Paylaş
Bu rahatlık ilk üç günde G.O.R.A’yı 722 bin kişinin izlemesinden de belli oluyor. G.O.R.A Asmalı Konak’ı solladı anlayacağınız.
G.O.R.A’yı Gmall’da gece dokuz buçuk seansında izledim. Beklenti seviyem çok yüksek değildi. Aslında daha önce yüksekti de, kendimi beklentimi yükseltmemek için ikna ettim.
Hani bir şey çok konuşulunca beklenti seviyeniz yükselir, gidip istediğinizi bulamayınca da hayal kırıklığına uğrarsınız ya, böyle olmasın istedim. Kendimi ‘G.O.R.A’da aradığımı bulamayabilirim’ şeklinde önceden terbiye ettim, beklenti seviyemi düşürdüm.
Birçok kişinin de benim gibi yaptığını sanıyorum. Hatta bazılarının burun kıvırdığı ‘Hollywood sineması’ düşkünlerinin bile. Ne de olsa sinemaya gitmek biraz ‘zeka’ ve ‘düşünme yeteneği’ ile ilgili bir şey. G.O.R.A da o kadar çok çiğnendi, yenildi, yutuldu ki, biraz düşünme yeteneği olan G.O.R.A’yı izlemeden önce beklenti seviyesini düşürür öyle gider.
Beklenti seviyem düşük bir halde, Gmall’un rahat koltuklarına kuruldum, G.O.R.A’yı izlemeye başlayamadım. G.O.R.A gibi bir film önüne on beş dakika reklam almadan başlar mı? Reklamverenin beklenti seviyesinin oldukça yükseltildiği ortada.
Neyse reklamlar da bitti. Artık Halıcı Arif’le karşı karşıyayız. Halıcı Arif (Cem Yılmaz) tipik, işini bilen bir Türk. Uzaylılar diğer dünya insanları ile birlikte Halıcı Arif’i de kaçırıyorlar. Böylece Cem Yılmaz’ın Beşinci Element, Yıldız Savaşları, Matriks gibi bilimkurgu türü filmlerle dalgasını geçen stand-up’ı tüm görkemliliği ile başlıyor.
Öncelikle G.O.R.A’da bir uzay filmine yönelik kafamıza kazınmış her şeyi tüm doğallığı ile bulduğumu söyleyeyim. Tabii ki bütçe kısıtı içinde, dar planlara hapsolmuş haldeyken.
G.O.R.A’nın uzay gemileri, kostümleri, dekoru, görsel efektleri ve de özellikle ses efektleri kesinlikle tanıdık bildik uzay filmlerini aratmıyor. Ömer Faruk Sorak az oyuncuyla ‘kalabalık’ etkisini yaratmayı, yapaylığa düşmemeyi de iyi becermiş. Ömer Faruk’u böylesine az bir bütçeyle temiz bir Hollywood yapımı ortaya çıkardığı için kutlamak gerek.
Sorun G.O.R.A’nın bir Cem Yılmaz stand-up’ı olmasında. Bir ZAZ komedisinde, bir Mel Brooks filminde bir çok duruma gülersiniz. G.O.R.A’da bir Cem Yılmaz stand-up’ında olduğu gibi sadece Cem Yılmaz’a gülüyorsunuz. Cem Yılmaz’ın olmadığı sahnelerle ise çok fazla ilgilenmiyorsunuz. Hatta genel olarak baktığınızda konu klişe olduğu için diğer planlarda sıkılıyorsunuz. Cem Yılmaz G.O.R.A’yı kendisi için yazmış. Bu çok açık. Çok başarılı birer komik karakter olabilecek Bob Marley Faruk’a, Kuna’ya, Garavel’e, Android 216’ya ise haksızlık etmiş. Çıkarın bu karakterleri senaryodan, G.O.R.A bir şey kaybeder mi? Hayır. Çıkarın Cem Yılmaz’ı G.O.R.A’dan... Çıkaramazsınız ki?
Ya da Halıcı Arif’i Şafak Sezer oynasın, Kuna’yı da Cem Yılmaz. Ne olur? Bilmem anlatabildim mi?
Gidelim mi? Tabii ki gidin. Benim gibi bir Cem Yılmaz hayranıysanız Cem Yılmaz’ın hiçbir hali kaçmaz. Film hali de...
Bir film bu kadar kötü bitebilir
Gizemli Parçalar (The Forgotten) iyi başlıyor. Telly (Julianne Moore) oğlunu uçak kazasında kaybettiğini iddia ediyor. Kocası ve psikoloğu Telly’yi, yaşamadığı şeyleri yaşadığını söylemekle suçluyor ve hasta olduğunu söylüyorlar.
İzleyici olarak ciddi meraktasınız. Bir yandan filmi izliyor bir yandan da ‘Ne oluyor, Telly haklı mı yoksa gerçekten hasta mı?’ diye beyninizi yoruyorsunuz.
Daha sonra ortaya Ash çıkıyor. O da aynı uçak kazasında kızını kaybettiğini anımsıyor. ‘Ohh, diyorsunuz Telly haklı galiba’. Hatta o dakikadan sonra ‘Gerçekten biri, bir devlet ya da bir kurum anılarımızı silebilir mi?’ diye düşünmeden edemiyorsunuz.
O arada ciddi meraktasınız. Sürekli ‘Telly ve Ash’ in peşini bırakmayan, otomobil çarptığında ölmeyen adam kim?’ diye düşünüyorsunuz.
Buraya kadar senarist Gerald Di Pego da, yönetmen Joeph Ruben de çok başarılı. Ama filmin sonu geldiğinde senarist Di Pego resmen saçmalıyor. Emin olun şu an bile Telly’nin anılarını kim niye sildi bilmiyorum. Anladığım, bir deney yapıldığı, bu deneyde de birilerinin başarısız olduğu...
İyi başlayan bir film ancak bu kadar kötü bitebilir. Yazık olmuş. Keçiboynuzu yesem daha iyiydi. Gitmeyin, daha iyi alternatifler var.
Her zırvanın altında bir kara eleştiri vardır
Kiraz Toplayan Uskumru
Rio’ya gelirken (Rio da nereden çıktı demeyin, gelecek hafta dönüşüm muhteşem olacak, bekleyin) uçakta çok ilginç bir kitap okudum. Adı Kiraz Toplayan Uskumru. Yazarı Ahmet Tangün.
Kitaba Hıfzı Topuz Hocam önsöz yazmış. Hıfzı Topuz’a ‘hocam’ diyorum, çünkü Hıfzı Topuz gerçekten hocam. 1988 yılında doktora yaparken uluslararası iletişim dersini Hıfzı Hoca’dan almıştım. Kitabın önsözünü okurken nedense o günlere ait anılarım depreşti. Önsözde de elimdeki kitaba dair çok şey öğrendim. Kitaptaki yazıları bir çırpıda okuduğumda da Hıfzı Topuz Hocam’a hak vermeden edemedim. Ahmet Tangün çok ilginç bir yazar. Hayal gücüne ve genel kültürüne inanın hayran oldum.
Her yazısında resmen zırvalıyor, ama her zırvanın altında derin bir kara ‘eleştiri’ olduğunu anlayıp keyif alıyorsunuz. Tangün zırvalıyor derken sakın ‘kuru sıkı’ attığını sanmayın, öyle sağlam atıyor ki, bazen gerçek mi, şaka mı anlamakta güçlük çekiyorsunuz. Yazıları okudum bitirdim, emin olun kitapta ne gerçek ne şaka anlayabilmiş değilim. Tangün’ün başarısı da burada. İlginç, çok ilginç, bazen tanımlanamayacak kadar ilginç. İnsan Eti Lokantası açılır mı sizce?
Tangün’ün yazılarından hafif Edgar A. Poe tadı aldım. Tamam türleri farklı ama ben aldım işte. Tangün’e önerilerim var. Öncelikle yazılarının kıymetini bilsin. Yeni bir kategori yaratmış, mutlaka üstüne gitsin. İkincisi bazı yazılarda düşünceleri çok fazla sıçrıyor. Bu kadar bağlantısızlık bazen insanı rahatsız ediyor. Zırvalamak müthiş ama yazıların kurgusu daha iyi olmalı. Bir de her yazısının sonuna ‘Ciddiye almayın’ diye yazmasına gerek yok bence.
Eğer şaşırmak istiyorsanız mutlaka Kiraz Toplayan Uskumru’yu okuyun. Hele hayal gücünüze güveniyorsanız mutlaka okuyun. Sizden daha iyi hayal eden biri olduğunu görünce hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz.
CUMA İTİRAFI
kamikazemm; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 22; İl: İstanbul
Küçükken annem, ‘Şeytan sabahları yüzüne işer. Hemen git yüzünü yıka’ derdi. Bir gün uyandığımda gözümün kenarındaki çapakları fark edince, ‘Anneee şeytan bugün kaka yapmış’ diye bağırarak son hızla banyoya koşmuştum! Çocuk olmak ne zor.
Yorum: Benim de anneannem gece sakız çiğneyince ölü eti çiğnemiş olursun derdi. Ben de inanır gece hiç sakız çiğnemezdim! Biri Türkiye’de çocuklara söylenen yalanlar kitabı yazsa, emin olun 32 cilt ansiklopedi olur, hatta bu ansiklopediyi bir gazete dağıtır, acayip de tiraj arttırır.
CUMA TAKINTISI
Bu hafta sanat-edebiyat dergilerine taktım. Lise ve üniversite yıllarında sürekli Milliyet Sanat ve Hürriyet Gösteri dergileri alırdım. Daha sonra sanata-edebiyata ilgim azalmadı ama sanırım her iki dergiyi de ‘klasik’ bulduğum için arama onlarla mesafe koydum. Son dönemde yeniden iki dergiyi de almaya başladım. Gösteri aynı Gösteri. Milliyet Sanat’ta ise ciddi değişiklik olmuş. Milliyet Sanat tasarımından, konu seçimine kadar farklılaşmış. Daha bir ‘popüler’ dergi olmuş. Milliyet Sanat’ı daha bir heyecanla okuduğumu söylemeden edemeyeceğim. Son dönemde dikkatimi çeken diğer bir dergi ise Picus. Picus her sayısında akıllarda zor bir araya gelebilecek iki insanı söyleştirerek farklılık yaratmaya çalışıyor. Söz konusu iki insanın kapaktaki fotoğrafı da ‘zoka’ olarak kullanılıyor. Picus’un Kasım sayısı konukları Ece Temelkuran ve Haluk Bilginer. Picus ilk sayıları daha bir sanatsal çeşitlilik gösteriyordu. Sonraları sadece edebiyat, Picus’u esir aldı. Bilmem hangi kültür-sanat-edebiyat dergisine taktığımı anladınız mı?
Paylaş