yüzdesi bu.

Peki 2005’te ne olur? Birçok reklamverenle, reklamcıyla, medya planlama şirketi yöneticisi ile görüştüm, geçmiş yıllardaki eğilime baktım, ekonomik göstergeleri inceledim, satış baskısını ve markalaşma trendlerini inceledim, 17 Aralık faktörünü göz önüne aldım ve tahminimi açıklıyorum. 2005’te reklam sektörü ister inanın ister inanmayın % 40- 50 arası büyüyecek. Evet, yanlış duymadınız 2005’te medyaya yapılan reklam yatırımlarının % 50’ye kadar büyüme olasılığı var.

Talepkar Tüketici

MARKA
Yönetimi ve Müşteri İlişkileri Yönetimi konularının dalağı neredeyse yarıldı. Eline bilgisayarını kapan bu iki konuda kitap yazıyor. Yazılanlar da neredeyse birbirinin kopyası. Çoğunu bir iki karıştırıp okumaya değer bulmuyorum bile. Bu nedenle de sizi de haberdar etmiyorum. Son okuduğum ‘The Ten Demandments’ biraz ilginç geldi, paylaşayım. Yazarı Kelly Mooney. Mooney Ford’a, Victoria’s Secret’a, Hewlett-Packard’a hizmet veren bir interaktif pazarlama şirketinin başkanı.

Mooney’e göre bugün herkesin kabul ettiği bir gerçek şu: tüketiciler artık daha talepkar ve daha az hoşgörülü. Daha talepkar tüketiciyi tatmin etmek için de şirket ve marka tüketicinin gözüyle görülmek zorunda. Moonney’nin kitabında yaptığı tüketicinin marka ve şirketlerden taleplerini on başlık altında toplamak. İşte tüketici yüzyılında tüketicilerin talepleri:

Güvenimi Kazan, 7gün 24 saat sana ulaşabileyim, Bana ilham ver, içtenlikle dinle ve beni öğren, her şeyi kolaylaştır, beklentilerimi aş, kontrolü elime ver, beni ödüllendir, bana kılavuzluk yap, uzun süre benimle kal öğüt ver, eğit, bilgilendir.

Bu kadar talep karşısında umarım ‘üzerine bir de şirketin tapusunu verelim de tam olsun’ diye düşünmüyorsunuzdur. Yapacak bir şey yok, bu rekabet ortamında tüketici kral. Lider olmak, lider kalmak için o ne bekliyorsa daha fazlasını sunmak zorundasınız. Tüketici nazını çekemeyen iş açmasın, marka yaratmasın.

(*) Mooney K., The Ten Demandments, McGraw Hill, 2004.
Yazının Devamını Oku

Colins şimdi de içimizde...

21 Kasım 2004
<B>COLINS</B> markalaşma yolunda reklam yatırımlarına inatla devam ediyor. Colins anımsarsanız önce<B> ‘Avrupa Avrupa duy sesimizi, bu gelen Colins’in ayak sesleri’</B> demişti. Daha sonra bilinmeyen bir nedenle Afrika semalarında görünmüştü. Şimdi ise Colins ‘herkesin içinde’ olduğunu anlatmaya çalışıyor. Söylenene bir şey demiyorum ama yaratıcı stratejide biraz sorun var. Afişlerdeki insanların alt kısımlarını yırtıp, içlerinde kot olduğunu göstermek kısa sürede bir akıl süzgecinden geçerek isteneni anlamayı sağlamıyor. Anlatım çok zeki değil yani. Bu kategoride, dünya markası olma iddian varsa, biraz daha zeki iletişim gerekiyor. ’Hepsinin İçinde’ öyle anlatılmalı ki hepimiz ‘Hakkaten Ha!’ deyip mesajı Colins’le birleştirmeliyiz. Ne diyoruz, ne birleştiriyoruz.

Selin olmazsa ben oha olacağım

AVRUPA
Yakası’nın Selin’ini kim reklamlarında kullanacak diye düşünürken, Bellona’nın Selin’li reklamları çıktı geldi. Önce sulu, sulu bir meraklandırıcı, sonra Bellona mağazasında sıradan bir şekilde ‘oha olan’ Selin. Olacak iş mi bu? Selin gibi bir karakter bu kadar sığ bir şekilde mi kullanılır! Bu reklamda Selin’in sadece dikkat çekmekten daha öte ne görevi var ki? Yok. Ama olmalıydı. Selin Bellona reklamlarında bir oha olmalıydı, bir oha olmalıydı, bütün Türkiye onu konuşmalıydı. Eğer yeni reklamlarda o oha olmazsa ben oha olacağım ona göre...

Yılmaz - Taran 'Beyni' üzerine

CEM Yılmaz
’ın bir zamanların efsanevi reklamcısı Ali Taran’la birlikte ‘Beyin’ isimli bir reklam ajansı kurduğunu bizim gazetede yer alan Tolga Tanış’ın haberinden öğrendim.

Cem Yılmaz’ın reklam ajansı kurması benim için sürpriz olmadı. Cem ne zamandır bana da yaptığımız konuşmaların arasında böyle bir oluşumun sinyallerini veriyordu.

Hatta Doritos Alaturka’nın son reklamını beğenmediğimi söylediğimde, işlere çok karıştırılmadığından yakınıp ‘Yani sonunda bana da bir reklam ajansı kurduracaklar’ demeye getirmişti.

Cem Yılmaz’ın ‘reklam fikri’ üretme açısından beynine çok güvenirim. Ancak reklamcılığı sadece ‘güldür malı götür’ olarak görmezse tabii ki... Cem Yılmaz reklamcılık mesleğini hafife alır, kurumsallaşmaya karşı cephe oluşturursa karşısına en önce ben çıkarım onu da söyleyeyim.

Cem Yılmaz’ın kendine ortak olarak Ali Taran gibi ismi ‘yorgun’ olduğunu düşündüğüm birini seçmesi ise benim için sürpriz oldu.

Doğru, Ali Taran bir dönem efsaneydi. Ancak kendini Uzanlar'ın hem ticari hem siyasi kampanyalarına adayınca ismi ileri geri çok konuşuldu, yoruldu. Bu nedenle "Beyin" ajansın Cem Yılmaz’ın beynine daha fazla gereksinimi olduğunu düşünüyorum. Yani Cem Yılmaz-Ali Taran birlikteliği daha çok efsane günlerine dönmeyi arzulayan Ali Taran’a yarayacakmış gibi görünüyor.

Reklam sektöründeki dedikodulara bakacak olursak Ali Taran’ın gözü Avea’daymış. Taran, Avea’yı müşteri portföyüne katıp eski mutlu Telsim günlerine dönmek istiyormuş... "Beyin Ajans" operasyonu da bu isteğe ulaşmak için geliştirilmiş bir taktikmiş... Biraz bekleyim bakalım, günler ne gösterecekmiş!

Mudo'nun gerçek ürün müdürü yok mu

ANKARA
’dan Rahsel Paksöz Ariel-Mudo reklamını ince elemiş sık dokumuş:

‘Ariel ile Mudo’nun işbirliği yaptığı reklamda bir terslik var. 'Mudo ürünleri Ariel’le yıkanınca yıpranmıyor Ayşe Teyze’ye de gerek kalmıyor' diyen reklamda sevecen bir ürün müdürü rol alıyor. Dananın kuyruğunun koptuğu yer zaten tam burası. Ürün müdürünü, Mudo’nun hedef kitlesi için çok değeri olmayan televizyon programlarından tanıdığımız bir oyuncu oynuyor. Böyle bir kandırmacaya ne gerek var. Niye Mudo gerçek ürün müdürü oynatmıyor. Madem gerçek beyazlıktan bahsediliyor nerde kaldı bu reklamın gerçekliği? Biraz daha özen gösterseler olmaz mı?’

Yorum: Mudo’nun ürün müdürü dizilerde oynayan bir oyuncu olmaz mı? Tamam kabul ediyorum saçma bir soru. Tabii ki haklısınız. İknanın başladığı nokta inandırıcılık değil mi?

Coca Cola Light neyi reklam ediyor

ESKİŞEHİR
’den okurum Erkan Gürsel gönderdiği e-postada diyor ki:

‘Coca Cola Light'ın bir giyim mağazasının önünde geçen reklamını izlemişsinizdir. Mağazada görevli erkek vitrin düzenlemesi yapmakta ve kıyafet çekmektedir. Vitrinin önünden geçen kaldırımdaki kadın ile aralarında sessiz bir diyalog yaşanır. Kadının elinde Coca Cola Light vardır. Erkek gömlekleri düzeltmektedir. Kadının çıplak bir mankeni işaret ettiğini sanır vs. Bayramda annemi ziyarete gitmiştim. Bu reklamı izlerken annem çok güzel bir reklam olduğunu ve çok beğendiğini söyledi. Sordum: 'Anne bu ne reklamı?'. Annem yanıtladı: 'Gömleeeek...' Şaşırdığımı görünce de ekledi: Ne yani, reklamda gömlekleri gösterip durmuyorlar mı?’

Yorum:
Televizyon reklamı haddinden fazla aşınır. Aşınınca da bu aşınmanın neye mal olacağı pek belli olmaz!

Ayılar kış uykusuna yatmaz mı

İSTANBUL
’dan Ercan Güre isimli okurumun yeni Opet reklamı ile ilgili düşünceleri şöyle: ‘Tarkan’lı Yeni Opet reklamına 5 yıldız vermiş olduğunuzu görünce bayağı şaşırdığımı belirtmek zorundayım. Bize öğretilenlere göre ayılar karda kışta kütüklerle halter çalışmak yerine inlerinde istirahat etmeyi tercih ederlerlerdi. Bu durumda ya bize öğretilenler yanlış ya da reklamdaki hayvan seçimi! Yazılarınızı her zaman olduğu gibi zevkle okumaya devam edeceğimi belirtir, çalışmalarınızda başarılar dilerim.’

Yorum: Siz sadece insanların uykusunun kaçtığını mı sanıyorsunuz? Reklamda esas oğlan rolünü oynayan ayının uykusu kaçmış olamaz mı?

Çekirgelik

Batıl inanç aptalca, çocukça, ilkel ve rasyonel olmayan bir şeydir.. Ama bir tahtaya iki kere vurmak da size ne kadara mal olur ki!

(Juidth Viorst)
Yazının Devamını Oku

G.O.R.A, bir Cem Yılmaz stand-up’ı

19 Kasım 2004
G.O.R.A vizyona girdi, girecekti, girecekmişti, tam giriyordu yarım girdi, derken film vizyona gireli bir hafta oldu. Türk medyası, halkı, entelejansiyası topyekûn rahat etti.

Bu rahatlık ilk üç günde G.O.R.A’yı 722 bin kişinin izlemesinden de belli oluyor. G.O.R.A Asmalı Konak’ı solladı anlayacağınız.

G.O.R.A’yı Gmall’da gece dokuz buçuk seansında izledim. Beklenti seviyem çok yüksek değildi. Aslında daha önce yüksekti de, kendimi beklentimi yükseltmemek için ikna ettim.

Hani bir şey çok konuşulunca beklenti seviyeniz yükselir, gidip istediğinizi bulamayınca da hayal kırıklığına uğrarsınız ya, böyle olmasın istedim. Kendimi ‘G.O.R.A’da aradığımı bulamayabilirim’ şeklinde önceden terbiye ettim, beklenti seviyemi düşürdüm.

Birçok kişinin de benim gibi yaptığını sanıyorum. Hatta bazılarının burun kıvırdığı ‘Hollywood sineması’ düşkünlerinin bile. Ne de olsa sinemaya gitmek biraz ‘zeka’ ve ‘düşünme yeteneği’ ile ilgili bir şey. G.O.R.A da o kadar çok çiğnendi, yenildi, yutuldu ki, biraz düşünme yeteneği olan G.O.R.A’yı izlemeden önce beklenti seviyesini düşürür öyle gider.

Yazının Devamını Oku

Halka açılma reklamda yaşıyor

15 Kasım 2004
<B>COCA</B>-Cola’nın halka arzı ertelendi ama hálá halka arz reklamı anımsanma liginde yüzde 15 anımsanma oranı ile ikinci sırada duruyor. Gördüğünüz gibi ‘halka arz’ gibi bir olayın somut şekilde ortadan kalkması onunla ilgili iletişim etkilerini ortadan kaldırmıyor. Reklam yapıldı, etkisi beynimizde yaşıyor. Yıllardır Reklam Özdenetim Kurulu’na anlatamadığım bu. Hatalı reklamı yayından kaldırmak yetmiyor. Mutlaka oluşan iletişim etkisini düzeltecek reklamı hatalı reklamı yapana yatırmak gerekiyor. Aksi takdirde hata yapanın yanına kár kalıyor. Bilmem açıklayıcı oldu mu?

Labne’ye haksızlık mı?

BAHAR Ermez
isimli okurum şöyle bir e-posta göndermiş: Sana Creme Bonjour reklamında haksızlık yapıldığına inanıyorum. Labne bir peynir türü değil, Pınar’ın alt bir markası. Kendimi bildim bileli evde yapılan tramisulara Labne konur. Bu reklam açık açık tramisulara Labne yerine Sana Creme Bonjour koyun diyor. Sizce bu ahlaki mi?

Yanıt: Labne ne yazık ki bir peynir türü. Bu nedenle de Sana reklamında sorun yok. Hatta böyle rekabetçi reklamları çok seviyorum. Keşke her marka bu kadar cesur olsa.

Bas Konuş reklamı aldatmaca mı

M.
Arslan isimli okurum ‘Bas Konuş’ reklamlarından yakınıyor: 7 Kasım 2004 gecesi Turkcell’in Bas Konuş reklamını izledikten hemen sonra 444 0 532’yi arayarak telefonumun neresine basarak bu konuşmayı yapabileceğimi sordum. Telefonun diğer ucundaki bayan ise yaya yaya bana böyle bir servisten yararlanamayacığımı bildirdi. Çünkü şu anda Motorola P4 diye bir cihazla işlem yapılabiliyormuş.

Bu hizmet’in hedef kitlesi kim ve kaç kişi? Ben ise 30 gün önce piyasaya sürülen Sony Ericcson K700İ modeli gibi geliştirilmiş bir cihazla dahi bu hizmetten yararlanamıyor olduğumu öğrenince şaşırdım. Bu kadar boş ve insanların yüzde 100’üne yakınının faydalanamayacağı bir hizmet için aylardır milyonlarca dolar harcanmasını anlayamıyorum. Üstelik de bedavaymış (pöh)! Şimdi size soruyorum. Avea-Turkcell fark etmez, bu reklamlar aldatma değil midir?

Yorum: Ne yazık ki değildir sayın Arslan. Gördüğünüz gibi siz hizmetin ne olduğunu merak edip bir öğrenme çabası içine girmişsiniz. Ve hangi model telefonlar da ‘Bas Konuş’ hizmetinden yararlanabileceğinizi öğrenmişsiniz. Artık böyle bir telefona sahip olma tercihi sizin. İstemiyorsanız olmazsınız. Ya da şu anda telefon alacak biri Bas Konuş özelliği olan telefonu tercih edebilir. Bakarsınız kısa bir süre sonra ortalık Bas Konuş telefonlardan geçilmez. Her yenilik böyle yayılmaz mı? Turkcell ve Avea’nın ‘Herkes Bas Konuş özellikli telefon alsın sonra reklam yaparız diye beklemeleri biraz abuk olmaz mı?’ Siz Gönlünüzü ferah tutun sayın Arslan, biri sizi aldatırsa biz buradayız.

Çekirgelik

Bilgi ile güç örtüşür

(Bacon)
Yazının Devamını Oku