20 Aralık 2004
<B>BİR</B> tür klişe düşünce yapısına göre siyasiler, halkın önüne, gelinim olur musun, ünlüler çiftliği gibi programları atarak onları oyalıyorlar. Başbakan’ın 17 Aralık’taki tarihi kararla ilgili açıklamaları da ‘Gelinim Olur Musun?’ a yenilmiş, rating alamamış.. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Brüksel maceraları ile oyalanamayan halk ‘Gelinim Olur Musun?’u seçmiş.
Ne yapmasını bekliyorduk peki halktan? 24 saat haber izlemesini mi? Arasıra da zürafa, yengeç, timsah, su aygırı gibi canlıların üreme yöntemlerini bakmalarını mı? Dikkat edin örnek olayımızda Başbakan’ın konuşması ekranda ama karşıda izleyecek halk bulamıyor. Suç halkın mı şimdi? Oyalanıyorlar diye halkı nasıl suçlayabiliriz. Siz onları televizyonda oyalamazsanız, onlar kendilerine oyalanacak başka oyuncak, örneğin ‘kestane’ bulmazlar mı? Başbakan dinlenmiyorsa, izlenmiyorsa bu Báşbakan’ın sorunu değil mi? İzlenmek isteyen doğru dürüst medya planı yapar kendini izletir. Ya da mesajını daha ‘oyalayıcı’ hale getirir ki, oyalanmak isteyenler o mesajla oyalansınlar. Tek kanal, tek gazete devri biteli çok oldu. İzlenmek, okunmak isteyen kendini yeni düzene uyduracak.
Halkın olan bitenden haberi olmadığı da yalan. Halk siyaseti göz ucuyla izliyor o kadar. DYP, ANAP, CHP, MHP’ye dersini verip AKP’yi iktidara taşıyan aynı halk değil miydi? O zaman da bu halk ‘Biri bizi gözetliyor’umu izlemiyor muydu?’. Siz halkı ufak tefek görüp de küçümsemeyin Halk yüzyıllardır oyalanmak istiyor, oyalayana da prim veriyor. Sadece bu çağda oyalanma biçimi değişti. Kimi Sex and The City ile oyalanıyor, kimi Gelinim Olur Musun’laÖBirini diğerine göre üstün kılan ne? Seviye? Neyin seviyesi?
Merkez Bankası hálá uyuyor
YTL’ye geçmemize bugünü de saymazsak onbir gün kaldı. Merkez Bankası’nın basında ve televizyonda ‘bilgilendirme kampanyası’ bir türlü doğru dürüst başlayamadı. Nasıl başlasın? Merkez Bankası’nın bütün yaptığı eğitici bir iki ucuz film çekip RTÜK’e göndermek ve TV kanallarında bedava yayınlatmaya çalışmak.
Televizyon kanallarının, yeni RTÜK düzeni içinde salise hesapları yaparken, Merkez bankasının hazırladığı eğitici spotları, istenilen zamanda ve frekansta yayınlamaları mümkün değil.Merkez Bankası’nın yapması gereken parayı bastırmak, doğru dürüst medya planlaması yapmak , eğitici filmleri sağır sultanın bile göreceği hale getirmekti.
Güvenilir bir kaynaktan öğrendiğime göre Merkez Bankası yetkilileri ‘Türkiye’nin parasını har vurup harman savuruyorlar’ denmesinden korkmuşlar. Bu nedenle de bastıramamışlar parayı. Olacak iş değil. Böylesine büyük bir projede ‘bilgilendirme kampanyası’ Merkez Bankası’nın asıl işi. Asıl işini yaptığı için kim merkez Bankası’nı ‘har vurup harman savurmakla’ suçlayabilir ki?
Sanırım Merkez Bankası bahane üretiyor. Aslında düşündüğü şu: ‘Bizim millet nasıl olsa koyun ruhludur, hata yapa yapa YTL’ye alışır, şikayet de etmez. Bu nedenle onları bilgilendirmek gereksiz!’. Şaka yapmıyorum. Bir Merkez Bankası’nın böyle amatörce işler yapması için ancak bu türden bir düşünce yapısına sahip olması lazım. Haksız mıyım?
Büyüklük mü, tat mı?
REKABET uyuyan Tekel’i deliğinden çıkardı. Tekel (Mey A.Ş) ‘Özel sektör’ rekabetine karşılık vermek üzere çarşaf çarşaf gazete reklamları vermeye başladı. Bu çok güzel bir şey..Tekel’in yaptığı da çok doğru. Rakipler kategoride yer edinmeye çalışırken boş durmamak gerek. Yüksek sesle bağırıp, varlığını, konumunu anımsatacaksın, imajını yenileyeceksin ki, insanların yeni markaları ‘deneme’ istekleri ve markadan markaya geçenlerin sayısı azalsın. Tekel’in çabası da bu yolda.. Kutluyoruz.
Yalnız..Tekel’in ‘doublespeak’ (ikili anlatım) yoluyla kendini ‘büyük’ olarak gösterip, diğer markaları ‘küçük’ olarak konumlandırmasının nedenini anlayamadım. Rakı tüketicisi Tekel’i daha ‘büyük’ bir kurum olarak görürse ne olacak ki? Yeni Rakı’yı hangi akşamcı, Tekel daha büyük bir şirket diye tercih eder ki? Kimse etmez. Akşamcının tek üzerinde durduğu rakının tadıdır. Bu nedenle Tekel ‘büyüklük’ değil tad üzerine konumlandırma yapmalıdır. Tekel Yeni Rakı için ‘ideal rakı’ konumunu pekiştirmez ve bu tadın verdiği keyif üzerine algısal bir değişim kampanyası başlatmaz ise rakipleri ‘ideal tad’ konumuna yerleşip, Tekel’i merkezden kenara atarlar. Bu da Tekel’in varolan pazarını hızla kaybetmesi demektir. Bilmem anlatabildim mi? Marka yönetmek yaşanılmaz öğrenilir. Nokta.
Çekirgelik
Yolun tam ortasında durmak çok tehlikeli bir şeydir. Her iki yönden gelen araçlar tarafından da ezilebilirsiniz
(M.Thatcher)
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2004
<B>REKLAM</B> <B>Özdenetim Kurulu</B> (RÖK) <B>Efe Rakı</B>’ya ait basın reklamlarını durdurma kararı verdi. RÖK’e göre, ‘Güzel rakının tadını unutmuştuk’ ifadesi, Tekel aleyhine (şimdilerde Mey A.Ş), ‘rakibi kötüleme’ içeriyor. Geçen hafta bu karara katıldığımı yazmıştım. Efe Rakı’nın üreticisi İzmirli Elda İçecek ve Enerji Hizmetleri A.Ş’den (Rakı üreten bir firmanın enerji hizmetleri ile ne işi olur onu da anlayabilmiş değilim!) bir faks aldım. Bu faks Efe Rakı’nın RÖK’e gönderdiği savunma metnini içeriyor. Efe Rakı kendini şöyle savunmuş:
‘Güzel rakının tadını unutmuştuk" genel bir ifade olarak kullanılmıştır ve söz konusu (Mey A.Ş’den söz ediyor) şirketin likör reklamlarında da benzer ifadeler yer almaktadır... Ayrıca Mey A.Ş., ilk gazete reklamlarından hemen sonra kendi reklamlarında, ‘su küçüğün söz büyüğün’ ifadesini kullanmıştır. Bu ifadenin, görüştüğümüz birçok kişi tarafından, Efe Rakı’ya hitap edilmiş olarak algılandığı gözlemlenmiştir. Buna rağmen biz bu ifadeyi rekabetin getirdiği hoş bir mücadele örneği olarak değerlendirmiş ve hiçbir girişimde bulunmamıştık. Ancak yazınıza esas olan kritelere göre bu son derece ağır bir ifadedir. Bu konuda inceleme ve değerleme yapmanızı rica ederiz.’
Öncelikle söyleyeyim, Efe Rakı ‘rakibi kötüleme’ konusunda kendini hiç de iyi bir şekilde savunmamış. Bu tür savunmalarda işi, ‘ben yaptım ama o da yaptı’ya getirmek doğru bir yöntem değil. Üstelik, ‘su küçüğün söz büyüğün’ ifadesinin Efe Rakı’ya yüklediği anlamla, ‘güzel rakının tadını unutmak’ ifadesinin Tekel ürünü rakılara (özellikle Yeni Rakı’ya) yüklediği anlam arasında dağlar kadar fark var. Birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de reklam hukuku, ‘davranışsal’ temelde çalışmaz. Karar veren tartışmalı ifade konusunda kimin ne anladığını önemsemez. İfade düz anlamıyla kötüleme içeriyor mu içermiyor mu, ona bakar. ‘Küçüklükle’ ürün kalitesi arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir ki!
Efe’cilere önerim bu olaydan ders çıkarmaları ve hedefe kilitlenmeleri..
Hedef belli: Doğru marka yönetimi.
Rakı işinde gelecek, markasını doğru yönetip maraton koşanın olacak.
Uyarmadı demeyin...
Telekom’dan isimsiz imzasız yanıt
ANIMSARSANIZ, 6 Aralık Pazartesi günü Telekom’un ADSL reklamını eleştirmiş, ‘Sanırım Telekom’un ne sattığından haberi yok!’ demeye getirmiştim. Telekom Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği’nden imzasız bir yanıt aldım. Niye böyle bir yanıtın altına Telekom’dan bir yetkili ismini, imzasını koymaya cesaret edememiş, anlayamadım. Teknik olarak çok yanlış bir uygulama. Ciddiye almamak lazım ama hadi, ‘Telekom’un özel sektör zihniyet devrimini tamamlaması için biraz daha zamana gereksinimi var’ diye düşünüp, yanıtına yer vereyim. Telekom kendini şöyle savunuyor:
‘ADSL hizmeti Telekom tarafından ‘bir Türkiye projesi’ inancıyla ele alınmaktadır. Şöyle ki; geniş bant internet erişimi ADSL, başladığı her ülkenin sosyal ve ekonomik hayatında önemli kazanımlara neden olmuştur... ADSL teknolojisi bireylerin, kurum ve kuruluşların gelişimine sınırsız olanaklar sunacak ve bu olanaklarla da Türkiye’nin dünyaya açılmasına, yeni iş alanları geliştirmesine neden olacaktır. ‘Geniş bant internet erişimi 100 yıl önce elektriğin yaygınlaşmasından sonra görülmemiş bir davranış değişikliğine öncülük edecek’ diyen The Economist’in işaret ettiği vizyon gibi. Bu yüzden, bu ‘lansman’ kampanyası, sadece internetin hızlanmasına değil, çok daha kapsamlı kavramlar olan ve sizin belirttiğiniz gibi ‘değişim ve verimlilik’ üzerine inşa edilmiştir... Birçok insan ADSL teknolojisinin sadece ‘hızlı internet hattı’ olduğu bilgisine sahiptir, ancak gerçekteki gücünün bilincinde değildir. Daha sonra fiyat tarifelerine ve ADSL’in teknolojik üstünlüklerinin birey ve kuruluşlara getirdiği yararlara dikkat çeken reklam faaliyetlerimiz devam edecektir.’
Telekomculardan özür dilerim, görüşümde ısrar edeceğim. Telekom’un, ‘verimli elma’ temalı ADSL reklam kampanyasıyla parayı tamamen çöpe attığından eminim. Bu çağda, ‘vatan, millet, Sakarya, Türkiye projesi’ edebiyatıyla, sağ elinizle sol kulağınızı tutarak hiçbir şey satamazsınız. ADSL’yi yaygınlaştırmak istiyorsanız ‘hız’ olayını bireyin gözüne sokacaksınız, hepsi bu. Sokun bakın abonelik sayıları bir anda nasıl katlıyor. Birçok insanın ADSL’nin hızlı internet hattı olduğunu bildiği de doğru değil ayrıca. Var mı elinizde kanıt?
'Bebek Badem Ezmesi' markadır
BAZILARIMIZA marka konusu o kadar karmaşık geliyor ki; neyin marka, neyin marka olmadığını bile ayırmakta zorlanıyorlar. Hadi ayırmayı da geçtik, bir de üstüne üstlük karınlarından tanım uyduruyorlar. Bir markanın marka olması için değerinin milyonlarca dolarlarla ölçülmesi, bir de mutlaka genişlemesi gerekirmiş.
Bu nedenle de Bebek Badem Ezmesi marka değilmiş. Olacak iş değil!
Böyle bir tanım ne gördüm, ne duydum. Marka, 'aynı gereksinimi karşılamak için tasarlanmış ürünlerden bir boyutuyla farklılaşan üründür (*)'. Bu farklılık fiziksel ya da duygusal bir farklılık olabilir.
Bebek Badem Ezmesi adı üzerinde, ‘Bebek’ badem ezmesidir. Tadı (tarifi) ile diğer badem ezmelerinden ayrılır. Yıllanmışlığı ve gelenekselliği ile yiyenin duygusal açıdan tatmin olmasını sağlar.
Bebek Badem Ezmesi markasını satın almak istediğinizde üretim atölyelerinin bedelinin yanında bu tadın ve gelenekselliğin bedelini ödersiniz. Bir ürün, bu özellikleriyle marka sayılmazsa başka hangi özellikleriyle marka sayılır? Bir de dört çarpı yüz koşturalım mı? Ne dersiniz?
(*) Kevin Lane Keller, Strategic Brand Management, Prentice Hall, 2003.
Kaç vücut yeter bana
AVEA, Turkcell’i her alanda sıkıştırmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Avea’nın yeni hizmeti Ringa.. Hedefi de gençler. Ringa, biri sizi aradığında telefonun ‘çalma‘ sesinin sizin istediğiniz müzik olmasını sağlayan bir sistem. Avea Ringa’yı anlatabilmek için çizgi filmi tercih etmiş. Hedef gençlik olunca, çizgi film tercihinde sorun olmadığını söylemek münkün.
Öyküde baş kahramanımız Berke Can’ı önce eski sevgilisi arıyor. Berke Can ona günün anlam ve önemini belirten ‘Yürü anca gidersin’ şarkısını dinletiyor. Sonra yeni sevgilisi arıyor, ona da yine günün anlam ve önemini anlatan Teoman’ın, ‘Senden önce senden sonra’ şarkısını dinletiyor. Tam burada ben dumur oluyorum. Çünkü Teoman’ın bu şarkısının sözleri aynen şöyle devam eder: ‘Seni unutmak için daha kaç vücut yeter bana’.. Yeni sevgiliye söylenecek söz mü bu? Söylenir de söylendikten sonra ortada yeni sevgili mi kalır?.
‘Ama bu da ayrıntı, kimse fark etmez’ demeyin. Tamamen şarkılar üzerine kurulmuş bir reklamda şarkı sözleri nasıl ayrıntılı olabilir? Neyse, bu işin hafiften esprisi. Ringa reklamı mesajını iletiyor. Öyle ahım şahım bir beğeni duygusu oluşturduğunu söylemek zor. Ringa reklamı rengiyle, çizgisiyle varolan Avea reklamlarından oldukça farklı bir yere gidiyor. Gerçi birçok Avea reklamı için aynı şeyi söylemek mümkün. Avea reklamlarında logo ve amblem hariç görsel bir tutarlılıktan, bir bütünlükten söz etmek mümkün değil. Eğer bu bilinerek yapılıyorsa sorun değil. Ama bilinmeden yapılıyorsa, sonuçta ortaya nasıl bir ‘post modern’ imaj çıkacak çok merak ediyorum.
G-Mall’da sinemaya gitmeye devam
G-MALL sinemalarının yangın görüntülerini televizyonda izledim, yangına müdahale eden itfaiye görevlilerinin ne dediklerini dinledim. G-Mall yetkililerinden olayın ayrıntılarını öğrendim, bu konuda neredeyse bütün yazılanları okudum. G-Mall yangınıyla ilgili sapla samanı ayrıştıramayanları 3 konuda uyarmaya karar verdim:
1- G-Mall yangınının nasıl çıktığını ve sorumlularını bulmak farklı bir şeydir.
2- G-Mall’da bu yangına özgü (eğer varsa, gerçek soruşturma sonuçlanınca ortaya çıkacak) sinema yönetiminin hatalarını saptamak farklı bir şeydir.
3- G-Mall sinemalarının böyle bir yangın çıktığında ne kadar güvenilir bir yer olduğunu tartışmak ayrı bir şeydir.
G-Mall sinemaları yaşanan yangında yüzlerce kişinin 8 ayrı salonu kısa sürede boşaltmalarına olanak sağlayan yapısı ve donanımıyla ne kadar güvenli bir yer olduğunu ispat etmiştir. Kendi adıma söyleyeyim, ben bundan sonra G-Mall’a daha bir güven içinde giderim. Orada sinema izlemeyi çok seviyorum ve G-mall yangınını yanlış analiz edenler yüzünden kendimi bu keyiften mahrum etmeye hiç niyetim yok! Biraz insaf lütfen..
Çekirgelik
Hedefimiz AB üyeliği değil, AB için vazgeçilmez ülke konumuna gelmek olmalıdır.
(Yılmaz Argüden)
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2004
Geçen hafta yer verdiğim Cuma İtirafı’na yazdığım yorumda ‘İzmirli bir bayanla beraberseniz beşinci erkek olma şansınız yüksek olabilir’ diye yazmıştım. Bazı okurlarımı kızdırmışım. Bakın Leman Aydoğan isimli okurum Hürriyet’e gönderdiği e-postada ne diyor:
‘10.12. 2004 tarihinde yazarlarınızdan Ali Atıf BİR in yazdığı Cuma İtirafı yazısı İzmirli bir bayan olarak beni incitti ve sanırım tüm İzmirli bayanları üzmüştür. Bir iki kişinin yazdığı yazıyı tüm İzmirli bayanlara yükleyemezsiniz.... Her İzmirli bayanlar bu bayan gibi mi yaşıyor sanıyorsunuz.. Ali Atıf BİR İzmirli bir bayandan çok çekmiş galiba tüm İzmirli bayanları suçluyor. İyi günler...’
Leman Hanım duyarlılığınızı anlıyorum ama Cuma İtiraf’larına yazdığım yorumların tümünü okursanız ‘esprili’ yorumlar olduğunu görürsünüz. Tabii ki İzmirli tüm bayanları aynı kategoriye sokmak mümkün değil. Türkiye’de benim vurguladığım gibi bir ‘İzmirli Bayan’ tiplemesi olduğunu da yadsıyamazsınız herhalde...
Bridget Jones 2 keşke hiç çekilmeseymiş
İkinci Bridget Jones filminin metni ilkinin hemen hemen aynı. Tek farklılık esprilerde. Bu espriler Bridget Jones’u o kadar salak bir konuma itmiş ve o kadar avanaklaştırmış ki Bridget Jones ilk filmdeki anlamından çok şey yitirmiş. Tamam ilk filmde de kendine güvensiz bir Bridget Jones vardı ama bu kadar salaklaştırınca vurgu güvensizlikten başka noktalara kaymış. İşin özeti ikinci filmdeki Bridget Jones artık benim Bridget Jones’um değil. Keşke ikinci film hiç çekilmeseymiş. Kafa dağıtmak için tabii ki gidilebilir, hoş vakit geçirilebilir ama hayallerinizdeki Bridget Jones’a dönmeniz bir daha mümkün olmayabilir. Benden uyarması...
Pumacılar haksız
Polisin yaptığı araştırmalara göre kapkaççıların en çok Puma marka ayakkabı giydikleri ortaya çıkmış. Bu konuyu da Hürriyet’teki arkadaşlarımız haber yapmışlar. Ancak bu haber Puma’cıları ve Puma giyen bazı okurlarımızı sinirlendirmiş. Markanın sahipleri ‘kapkaç’ gibi bir olayla birlikte adlarının anılmasından rahatsız olmuşlar, okurlardan Puma giyenler ise ‘Vay ben kapkaççılarla aynı marka ayakkabıyı’ nasıl giyerim diye rahatsız olmuşlar. İki gruba göre de ‘kapkaç’ haberinde markanın belirtilmemesi gerekirmiş.
Kusura bakmasınlar ama her iki grubun da tepkisini gereksiz buluyorum. Böyle bir haberi okuyan hiç kimse Puma alacakken kararını değiştirip Adidas almaz bir, bu haberle Puma’nın ‘kapkaççıların ayakkabısı’ diye bir imajı oluşmaz iki. Olsa olsa insanlar merak edip ‘Bu Puma’larda bizim bilmediğimiz ne varmış’ diye meraklanırlar hepsi bu.
Son zamanlarda yayınlanan otomobil reklamlarına bakın. Bazıları ‘hırsızların’ tercih ettiği araç gibi konumlandırılmıyor mu? Neden? Hızlı olduklarını vurgulamak için. Puma’cılar da ‘kapkaççıların tercihi’ gerçeğine böyle bakarlarsa olayın içindeki pazarlama fırsatını da görürler.
Puma ‘imajım çizildi’ diye gereksiz yere tepki göstereceği yerde ‘Kapkaççılar’ üzerine hoş, mizahi bir reklam kampanyası yapsa, kapkaççıların tercihiyle hafiften gırgırını geçse rakiplere ciddi bir şekilde darbe vurur. Bir spor markasının eline ‘hız ve çevikliği’ vurgulamak için bundan daha iyi bir fırsat geçer mi? Yanıt veriyorum: Geçmez.
Şemsa’nın yeni İstanbul mutfağı: MK 19
Şemsa Denizsel’i uzun süredir tanırım. Yemek yapma aşkını uzun süredir bilirim. Dikkat edin ‘yemek yapma aşkı’ diyorum. Şemsa ve yemek yapma bir araya gelince aklıma her nedense aşktan başka sözcük gelmiyor. Ancak bir yemek Şemsa’nınki gibi büyük bir aşkla yapılırsa bu kadar lezzetli olabilir.
Niye Şemsa’dan söz ediyorum? Çünkü geçen akşam Şemsa Denizsel ve Sinan F. Aşkın’ın Nişantaşı’nda açtıkları MK 19’da yemek yedim, bir kez daha Şemsa’nın yemek yapma becerilerine hayran kaldım.
Şemsa Denizsel’in ‘aşçılık’ tutkusu çocukluk yıllarına dayanıyor. İlk ustası annesi. Üniversitede aşçılık okumayı çok istedi ama o yıllarda ‘aşçılık’ işi ‘muteber’ bir iş olarak görülmediği için desteklenmedi. O da gidip Londra’da halkla ilişkiler okudu. Ama hiç yemek yapmaktan kendini alıkoyamadı. Sürekli bu konuda okudu, araştırdı, denemeler yaptı.
Şemsa Türkiye’ye dönünce önce fotoğraf stilistliğini denedi, oradan yemek fotoğrafları stilistliğine geçti. Daha sonra 2000 yılında yine Nişantaşı’nda Kantin isimli lokantayı açtı. Bir yıl önce Kantin’e gidip süper lezzetli ev yemeklerini yemiştim. Özellikle ‘çıtır’ pizza ve cheese cake’e hayran kalmıştım. (Kantin Nişantaşı Akkavak Sok. No 16/2’de deneyebilirsiniz.)
Şimdi de Şemsa, Mim Kemal (MK) 19’da yeni bir yemek konseptiyle karşımızda.. Anadolu mutfağını, Akdeniz mutfağını İstanbul’a uyarlamış Şemsa. Ortaya yine birbirinden lezzetli yemekler çıkmış.
Şemsa’nın söylediği şu: ‘Bir yandan Anadolu Yemeklerini İstanbul usulü yaptım. Diğer yandan Akdeniz ülkeleri ve bizim mutfağımızın çok fazla ortak noktası var, buradan yola çıktım. İtalya’da süt danası ile yapılan osso buco’yu kuzu gerdanından yaptım. Somon tartarı lüfer tartar haline getirdim. Peynirli ters yüz sufle’de tamamen Türk peynirlerini kullandım. Hamsili Pilav’ın sunumunu güzelleştirdim. Yeni İstanbul mutfağından kastım bu..’
MK 19 loş bir ışıklandırmaya ve rahatlatıcı bir atmosfere sahip. Girişteki barda yemekten önce takılıp arkadaşları beklemek mümkün. Gidince siz de göreceksiniz, Şemsa’nın yarattığı tatlarla ve atmosferiyle MK 19, bu hafta sonu ve her hafta sonu için ‘yemek yenecek yerler’ listesinde üst sıralarda olmayı hak ediyor. (MK 19 Telefon: 0-212-224 19 87).
Cuma itirafı
feliciana; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 30; İl: İstanbul
Gittiğim mesleki kongrelerin birinde, rezervasyondaki bir hatadan dolayı, karısı arkadaşım ve meslektaşım olan bir erkek arkadaşımla aynı odayı paylaşmak durumunda kaldım. Tüm günümüz beraber geçiyordu. Bu da akşamları hoş bir sohbet ortamı yaratıyordu. İkinci akşam içtiğimiz bir şişe şarap sonrasında birlikte olduk. Çok etkileyici ve heyecan vericiydi. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi davrandık. Gece ise gene birlikteydik. Kongre boyunca gayet iyi zaman geçirdik. Ama kongreden sonra duyduğum suçluluk hissi korkunçtu. Beni magmaya gönderen asıl şey, bir sonraki kongreyi iple çekiyor olmam!
Yorum: Anımsarsanız iki hafta önce pazar günü kongre, konferans ve seminer gibi toplantılara katılmanın arkasındaki temel güdüleri açıklayan bir yazı yazmıştım. Yukarıdaki itirafı okuyunca ister istemez bu yazı aklıma geldi. Demek ki bu tür toplantıların ‘yatılı olanları’ daha verimli. Yapacağınız toplantı yönetimini arayıp uygun oda seçimini sağlamanız. Sonrası bir şişe şaraba kalıyor demek ki.
CUMA LAKIRDISI
‘Zayıflama diyetlerindeki farklılık sadece görünüştedir. Aslında tamamı aynı zihniyetten kaynaklanmakta, aynı mantığı paylaşmakta, aynı hareket noktasından yola çıkmaktadır. İsmi diyet olmayan birçok zayıflama yöntemi de bu ortak mantığı diyetlerle paylaşmaktadır. Önemli olan bu mantığı, bu zihniyeti, bu ortak hareket noktasını ortaya çıkartmaktır.’
Dr. Ozan Tuncer, İncelmek ve İnce Kalmak İçin Zayıflama Diyetleri Çöpe, İnkılap Yayınevi, 2004.
CUMA TAKINTISI
Bu haftaki Cuma takıntımız Ankara’dan bir et lokantası: Taşçı Konağı. Et lokantasının sahipleri lokantanın atmosferi için ‘Mezopotamya’nın özgün mimarisi ve folklorunu birleştirdik’ diyorlar. Taşçı Konağı geniş bir mekan, alt salon ve üst salon olmak üzere iki ayrı salonda hizmet veriyor. Yemek mönüsünden ise Anadolu’nun et ve kebap çeşitleri ile Fransız mutfağının tatları harmanlanmış görünüyor. Zeyinyağlılar çok lezzetli. İçli köfte ve içli köftenin kardeşi ağzı yumuk yemenizi şiddetle önetirim. Tatlı olarak Şıllık’ı denemeyi istedim ama olmadı. Antep fıstığı, ceviz içi ve özel hamuruyla ilginç bir tat gibi görünüyor. Siz deneyin bakalım. Bana da haber vermeyi unutmayın.
(Ankara, Ümitköy, 0-312-2358535)
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2004
<B>REKLAMCILIĞIN </B>anavatanı ABD’de reklamcılığa bir şeyler oluyor. Tüketicilere daha çabuk ve doğrudan ulaşma uğraşı veren bazı pazarlamacılar sloganlarını ve ürün isimlerini İngilizce’de çok kullanılan ‘tek sözcük’lerle ifade etmeye başladılar. İşte örnekler:
AT&T bu yıl yaptığı kampanyada sadece ‘&’(ve) işareti üzerine yoğunlaştı. Verizon Wireless şirketi ağ içinde kalmayı anlatan ‘in’i (içinde) sloganlaştırdı. Citibank’ın yeni kampanyasının sloganı sadece ‘thank you’ (teşekkürler). International Business Machines (IBM), reklam kampanyalarında ‘on demand’’i (talep üzerine) anımsatırsatırcasına ‘on’ sözcüğünün altını vurgulamaya başladı. Nextel Communications’ın halen yayınlanmakta olan reklam kampanyasının sloganı sadece dört sözcük: Done (tamamdır).
Amerika’daki bu gelişmenin başlangıcını 1993’te başlayan ve önce ‘Always’i (daima) sonra ‘Enjoy’u (yarasın!), şimdilerde de ‘Real’ (gerçek) sözcüklerini akıllara pelensenk eden Coca-Cola kampanyasına kadar götürebiliriz. İlginçtir ‘Always’ sözcüğünü şu anda da Wal-Mart, ‘her an ucuzuz’ anlamında reklam kampanyalarında kullanmaya başladı. Mastercard’ın son sloganı ise ‘Priceless’ (paha biçilemez).
Bakalım, ABD’deki ‘tek sözcükle pazarlama’ trendinin sonu nereye varacak. Henüz Türkiye’de böyle bir pazarlama trendinden söz etmek mümkün değil. Belki bu yazıdan sonra bazı girişimler olabilir. Bu nedenle ‘tek sözcükle’ pazarlamayı uygulayacak olanlara birkaç uyarıda bulunmadan yazıyı bitirmeyelim.
Önemli olan sloganın ya da satıcı mesajın kaç sözcükle ifade edildiği değil, seçilen sözcüğün satıcı mesajı net ve tutarlı bir şekilde ifade etmesidir. İster tek sözcükle yapılsın, ister çok sözcükle pazarlamanın tek amacı vardır: Farklılaşmak!
Bonus Baba nasıl bir fikir?
BONUS’un yeni reklamında Noel Baba oluyor Bonus Baba.. Reklam ,klasik, ‘söminenin içinden düşen Noel Baba’ hareketi ile başlıyor. Sanılanın aksine Noel Baba’nın çıkını boş ama. Çünkü nakit durumu ciddi sorunlu. Neyseki arkadaşı Ahmet Gülhan Bonuscuları tanıyor da Noel Baba’ya yeni bir ‘şekil’ yapıyor, durumunu da Bonus Card’la kurtarıyor. Bonus Baba artık çıkınını taksitle aldığı oyuncuklarla doldurabilir. Nasıl ama? Noel Baba’yı Bonus Baba yapma fikri iyi fikir değil mi?
Ancak reklam çok sıkıcı, hiçbir şekilde duygu geçirmiyor. Fikir iyi işlenmemiş. Oysa bulunan fikir mizah yapmaya o kadar uygun ki! Yazık, fırsat kaçmış... Bonuscular Noel Baba’yı daha sevimli hale getirmekten korkmuş olabilirler mi? Hani Noel Baba bazı çevrelere göre ‘gavur icadı’ ya.. Yoksa Noel Baba ne yapılırsa yapılsın bizler için çok da fazla anlam ifade eden bir şey değil mi? Yani? Fikir kötü olabilir mi?
Turkcell: Sorumlu vatandaş
TÜRKİYE’nin gündemi ‘17 Aralık’ tarihine kilitlenmişken Turkcell’in Avrupa Parlamentosu’na yönelik ‘lobi faaliyetlerindeki’ katkıları gözden kaçtı.
Turkcell’in Genel Müdürü Muzaffer Akpınar ve Kurumsal İletişim Direktörü Zuhal Şeker’in gerçekten üstün gayretleriyle gerçekleştirilen ‘lobi’ etkinliklerinin ilki 30 Kasım’da Brüksel’de Avrupa Parlamentosunda Dünya GSM Birliği ile birlikte yapıldı. Parlamento üyesi Vural Öger’in katkılarıyla düzenlenen ‘AB Eşiğindeki Türkiye ve İletişim’ konulu panel için Turkcel Brüksel’e Türkiye’den çok sayıda konuşmacı ve sanatçı götürdü.
İkinci etkinlik 6-7 Aralık’ta yine Brüksel’de yapıldı. Turkcell bu kez ‘Türkiye ve Avrupa Birliği: Tarihi Seçim İçin Nedenler’ konferansının ‘Türkiye’den Bir Kültür Olayı’ bölümünün sponsorluğunu üstlendi. Bu etkinlikte Turkcell İtalyan Avrupa Parlamenterleri Emma Bonino ve Marco Pannela’dan yardım aldı. Yine Brüksel’e çok sayıda gazeteci ve sanatçı Turkcell tarafından götürüldü.
Her iki etkinlikte Brüksel’deki Avrupa parlamentosu üyelerinin gündemine Türkiye’yi farklı bir şekilde getirmek ve çıkacak kararı olumluya çevirmek açısından çok önemliydi. Turkcell’ciler üstlerine düşeni büyük bir özveriyle yerine getirdiler. Etkinlikler başarıyla gerçekleştirildi. Diyeceksiniz ki neden? Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmek için yaptığı ‘lobi’ faaliyetlerinden Turkcell’e ne?
Peki sizin kaynağınız olsa sorumlu bir vatandaş olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi için bir şeyler yapmak istemez misiniz? Çağımızın yeni şirket konsepti böyle. Her şirket kendini sorumlu bir vatandaş olarak görmek ve bu toplumdan aldığını yeri geldiğinde bu topluma vermek zorunda. Turkcell’in yaptığı da bu. Keşke herkes, her şirket kendini Turkcell gibi Türkiye’ye karşı sorumlu hissetse. Keşke..
Çekirgelik
Pazarda boşluk görüyorsun hemen doldur, sen doldurmazsan başkası er geç doldurur (George Day)
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2004
<B>HERALD</B> Tribune ve Le Monde gazetelerinde Kürtlere <B>‘özerklik’</B> isteyen reklamın başlığı <B>‘What The Kurds Wants in Turkey’</B> (Kürtler Türkiye’de Ne istiyor). Meraklandırıcı, teknik açıdan alt metni okumaya yönlendiren soru tipinde bir başlık. Bu tür başlıklı bir reklamın çok acele, ‘ne yaptığını bilmeyen’ insanlar tarafından yazılması mümkün değil. Sadece başlığına bakarak bile ‘özerklik’ isteyen reklamın profesyonel bir ‘zekanın’ ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Her kim bu metni yazmışsa kimin neyi okumasını, neye güdülenmesini istediğini çok iyi biliyor. Bu yüzden ‘bilmiyorum, benim haberim yoktu, amacımız bu değildi, amatör bir çaba’ falan diye kimse kıvırmasın. Çıksın babalar gibi imzasını da metnini de niye bu reklamı parasız yayınladığını da savunsun. Türkiye’de dostu kim düşmanı kim onu iyi anlasın. Bugüne kadar başımıza ne geldiyse kuzu postuna bürünmüş kurtlardan gelmedi mi? Haksız mıyım. Tabii ki haklıyım. Herıld yani..
Efe, Yeni Rakı'yı kötüledi mi
SÖZ RÖK’ten açılmışken, RÖK’ün bir kararını da savunalım. RÖK reklamcılığın gelecekte de yaşaması için çok önemli bir kurum. Mutlaka yaşamalı, etkinliği arttırılmalı, devlet kurumları RÖK’ü kabul etmeli. Ama RÖK’ün kararları da tabiiki eleştirilmeli.
RÖK Efe Rakı’nın reklamlarında defalarca kullanılan ‘güzel rakının tadını unutmuştuk’ ifadesinin Tekel’in ürettiği rakıları ‘kötülediği’ kanısına vardı. Bu karara biraz farkla katılıyorum. ‘Güzel rakının tadını unutmuştuk!’ metnini defalarca okuyan ne düşünür?
Eskiden Yeni, Kulüp, Tekirdağ ve Altınbaş’tan başka rakı yoktu. Bunlardan en fazla eleştirileni hangisiydi? Bildiniz Yeni Rakı... Demek ki Yeni Rakı’nın tadının iyi olmadığını algılayanlar, Yeni Rakı’ya göre Efe Rakı’nın tadının daha iyi olduğunu ‘güzel’ olduğunu düşünür! Bu ‘somut’ bir gerçek değil ‘algılsal’ bir gerçektir. Yani Efe Rakı, Yeni Rakı’nın ‘algısal’ bir anlamı üzerine basarak, yani onu kötüleyerek Efe’yi deneyenlerin sayısını artırmak istemektedir. Böyle bir kötüleme uluslararası reklam standartlarına aykırıdır. Dolayısıyla RÖK’ün kararı doğrudur. Nokta.
Cipsin lideri Doritos Alaturka
BU kez ‘Cips Marka Ligi’ni merak ettik. TNS Piar geçen hafta Türkiye temsili 18 yaş üstü 2 bin 028 kişiye ‘aklınıza gelen ilk üç cips markasını söyler misiniz?’ sorusunu sordu. İlginçtir 2 bin 028 kişinin sadece yüzde 64’ü (1305 kişi) en az bir cips markası anımsayabildi. Cips üreticileri için hálá gidilecek çok yol var yani...
Sonuçlara göre Doritos Alaturca yüzde 82.5 ile en çok anımsanan marka. Daha sonra sırayı yüzde 59.1 ile Lay’s alıyor. Üçüncülüğü yüzde 21 ile iki marka paylaşıyor Cipso ve Ruffles. Daha sonra yüzde 19.9 ile Cheetos geliyor. Ve peşinden bir belleklerimiz boşalıyor. Diğer markaların anımsanılırlığı oldukça düşük. Cips marka ligi sonuçları bize reklamın bu sektörde dayanılmaz bir ağırlığının olduğunu bir kez daha anımsatıyor. Tabii Cem Yılmaz’ın ağırlığını da unutmamak gerek.
Ohhh yavrum sosise bak!
BİR süredir televizyonlarda yayınlanan Körpe reklamında adamın biri komşudan gelen inleme sesleri ile uyanıyor. Biz bu sırada komşunun yatak odasını görüyoruz. Komşunun erkek olanı, sırtı bize dönük yatağın kenarına oturmuş, kadını ise yerde... İnlemeler devam ediyor. Gördüğümüz manzara, duyduğumuz sesler hemen beynimizde tanıdık bir noktayı gıdıklıyor ve ‘acaba bir oral seks durumuyla mı karşı karşıyayız’ diye meraklanıyoruz. İnleme seslerini duyan adam da bizle aynı kanıda olacak dayanılmaz acılar içerisinde kafasını duvarlara vurmaya başlıyor.
Daha sonra kamera açılıyor biz komşuların bir tepsiden Körpe ürünlerini yediklerini ve zevkten inlediklerini görüyoruz. Yanılmışız, sırıtıyoruz. Şimdi size sorarım. Bu reklamı izledikten sonra cinsel yönden istismar edildiğiniz düşünüyor musunuz? Yoksa yanılgıya dayalı bir mizah duygusu mu oluşuyor içinizde?
Reklam Özdenetim Kurulu, ‘Körpe reklam filminde kullanılan cinsellik ögelerinin ürünün işlevi ile herhangi bir ilgisi yok ve bu yüzden Körpe reklamı cinselliği istismar ediyor’ kararına vardı. Bu karara katılmak mümkün değil. Körpe reklamı ne gösteriyor da cinselliği sömürüyor. Körpe reklamını görenler hangi cinsel dürtülerle raflara koşuyorlar? Lezzetli olduğunu vurgulamak için inlemeden yola çıkmanın, inlemeleri de mizahi bir anlatımla pekiştirmenin neresi cinsel istismar?
Geçen hafta Sayın Bakanım dizisinde yaklaşık bir saat müsteşarın ‘ölen kuşu’ üzerine espri yapıldı. Bakanlığın çaycısı ‘ölen kuş’u müsteşarın erkeklik organı sandı ve ona padişah macunu bile hazırladı. Şimdi, RÖK gibi düşünse bu yanlış anlama üzerine RTÜK’ün Sayın Bakanım dizisine ceza vermesi gerekmez mi? Eğer ceza verirse bu işin nerelere kadar gidebileceğini düşünüyor musunuz?
Körpe reklamının ‘seviyesiz mizah’ olarak bulunması başka bir şeydir, ‘cinselliği istismar’ etmesi başka bir şey. Eğer ilgisiz cinsellikle, Körpe, cinselliği istismar ediyorsa Coca-Cola Light’da, Rodi’de, Axe’ın tüm reklamları da Magnum’un tüm reklamları da cinselliği istismar ediyor demektir. RÖK’ün saydığım reklamlarla ilgili ‘cinsel istismar’ kararı verdiğini anımsamıyorum. Doğrusu da budur. Peki o zaman niye Körpe?
Sanırım RÖK Körpe reklamını kendi standartlarına göre ‘seviyesiz bir mizah’ olarak değerlendirdi. Eğer reklam sektörü RÖK’ün ‘mizah beğeni standartları"na göre işletilecekse selülit reklamlarına çıplak kadın kullanımını eleştiren Sanayi Bakanı Ali Coşkun’a kızmamak lazım. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Not: Merak edenler için söyleyeyim Körpe Banvit’in ikinci markasıdır.
'Guru gürültü’ de olsa değiyor
GEÇEN hafta anımsarsınız pazarlama, satış, marka üzerine yapılan konferansların artık birer ‘GURU GÜRÜLTÜ’ haline geldiğini söyleyen bir yazı yazmıştım. Bu tür konferansları kaçırmayan işadamı bir okurum aradı. ‘Bütün konferansların üç aşağı beş yukarı birbirine benzediği doğrudur. Guruların çoğundan da bir şey öğrendiğim yok. Ama bundan bir şikayetim de yok, lütfen aleyhlerine yazıp durma. Çünkü ben bu konferanslara bir şey öğrenmeye gitmiyorum’ dedi.
‘Peki, niye gidiyorsun’ dedim. Biraz düşündü, aynen şunları söyledi: ‘Bir kere zeki, kültürlü kadınlarla tanışmanın en iyi ortamı buralar. Örneğin bu sezonda her konferansa gittim, bu türden iki tanışma gerçekleştirdim. Tam tersi de geçerli. Kadınlar da giyinip kuşanıp erkeklerle tanışmaya geliyorlar. İkincisi patronlarla iletişim kurmak için buralardan daha iyi yerler yok. Adamlardan randevu almak için telefonla arasam ulaşmam mümkün değil. Burada karşılaşınca 'Abi, seninkiler mal almıyorlar' diyorum, hemen işim çözülüyor.’
Ne dersiniz bilimsel kongre, sempozyum, konferanslar dahil tüm bu tür toplantılara katılmanın arkasında ‘öğrenmekten’ başka bir güdü olabilir mi? Başka bir deyişle Freud haklı olabilir mi arkadaşlar!
Not: Sanırım işadamı okuruma aynı kanıda olmadığımı, bu yazıyı da tamamen espri niyetine yazdığımı anımsatmama gerek yok.
Çekirgelik
Para hakkında bilgi sahibi olmak paranın kendisine sahip olmaktan daha önemli hale gelmiştir.
John Reed
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2004
İstanbul Devlet Tiyatrosu Aziz Nesin Sahnesi’nde son dönemin parlayan yazarlarından Raşit Çelikezer’in yazdığı Kazım Akşar’ın yönettiği Otopark Cinayetleri isimli oyunu izledim. Öncelikle şunu söyleyeyim oyunun dekoru beni çok etkiledi. Dekoru yapan Ethem Özbora’nın eline sağlık. Metalik renklerin hakim olduğu dekorda hidrolik yükseltilerle, katlı otopark etkisi verilmiş. Bu etki insanı oyunun içine çekiyor, daha ilk baştan oyun metninin kuracağı dünya ile ilgili bilgi veriyor. Ancaaak. Güzelim dekor, oyuna beş numara bol gelmiş.
Akşar, broşürde Otopark Cinayetleri için ‘İletişimsizlik, yalnızlık, sevgisizlik, baskı, çatışma ve sömürü gibi konular bu oyunda kara komedi olarak veriliyor’ diyor. Ve devam ediyor: ‘İnsanların içindeki egoizm, hırs, güç ve iktidar duyguları açığa çıktıkça yaratılan yeni sistemin kan, gözyaşı ve sömürü üzerinde yükseldiği gerçeği fark edilmeye, anlaşılmaya başlanacak. Katil ve tetikçilerin kahraman değil, soytarı oldukları görüldükçe sisteme hizmet eden bilim adamlarının körü körüne düzenin patronlarına boyun eğmelerinin sonuçları sahnede boy gösterecek.’ Ben de bunları okuyunca diyorum ki: ‘Acaba ben başka bir oyun mu izledim?’
Tamam, bu olaylar, karakterler sahnede var ama bunların hepsini helva yapınca ortaya bir mesaj çıkmıyor. Oyun yan mesajlar arasında dolanıp duruyor. Saçmalıkla normallik arasında gidip geliyor. Nietzsche yardımıyla atılan tiradlar ne yazık ki oyunu kurtarmaya ‘izleyici olarak korkularımla hesaplaşmama’ yetmiyor. Çünkü konu örgüsü çok basit ve çok sıradan. Kara komedi nerede onu da göremedim. Oyunu izlerken ara sıra ‘Acaba bir Matrix taklidiyle karşı karşıya mıyım’ diye birkaç kere kendime sordum.
Kazım Aşkar’ın da oyunun broşüründe yazdığı gibi müzikler oyunu müzikal bir anlatıma yakınlaştıracak nitelikte seçilmiş. Aşkar’ın yönetimi iyi. Bilim adamı Adam rolünü oynayan Adnan Biricik’in performansını çok beğendim. Diğer oyunculardan oyunculuğu gözüme batan biri olmadı. Sadece ölümsüzlüğün reçetesini bulmaya çalışan Patron rolündeki Emin Olcay’ın seçiminin yanlış olduğunu düşünüyorum.
Çıktığınız Hevesle İniniz
Bu hafta size Başar Başarır’ın beşinci öykü kitabı ‘Çıktığınız Hevesle İniniz’i öneriyorum. Başar çok ilginç ve yenilikçi bir öykü yazarı. Sözcüklerinin seçiminde değişik bir tat, bir uyum var. Her öyküsünde de ince bir alay seziyorum. Başar Başarır’ı bu zamana kadar keşfetmediyseniz, bu kez mutlaka keşfedin. Bir çırpıda okunuyor.
Nez’in tahmini var, niye Gülşen’inki yok
Çarşamba günü bizim Kelebek’te ‘ünlülerin derbi tahminleri’ vardı. Nez diyor ki ‘FB’nin hali içler acısı. Benim tahminim 2-0 alacağımız yönünde.’ Gülben Ergen’in tahmini ise şöyle: ‘Eşim GS’li ben FB’liyim. Maçın 1-1 biteceğini biliyorum.’ Haberde gözlerim Nez’in program kankası Gülşen’in maç tahmini ile Gülben Ergen’in polemik kankası Hülya Avşar’ın maç tahminini aradı, bulamadı. İçimi müthiş bir eksiklik duygusu kapladı. Nasıl izleyeceğim ben şimdi pazar günkü derbiyi?
Dogberry’de Gökhan Soylu’yu izlemelisiniz
Anadolu Üniversitesi Tiyatro Topluluğu bu yıl Shakespeare’nin Kuru Gürültü’sü ile perdelerini açtı. Kuru Gürültü, Shakespeare’in en komik oyunlarından biri. Yanlış anlamalar üzerine kurulmuş bir oyun. Shakespeare oyunlarının genel havasını taşıyor. Muzipçe entrikalar var, mutluluk var, onur var, suçlular var. Oyunu yöneten Mehmet Ergen. Mehmet Ergen yurtdışında da oyun yönetmiş deneyimli bir yönetmen. Kuru Gürültü’ye kuş kondurduğunu söyleyemeyiz. Ergen bir Shaespeare oyunu minimumda ne gerektiriyorsa onu yapmış, standartları zorlamamış.
Anadolu Üniversitesi Tiyatro Topluluğu Kuru Gürültü’yü oynamak için biraz genç bir kadro gibi geldi bana. Gençlerin ‘büyük’ rollerini oynadığını algılamam hep rahatsız etmiştir beni. Kuru Gürültü’de de böyle bir algılama rahatsız etti beni. Ancak şunu da söyleyeyim, topluluğun genç oyuncuları her oyunlarında ‘yıllanıyor’, tadından yenmez hale geliyorlar. Kuru Gürültü’de Benedick rolündeki Sermet Yeşil’e, Dogberry rolündeki Gökhan Soylu’ya özellikle dikkat edin. Müthiş oynuyorlar... Oyunu çeviren Sevgi Sanlı, bekçi Dogberry’nin özentili dille konuşurken yaptığı yanlışlardan doğan mizahi Türkçe’yi çok iyi ortaya çıkarmış. Gökhan Soylu da, Bekçi Murtaza’dan esinlenerek yaptığı yorumla süper komik bir tipleme yaratmış. Kaçırmasınız iyi olur. (0-222-330 71 65)
CUMA LAKIRDISI
‘Erkek sevmekten mutlu olur, kadın sevildiğini bilmekten!’ (Hamdi Kalyoncu)
CUMA İTİRAFI
çilekliturta1979; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 25; İl: İzmir
Hayatımda 4 tane erkek var. 1) Eşim: İyi bir eş ama fazlasıyla sıradan yaşamayı seviyor. Bana cemiyet hayatında eşlik ediyor. 2) Sevgili 1: 3 yıldır beraberiz. Evli. İletişimimiz süper. Sosyal hayatta da çok iyi anlaşıyoruz. Bana maddi hiçbir katkısı yok. Mükemmel ötesi sevişiyor. Bana cinsel hayatımda eşlik ediyor. 3) Sevgili 2: Evli. Çok az süredir beraberiz. Hem eğitim hem de standart olarak benden düşük. Hiç yatmadık. Maddi anlamda mükemmel durumda. Her şeyimi karşılıyor. Bana maddi hayatımda eşlik ediyor. Karşılığında ise sadece ilgi ve güzel sözler bekliyor. 4) Patronum. Evli. Onunla asla yatmam, sadece cilve yapıyorum. Bu sayede işyerimde her şey çok yolunda gidiyor. Bana iş hayatımda eşlik ediyor.
Yorum: Geçen hafta ‘İzmirli kadınlardan korkulur’ diye yazmakla haksız mıyım? Eğer sevgiliniz İzmirliyse her an beşinci olma tehlikesiyle karşı karşıyasınız. Aman dikkat!
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2004
<B>OKAN</B> <B>Bayülgen </B>Kanal D’de Zaga’da eskidiğinin farkında kendine NTV’de <B>‘Herkes Bunu Konuşuyor’ </B>ile cila yapmaya çalıyor. NTV’deki program Okan Bayülgen adaklı değil ama..Konu odaklı..Bu da Okan Bayülgen markasının artık ‘demode’ olmaya yüz tuttuğunu gösteriyor. Eğer konu ve konuklar ilginçse az da olsa birileri Okan’ı konuşuyor. Değilse hiç kimse Okan’ı konuşmuyor. Anlayacağınız Okan Bayülgen markası oldukça kan kaybediyor. Neden?
Nedeni Türkiye’ye özgü bir hastalık. Komedyenler, showmanlar ‘komedyen ve shovman algısını’ hazmedemiyor, daha ciddi bir algılanma sevdasına düşüyorlar. Daha ciddi algılanmak için de ya kendilerince ‘ciddi’ işlere soyunuyorlar ya da hadlerini aşan laflar ediyorlar. Bu çabanın sonucunda da markalarının özüne zarar veriyorlar. Bakınız Cem Özer. Metin Akpınar’ı ve Perran Kutman’ı da kısmen aynı kefeye sokmak mümkün.
Okan Bayülgen’in ek bir sorunu daha var. O, aynı zamanda varolan marka ününü medya ve reklam dünyasında paraya tahvil etmeye çalışıyor. Bu nedenle de ek bir ‘ciddiyet’ çabası içinde. Böyle bir çaba içinde olmasa Bayülgen niye haddini aşıp, seçim gecesi akşamı siyaset uzmanlığına soyunsun. Niye ‘medya arkalarıyla’ dalga geçerken haddini aşıp medya ettiği dersi vermeye kalksın. Ya da niye eleştirildiğinde saldırganlaşıp, sağa sola çamur atmaya kalksın. Niye? Bizim bilmediğimiz başka bir neden olabilir mi?
Bilirsiniz, otomobiller belirli bir kilometreye ulaşınca, bakıma alınır ve eski güzel günlerine döndürülürler. Hani Bayülgen İletişim Fakültesi mezunu olsa diyeceğim ki, ‘Yuvana Dön Okan, sana bir bakım yapalım, özün kurtulsun!’. Ama değil.. Bekleyip Bayülgen markasının nasıl kan kaybettiğini izlemekten başka çaremiz yok. Üzüle, üzüle.. Uyara uyara.. Bayülgen’e uyarılarımız devam edecek.
Akademik bir kongre deneyin..
İSTANBUL Kültür Üniversitesi, KOSGEB, Milli Prodüktivite Merkezi birlikte 11-12 Aralık günlerinde İstanbul Ceylan İntercontinental Otel’de ‘1.Kobi’ler ve Verimlilik Kongresi’ düzenliyorlar. Kongre Sanayi bakanı Ali Coşkun’un himayelerinde yapılıyor. Çok yerinde bir çaba. İlginç konuşmacılar, ilginç akademik bildiriler ve hareketli olacağı adından belli paneller var. Başarılı KOBİ’ler başarılarının arkasındaki nedenleri izleyicilerle paylaşacaklar. 12 Aralık’taki panellerden birinin yöneticisi de benim. Başarılı olmuş marka yaratıcılarımızla ‘Kobiler İçin Rekabet Stratejileri ve Markalaşma’ konusunu masaya yatıracağız. Damat’tan Süleyman Orakçıoğlu, Hacı Bekir’den Doğan Şahin, Twigy’den Sinan Öncel, Lineadecor’dan Ercan Ecemiş ve Sevenhill’den Hüseyin Özbek’i dinlemenin öğretici ve verimli olacağını düşünüyorum. Kongreye katılım ücreti 110 milyon TL. Ayrıntılar kobi04.iku.edu.tr’de..
Telekom ne sattığını biliyor Mu?
TELEKOM’un ADSL yani ‘hızlı internet hattı’ reklamının mantığını hiç anlamadım. Bir çocuk yere tohum ekiyor, oradan ağaç yetişiyor. Daha sonra kırmızı elmalar görünüyor, peşinden çocuk elmalardan birini alıp yiyor. Ve Telekom ADSL ile verimliliği birleştiriyor. Son karede de ‘son sürat internet’ sloganı okunuyor.
‘Son sürat internet’ gibi güzel, vaadi mükemmel şekilde anlatan bir slogan bul. Sonra bu sloganı anlaşılmaz bir mesaja kurban et! Neden? Herkes ADSL’nin hızlı internet olduğunu biliyor mu? Önce ADSL’nin hızlı internet olduğunu çarpıcı bir şekilde olduğunu anlatıp ‘hizmete karşı isteklendirmek’ gerekmez mi? Herkes ‘son sürat interneti’ kabul edip, ona rağmen bu hizmeti seçmezse o zaman verimlilik gib bir konsepte yönelirsin. Tabii o da anlaşılır bir mesaj üretmek şartıyla. Reklamda mesajı verirken sağ kulağı sol elle göstermemek gerekir. Telekom acilen yeni bir reklam filmi çekmeli.
Efe mi Efe Rakı mı?
EFE Rakı’nın ‘Özür Dileriz’ diyen meraklandırıcı gazete reklamı taktik açıdan çok başarılı. Gazete reklamlarında başlık en önemli ögedir ve meraklandırıcı başlık diğer başlıklara göre daha fazla metin okutur.
Efe Rakı’nin reklamıyla karşılaştığınızda ilk dikkatinizi çeken ögeler Efe Rakı, Efe Rakı’nın kendine özgü yazı karakteri, metin yapısı ve ‘Özür Dileriz’ başlığı. Reklamın merak edilip okunmaması mümkün değil. Okuduğunuzda açık olarak anladığınız şu: ‘Efe Rakı’ya çok talep var. Talepleri karşılayamadığı için özür diliyor. Yatırım yapıp daha da büyüyecek ve her talebi karşılayacakmış..’. Örtülü olarak anladığınız ne peki? ‘Vayy be..Efe Rakı tutmuş galiba, herkes denediğine göre ben niye denemeyeyim ki?’.
Efe Rakı’nın uyguladığı reklam taktiğinin adı ‘herkes yapıyor, sen de yap’ (bandwagon) taktiği. Efe Rakı talepleri karşılayamadığını belirterek Efe Rakı’yı herkesin kabul ettiğini bu nedenle de bizim kalabalıkları izlemek zorunda olduğumuzu hissettiriyor, bizi ikna etmeye çalışıyor. İkna ediyor da..Bir taktik bu kadar başarılı bir şekilde uygulanabilir.
Şimdi Efe’cileri bir konuda uyaralım. Dikkat ederseniz yazımın tamamında Efe yerine Efe Rakı diye yazmayı uygun buldum. Bunu bilerek yaptım. Efe bir Rakı markası ve ‘rakı’ diye kategorisini belirlenmeden çağrılmaya başladığında gerçekten marka olacak. Bu konuya çok dikkat etmek lazım. Siz hiç J&B Whisky ya da Jhonny Walker Wisky dendiğini duyduğunuz mu? Bilmem anlatabildim mi? (*****)
Çekirgelik
Bazen çoğunluk aptalların aynı tarafda olması demektir
(Claude McDonald)
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2004
<B>MOLPED</B>, gençlerin anlayacağı dilden mizahi reklamlar yoluyla farklılaşma çabasına devam ediyor. Amaç ürün özellikleri ile yenilmesi pek mümkün olmayan, pazar lideri, yılların Orkid’i karşısında beğenilen, <B>‘sıcak’</B> farklı bir marka olarak tutunmak. Molped farklılaşmayı kadın pedi gibi tabu bir konuda ‘genç erkekleri’ işin içine çekerek sağlamaya çalışıyor. Algılanan mizah da buradan çıkıyor. Hülya Avşar’lı ‘Molpediniz var mı?’ reklamları bu stratejinin ilk ayağı idi. Şimdi de Molped ‘tok açın halinden anlamaz’ özlü ve güzel söze uygun olarak, genç erkeklerin kızların muayyen günlerinde çektiği sıkıntıları anlamadıklarını öykülüyor.
Hem havuz hem de ‘hey koca topçu’ filmleri gençlerin hoşuna gidecek mizah öğeleri içeriyor. Bu arada mizahi öykülerin (hamburger ekmeğinin üst kısmı) arasında da Molped’in ürün özellikleri (domates, marul, köfte) şöyle bir anlatılıyor. Reklam son bir öykü anımsatmasıyla bitiyor (hamburger ekmeğinin alt kısmı).
Burada üzerinde durulması gereken nokta algılanan mizah ile temel ürün vaadinin örtüşüp örtüşmediği. Tabii ki örtüşmüyor. Çünkü regl ağrısının veya da regl sonucu havuza girememenin doğrudan ürün özelliği ile bağlantısı yok. Bu nedenle de Molped reklamları ‘hamburger yönteminden’ öteye gidemiyor, sadece reklamın tamamı yenince beğenilirliği markaya olumlu duygular yaratıyor.
Molped’in tutarlı ve sürekli iletişimle Orkid’i biraz da olsun zorlaması mümkün. Molped’i, böylesine tabu bir konuda, geniş kitleleri rahatsız etmeyen bir söyleme biçim bulduğu için kutlamak lazım. Bir de cesaretini tabii ki... Kader cesur olanların yanında değil mi?
Konferans enflasyonu
MİLLET konferans üzerine konferans düzenleyip parayı götürüyor, siz hálá köfteyi çakmadığınız için aval aval bakıyorsunuz. Ne mi yapmalısınız. Siz de bir konferans düzenleyin. İşte on derste konferans düzenleyip köşe olmanın yöntemi:
1. ‘Süpermarkalar Zirvesi Turuncu Maymun Pazarlama Forumu’ gibi markalaşmaya uygun, çekici bir isim bulun.
2. İnternette arama motorlarından birine girip seçtiğiniz konudaki anahtar cümleleri İngilizce olarak yazın. İlgili konuda kitap yazmış, bir şey söylemiş insanların isimlerini belirleyin. Bunlardan Türkiye’de duyulmuş birkaç ismi seçin. Yanına da ‘isim zenginliği’ yaratacak birkaç duyulmamış isim koyun. (Bu kişilerin performanslarından emin olmasanız da olur, nasıl olsa günün sonunda sizden hesap soracak yok!) Yabancı ‘guru’ listeniz beş dakikada hazır.
3. Türkiye içine dönüp konu uzmanı ‘marka’ olmuş bir-iki kişi belirleyin. Yanına da makul sayıda çeşni olarak ‘ünlü’ attırın. Ünlülerin ne konuda uzman olduğu fark etmez. Markalaşmış bir ünlü olsunlar, bir de her şeyi bildiklerini sansınlar yeter.
4. Yabancı guruların çalıştıkları aracı ajanların adreslerini internetten bulup, onlarla yazışın, teklifiniz yapın, anlaşın. Uçak, yeme yatma parası dahil günlüğü 10 bin dolardan 70 bin dolara kadar guru var. Seçiminizi yaparken dikkat edin.
5. Yerliler için aracıya falan gerek yok. Doğrudan ulaşın ya da tanıdıklar aracığıyla rica edin. Yerliler için masrafa gerek yok. Hatta konuştukları için onlardan para bile alabilirsiniz. Türkiye’nin en ünlüsü bile iki medyada görüneyim de şanım yürüsün diye can atıyor.
6. ‘Guru’ anlaşmalarını yaptıktan sonra sıra sponsor bulmaya geldi. Önce gözünüze o sıralarda konferans duyuruları açısından temiz bir medya sponsoru kestirin. Önerilen bir televizyon, bir gazete, bir radyo... Gidip guru listenizi gösterin, ikna edin. Hatta projeyi birlikte yapmayı önerin. Çok da açık vermeyin. Sırlarınız açığa çıkarsa medya, konferansı kendi yapar siz de havanızı alırsınız.
7. Medya sponsorları ikna edildikten sonra iş asıl parayı kazanacağız yere geldi. Konferansı onun adına dayayacağınız iyi bir marka bulmak. Türkiye’nin ilk 20 markasını önünüze koyun ve teker teker ziyaretlere başlayın. En az bir ana sponsor (150 bin dolar fena para değil), 50 bin dolardan da beş yan sponsor bulursanız, bu iş bitmiş demektir. Bu arada oteli, yemeği, hediyelik eşyaları bile sponsorla çözebilirsiniz kafanızı kullanın.
8. Sponsor bütçesi belli olduktan sonra kaç kişilik bir konferans sizi kalkındırır onu bir hesaplayın. 500 ile 750 ideal bir rakam. Bir kişilik yeri 1000 dolara kadar satabilirsiniz. Bu 500 bin dolar gelir olsa. Toplam gelir belli oldu 900 bin dolar. Hadi çok şanslı olmadığını düşünelim, 700 bin dolar olsun...
9. Sonra bir reklam ajansı bulup konferansa ‘görkemli’ bir kimlik yaratmak lazım. Bir de halkla ilişkiler ajansı ile medya ilişkilerini sağlamak. Toplam gider her şey dahil 300 bin dolar olsa, hadi 400 olsun. Temiz bir 300, hadi bilemediniz 200 bin dolar size kalır.
10. Ne duruyorsunuz? Haydi köşe dönün. Siz kim misiniz? Kim olduğunuzun ne önemi var? Ortada, bu kadar çok ‘guru’ meraklısı varken, ‘iyi-kötü’ ayırmadan gördüğü her yabancı ismi ‘guru’ sanan varken niye akarken doldurmayasınız?
Sorusu olan var mı? ‘Bir şey öğrenen oluyor mu peki?’ mi dediniz. Bu sizi ne ilgilendirir ki! Tekrar tekrar her yıl geliyorlarsa herhalde bir şey öğreniyorlardır. Enayi değil ya gelenler, stand-up’la konferansı birbirine karıştırıp, 'guru gürültü'ye o kadar para versinler.
Diş macununda rüya takımı
TNS Piar geçen ay bizim için 2 bin kişiye anımsadıkları ilk üç diş macunu markasını sordu. Sonuçları geçen yılın sonuçları ile karşılaştırdığımızda gördük ki ilk dört değişmemiş. İpana yüzde 93.4’le yine en çok anımsanan marka. İkinci yüzde 67.7’yle Signal. Sonra sırasıyla Colgate (yüzde 63,9) ve Sanino (yüzde 6) geliyor. Diğer birçok markanın anımsanma düzeyi yüzde 1’i bile bulmuyor. Bir kategoride bu kadar çok marka olsun ve bu kadar azı anımsansın olacak iş değil! Fresh, Clinomyn, Sensodyne, Floran, Aquafresh, Farma Fresh, White, Denta Fresh, Amway, Aloevera, Smokers, Oral-B, Powerdent. Bunları tüketiciye anımsa dediğinde markadan sayan yok. Ya bu diş macunu pazarı küçük markalar için çok kárlı bir pazar ya bazıları ne yaptığını bilmiyor ya da bu kategoride akıllar karışık.
Dört marka içinde geçen yıla göre anımsanma oranın küçük de olsa artıran İpana. Dramatik bir düşüş gösteren ise Sanino (4.7 puanlık azalış). Eğer Sanino bu yıl da reklam yatırımlarını arttırmazsa, anımsanma düzeyi yüzde 1’in altına inecek gibi.
Bu arada İpana’yı annemizin diş macunu olarak kalmayıp, rekabete yeniliklerle de yanıt verdiği için tebrik etmek lazım. Limonlu İpana’yı görmediniz mi? Hani şu manavda satılanı? Bizim manava baktım, gelmemişti.
Sanki herkesin bebeği var
HTP Exclusive tarafından her hafta yapılan reklam anımsama araştırmasına göre geçen hafta da en fazla anımsanan reklam Molfix. Daha sonra sırayı Evy Baby alıyor. Beyinlerimizdeki reklam disketinin en üst katında bebek bezlerinin olması çok ilginç değil mi? Sanki herkesin bezleyecek bebeği var gibi. Gerçi reklamlara bakacak olursanız Türkiye’de her eve ortalama beş çocuk düşüyor ya, neyse... Bellona’nın Türkiye’nin konuştuğu ‘Oha oldum yani’ Selin’i kullanıp, hálá anımsanma liginde yüzde 6’larda sürünmesi de çok ilginç. Bellonacılar kendilerine ‘Biz bu devrimi niye yaptık?’ diye sormuyorlar mı acaba?
Kasım Erdoğan’a yaramış
TNS Piar’ın yapmış olduğu ‘Liderlerin Form Grafiği’ araştırmasının kasım sonuçları geldi. Kasım ayı AB üyeliği beklentisi nedeniyle Tayyip Erdoğan’a yaramış görünüyor. Erdoğan formunu 4.6 puan artırarak eylül ayındaki performansını yakalamış. Baykal, eylülden ekime yaptığı çıkışı sürdürememiş, yerinde sayıyor. Baykal’ın Sarıgül’ü partiden ihraç harekatı taraftar toplamamış görünüyor. Ağar’ın formunda 0.5 puanlık artış var. Bahçeli’nin formu ise yerinde sayıyor. Özeti, Türk siyasi hayatında hálá hiçbir lider Erdoğan’ı yerinden edecek forma sahip görünmüyor.
Çekirgelik
Çoğu kişi öykülerin insanlar tarafından şekillendirildiğine inanır. Oysa tam tersidir.
(Terry Pratchett)
Yazının Devamını Oku