21 Ocak 2005
Sevgili dostum Necati Özkan ‘Hoca mutlaka Vedat Sakman’ı dinlemen lazım. Biz Ankara’dan tanıyoruz. Dinlemezsen çok şey kaçırırsın’ dedi.‘Tamam sen yer ayırt, gidelim’ dedim. Geçen cumartesi gecesi Vedat Sakman’ın sahibi olduğu Chez Sakman’daydık. Nerede bu Chez Sakman diyorsunuz değil mi? Hemen söyleyeyim Chez Sakman Taksim Fransız Sokağı , Cezayir Çıkmazı’nda. Önce üst katta akşam yemeği yiyelim dedik. Küçük bir şarap dinletisi eşliğinde ‘iştah açıcı’ tarzı yiyeceklerimizi yedik. Yemeklerin lezzetinde sorun yok ama hizmet biraz sorunlu.Sanırım bizim yaşadığımız o geceye özgü bir sorundu . Bir kişi hem siparişi alıyor, hem mutfağa gidiyor yiyecekleri içecekleri hazırlıyor, hem de gelip servis yapıyordu. Hatta bir ara aynı kişi çıkıp gitar da çalacak sandım ama neyse ki o iş için başka biri varmış, daha fazla beklemekten kurtulduk. Aslında İtalyan işi aile lokantalarında bu şekilde bir hizmet anlayışı geçerlidir ama bu tür yerlerde servis aksamaz. Çünkü her şey önceden inceden inceye planlanır ve örgütlenir. Biz ne yaparız? Planlama ve örgütlemeyi bırakıp hataları eleman yığarak çözmeye çalışırız. Bu nedenle çoğu Türk lokantasında garsondan geçilmez. Bazılarında neredeyse bir masaya iki garson bile düştüğü görülür. Hani lokanta sahiplerinin imkanları olsa her masaya bir de helikopter verip havadan indirme de yapacaklar. Anlayacağınız Chez Sakman’da ‘beklemek’ bizi biraz yordu. Yiyeceğin-iceceğin keyfine varamadık. Gece 22.00 sularında bir alt kata, Sakman’ın sahne aldığı küçük ama sevimli bölüme indik. Merakla Vedat Sakman’ı ve orkestrası Artmosferi beklemeye başladık. O sırada yine sahnede birileri bir şey çalıp söylüyordu. Niye yalan söyleyeyim çok fazla dikkat etmedim. 23.00’e doğru Vedat Sakman sahne aldı. Keyfimiz müthiş yerine geldi. Sakman’ın bestesini yaptığı, sözlerini yazdığı, çok bilinen Zuhal Olcay, Leman Sam, Hümeyra şarkılarıyla kendimizden geçtik. Gençlerden oluşan, çok iyi müzik yapan bir orkestra kurmuş kendine. İki saat farklı yorumuyla bize gerçekten eşsiz bir gece yaşattı. Sevda şarkılarıyla duygulandırdı, çok da eğlendirdi. Sakman’ın ‘Let It Be’yi yorumlarken ‘Çalkala’ moduna geçip, tüm dinleyenleri kıvırmaya davet etmesini çok yaratıcı buldum. Özellikle sevgili Necati’nin bilmediğim bir yönünü keşfetmek bana ayrı bir zevk verdi. Niye güzide TV kanallarımızdan biri Necati Özkan’la yeni yılı kucaklamaz, anlamak mümkün değil. Onlar kucaklamazsa ben kucaklayacağım ona göre.Sevdiklerinizin, arkadaşlarınızın, dostlarınızın kıvırma potansiyellerini sınamak istiyorsanız Chez Sakman’da mutlaka bir gece geçirin, emin olun o gece unutamadığınız bir gece olacak. (0212 244 58 73) Not: Yer biraz küçük ve basık ama Vedat Sakman yorumuyla her şeyi unutturuyor. Zeynep Casalini ve Sinemİki albüm dinliyorum. Biri Zeynep Casalini’ye ait. Bir diğeri Sinem’e. Zeynep Casalini’nin albümü oldukça keyifli bir albüm olmuş. Şarkılar çok hareketli. Bayram havasına iyi gider. Yalnız dinlerken sürekli ‘Ben bu sesi bir yerden tanıyorum ama nerden duygusu’ hissedeceğinizi unutmayın. Bu duygu da Zeynep Casalini’nin aklına küpe olsun, şarkılarını seçerken, albümünün kapağını yaparken, şarkılarını yorumlarken var olan pop mirasından farklılaşmak zorunda olduğunu unutmamalı. Yoksa bir çırpıda tüketilir. Sinem’in albümüne gelince. Sinem’in gırtlaktan çıkardığı sesler beni çok rahatsız etti. Hiç şans veremiyorum. Tüm zamanların en başarılı Hababam’ı‘Hababam Sınıfı Merhaba’ ile başlayan ve ‘Hababam Sınıfı Askerde’ ile devam eden Hababam filmlerine sanırım ‘İkinci kuşak’ Hababam filmleri desek yeri. İkinci kuşağın ilk filmini Kartal Tibet yönetmişti. İlk filmi beğendiğimi ama daha iyi olabileceğini yazmıştım. İlk oyuncu kadrosunun aynen korunduğu ‘Hababam Sınıfı Askerde’nin yönetmeni ise Ertem Eğilmez’in oğlu Ferdi Eğilmez. Şimdi sıkı durun son söyleyeceğimi ilk baştan söylüyorum. Hababam Sınıfı Askerde bu türün tüm zamanlardaki en başarılı ve en komik örneği. Ferdi Eğilmez’i başarısı için tüm kalbimle kutluyorum. Filmde Deli Bedri (Mehmet Ali Erbil) bu kez Hababam’ı yaka paça kamyonlara bindirtiyor ve adam olmaları için askere gönderiyor. Tahmin edersiniz ki askerde Hababam adam olmamaya direniyor. İşin içine kadın binbaşı Hülya Avşar ve onun yönetimindeki kadınlardan oluşan bir birlik de sokulunca ortalık şenleniyor. Ferdi Eğilmez’in ilk başarısı senaryonun dramatik kurgusunda. Senaryonun dramatik kurgusu çok daha iyi. Konu içine yerleştirilen espriler çok daha ince, çok daha genç ve çok daha komik. İki üç sahnede az daha gülmekten katılıyordum. Örneğin, Deli Bedri’nin g-string giymiş, kıvırta kıvırta yürüdüğü sahnede gülmekten yerlere yattım. Eğilmez’in Şafak Sezer’i öne çıkarıp Mehmet Ali Erbil’in yanına başka güldürü unsurlarını da eklemesi çok yerinde olmuş. Mehmet Ali Erbil’in Deli Bedri tiplemesine zaten diyecek yok. Şafak Sezer’e de yer açılınca Hababam tadından yenmez olmuş. Hülya Avşar dahil tüm ana oyuncular kusursuz oynamışlar. Rahatsız eden, yapay kaçan hiçbir tarafları yok. Üç yan oyuncu hariç. Biri Dozer, biri Generalin Kızı, diğeri Woody Allen kılıklı doğuştan komik asker. Eğilmez sonraki filmlerde seçtiği yan oyuncuların da iyi oyunculuk vermesine dikkat etmeli.Ferdi Eğilmez’in diğer başarısı da ‘post prodüksiyon’ çalışmasında. Yeni Hababam’da kesinlikle görüntü, ses ve efekt kalitesi çok daha iyi. Eğilmez Sinefekt, Sinemaj, İmaj ve Zound firmalarıyla çalışarak izlemesi görsel açıdan da kaliteli bir film ortaya çıkarmış.Diyeceksiniz ki filmin beğenmediğin yanları yok mu? Var, olmaz olur mu. Senaryo çok daha komik olabilirmiş. Örneğin niye kışlayı çok tanımlayan ve komikliğin hasının yapılabileceği bir hamam sahnesi senaryoya eklenmemiş. En büyük eleştirim de final sahnesine. Hababam sınıfı filmlerinde ses eşlemesinin doğru yapıldığı bir ‘gösteri’ sahnesi bugüne kadar göremedim. Bu kadar iyi bir Hababam filmi çıkaran Ferdi Eğilmez de, Hababamlıların türkü söylediği, Rus askerlerinin taklidini yaptıkları sahnelerde ağız oynamasıyla sesi bir türlü eşleyememiş. Ne olur Hababam filmlerinde ‘gösteri’ sahnelerine çok özen gösterin. Bu sahneler bu türün en can alıcı sahneleri ve daha komik ve etkileyici olabilirler. Ne yazık ki Ferdi Eğilmez de bu sahnelerde sınıfta kaldı. Sevindiğim bir nokta Türk sinemasının pazarlamayı öğreniyor olması. Hababam Sınıfı Askerde çok doğru bir hedefe, çocuklara ve gençlere hitap ediyor. Gösterime girdiği tarih çok doğru seçilmiş. Nitekim Hababam’ın üç günde 400 bin izleyici barajını geçmesi gösterim zamanlamasının ne kadar doğru olduğunun bir göstergesi. ‘Küfürlü konuşma’ kolaycılığına kaçmadan gençleri ve çocukları eğlendiren bir film yaptığı için Ferdi Eğilmez’e tüm anne babalar ne kadar teşekkür etse az. Bu film Ferdi Eğilmez’in çok daha iyi, çok daha komik Hababam filmleri çekebileceğinin kanıtı. Eğer Eğilmez gençlerden oluşan bir senaryo grubu ile çalışmaya devam eder, hatta fokus grup çalışmalarıyla komik sahneleri test ederse Hababam Sınıfı filmleri para basan makinelere döner, bu kazanımdan da önce Türk sineması kazançlı çıkar. Hiç aklınızdan çıkarmayın, gençleri ve çocukları kazanmanın tek yolu var: Güldürmek. Ferdi Eğilmez güldürüyor. Bu çok iyi bir şey.CUMA TAKINTISIHürriyet okuru ol, Emin Çölaşan’ın gazetecilik yaşamındaki bilinmeyenleri merak etme! Bu mümkün mü? Değil. O halde ne yapıyorsunuz, hemen en yakın kitapçıya gidiyor ve Emin Çölaşan’ın Doğan Kitap’tan yeni çıkan Şu Benim Gazetecilik isimli kitabını alıyorsunuz. Önümüzde daha cumartesi-pazar var, yani bayram tatili bitmedi, hemen kitaba yumuluyor, Çölaşan’ın gazetecilik denizinde, onun yelkeniyle küçük ama şaşırtıcı bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Özetle, önümüzdeki iki gün Çölaşan’ın yeni kitabına takıyoruz. Kısa sürede, kolayca okunuyor. Zevkli ve keyifli bir bayram tatili diliyorum. Cuma AlıntısıDoğru olduğunu kalben hissettiğiniz şeyi yapınız. Çünkü ne yapsanız tenkit edileceksiniz; yapsanız da lanetlerler, yapmasanız da!’ (Elenor Roosvelt)
button
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2005
Bakın Deniz Baykal Sabah’a demeç verip Milliyet Gazetesi’ni nasıl suçladı: ‘Bu gazete, yazar kadrosunun tamamıyla CHP yönetimine düşmanlık kampanyası yürütüyor. Partinin kendi işini görmesine bile tahammülleri yok. CHP’yi de onlar yönetecek.’
Hızını alamadı bir de Tahran Erdem’e nasıl gönderme yaptı: ‘CHP düşmanlığı tescilli olan sözde bir araştırmacının yönetiminde CHP’nin başkanı kim olsun diye bir anket yapacaklarmış. Siz milleti kör, alemi sersem mi zannediyorsunuz?’
Deniz Baykal’ı anlamam artık gerçekten mümkün değil. Bu kadar uzun süre siyasetin içinde ol, sonra git Sarıgül efsanesini kendi ellerinle yarat. Hadi onu yarattın, şimdi de git medyayla takış, kendine asla yıkamayacağın bir cephe aç! Olacak iş değil. Bu bir intihar. İntihar etmek için insanın ruhsal durumunun bozuk olması gerekir. Yaşadığı hayatı taşıyamaması gerekir. Baykal’ın yaşadığı başkanlık yarışı stresini kaldıramadığı çok açık.
Literatür bize diyor ki, Baykal’ı artık kimse kurtaramaz, büyük bir emir-komuta zinciri içinde CHP’nin sonunu düşünmeden ona oy verecek delegeler dahil, kimse..
Hadi Baykal sinirlerine hakim olamıyor ve aklı yerine duygularıyla hareket ediyor diyelim. Peki iletişim işinden anlayan hiç mi danışmanı yok. Bir allahın kulu çıkıp da Baykal’ı ‘Bir siyasi lider, medyayı kendine hedef olarak almış, medyayı doğrudan hedef göstermeye başlamışsa siyasi kariyerinin sonuna gelmiş demektir (bakınız Tansu Çiller)’ diye uyarmıyor mu?
Medya ile tartışmaya giren siyasetçinin ne duruma düştüğünü salı günü köşesinde Baykal’a yanıt veren Mehmet Y. Yılmaz o kadar güzel özetlemiş ki, aslında bana yazacak fazla da şey bırakmamış:
‘Gazetecilik yaşamımda çok siyasetçi gördüm. Kendi beceriksizlikleri için basını suçlayanlar, gazetelerde yayımlanan yorumlara Baykal gibi tepki gösterenler geldi geçti.. Şimdi hiçbiri ortada yoklar ama ben buradayım, Milliyet de dimdik ayakta! CHP kurultayından sonra da bu gerçek değişmeyecek..’
Tüm siyasilere öğüdüm Mehmet Yılmaz’ın Deniz Baykal’a verdiği yanıtı kesip saklamaları, hatta çerçeveletip başuçlarına asmaları. Eğer başarılı bir siyasi intiharın onurunu yaşamak istemiyorlarsa tabii ki..
Kim adam olmaz..
Sinemaya gireceğim, bilet kuyruğunda bekliyorum. 17-18 yaşlarında iki genç Gönül Yarası’nın afişinin önünde film hakkında konuşuyorlar:
- Ya oğlum ne biçin film ya, bir ekşın yok filmde..
- Hakkaten ha, adamlar üç saat boyunca bir koşmadılar bile
- İlaç için olsun bir ekşın aradım ya, ilaç için..
- Şener Şen’in kıyafetlerine ne demeli!
- Ne varmış kıyafetlerde?..
- Zaten dört karede göründü, ikisinde aynı elbiseyi giydi..
- Bu Türk sineması adam olmaz ya..
Gönül Yarası’ndan gençlerin hiç de hoşlanmadığı ortada. Gençleri sinema salonlarına çekmek isteyenlerin ‘ekşın’ı unutmamaları gerektiği de..
Mehmet Aslantuğ saç ektirdi mi?
İki üç haftadır Bir İstanbul Masalı’nı izlerken Mehmet Aslantuğ’un saçlarına kilitlendim. ‘Aslantuğ saç ektirdi mi, ektirmedi mi’ diye çevremde ciddi bir tartışma yarattım. Bir grup, ‘Kıskanma, zaten adamın gür saçları vardı’ dedi. Diğer grup, ‘Hatırladığımız kadarıyla saçlarıyla helalleşmek üzereydi ama emin değiliz’ yanıtını verdi. Araştırmacı gazetecilik damarım kabardı, izleri takip ettim ve gerçeğe ulaştım. Mehmet Aslantuğ ABD’den ödüllü saç ekim uzmanı Melike Külahçı’ya küçük bir saç ekim operasyonu yaptırmış. İyi de etmiş. Sonuç mükemmel. Benim bugüne kadar gördüğüm en güzel saç ekimi. Niye her saç ekimi Mehmet Aslantuğ’unki kadar başarılı olmuyor, bir türlü anlamıyorum. Bu işte tohum mu önemli, tarla mı, yoksa ekimi yapan çiftçi mi?
Beyin estetiği şart!
1968 Avustralya doğumlu karateci Kylie Gülşen’in Yener Süsoy’la yapmış olduğu inanılması güç röportajı okumuşsunuzdur. Gülşen Bayraktar röportajın bir yerlerinde şöyle demiş: ‘Vücudumda beğenmediğim hiçbir yanım yok, göğüs dışında hiçbir estetik operasyon geçirmedim. Göğüs estetiğini nasıl, neden yaptırdığımı ben bile anımsamıyorum. Hiç gereği yoktu, göğüslerim küçük değildi ki, kafama esip bir beden büyüttüm. Eşimden yeni boşanmışım, kafam darmadağın, birgün evde otururken doktora telefon ettim. Ertesi gün doğru muayenehane ve ardından ameliyat, yani canım sıkıldı ve göğüslerimi büyüttüm..’
Ne diyorsunuz? Off off mu? Yok ben ‘off off’ çekmiyorum. Amerikalı bilim adamlarının ulaştığı bulgunun ne kadar doğrulandığını düşünüyorum. Güney Carolina Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre ayrılan kadınlarda depresyon daha fazla yaşanıyor. Diyorum ki keşke, beyin estetiği de mümkün olsa. Takacaksın silikonu beyne.. Ohhh, iki beden büyüyecek. Bak ondan sonra canın sıkıldı mı büyütecek yer bulmakta zorlanıyor musun..
Garipsedim..
‘Dümbüllü’nün kavuğu kime gidecek?’ tartışmasını garipsedim. Bence doğru tartışma şudur: ‘O dönemdeAli Poyrazoğlu, Müjdat Gezen, Gazanfer Özcan, Nejat Uygur dururken Münir Özkul’un Ferhan Şensoy’u seçmesi doğru muydu?’
Baydı..
Fetullah Gülen’le ilgili yazılar, röportajlar, fotoğraflar ciddi olarak baydı. Sanırım birileri ‘Bir Bilen’den sonra ‘Bir Gülen’ vakası yaratmak istiyor. Ne adına meçhul.. Kimleri Gülen’in Türkiye’ye dönebilmesi için derinden bir ‘halkla ilişkiler’ kampanyası yürütüldüğünü söylüyor, kimileri ‘Gülen Cemaati’nin Star TV’ye talip olduğunu, bu nedenle gündeme gelmek istediğini. Amaç neyse ne de, sonunda niye bayılan biz oluyoruz? Çok istiyorlarsa İmam bayılsın olsun bitsin...
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2005
ANIMSAYACAKSINIZ, dün, ‘Biz de varız!’ diyen garip basın ‘ilanını’ eleştirmiştim. İlanı çok yakından incelememe rağmen votka şişesinin üzerindeki İstanblue yazısını İstanbul diye okumuşum.Bunda bir sorun yok. Votkalarına İstanblue gibi ne idüğü belirsiz bir ismi koyanların amacı zaten İstanbul’u çağrıştırmak değil mi? İstanblue’yu özellikle kimliksiz ve kişiliksiz bir yazı karakteriyle yazanlar votkalarının isminin ‘Urfa’ diye okunmasını istemiyorlar herhaldeÖBeni yanıltmak istiyorlardı ben de yanıldım..Peki ya herkes yanılırsa? O zaman İstanbul isminin haklarını kim savunacak? Kim İstanbul ile İstanblue karışıyor, diye kim mahkemeye gidecek? İstanbul markasının sahibi kim? Ortaya çıksın.. İstanblue’culara da önerim şu: doğru dürüst marka yaratmak istiyorlarsa küçük hesaplardan, küçük oyunlardan vazgeçinler. Neyse vizyonları şeffafca ortaya koyup sonunda kadar bu vizyonun gerektirdiği marka özünün peşine takılsınlar. Aksi durumda düşerler! Yine mi?BERKAY Karakaya isimli okurumdan bir e-posta aldım. Diyor ki Berkay: ‘Eti Yami reklamı animasyon tekniğiyle yapılmış olsa bile Red Hot Chilli Pappers’ın Californication isimli şarkısının klibiyle ciddi benzerlikler taşıyor. Tek fark klibin San Fransisco’da bir asma köprüde çekilmiş olması. Reklamdaki kay kay gösterileri, puan kazanmalar falan hepsi klipte de var. Sadece klibin sonunda deprem oluyor, Eti Yami reklamında olmuyor.’ Sevgili Berkay eğer Eti’ciler reklamın deprem kısmını İstanbul’a uyarlasalardı, ortada Eti Yami diye bir şey kalmayabilirdi! Eti’ciler iyi yapmışlar anlayacağın. Taklit konusuna gelirsek..Metin yazarlarının popüler kültür ürünlerinden etkilenmeleri ve esinlenmeleri çok doğal. Ama ‘esinlenme’ işini taklit boyutuna vardırıp ipin ucunu kaçırmamak gerektiği de bir gerçek. Eti Yami Eti’nin ikinci taklit vakası. Daha önce de anımsarsan Eti Crax reklamı Nestle reklamı ile büyük benzerlik taşıyordu. Eti’nin biraz daha dikkatli olmasında fayda var. Diyeceksin ki ‘Taklit olması reklamın pazarda iş yapmasını etkiler mi?’. Hayır etkilemez. Taklit, sadece bazı hukuki sorunlar doğurabilir ve meslek ahlakını öne alan reklam ajansı ile almayan ajansı birbirinden ayırmaya yarar. Neyden uzak duralım? Fantezi? Meşe Mobilya?MEŞE Mobilya reklamlarını izleyince içim ‘cızz’ ediyor. Meşe Mobilya’nın bu kötü reklamlara bel bağlayan sahibini düşünüyorum. Ne büyük umutlarla bu reklama para yatırmış, ne büyük satış beklentisi içine girmiştir kim bilir. Sonuçta Meşe Mobilya ilk kez ekranda göündüğü için ‘sadece maruz kalma etkisiyle’ satışları biraz artmıştır. Ama Meşe’nin sahiplerinin istedikleri gibi satış rekorları kıramayacakları ortada..O ne kötü yapım kalitesi öyle, o ne kötü metin öyle, o ne kimi temsil ettikleri belli olmayan oyuncular öyle. Ne demek ‘Fanteziden uzak duralım’? Hangi fantezi bu? Bildiğimiz fantezi mi? Niye uzak duruyoruz ki? Kalp krizi riski mi var?..Şimdi soruyorum Meşe Mobilya’nın sahibine ‘Mobilyalarınızı üretmek için malzeme alırken en ucuzuna mı kaçıyorsunuz? Yoksa en iyi malzemeyi alıp kaliteli üretim mi yapmak istiyorsunuz?’ Reklamınızın kalitesi bize ‘ucuza kaçıyorlar galiba’ diyor. Bu doğru ya da değil Meşe reklamının dediği bu..Reklam işinde ‘ucuzuna’ kaçarken çok dikkatli olalım. Meşe meşeye benzer, şişeye benzer, şu Meşe’nin mobilyaları hoş mu hoş şeylere benzer. Benim slogan daha iyi değil mi? Özeti Reklamın yapım kalitesi, doğrudan ürün kalitesine yansır bunu unutmayalım.
button
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2005
<B>GARANTİ </B>Bankası’nın yeni hizmeti <B>‘Cep Para’</B>yı duyuran reklamı çok ilginç. Yağmurlu bir gecede esas oğlanımız beş parasız kalıyor ve sevgilisini arıyor. Sevgilisi de ona cep telefonu yardımıyla para (sadece 20 YTL, nasıl bir sevgiliyse) gönderiyor. Esas oğlan, şifreyi girip banka kartı olmadığı halde parayı ‘paramatik’ten çekebiliyor. Ama istikrarlı bir erkek sakarlığı içinde çektiği parayı elinden uçurup yine açıkta kalıyor. Sevgilisini yeniden arayıp, erkeklerin arasıra kendilerine itiraf ettikleri cümleyi, açık açık söylüyor: ‘Sen beni bırak ya’ (Buradaki ‘bırak’ı, ‘eve bırak’ olarak da algılayanlar olabilir. Ancak öykü içinde benim ifade ettiğim anlam daha doğru).
‘Cep Para’ reklamı tekrar izlenme değeri yüksek, beğenilirliği yüksek, hizmetin derdini iyi anlatan çok doğru bir reklam. Takıldığım nokta esas oğlanın tam sevgilisini aradığı an. Esas oğlan soruyor: ‘Nerdesin?’ Sevgili (ya da eş) yanıt veriyor: ‘Şehir dışındayım.’
Esas oğlanın yanıtı şöyle: ‘Aa öyle mi?’
Yapmayın arkadaşlar, gerçekleri çarpıtıp Türk erkeğini yerlerde süründürmenin gereği yok.
Türkiye’de hangi sevgili ya da eş, erkek arkadaşına ya da kocasına haber vermeden şehir dışına çıkabilir? Hadi çıktı diyelim sevgili ya da eşin bu durumu öğrendiğinde yanıtı ‘Aa öyle mi’ şeklinde mi olur? Ben size olası yanıtları sırlayayım:
‘Şehir dışında mısın? Biraz ayıp olmuyor mu?’
‘Niye benim haberim yok?’
‘Ne zaman gittin? Neden? Ne zaman? Kim var yanında?’
‘Bunun hesabını dönünce verirsin herhalde..’
‘Şunu ben yapsam, ayrılma nedeni olur..’
"Ne anlamalıyım. Bitti mi?’
‘İstersen sen ordan doğrudan babanın evine in...’
‘Ohaaa... Yurt dışına çıksaydın bari...’
Haksız mıyım?
Noirmont’tan Erdoğan’a çağrı
CARREFOUR’un Genel Müdürü Luc de Noirmont ve pazarlamadan sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Thierry Pierre ve Pazarlama Müdürü Cenk Gönenç’le Carrefour’un Türkiye’deki gelecek stratejileri üzerine konuşuyoruz.
Thierry Pierre üç yıldır Türkiye’de görev yapıyormuş, Genel Müdür Noirmont’un Türkiye’ye geleli ise henüz altı ay olmuş. Her ikisi de Türkiye’deki ‘bürokrasi’den çok şikayetçi.
Genel Müdür Noirmont, Bayrampaşa ve Maltepe’de açtıkları iki yeni mağazayla Carrefour’un 12 mağazaya ulaştığını söyledi ve ekledi:
‘Daha fazla Carrefour açmak istiyoruz. Türkiye’nin dört bir yanından 'mağaza açın' diye talep var. Biz de 70 milyonluk Türkiye’yi Avrupa’nın Çin’i olarak görüyor ve daha fazla yatırım yapmak istiyoruz. Ama Türkiye’de mağaza açmak, diğer ülkelerle karşılaştırıldığında çok zor. Bir, arsa ücretleri pahalı. İki, bürokratik engeller nedeniyle 'mağaza açma posedürü' insanı mağaza açtığına açacağına pişman edecek kadar uzun. Başbakan Erdoğan’a çok güveniyoruz. Arsa fiyatları konusunda bir şey yapamayacağını biliyoruz ama bürokratik engelleri kaldırmak onun elinde. Türk bürokratı yerli ve yabancı markaya aynı hoşgörüyü göstermiyor. Yabancının işi zora koşuluyor. Erdoğan Türkiye’yi Avrupa Birliği'ne sokmak istiyorsa öncelikle yerli yabancı ayrımını bürokrasiden silmeli ve yabancı sermayenin önünü açmalı.’
Doğru sözlere ne denir? Biz Türkler küresel dünyanın bir parçası olmak istiyorsak, yabancı sermayeye, Noirmont’lara, Pierre’lere, Smith’lere, Hans’lara, Yeng’lere yaşattığımız bu bürokratik ikiyüzlülüğü aşmalıyız. Yapılması gereken şey çok basit. Başbakan Erdoğan, yarından tezi yok ‘Yabancı Sermaye Avcıları’ diye bir proje grubu oluşturup, bu proje grubunu büyük yetkilerle donatmalı. Yabancıların Türkiye’de iş yapmaları ile ilgili yasalar tek tek elden geçirilmeli, ‘prosedürler’ yabancı sermaye lehine yönetmeliklerle düzenlenmeli..
Yabancı sermayenin önü açılırsa Türkiye’yi emin olun, kimse tutamaz. Sanırım Noirmont’un başında olduğu Carrefour’u da... Çünkü Genel Müdür Noirmont ’daha fazla mağaza’ diyor başka bir şey demiyor. Niye acaba? Yoksa Tesco cephesinde bir şeyler oluyor da Carrefour savaş olasılığına karşı cephane mi yığıyor?
Ona hipotez denmez
İLKER Sarıer, Deniz Baykal’ın iki parti Disiplin Kurulu üyesini Disiplin Kurulu'na verdiğini duyunca aklına bir hipotez gelmiş ve şöyle bir soru sormuş:
‘Disipline sevk edilen disiplin kurulu üyeleri de disiplini bozarlarsa ve onlar da disipline sevk edilip onları yargılayanlar da disiplinsizlik yaparlarsa bu zincirleme reaksiyon için kaç disiplin kurulu üyesi gerekmektedir, şeklinde bir hipotez kurulabilir mi?’.
Yanıt veriyorum, kurulamaz. Bir hipotez soru cümlesi şeklinde ifade edilmez. Hipotezler bilimsel kanıtlardan yola çıkarak değişkenler arasındaki ilişkileri ifade etmeye yarayan düz cümlelerdir. İlker Sarıer, ‘Bu zincirleme reaksiyon için sonsuz sayıda disiplin kurulu gerekir’ yazsaydı bu bir hipotez olurdu.
Sarıer’in ifadesi şimdiki haliyle sadece araştırma sorusudur. İçinizden ‘ha hipotez ha araştırma sorusu ne fark eder’ diyebilirsiniz. Özür dilerim ama çok şey fark eder. Araştırma sorusuyla yetinen bir araştırmacı, her şeyi sınayıp, sınamaları sonucunda her sonuca varabilir. Hipotez ise bir araştırmacının kendinden emin bir şekilde sadece odaklandığı sonucu sınamasını sağlar.
Doktora tezi ya da yüksek lisans tezi yazan bir araştırmacı araştırma sorusundan hipoteze yaklaşık bir belki iki yıllık bir çalışma süresi sonunda geçer. Ya araştırma sorusu ile hipotez farkını bilmeyen, hatta bunu bilmediğini bilmeyen biri? Sadece bir köşe yazısı yazacak sürede...
Bence yoksunuz
BİRİLERİ Burgaz ismiyle yeni bir rakı üretmiş. Yine aynı kişiler İstanbul ismiyle de votka. Dün bu iki ismin sahipleri gazetelere tam sayfa reklamlar vererek ‘Biz de varız’ demişler. Tam sayfa reklamın yarısı votkaya, yarısı rakıya ayrılmış. Bu iki ismin sahiplerini uyarayım. İçki üretmelerini, reklam yapma isteklerini saygıyla karşılıyorum. Ancak komünist dönemde Rusya’da bile yapılmayan bir ‘ilan’ yaklaşımıyla marka oluşturmak mümkün değil. Yapılacak iş çok zor değil. Önce Burgaz rakının pozisyonu belirlenmeli, sonra İstanbul votkanın (ki burada tescil sorunu var) ve bu pazar pozisyonlarına uygun iletişim yapılmalı. İki ismi aynı ilana koymak daha doğmadan iki ismi de öldürmek, marka olmalarını engellemek demek. Reklamın ne dediği belli değil. Mesaj ayırt edici değil. Reklamda kırmızı kapaktan başka bir şey görünmüyor. Yoksa kırmızı kapak üzerine mi gitmek lazım? Siz en iyisi bir reklam ajansına danışın? Kolunuz kırılınca doktora mı gidiyorsunuz çıkıkçıya mı? Çıkıkçıya mı? İnanmıyorum.
Kelebek’i erkekler de okuyormuş
İKİ haftadır perşembe günleri Hürriyet/Kelebek’te yazıyorum. Daha ilk gün sabah sekizden itibaren yazılarımla ilgili telefonlar, fakslar, e-postalar almaya başladım. Hürriyet/Kelebek ne çok okunuyormuş da benim haberim yokmuş. Hatta dikkat ettim görüş bildiren, tebrik eden, ‘hayırlı olsun’ diyenler sadece kadınlar değil. Hürriyet/Kelebek okuyan erkek sayısı ne kadar fazlaymış. Yoksa, erkekler magazin denilen dünyaya, yaşamın renkli yanlarına daha mı fazla ilgi duymaya başladılar ne? Bu arada yeri gelmişken geçen hafta perşembe günü ‘Her evde bir Semranım var’ başlıklı yazımın sonunu ‘Her evde bir Semra’nım var, sizin evde de, bizim evde de..’ diye bitirmiş ve bu itiraftan sonra beni artık evde barındırmazlar gibilerden parantez içinde ‘Elveda belki gelecek hafta görüşemeyebiliriz’ diye espri yapmıştım. Bazı internet haber siteleri bu esprimi ‘Atıf Hoca Hürriyet’ten ayrılıyor mu’ya yormuşlar ve kocaman kocaman haberler yapmışlar. İki telefon numarası çevirip, bana işin aslını sormayan internet gazetecilerine çok güldüm. Şimdi gelin de siz ‘İnternette gazetecilik yapılmıyor’ diyen Emre Aköz’e ve ‘Onlar zaten gazetecilik yapmak istemiyorlar ki’ diyen Mehmet Barlas’a katılmayın. Katılıyorum. Gülmekten de internette yapılan şeyin necilik olduğunu düşününce de...
Komili’ye Genç Parti yaklaşımı
KOMİLİ Zeytinyağı yeni reklamında bugüne kadar yaptığı iletişim aksine ‘Türklük’ teması ile karşımızda. Reklamda Komili’nin Türk zeytinyağı olduğu vurgulanarak, zeytinyağından şekillendirilen çok sayıda ay ve yıldız duygusal çekicilik olarak kullanılıyor. Reklamın girişinde, daha dakika bir gol bir, Genç Parti amblemini andıran ay yıldız, tabaktan izleyicilere göz kırpıyor... Ali Taran’ın daha önce Tadelle’de, Hacı Şakir’de, Genç Parti’de denediği tipik bir ‘milliyetçilik’ gıdıklaması bu. Milliyetçilik gıdıklaması ‘zeytinyağı kategorisinde’ başarılı olur mu? Mümkün değil. Bana ‘Niye’ diye sormayın, kendinize sorun. Zeytinyağı alırken ne kadar Türk olup olmadığına mı bakıyorsunuz? Bugüne kadar, Komili alırken hiç Türk olup olmadığını düşündüğünüz oldu mu? Başka sorum yok.
Çekirgelik
Biz kendimizi yapabildiğimiz şeylerle değerleriz, başkaları yaptığımız şeylerle...
(Henry Wi Longfellow)
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2005
<B>G</B>önül Yarası’nı izledim, etkilendim, sevdim. Üzerinden 24 saat geçti hálá beynimin bir yerlerinde filmi sorguluyorum. Gidelim mi diye soruyorsanız, bir dakika bile şüphe duymayın. Hele de ‘İnsana özgü, ‘insanca’ bir şeyler okumaya, izlemeye, dinlemeye hasret kaldım’ diye düşünüyorsanız, yapmanız gereken ilk iş Gönül Yarası’nı izlemek olmalı.
Gönül Yarası tipik bir Yavuz Turgul filmi. Gönül Yarası diğer Yavuz Turgul filmleri gibi insan hayatını sorguluyor. Filmde, bir yanda bir zamanların idealist solcusu, piyasa ekonomisine ayak uyduramamış emekli öğretmen Nazım (Şener Şen) var, diğer yanda koca dayağından kızıyla birlikte kaçıp İstanbul pavyonlarına dönen Dünya (Meltem Cumbul). Ve Dünya’nın peşini bırakmayan eski kocası, patolojik aşık Halil (Timuçin Esen). Dünya Nazım’ın evine sığınıyor, Halil ‘Dünya’ diyor başka bir şey demiyor ve kader ağlarını böylece örüyor.
Anlayacağınız filmin konusu öyle ahım şahım bir konu değil. Ancak Yavuz Turgul bildiğimiz, insanı öne çıkaran üslubuyla konuyu öyle bir anlatıyor ki, film bittiğinde ‘piyasa ekonomisine geçişin sancılarını yaşayan Türkiye’ ile yüzleştiğinizi anlayıp birden karnınızda hafif bir ağrı hissediyorsunuz. Yavuz Turgul’un bu filmde hiçbir mesaj kaygısı yok diyenler yanılıyor. Yavuz Turgul, Gönül Yarası’nda piyasa ekonomisi ile hesap kesiyor. Son elli yılın tüm siyasetçileri bence Gönül Yarası’nı izlemeli ve oluşturdukları sistemin ‘küçük hayatlara’ nasıl yansıdığını gözleriyle görmeliler.
Gönül Yarası’nın Muhsin Bey, Eşkıya gibi Yavuz Turgul filmlerinden tek farkı temponun oldukça düşük olması. Filmin bazı sahnelerinde tempo öyle düşüyor ki neredeyse filmle hayat aynı anda akıyor. Filmdeki diyaloglara diyecek yok. Hepsinin üzerinde günlerce düşünüldüğü belli. Oyunculuğa gelince... Şener Şen her zamanki gibi mükemmel. Meltem Cumbul bazı sahnelerde çok abartılı oynuyor, çok öne çıkıyor, ama onu izlemek her zaman olduğu gibi çok keyifli. Timuçin Esen’in performansını değerlendirmek için zamana gereksinimim var.
Gönül Yarası’nda iki sahne bana eğreti geldi. İlki Halil’in kızını kaçırıp trene bindirdiği sahne. Niye Halil, Dünya’ya direnmedi ve birden kızı götürmekten vazgeçti ki? İkincisi finalde Halil’in Dünya’yı kablolu telefondan aradığı sahne. Burada Halil’in otobüs firmalarının anonslarını telefondan duyup, Dünya’nın otogarda olduğunu anlıyor. Böyle bir olay tabii ki olabilir ama Halil’in Dünya’nın otogarda olduğunu anlaması için bu kadar beklemesine gerek yoktu diye düşünüyorum.
Ruhumuzun kumandaları kimde
Nil Karaibrahimgil’i CNN’de ‘Atıf Hoca ile Reklam ve Rekabet’e konuk ettim. Dobralığına, samimiyetine ve enerjisine hayran oldum. Nil Karaibrahimgil, bugün nereye gelmişse tırnaklarıyla kazıyarak gelmiş buna emin oldum. Söyleşinin sonunda Nil’e Aysel Gürel, Nazan Öncel ve Sezen Aksu’nun adlarını sayıp ‘Gelecekte hangisi gibi anılmak istersin?’ diye sordum. ‘Sezen Aksu gibi olmak isterim. Biz büyürken ruhumuzun kumandaları onun elindeydi. Aşık olunca nasıl davranacağımızı ondan öğrendik’ diye yanıt verdi. Çok sevdim bu yanıtı. Sezen Aksu’nun Türkiye için ne ifade ettiğini bu sözcüklerden daha iyi hangi sözcükler ifade edebilir?
İçinde fazla da bir şey yok
Bu hafta bir de Işın Karaca’nın ‘İçinde Aşk Var’ albümüne takmış bulunuyorum. Bu takış başka takış. Albümün kapağından hiç hoşlanmadım. Ne biçim dudaklar o öyle. Niye öyle kabak gibi bir fotoğraf? (Albüm kitapçığının içindeki fotoğraflar daha da bir kabak gibi. Madem bu kadar kötü fotoğraflar koyacaksınız hiç koymayın daha iyi.) Arkada albüm bitince aşk için ağlayan bir Işın Karaca fotoğrafı var. Gözyaşı izlenimi tamam da Işın’ın ağzına ne olmuş öyle? Elma şekeri mi yemiş? Ya renk? Yeşil ne zamandan bu yana aşkın tanımlayıcı rengi oldu? Turkuvazla yeşili birlikte kullanmak kimin aklına geldi? Neyse daha fazla uzatmayayım, sanırım albümün kapağından niye hoşlanmadığımı anladınız.
Albümden çok hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. Bundan önceki Işın Karaca albümü ‘Ana Dilim Aşk’’la karşılaştırınca yeni albümdeki şarkılar çok sönük kalıyor. ‘Yetinmeyi Bilir Misin’ hiç kuşku yok ki albümün en iyi parçası. ‘Kayıp Gölgeler’ ikinci iyi parça. Daha sonra ise dişime dokunan başka bir şey yok. Işın Karaca’da öyle güçlü ses var ki her şarkının sesine gitmediği çok ortada. Bu nedenle zorlandığı da... Örneğin Ümit Sayın ve Suat Suna’nın şarkılarını ele alalım. Bu şarkılar Işın Karaca’nın ağzına hiç yakışmamış. Albümün adı içinde aşk var ama Sezen Aksu’nun şarkıları olmasa içinde bir şeyler olduğunu söylemek zor.
CUMA alıntısı
Yetinmeyi bilir misin,
Sana verdiği kadarıyla hayatın?
Hoş bilsen de bilmesen de
Yara bere içinde bu yollardan geçeceksin (Sezen Aksu)
CUMA takıntısı
Bu hafta sonu Eti’nin yeni çıkardığı çikolatalardan Antep fıstıklısını mutlaka deneyin. Süper bir çikolata olmuş. Takmamak mümkün değil. Hızınızı alamayıp iki üç paket yerseniz sorumluluk bana ait değil ona göre.
CUMA İTİRAFI
Neyimbenha? Cinsiyet: Kadın Yaş: 25 İl: Antalya
Bir tespit yaptım. G-string giydiğimde işimde daha başarılı oluyorum! Normal külot giydiğimde ise işyerimde sorunlarla karşılaşıyorum. Nedenini buldum. 1) G-string giyince kendimi seksi ve daha güzel hissettiğim içim özgüvenim artıyor. Böylece sorunları aşıyorum. 2) G-string giydiğimde insanlarla daha olumlu ve daha güleryüzlü iletişim kuruyorum. Haliyle de sorun çıkmıyor. 3) Normal külotu genelde regl günlerinde giyiyorum. O dönemde asabi olduğum için sık sık tartışmalar yaşıyorum. Sonuç: G-string sadece cinsel hayatı değil, iş yaşamını da olumlu etkiliyor!
Yorum: Acaba g-string giydiğinde pantolon, etek falan giymiyor mu bu arkadaşımız. Bu etki başka nasıl elde edilir?
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2005
Bu ayki European Business Dergisi’nde okudum. Japonya’da yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre Japon kadınların dörtte biri Nissan’ın eski Renault’nun şimdilerdeki CEO’su Carlos Ghosn’un çocuklarının babası olmasını istiyorlarmış.Uzmanlar bunun nedenini Carlos Ghosn’un Nissan’ın başındayken kazandığı başarılara bağlıyorlar. Diyorum ki, böyle bir araştırma Türkiye’de yapılsa sonuç ne olur acaba? Türk kadınları çocuklarına babalık yapsın diye kimi tercih ederler? Şıkları sıralıyorum... a) Cem Boyner b) Tarkan c) Ozan Güven d) Mehmet Aslantuğ e) Erman Toroğlu... Liste uzatılabilir. Tahmini olan var mı? Kutluyorum...Deniz Baykal ve Mustafa Sarıgül’e ‘müsveddeler’ dedikten sonra ‘ben öyle demedim’ diye yan çizen Hurşit Güneş’i kendi eliyle CHP’ye başkanlık serüvenine son verdiği için kutluyorum. Tam anlamıyla harakiri buna denir.Hangisi?Başbakan Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan olsaydım, CHP kongresinden başkan olarak Mustafa Sarıgül çıkmasın diye dua ederdim. Nereden çıkardın şimdi bunu diyorsunuz değil mi? Pazar günü Milliyet’te Elif Korap’ın Mustafa Sarıgül’ün eşi Aylin Sarıgül ile yapmış olduğu röportajı okudum. Aylin Sarıgül’ün, röportaj yapılırken çekilmiş fotoğrafını dikkatle inceledim. Aylin Sarıgül sarı, ‘tarz’ kesilmiş saçları, makyajı ve aksesuvarları ile genç, çok çağdaş bir portre çiziyor. Eğer Mustafa Sarıgül Başkan seçilirse, medya Emine Erdoğan ve Aylin Sarıgül’ü gazetelerde, ekranlarda çok daha fazla görünür hale getirecek, ortalık, ortaya çıkan zıtlığı vurgulayıp, ‘hangisi?’ sorusunun yanıtını arayanlardan geçilmeyecektir. Böylece Emine Erdoğan’ın ‘konumu ve giyimi’ Türkiye gündeminde daha fazla tartışılır hale gelecektir. Böyle bir tartışmayı da Emine Erdoğan’ın çok fazla isteyeceğini sanmıyorum. Emine Erdoğan ve Aylin Sarıgül’ün fotoğraflarını şimdiden yan yana yayınlarsam sanırım ne dediğimi daha iyi anlatabilirim. Hem böylece ‘Hangisi?’ sorusunu ortaya atacaklara da az da bir yardımım dokunur.Kayahan dinliyorum gözlerim kapalıKayahan’ın yeni albümünü birkaç gündür dinliyorum. Dinledikçe de çok daha seviyorum. Bazı şarkılar vardır sözüyle, bazı şarkılar vardır müziğiyle beni içine çeker. Kayahan’ın şarkıları beni hep Kayahan’ın yorumuyla içine çekmiştir. Kayahan şarkılarını içten, duyarak, samimi söylüyor. Sanki bir odada, onunla oturuyoruz, o da gitarını almış, söyledikçe söylüyor, açıldıkça açılıyor gibi geliyor bana... ‘Bin parçayım hasretinle, yüzüm soldu garip kaldım, boynum bükük yad ellerde, ayrılığın pençesinde, aşkınla perişanım’ diyor Kayahan, ben, neredeyse elimde içki kadehi olsa, ‘Çak’ falan yapacağım. ‘Dövsen ne olur, sevsen ne olur, plancı seni, ölsen ne olur’ diyor Kayahan, ben neredeyse ‘İlahi ne hoş şarkı olmuş’ deyip boynuna sarılacağım. Kayahan’ın albümleriyle olan ilişkim böyle bir ilişki. Her albümünü dinlemekten uzun süre vazgeçemiyorum. Kelebeğin Şansı’ndan daha da bir uzun süre vazgeçemeyeceğim galiba. Birkaç gündür sadece Kayahan’ı dinliyorum. Gözlerim kapalı. Çok sıcak şeyler hissediyorum. Orada mısın Kayahan? Her evde bir Semra Hanım varKaynana Semra Hanım’ın bu kadar çok ‘rating’ alması niye bazılarını şaşırtıyor, anlamak zor. Türkiye’yi ‘özel’ alanda erkek egemen bir toplum sananlar çok yanılıyorlar. Türkiye kamusal alanda erkek egemen bir toplum ama iş özel alana gelince kadın, iktidarını inanılmaz bir şiddetle hissettiriyor... Semra Hanım özel alandaki kadın iktidarının popüler bir göstergesi. Semra Hanım’ın çok izlenmesinin nedeni bu. Şaşırmaya gerek yok. Türkiye’de her evde bir şekilde Semra Hanım var. Sizin evde de, bizim evde de... (Elveda sevgili okurlar, haftaya görüşemeyebiliriz.) Önce CNNTürk, sonra HaberTürk, sonra SkyTürk, EgeTürk, KanalTürk... Bunlar da yetmedi şimdi de Semra Türk... Biraz yaratıcı olalım ne olur. Hiç olmazsa milli kaynanamızı başka bir son ekten üretseydik!GaripsedimKayahan’ın yeni kasedinde şarkılara ‘Açar’ soyadıyla imza atmasını garipsedim. Hukuki bir neden mi var acaba? Garip...
button
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2005
<B>MERKEZ</B> Bankası’nın YTL’ye geçişte hatalı iletişim stratejisi uyguladığını defalarca yazdım. Yeni Türk Lirası’na geçeli 9 gün oldu, ortalık toz duman. Çoğunluk kuruş kullanmak istemiyor. Ayrıca her yuvarlama ‘yukarı’ doğru yapılıp, enflasyona davetiye çıkarılıyor.
Bunu ben söylemiyorum. Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti, yaptığı basın toplantısında kendi ağzıyla söylüyor: ‘Türk halkının kaybettiği kuruş kullanma alışkanlığını yeniden kazanmasının biraz zaman alacağını düşünüyorduk. Öyle de oluyor. Kuruş talebi gerçekten az..’.
Serdengeçti’nin yuvarlama konusunda söyledikleri daha da bir facia: ‘YTL’ye geçerken bu (yukarı doğru yuvarlama) olmuşsa bu eski alışkanlığın devamıdır. Ama her şeyin başı istikrar. İstikrar oturdukça bu alışkanlık sona erecek.’
Serdengeçti hataları doğru saptıyor ama çözümde yanılıyor, Türk halkının sırtına ‘kendi kendine öğrenme’ gibi büyük bir yük yüklüyor. Serdengeçti’nin büyük hatası bilgilendirme işini halkla ilişkiler işiymiş gibi görüp, sadece basını ve ilgili ‘uzman’ grupları YTL konusunda bilgilendirmekle yetinmesi.
Peki sonuç? Dünya iletişim literatürüne geçecek bu hata gördüğünüz gibi Türk halkına çok pahalıyla patlıyor. Üstelik Serdengeçti hatasını istikrarlı bir şekilde sürdüreceğini açıklıyor.
Oysa, Yeni TL’ye geçiş demek, Serdengeçti’nin de itiraf ettiği gibi, halkın yeni alışkanlıkları kazanması demek. Alışkanlıkları değiştirmenin ilacı da halkla ilişkiler değil reklam. Yeni TL iletişim kampanyasının mutlaka sosyal reklam kampanyasıyla desteklenmesi gerekiyor. Hala da iş işten geçmiş değil. Eğer Serdengeçti halkın daha az kazık yemesini ve ‘mide ağrısı’ çekmesini istemiyorsa tabii. Bu arada Süreyya Serdengeçti’ye ne kadar teşekkür etsek az! 9 günde bize halkla ilişkilerin ne işe yarayıp ne işe yaramadığı deneyerek öğretti. Tabii ki reklamın gücünü deÖ ’Reklam düşüyor, Halkla İlişkiler Yükseliyor’ diyen Al Ries ve Laura Ries’ın kulakları çınlasın.
Hakkı Devrim’in hataları
GEÇEN hafta bu köşede ‘Sarıgül İhraç edilirse’ diye siyasete pazarlama gözlüğüyle bakan bir yazı yazdım. CHP üyelerine de ‘Baykal ve Sarıgül bırakın kongrede kozlarını paylaşsınlar’ öğüdü verdim. CHP üyeleri benim yazdığım şekilde davranınca Radikal’de Hakkı Devrim bu işe çok bozulmuş. Nasıl olur da ‘benim sözüm’ dinlenirmiş..Nasıl olur da siyaseti reklam ve pazarlama gözlüğüyle incelermişim, ona takmış. Özür dilerim ama siyaseti pazarlama gözlüğüyle incelemeyi icat eden ben değilim. Pazarlama’nın babası Philip Kotler 1969’dan bu yana siyasetin pazarlama gözlüğüyle incelenmesini sağladı. Biz onu açtığı yolda ilerliyoruz. Yani kızmaya gerek yok. Biraz sağa sola, hatta başkaları bilmiyorsa, bana sorup öğrenelim yeter. Ne demiş Hakkı Devrim üstadımız: Bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp!
Bu arada her nedense yazısında Ali Saydam’la beni karşılaştırmayı ihmal etmemiş. Üstelik ciddi bir analiz hatası yaparak. Eleştirdiği kişilerin televizyon ve gazete performanslarını birbirinden ayırmayarak. İnsanın aklı ne olursa olsun ‘yereyim de intikam alayım’ da olunca böyle hatalar yapabiliyor işte. Devrim göre ben uzmanlık alanım olan işe daha mizahi bir uslupla yaklaşıyormuşum Ali Saydam ise daha ciddi takılıyormuş falan. Hakkı Devrim mizahi yaklaşımı ‘şaklabanlık ya da soytarılık’ gibi sözcüklerle tanımlıyor ama isterseniz bu konuya hiç girmeyeyim. Bu konu tamamen ‘radikal’ olmakla ilgili bir şey biliyorsunuz. Erbakancılar da televizyonda biri öpüşünce bu öpüşmeyi ‘porno’ sınıfına sokmuyorlar mıydı?
Bu arada Hakkı Devrim’in bir hatasını da düzeltmekte yarar görüyorum. Ali Saydam, kimya eğitimi tamamlamamış yarım bırakmıştır. Ali Saydam dergi piyasasından yetişmiş, daha sonra halkla ilişkiler sektörüne geçiş yapmış, halka ilişkiler işini piyasada öğrenmiş bir arkadaşımız. Dolayısıyla eğer ‘uzmanlık’ yüksek lisans seviyesinde bir eğitimle alınacak bir şeyse, ki öğledir, Ali Saydam’ın böyle bir resmi uzmanlığı yok. Biri bir iletişimciyi ‘uzman’ sayacaksa eğitim şart!
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2005
<B>GEÇEN </B>pazartesi günü <B>‘Windows İmparatorluğu Çöküyor mu’</B> başlıklı yazımda dünya bilgisayar pazarlarında Mac bilgisayarların yükselişe geçtiğini belirttim.
Yazımı da ‘Türkiye’de Applecılar uyuyor mu’ diye bitirmiştim. Bu konuda çok sayıda e-posta aldım. İki tanesine bugün yer verip Mac olayını biraz daha genişletmek ve ‘Bu dünya sonsuza kadar Windows’a esir mi olacak?’ konusunu tartışmaya açmak istiyorum. Önce bir ‘Macoloman’ olduğunu sandığım Umut Kumbasar’ın yazdıklarına göz atalım:
‘Yazılarınızdan çok zevk alan bir okurunuz olarak Apple yorumunuzu okuyunca çok heyecanlandım. Apple’ın gerek son seri iMac G5, gerek ipod ürünlerinin popülerliği ile tüm dünyada pazar payını artırdığı gerçektir. Ancak (Bilkom’un hataları nedeniyle) aynı pazar artışını Türkiye’de gözlemleyebilmek mümkün değildir. Macintosh’lar Türkiye’de hálá masaüstü yayıncılık ve matbaa bilgisayarları olarak görülüyor. Bugün ABD, Japonya, Hollanda, Almanya gibi gelişmiş ülkelerde durum böyle değildir. Son kullanıcıların Mac’lere ilgisi büyüktür. Macintoshlar’ın kolay kullanımlı kullanıcı dostu işletim sistemleri neredeyse virüssüzdür. Birçok PC kullanıcısı bu durumu şöyle yorumlar: 'Eh bu kadar az pazar payına sahip bir bilgisayar için kimse oturup virüs yazmıyor!'
Oysa durum böyle değil. Apple’ın pazar payı tüm dünyada yüzde 3-4 aralığında gezer ve bu yabana atılabilecek bir rakam değildir. Sonuçta Apple bir markadır ve Windows’la değil, Dell’le, IBM’le karşılaştırılması gerekir. Mac’lere saldırabilecek virüs yazılmaması Apple’ın işletim sistemi Mac OS X’in güvenlik açıklarının en az seviyede olmasından kaynaklanır. Virüs yazıcılar bu işletim sisteminde kendi kendine üreyen virüs yazmakta çok zorlanıyorlar. Sanki şu Laz fıkrası Mac’ler düşünülerek uydurulmuş gibi: Bir virüs bilgisayar girer ve ekranda şunlar yazar: 'Bu bir Laz virüsüdür. Teknolojimiz henüz yeni yeni gelişmekte olduğu için otomatik çalışmıyor. Lütfen My Documents klasörünüzü çöpe atıp silin!' Bilmem anlatabildim mi?"
Applecılar: UyumuyoruzAPPLE'ın Türkiye’deki şirketi Bilkom A.Ş’nin Genel Müdürü Veli Tan Kırtiş’den ise tam aksine ‘Uyumuyoruz’ diyen bir e-posta aldım. Kırtış’in mesajı şöyle:
Yazının Devamını Oku