4 Şubat 2005
Tayfun Güneyer’i hafızam beni yanıltmıyorsa bundan on yıl önce tanıdım. O günlerde Kanal D’nin program koordinatörü idi. Sürekli rating ölçümleri nasıl yapılır öğrenmek ister, neyin niye olduğunu merak ederdi. Tayfun’la çok zevkli ‘rating’ tartışmaları yaptığımızı, merakıyla beni çok şaşırttığını anımsıyorum. Daha sonra Tayfun’un izini kaybettim. Bir de baktım karşıma Yılan Hikayesi’nin senaryo yazarı olarak çıktı. Sonra Çarli’nin senaryosunu yazdı, daha sonra da Dayı’nın. Şimdi ise Şans Kapıyı Kırınca’nın senaristi ve yönetmeni... Çok şaşırttı beni Tayfun...
ZEKANIN TADI
Bir konferans için İran’da olduğumdan Şans Kapıyı Kırınca’nın galasına katılamadım. Döner dönmez ilk işim Tayfun’un filmini izlemek oldu. Yine çok şaşırdım. Film biter bitmez ‘Bravo Tayfun’ dedim, ‘Bravo iyi iş başarmışsın, sinema gibi sinema yapmışsın’. Tayfun filmin her karesini ışığı, rengi kullanarak oya gibi işlemiş.
Tayfun, bir televizyon yarışmasına katılıp Barboonia Adası tatili kazanan ‘Yurdum Ailesi’nin başına gelen terslikleri farklı bir kurgu ile anlatırken ilginç de bir sinema dili yaratmış. Tayfun’un mizahı asla ‘armut piş, ağzıma düş’ mizahı değil. İnce esprilere belki katıla katıla gülmüyorsunuz ama esprilerden aldığınız ‘zeka tadı’ beyninize bayram yaptırıyor.
Tayfun’un esprilerini anlamak için biraz saksıyı çalıştırmanız gerekiyor. Örneğin Küba atmosferinde çöp tekesinin içinden çıkan kaplan yavrusu esprisini anlamak için çocukluğunuza gitmeniz gerekiyor. Çöp tenekesinden çıkan kedi kaçımıza korkulu anlar yaşatmıştır düşünsenize... ‘Yurdum Ailesi’ ‘çekirdek çitleme’ye bayılıyor. Kısa sürede Baroonia halkı da... Bu esprinin mesajı film boyunca beyninizin bir bölümünde ampül gibi asılıp kalıyor.
Şans Kapıyı Kırınca’da Ferhan Şensoy hem Kuddusi Yurdum’u hem de Presidente Carlos’u oynuyor. Tayfun iyi iş yapıp Ferhan Şensoy’un ‘kendi dili’ ile oynamasını engellemiş. Böylece de Ferhan Şensoy’a oyunculuğunu öne çıkaracak alan yaratmış. Ferhan Şensoy da her iki rolün hakkını başarıyla vermiş. Filmde öne çıkan başka oyuncu yok. Zaten filmde öne çıkan tek şey var. O da Tayfun’un zekası..
AMERİKAN KOMEDİLERİ GİBİ
Şans Kapıyı Kırınca’nın bazı Amerikan komedilerini çok andırdığını da söylemeden geçemeyeceğim. Tayfun zekasını kendi sinemasını oluşturacak ayrıntıları bulmakta kullanırsa Türk sineması çok başarılı bir yönetmen kazanır. Hatta belki bir Tayfun Güvener sineması...
Şans Kapıyı Kırınca’ya ‘konusu çok basit ama...’ diyenlere aldırmadan gidin. Emin olun, farklı bir sinema tadı alacaksınız...
Çelik’ten mükemmel bir albüm
Hemen gidiyor ve bir Çelik albümü alıyorsunuz. Bir haftadır dinliyorum. Dinledikçe dinleyesim geliyor. Çok eğlenceli bir albüm olmuş. Çelik yeni şarkılarda tekrara düşmemiş. Gariban’ın tadı bir başka. Doyamadım Gözlerine’nin tadı başka. Cezalısın’ın sözleri de müziği de çok güzel. Aldatırken onun da teni... Benim kadar güzel miydi?.. Öptün dokundun mu?.. Utanmadan seviştin mi? Dibe vurdum dibe... Hem de ta...dibine... Ben çektim sen de çek... En az benim çektiğim kadar... Müthiş sözler. Bence Çelik albüme Cezalısın adını verse çok daha iyi olurmuş. Cici Kız şarkısını daha önce sevmezdim. Bu albümde yeni sözleriyle Cici Kız’a hafif bir ‘eğreti gelin’ havası verilmiş, esprili olmuş. Albümleri şişirmek için sona eklenen Remix, Yeniden Mix, Geriden Mix, Akustik, Oryantal gibi tekrarları hiç sevmiyorum ama bu kez Dayanamadım Gözlerine’nin Akustik hali hoşuma gitti. Bu arada Çelik’in kısa saçlı yeni imajı da yakışmış, albümdeki fotoğraflara bir bakın bakalım siz de aynı kanıda mısınız?
Haftanın Bizi Anlayanı Zeliha Yeşilova
Geçen hafta Zeki Kayahan Coşkun’un yeni çıkan ‘Türkleri Anlama Kılavuzu’ isimli kitabından alıntılar yapmıştım. Yazımın sonunda da ‘Haydi kaleme kağıda sarılın Türkleri anlamak isteyenler için bu maddeleri çoğaltalım’ demiştim. Gelen e-posta’nın çokluğu karşısında gerçekten çok şaşırdım. Aramızda ne kadar çok bizi anlamaya kafa yoranlar varmış da haberimiz yokmuş. İşte ‘gözlemci’ okurlarımdan seçtiklerim:
3 Taksilerin sol arka kapı kolları ile arka kapıların cam kolları çıkartılan tek ülke Türkiye’dir. (Ender Canıtez).
3 Yeşil yanar yanmaz daha saniye geçmemişken öndeki arabaya ‘haydi ilerle’ diye korna çalarız. (Ender Canıtez)
3 Yabancı dil öğretirken yabancılara önce küfür öğretmekten başlarız. (Zümrüt Dönmez)
3 Bir işe başvururken muhtardan onaylı ikametgah, fotoğraf, nüfus cüzdanı sureti, noterden onaylı diploma fotokopisi, askerlik belgesi isteriz. (Zümrüt Dönmez).
ÇÖP TENEKESİ KİRLENMESİN
3 Otobüs beklerken yere çömeliriz. (Cumbada)
3 Kışın pijama üzerine pantolon giyeriz. (Özlem Kamer)
3 Çöpleri çöp tenekesi kirlenmesin diye hemen yanında duran poşete koyarız (Nilay Tabakoğlu)
3 Asansör beklerken hem aşağı hem yukarı düğmesine basarız. (Müşerref Seçkin).
3 Yerde ne zaman kırılacak bir cisim görsek onu kırmadan geçemeyiz. (Fırat Gök)
3 Yeni dökülmüş çimento görsek hemen el ya da ayak izimizi bırakırız. (Fırat Gök)
3 Yediğimiz dürümün son lokması ile içtiğimiz ayranın son lokmasını aynı anda bitiririz (Zeliha Yeşilova)
3 Tüpteki gaz kaçağını saptamak için çakmak yakarız. ( Onur İnanç)
3 Hayatı okuyarak değil, yaşayarak öğrenmeye çalışır ve ‘Hayat mektebini bitirdim’ diye övünürüz. (Mehmet Öztürk)
3 Dünyada hiçbir ülke gazete kağıdını bizim kadar çok amaçlı kullanmıyordur herhalde. Masa örtüsü, paket, külah, cam bezi, tuvalet kağıdı vs. vs. (Zerrin Sincan)
SAKİNSEK TEK TEK ÇEKERİZ
3 Duygularımızı açığa vurmak için tespih kullanırız. Sakinsek tek tek çekeriz. Sıkıntılıysak anında avuç içine alır, bileğe geçiririz. Neşeliysek imameden tutup sağa sola sallarız. Karşı cinse açılacaksak baş parmak ile imame ve taneler arasına basarız. Böylece taneler yukarı doğru gerilir. Sonra gerilen taneleri yüzük orta parmağıyla tekrar kavrayıp tekrar işaret parmağı üzerinden aşırırız (Hüseyin Demircan).
Sevgili okurum Zeliha Yeşilova’nın gönderdiği ‘kılavuz maddesi’ beni gerçekten bitirdi. İzin verirseniz bu haftanın en iyi ‘Türkleri Anlayan Kişi’ ödülünü Hüseyin Demircan’a vermek istiyorum. Daha elimde çok fazla e-posta var ama şimdilik bu kadar yetsin. Sakın bizi biz yapan özellikleri ‘aşağılama’ amacıyla yazdığımı falan sanmayın. Biz buyuz... Bu özelliklerle varız. Bu özelliklerle başaracağız. ‘Bizi ben çok seviyorum. Ve asla Türkiye’den başka bir ülkede yaşamak istemiyorum. Elime çok kere fırsat geçti, yaşamadım da. Yaşamayacağım da... Kılavuz maddeleri göndermeye devam.
Not: Zeki Kayahan Coşkun Alem FM’de Matrax isimli bir program yapıyormuş. İlgilenenlere duyurayım.
CUMA İTİRAFI
MLSs; Kadın; 22 İzmir
2 ay sonra doğacak yeğenim için anneannem, ‘Hülya Avşar gibi gözleri, Çağla Şikel gibi boyu, Sanem Çelik gibi güzel yüzü, Ebru Gündeş gibi sesi, Arzum Onan gibi sakin yapısı, Nurgül Yeşilçay gibi yeteneği, Mehmet Aslantuğ gibi de eşi olsun’ diye dua (!) ediyor.
Yorum Biz Türklerdeki ünlü hayranlığı inanın sapıklık derecesine vardı. Özdeşleşelim özdeşleşelim de çok amaçlı ünlü özdeşleşmesi de biraz fazla oluyor!
CUMA TAKINTISI
Ne zamandır ‘5. Kat, 5. Kat’ diye duyardım, gitmek nasip olmamıştı. Sonunda bir arkadaşımızın zoruyla 5. Kat’a gittim. Daha önce böyle büyüleyici bir boğaz manzarasında bir şeyler yiyip içmediğime pişman oldum. 5. Kat çok rahat bir ortam, çalışanlar çok cana yakın. Mutfak dünya mutfağı. Kamboçya usulü bir şeyler bile var. 5. Kat’ta müziği de çok sevdim, sesin yüksekliğini çok iyi ayarlamışlar, sohbetin içine gölge etmiyor. Bu hafta sonu daha önce gidenlere de gitmeyenler de öneririm.
cuma lakırdısı
Bir kadını idare eden bir milleti de idare eder.
Balzac
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2005
Sinema eleştirisi üzerine yazılanlar, resmen beni şişirdi. Bazen ne kadar incir çekirdeğini doldurmayan tartışmalar yapıyoruz. Hani derler ya ‘laf olsun torba dolsun.’ Sinema eleştirisi üzerine yazılanlar da aynen öyle ‘laf olsun, köşe dolsun...’
Bir sinema eleştirmeni, okurlarına ‘Bu filme gitmeyin!’ diyemezmiş, zaten okurları da bu tür eleştirmenlere ‘fasulyeden’ gözüyle baktığı için, sinema eleştirmenleri köşeleri boş yere işgal ediyorlarmış, ‘Gitmeyin denmez’ diye uyarmak sansürmüş, falan filan...
Sanki karşımızda tek tip, her dediğimizden etkilenen, cam fanus içinde yaşayan bir sinema eleştirisi okuru var da, biz de ‘atom bombası’ tesirli bir yazı yazıp onun beynini havaya uçuruyoruz.
Sinema izleyicisi birden fazla eleştiriyi okur, filmin oyuncularına, yönetmenine bakar, filmle ilgili haberleri, reklamları yorumlar, giden arkadaşlarına, akrabalarına sorar, sonra da filme gitme kararı alır. Biz gidin desek de, gitmeyin desek de.. (Bakınız Fida film sinema izleyicisi araştırması.)
Sinema izleyicisi aptal değil, sinema eleştirmenlerinin zevkiyle, sinema anlayışıyla kendilerininkinin uyuşmadığını kısa sürede anlar. Ona ‘Gitmeyin‘ dense de, inadına o filme gider. Ama bu durum okurların sinema eleştirisi okumalarını engellemez. Çünkü insanlar izleyecekleri şey hakkında ne olursa okumayı sever. Farklı bakış açılarını görmek ister.
Bu nedenle... Bırakın isteyen istediğini yazsın. Düşünceler yarışsın. Hiç düşündünüz mü niye bir eve birden fazla gazete alınır? Hiç düşündünüz mü niye aynı anda birden fazla haber bülteni izlenir? Ve niye bir gazetede aynı konuyu farklı yorumlayan köşe yazarları var! Bırakın bir filmi çok farklı yorumlayan çok sayıda sinema eleştirmeni de olsun! Hatta ‘Sinema diye bir şey olmasın’ diyenler de... Kıskanmayın, sinirlenmeyin, sinirlerinizi bilgisayarınızın tuşlarından almayın.
Gülse Birsel
‘Hırsız var’ filmini eleştirirken ‘Gülse Birsel’in oyunculuğu çok itici, onu gereksiz göğüs dekoltesi de kurtarmıyor’ diye yazmıştım. O sabah Ertuğrul Özkök aradı ve ‘Sana bu kez katılmıyorum. Gülse’nin oyunculuğunu çok beğeniyorum’ dedi. Aslında daha önce de bu konuyu Ertuğrul Hoca’yla birkaç kez tartışmıştık. ‘Hocam’ dedim, ‘Sanırım bir yanlış anlama var. Benim oradaki eleştirim ‘Hırsız Var’la sınırlı. Gülse Birsel’in ‘Avrupa Yakası’ndaki oyunculuğunu çok seviyorum. Ama en çok sevdiğim yazarlığı.’ Ben böyle deyince Özkök de yanıtı yapıştırdı:
‘Gülse Birsel’in dekolteye gereksinimi yok yazsan, istediğin anlamı daha doğru verebilirdin!’ Telefonu kapattım. Yazdıklarımı yeniden okudum. Ertuğrul Hoca haklıydı... Sanki yazdıklarımdan Gülse Birsel’in hiçbir oyunculuğunu beğenmiyorum gibi bir anlam çıkıyordu. Gördüğünüz gibi insan ‘hoca’ olsa da, ‘hoca’sından hálá öğreneceği bir şeyler var. Yazmayı çok seviyorum. Yazının gücünü ve anlamın derinliklerini her gün biraz daha keşfetmeyi de.
İbrahim Tatlıses anlamalı
İbrahim Tatlıses yazdıklarımı çarpıtarak orada burada hakkımda yalan yanlış yorumlarda bulunmaya başladı. Gerçi ne dediğini çok da iyi anlayamadım ama bir konuyu iyi anlamasını istiyorum.
Tatlıses’in sesine, sanatına, gösteri performansına, oyunculuğuna en ufak bir söz etmiyorum. ‘Ayağında Kundura’dan bu yana birçok İbrahim Tatlıses türküsü, şarkısı her zaman beni heyecanlandırmış, bir albümü çıktığında da neredeyse ilk dinleyenlerden biri olmuşumdur.
Arabesk dinleme konusunda hiçbir kompleksim yok. Bu konuda seçiciyim. Zaman zaman Orhan Gencebay dinlerim, şimdilerde Müslüm Gürses’in bazı yorumlarını çok seviyorum. Ama artık İbrahim Tatlıses albümü almaya elim, İbrahim Tatlıses haberi okumaya aklım, İbrahim Tatlıses izlemeye gözüm gitmiyor.
Tatlıses’in kadına bakışını ‘maço’ erkek tavırlarıyla yarattığı korku imparatorluğunu içime sindiremiyorum. İbrahim Tatlıses’i bu tavırlarıyla baş tacı yapanları da.
İbrahim Tatlıses’in çok sevildiğini, onu taklit eden çok sayıda gencin olduğunu tabii ki biliyorum. Zaten sorun da bu.
İbrahim Tatlıses sıradan biri gibi davranamaz. Bu ülkede kadına yönelik şiddet, aşağılama had safhada, İbrahim Tatlıses bir star, bu konuda sorumluluğunu bilmeli. Ona çanak tutan medya da. Hepsi bu!
Garipsedim
Mucizeler Komedisi’ni izledim. Pamela Spence’i çıplak gözle ilk kez gördüm. Şarkılarını ve yandan bağlı saçlarını anımsayınca, kendini pozisyonladığı yere bakınca ‘Pam’ bana düşündüğümden biraz daha ‘yetişkin’ geldi. Bu kez kendimi garipsedim. Niye ‘Pam’ deyince daha ‘gençlik’ algısı var ki!
Kutlarım
CHP Kurultayı’ndaki ‘kanlı savaş’ görüntüleri için başta Baykal olmak üzere tüm CHP kurmaylarını kutlarım. Bir kongre ancak bu kadar kötü planlanabilir, bu kadar kötü uygulanabilir ve bu kadar kötü imaj bırakabilir. Sorarım size, küçücük bir Kurultay’ı yönetemeyen bir parti Türkiye’yi nasıl yönetecek? Gerçekten kutlarım.
Baydı
Meltem Cumbul ‘Ayrılacak mı, ayrılmayacak mı’ tartışması resmen baydı. Meltem ‘Çok mutluyum, ayrılmıyorum’ diyor işte, daha ne istiyorsunuz? Yalan makinasına bağlanmasını mı?
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2005
<B>CHP </B>Kurultayı’nda <B>Deniz Baykal’ın </B>performansı <B>Mustafa Sarıgül’</B>ün performansıyla karşılaştırıldığında tartışmasız çok daha iyiydi. Baykal doğru bir strateji kurarak CHP ile Sarıgül’ü karşı karşıya getirmeye başardı. Baykal ‘Amerika karşıtı’ ve ‘Medya karşıtı’ söylemiyle CHP delegesine oynadı, Baykal’ın değil CHP’nin istenmediği düşüncesini hakim kıldı. Baykal, uzun süre ‘rüşvet iddiaları’ üzerine gidip Sarıgül’ü sinirlendirmeyi başardı.
Sarıgül Kurultay günü iyi bir gününde değildi. Genel olarak çizdiği ‘hırçın’ görüntü ona ciddi puan kaybettirdi. CHP Başkanlığı için ‘biraz daha pişmesi gerekir’ diyenlerin sayısını arttırdı. Sarıgül yaptığı konuşmada sakinliği ile farklıydı ama konuşmasının içeriği hiç de iyi planlanmamıştı. Sarıgül, ‘Sorun Sarıgül’ü seçmek değil Baykal’dan kurtulmak’ dedi ama bunu yeterince işleyemedi. Baykal’ın çoğunluk tarafından kabul edilen başarısızlığını yeterince vurgulayamadı. Baykal’ın getirdiği yolsuzluk iddialarına karşı vücudunu kalkan yapamadı. Baykal’ın başarısızlığını yeterince vurgulayamadı.
Sarıgül daha sakin olsa, daha ‘konulara hakim’ olduğunu gösterse, daha iyi konuşsa Genel Başkan seçilebilir miydi? Hayır. Baykal, Genel Başkanlık oylamasında, (Sarıgül daha konuşmadan) adaylık oylamasında aldığı oydan on oy fazlasını alarak yeniden şeçildi.. Sarıgül esas seçimde, adaylık oylamasına göre oy sayısını yaklaşık 100 arttırdı. Bundan anlaşılıyor ki, geçersiz oylar Sarıgül’e verilseydi bile Sarıgül 520 oyda kalır, yine seçilemezdi.
Baykal Kurultay’ın galibi. Sarıgül mağlubu mu? Asla değil. Sarıgül’ün CHP’ye başkanlık yolculuğu asıl şimdi başlıyor. İktidardaki Baykal’dan 460 oy almak Sarıgül’ün CHP’ya başkanlık adaylığını meşru kıldı. Bugünden sonra daha geniş kitleler Sarıgül’ü bu pozisyona uygun bulacaklar. Hele de Sarıgül mahkemede aklanırsa onu kimse tutamaz.Tabii Sarıgül daha ‘ciddi’ bir siyaset adamı imajı oluşturabilirse..Ya Baykal 460 delegenin oyunu alan Sarıgül’ün üzerine giderse? Sarıgül tam bir ‘siyasi mağdur’ olur. CHP potansiyel tabanını kaybeder. Atatürk’ün kurduğu partiye yazık olur.
Peki Baykal iyi konuştu da, ne oldu? Esas seçmeni etkileyebildi mi? Tabii ki hayır. Bugün seçim yapılsın Baykal’lı CHP barajın çok altında kalır. Baykal’ın gitmesini isteyen potansiyel CHP’liler delegelere inat CHP’ye oy vermezler. Hele de 674 delegenin oyu için Amerika’yı ve medyayı dilim dilim doğrayan Baykal’ın kendini ifade etme konusunda önümüzdeki dönemde daha da bir sorunlar yaşayacağı çok açıkken..
Kurultay’ın bir galibi daha var: Aylin Sarıgül. Aylin Sarıgül, zorlu Kurultay salonunda eşi Sarıgül’ü yalnız bırakmadı, eşini büyük bir bağlılıkla desteklediği yüz hareketlerinden okundu. Duyguları yansıtan bu yüz hareketleri ekranlara yansıyınca Aylin Sarıgül özellikle kadınların kalbini kazandı.
Not: Ya ‘Sarıgül aklanmazsa?’ diyorsunuz değil mi? Aklanmazsa bu sonuç Baykal’a yarar ama CHP’deki Genel Başkanlık sorgulamasını da bitirmez.
750 bin dolarlık lütfen
ÖĞRENDİĞİME göre Türkiye Futbol Federasyonu ‘şiddeti önlemek’ için başlattığı reklam kampanyası için Beyin reklam ajansına (yapım ücreti dahil), sponsorları aracılığıyla 750 bin dolar ödetmiş..İnsaf hakikaten insaf. Eğer bu kampanya 750 bin dolar ediyorsa, ben bu güne kadar ‘reklam kampanyası’ derslerinde acımazsızca eleştirdiğim bütün öğrencilerimden özür diliyorum.
‘Lütfen’ başlıklı kampanyanın bu haliyle şiddeti önlemesi mümkün değil. Nasıl önlesin ki? Bana metnin içinde geçen ‘ikna edici’ bir öge söyleyebilir misiniz? Yok.Reklamın metni de çok kötü zaten. Hele televizyon reklamı uygulamasındaki dış ses! Ne o öyle ‘ceğiz, cağız’. İnanılmaz itici. ‘Lütfen’ kampanyası bu haliyle olsa olsa Futbol Federasyonuna yönelik şiddeti körükler. Federasyonun ‘futbol’ işindeki otoritesini sağlamlaştırır ama bir o kadar onu sevimsiz kılar. Benim bildiğim Futbol Federasyonu bugüne kadar oluşturduğu iletişim dilinde hiç bu kadar ‘ukala’, hiç bu kadar ‘öğreten’ olmamıştır. Federasyon hep ‘arabulucu’, ‘sakinleştirici’, ‘üstten bakmayan’ bir imaj çizmiştir. Doğrusu da budur.
Not: Reklamlardaki yarım ‘Lüt’ ve yarım ‘Fen’ yazısını bir yerlerden anımsıyorum. Telsim logosundan olmasın.
ÇEKİRGELİK
Saygı görmek iktidar sahibi olmaktan daha arzulanır bir şeydir. (Catherine Trautman)
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2005
<B>RTÜK</B>'ten Star, Kanal D, NTV ve CNBC-e'ye birer kez program durdurma cezası geldi. Nedeni de <B>Toyota Yaris </B>reklamını yayınlamaları... Hatırlarsanız bu reklamda bir kadın düşen adamı kurtarmaya değil, tam adamın düşeceği yerde park ettiği arabasına koşuyor ve zarar görmesin diye onu çekiyordu.
RTÜK'ün TV kanallarına verdiği cezanın gerekçesi şöyle: Bu reklam insan hayatını hiçe sayıyor. Maddi değerleri öne çıkarıyor. Gelişim çağındaki çocuklara "yardımlaşma" konusunda çelişkili duygular yaşatabilir, olumsuz etkileyebilir, bencillik ve duyarsızlığı ön plana çıkarabilir.
RTÜK'ün gerekçesindeki "gelişim çağındaki çocuk"lar kısmı tamamen "kılıf". Eğer gelişim çağındaki çocuklara düşünerek "mizah" öğesini kullanan Toyota Yaris reklamını yasaklayacaksak, Türk televizyonlarında yasaklanmadık program kalmaz.
Sizce kaynana Semra çocukları nasıl etkiliyor dersiniz? Ya Kurtlar Vadisi? Her gece ana haberlerde yayınlanan adam öldürme, yaralama, tecavüz haberleri? Mankenliği fetiş haline getiren "Televole"ler.
Geçiniz. Toyota Yaris reklamını izleyen çocukların Toyota Yaris reklamını izleyip, "bencil" olacaklarını söylemek tamamen karara "makul kılıf" hazırlamaktan başka bir şey değil..
RTÜK üyeleri, belli ki liberal ekonomi içinde "tüketim toplumu" olmaktan rahatsızlar, Toyota Yaris reklamını cezalandırarak vicdanlarını rahatlatıyorlar. Çocukları da neden olarak kullanıp gelecek eleştirileri göğüslemeye çalışıyorlar
Neden? Çünkü materyalistik değer yaratımı hemen hemen her reklamda olduğu ileri sürülebilecek dolaylı bir etki. Bırakalım reklamdaki mizah öğesini bir yana, neyin materyalistik neyin materyalistik olmadığı kişiden kişiye değişecek bir olgu. Ben bir şeye materyalistik derim, siz değil dersiniz. Tartışır dururuz. RTÜK de kararının çok tartışmalı olduğunun farkında "çocukları" kalkan yaparak kendini savunmaya çalışıyor.
RTÜK'ün farkında olmadığı, "sübjektif" kararıyla reklamcılığı derinden etkileyeceği. RTÜK, diğer ülkelerde yayınlanan ve ceza almayan bir reklama "maddeciliği" körüklüyor diye ceza verirse işin şekli değişir. Reklamcılık doğasını kaybeder. Toyota Yaris de kendini ifade etme özgürlüğünü.
Bu ne demek? Artık televizyon kanalları kendilerine bir reklam ulaştığında "Acaba bu reklam ne kadar materyalist?" diye düşünecek, hatta reklama bir materyalizm testi uygulayacak, reklam materyalistik testen geçerse yayınlayacak, demek.
Bir palto reklamı düşünelim. Palto niye giyilir? Isınmak için. Bizim reklam ise "kıskandırma" temasını kullanıyor. Ya RTÜK "ergenlik yaşındaki çocuklara kıskançlık duygusu aşılıyor" derse? Reklam yayınlanmayacak.
Bir çikolata reklamı düşünelim. Özünde çikolata niye yenir? Haz almak için. Bizim reklam "en iyi arkadaşınız çikolata, başka arkadaşa gerek yok" temasını kullanırsa. Ya RTÜK "ergenlik yaşındaki çocuklara maddecilik aşılıyor" derse? Reklam yayınlanmayacak.
Hadi, RTÜK'ün materyalizm testini bizim yerli kanallara anlattık diyelim. Digiturk'ü belki ileride Star'ı almaya çalışan yabancı kanallarına nasıl anlatacağız? Türkiye’ye yatırım yapmaya hazırlanan dünya medya devlerine TF1’a, Canal Plus’a, Murdoch'a nasıl anlatacağız? Anlatamayız. "Şaka yapıyorlar" deriz. Şaka değil mi?
Niye hemen durdurmadınız
TOYOTA Yaris reklamı TV'lerde yayınlanmaya başlayalı neredeyse bir yıl olacak. Eğer bu reklamı çocukların izlemesi bu kadar sakıncalıysa RTÜK niye neredeyse bir yıl ekranda kalmasına izin verdi?
RTÜK'ün söylediği etki gerçek diyelim. Yani Türk çocukları şu anda bir yıl önceye kadar daha benciller... Bu durumda Toyota Yaris'e ve TV kanallarına reklamı düzeltip bir yıl da düzeltilmiş haliyle yayınlama cezası vermek gerekmez mi?
Yeni reklamda kadın dışarı çıkar, bir adama bakar bir arabasına, sonra adamı kurtarmaya karar verir. Slogan da şöyle olur: İnsan hayatı Toyota Yaris'ten önemli değildir!
Ya da kadın adamı bırakır, adam Toyota Yaris'in üstüne düşer. Bu kez slogan şöyle değişir: Önce can sonra canan! Nasıl?
Reklamcılar Derneği ne düşünüyor?
RTÜK, Toyota Yaris reklamı "maddi değerleri" öne çıkarıyor diye televizyon kanallarını cezalandırdı, Reklamcılar Derneği'nden ise "gık" yok.
Oysa RTÜK’ün kararı Toyota'nın konuşma özgürlüğüne vurulan çok büyük bir darbe. Toyota'nın iletişim özgürlüğünü Reklamcılar Derneği savunmuyorsa kim savunacak!
Gerçi iki reklam eleştirisini çekemeyip "sansürlenmemi" isteyen Reklamcılar Derneği'nin bazı üyelerinden bir firmanın konuşma özgürlüğünü savunmalarını beklemek safdillik ama hadi neyse. Ben yine de uyarayım. Reklamcılar Derneği RTÜK’ün kararına şiddetle karşı çıkmalı. Eğer başka "sansür" uygulamalarına maruz kalmak istemiyorsa.
Denizli’den sonra ben de İran’daydım
GEÇEN hafta dört gün "Uluslararası Birinci Halka İlişkiler Konferansı" nedeniyle İran'daydım. Yanlış okumadınız. İran'da bir "Halkla İlişkiler Konferansı" yapıldı. Hem de İran Devlet Başkanı Hatemi'nin himayelerinde...
1000 kişinin izlediği konferansta hem İran'dan, hem de değişik ülkelerden çok sayıda bilim adamı ve uygulamacı bildiri sundu. İranlı bilim adamlarının sürekli İran devletinin iyi halkla ilişkilere, toplumu bilinçlendirmeye ve şeffaflığa gereksinimi olduğunu vurgulamaları oldukça ilginçti.
Tahran Üniversitesi'nden Sosyoloji Profesörü Mohammed Javad Nateghpour "Halkla İlişkiler ve Sosyal Sermayenin Gelişme Konumu" başlıklı bildirisini sunarken, "Küreselleşmek Amerikanlaşmak değildir, Küreselleşelim ama Amerikanlaşmayalım" mesajını verince izleyicilerden büyük alkış aldı. Bu "alkışları" İran halkının değişmeye olan isteğinin bir göstergesi olarak yorumladım. İran'daki değişik gelişmeler de halkın "değişim" isteğinin büyük olduğunu gösteriyor zaten.
Bildiri sunanların birinden öğrendiğime göre sadece Tahran'da bir milyondan fazla internet kullanıcısı varmış. Büyük çoğunluk da yasak olan çanak anten kullanarak yurtdışı kanalları izliyormuş. Bütün bu veriler "molla rejiminin" küreselleşme olgusu karşısında çok fazla dayanamayacağını gösteriyor...
Gösteriyor ama İslami rejim de bir yandan çok sıkı direniyor. İran'daki konferansta "Reklamcılık ve İletişim" konulu bildiri sundum. Reklamda yaratıcılığı anlatmak için dinleyicilere üç reklam gösterecektim. Reklamların birinde kısa kollu, etek boyu dizlerinde elbise giyen ve sadece iki saniye görünen bir kadın vardı. Devrim Muhafızları bu reklamı göstermeme izin vermedi. İslami sistemin başı açık, kolsuz elbise ve etek boyu dizlerinde bir kadını görmeye iki saniye tahammülü yok. Türkiye'de İran tarzı bir rejimi özleyenlere duyurulur. İstekleri buysa bizim de sıkı direnmemiz lazım. Bilmem anlatabildim mi?
Not: İran’da hiçbir yerde vermediğim kadar çok imza verdim. İran'da bu kadar çok sevenim olduğunu görünce, CNN Türk’ün İran'da bile izlendiğini anlayınca, inanın ben de şaşırdım. Çok da sevindim.
Bravo CNN Türk.
Çekirgelik
Bir eylemin etik olup olmadığı o eylemin yapıldığı zamandaki sistemin durumuna bağlıdır.
J.Fletcher
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2005
Hırsız Var’da ciddi bir fiyaskoyla karşı karşıya kaldım. Film büyük bir rastlantılar zincirine dayanıyor.Rastlantılar hiç ‘zeki’ değil, çok bayat. Film bir ‘harala gürele’ içinde başlıyor, aynı ‘harala gürele’ içinde devam ediyor, yine aynı ‘harala gürele’ içinde bitiyor. Hırsız Var, bu haliyle ucuz İtalyan aksiyon filmlerinin kötü bir taklidinden öteye gidemiyor. Yönetmen Oğuzhan Tezcan istediği kadar filmi dijital kamerayla çeksin, makyajını ileri teknoloji ürünleriyle yapsın, filmi izleyince elde kalan ‘keçi boynuzu’ olunca, söylenecek fazla bir şey kalmıyor. Filmde mal varlığına TMSF tarafından el konulan bir işadamı var. İşadamı operasyon esnasında kalp krizi yüzünden sizlere ömür. Niye böyle bir ölüm? Niye TMSF işin içinde, belli değil? Film ilerleyince bu TMSF operasyonu yama gibi duruyor zaten. Hemen sonra bir defile hazırlığı başlıyor. Ölen işadamının karısı (Gülse Birsel) gay modacı ağabeyine (Haluk Bilginer) büyük bir defile yapmaya hazırlanıyor. Daha sonra da ortaya soyguncular çıkıyor (Fatih Akın ve Birol Ünel). Bir ara zar zor da olsa anlıyoruz ki, bu soyguncular defilenin yapılacağı otelden müzayede için getirilen tabloları çalacaklar.Film ağlarını örerken bu kez ortaya defilenin baş mankeni (Gamze Özçelik) ve onun sevgilisi, mafya babası (Mehmet Ali Erbil) çıkıyor. Tabii bu arada defileyi izlemek için gelen Televole spikerini (Dost Elver) de unutmamak gerek. Hırsız Var’da o kadar çok adam, o kadar çok olay, o kadar çok ekşın var ki, insan bazen neyi izleyeceğini şaşırıyor. Eğer Hırsız Var’da bir medya eliştirisi varsa da, bu medya eleştirisinden kimse bir şey anlamıyor.Oğuzhan Tezcan’ın film boyunca iki başarısı var. Biri birkaç kaliteli takip sahnesi, diğeri Laz mafya karakterleri gibi bazı karakterleri filmin içine yedirmesi. Haluk Bilginer ve Mehmet Ali Erbil’in performansları her zamanki gibi izlenmeye değer. Birol Ünel rolünün hakkını veriyor. Fatih Akın niye bu filmde oynamış anlamadım. Oynamasa da olurmuş. Gülse Birsel’in oyunculuğu çok itici. Onu gereksiz göğüs dekoltesi de kurtarmıyor. Gamze Özçelik’in oyunculuğu ise evlere şenlik. Sözün özü Hırsız Var’ı izlemek zaman kaybı. Kaybedecek vaktim var diyorsanız diyecek bir şeyim yok.Türkleri anlama kılavuzuBenzin alırken kasanın yanında duran kitabın kapağındaki boş çay bardağı ve üzerine ‘içmeyeceğim’ gibilerden kapatılmış çay kaşığı fotoğrafı gözüme çarptı. Kitabın ismini okudum: Türkleri Anlama Kılavuzu. Hemen altında da yazarın ismi vardı: Zeki Kayahan Coşkun. Yazar tanıdık gelmedi ama hayatını Türkleri anlamaya adayan biri olarak, hemen 2.90 YTL verdim ve kitabı eve varır varmaz okumaya koyuldum. Matrak bir kitap. Çok daha matrak olabilirmiş ama Kayahan Coşkun, elini biraz korkak alıştırmış. Ya da analizlerini biraz aceleye getirmiş. Kitabın ciddi bir Türkçe düzeltmesinden geçmesi şart. Yine de Türkleri anlamak için hiç de fena bir başlangıç değil. Birkaç maddeyi kendi yorumlarımı da ekleyerek paylaşayım bakalım siz de aynı kanıya varacak mısınız:Madde 3: Çocuk yüzmeyi çabuk öğrensin diye babası tarafından kucaklanıp denize atılır..Türkiye’de babalar sahillerin olmazsa olmazlarıdır. Yüzme öğrensin diye çocuklarını kucaklar ve ‘Sıkma kendini, rahat bırak’ diye suya atarlar. Bahane de hazırdır. ‘Olur mu? Bak Rusya’ya. Orada çocukları doğar doğmaz havuza atıyorlar, yüzmeyi öğrensin diye. Olimpiyatlarda görüyoruz herhalde...’ Madde 7: Hesap ödeyen erkek, hesabı ödemek için gereken işlemi masanın altında yapar.Türk erkeği ödediği hesabı masadakilerin görmesini istemez. Eğer görürlerse ayıp olacağını düşünür ve karşıdakilerin ‘Ulan amma da görgüsüz herif, hem ısmarlıyor hem de hesabı gözümüze sokuyor’ demesinden çekinir. Böyle bir davranışa bir de Eskimo erkeklerinde rastlanılabilir. Hesabı açıkta ödeyen Eskimo’nun eli haliyle donacaktır. Madde 11: Türkiye’de ilk, orta, lise, üniversite, yüksek lisans, doktora fark etmez, sınav kağıtları dağıtılırken, bir öğrenci mutlaka ‘Hocam istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz?’ sorusunu sorar. Aynı öğrenci, öğretmen haftaya sınav yapacağını bildirdiğinde ‘kaçıncı sayfaya kadar sorumluyuz hocam’ sorusunu soran ama yine de sınava çalışmayan öğrencidir. Madde 25: Tüm ısrarlara rağmen misafir ‘Yemeyeceğim yeter!’ diyorsa, ev sahibi son kozunu değerlendirir ve ilahi gücü cümle içinde kullanıp ‘Bak Allah’ın adını verdim’ diyerek misafiri köşeye sıkıştırır. Misafir bunun üzerine midesi dolu olsa da, ilahi kudret korkusundan mıdır kaçış yolu kalmamasından mıdır, ne var ne yoksa bir çırpıda yer. Madde 31: İşyeri açılışının yapıldığı gün satılan ilk üründen elde edilen para (siftah parası) bereket getireceğine inanılıp çerçeveletilir ve işyerinin duvarına asılır.İşyerleri açılışı çok önemlidir. Alışveriş yapanlar ürünlerin gerçek karşılığını değil, gönüllerinden geçeni kasaya bırakırlar. İlk alışveriş parası herkese gösterilir.Madde 34: Üzerinden araç geçsin ve temizlensin diye işyeri paspasları cadde ortasına fırlatılır.Sinek avlayan esnaf Türkiye’de temizlik hastası kesilir. Alır eline hortumu baştan aşağı dükkanının bulunduğu caddeyi, kaldırımları bir güzel sular. O da yetmez, yandaki caddeleri ve sokakları da sulamayı iş edinir. O arada paspaslar da temizlikten payını alır. Madde 42: Misafirlikte kolonya ikram edilirken büyüklerin ellerine çocukların kafasına dökülür. Aynı misafirlikte biraz büyük bir çocuk varsa mutlaka ‘Geçen bunu hamama götürdük. Babasını da getirseydin bari dediler’ geyiği mutlaka yapılır. Madde 46: Durakta değil de, her el kaldıran yolcu gördüğünde duran otobüse halk otobüsü denir. Halk otobüsü halkı kırmaz, durur.Halk otobüsünün belediye otobüsünden tek farkı budur.Madde 49: Sehirlerarası otobüs yolculuklarında kan bağı yoksa (karı, koca, yeğen, yenge gibi) bayan yanına erkeğin oturması firma tarafından kabul edilmez..Türkiye’de en önemli namus bekçileri otobüs muavinleridir. Muavinlere göre birbirlerini hiç tanımayan iki karşı cinsin, mesafe olmaksızın seyahat etmesi, ateşle barutun birbirine bitişik iki koltuktan bilet alması gibi bir şeydir. Buna asla izin vermezler. Ancak gidilecek yol boyunca erkeğin yanına oturtmadıkları genç kızı kesmeyi de ihmal etmezler.Madde 63: Gelinin belinde yer alan kırmızı kuşak bekareti simgeler.Damadın elbisesi üzerinde renkli bir çaput parçası, herhangi bir işaret bulunmadığından cinsel geçmişi hakkında fikir yürütmek mümkün değildir. Aslında bu geçmişle pek ilgilenen de yoktur.Madde 64: Kafa bir yere çarptığında şişmesin diye çiğnenmiş ekmekle ovalanır.Türklerin ‘Kendi kendine tedavi’ yöntemleri sadece bunlarla bitmez. Ağrıyan yere sıcak tuğla konur. Isıtılmış çay bardakları ile sırt çekilir. Arpacık çıkmış göze sarmısak sürülür. Sarılık olmuş kişiye kendi idrarı içirilir. Kesilen ve kanayan yere tütün basılır. Paslı çivi batan yer sopayla dövülür. Burkulan yere biftek bağlanır. Yanan yere diş macunu sürülür.Madde 66: Bütün ilaçlar buzdolabında saklanır.Buzdolabının kola, su, gazoz koyulan bölgesi ilaçlara yetmeyince, ilaçlar yumurtaların bulunduğu alanda, kurumuş yarım limonlara komşuluk yapar. Madde 75: Sokak ortasında aşka gelip sevişen, kedi, köpek at gibi hayvanlar önce ‘Hoşt, kışt, pişt, aloooo’ denilerek uyarılır. Sevişme halinin devam etmesi durumunda hayvanlar sopa benzeri bir cisim kullanılarak ayrılır.Üç-beş güvercin bir araya gelip, buldukları kırıntıları kafalarını delirmişçesine öne arkaya sallayarak tetikte yerken, kendilerine doğru aniden koşan birini gördüklerinde topluca kaçarlar. Güvercinler neden böyle bir davranışla karşılaştıklarını anlamazlar. ‘Kışşşt’ diye ses çıkarıp güvercinlerin ortasına dalan bir Türk’ün de anlaşılacak bir hali yoktur zaten.Nasıl? Haklı mıyım? Zeki Kayahan Coşkun kitabında 76 maddede kalmış ama hepimiz biraz zorlarsak çok rahat Türkleri anlama kılavuzunu 1000 maddeye çıkarabiliriz. Varsa aklınızda bize özgü, komik bir davranışımız hemen bana bir e-posta gönderin, elbirliği ile kılavuzumuzu genişletelim. CUMA TAKINTISIBu hafta Kentucky Fried Chicken’daki yeni bir ürüne takıyoruz: Dürüm. Sonunda KFC de dürüme yenilmiş! Ama iyi de olmuş, ortaya lezzetli bir Amerikan-Türk ortak yapımı fast- food mönü çıkmış. KFC’de haşlanmış mısıra özellikle dikkat. Nasıl hep aynı tadı tutturmayı beceriyorlar bilmiyorum ama KFC’de yediğim haşlanmış mısırın tadına doyamıyorum. CUMA ALINTISIBir kadını idare eden bir milleti de idare eder. (Balzac)
button
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2005
Medyatava adlı internet sitesinde okudum. Medyatava da Zaman’dan alıntı yapmış. TRT reyting kuruluşu AGB’ye rakip oluyormuş.TRT, AGB’nin ölçümlerinden memnun değilmiş. TRT kanallarının Türkiye’nin dört bir yanında izlenebildiğinden hareketle sonuçların daha farklı olması gerektiğini savunuyormuş. TRT elinde bilimsel bir veri olmadığı için tezini ispatta zorlanıyormuş, bu nedenle TRT yönetimi ‘Ulusal Televizyon Yayınları Türkiye Geneli Kamuoyu Araştırması’ yapıyormuş..***TRT, 2005 yılı içinde 45 üniversite ve 100 kişilik bir bilim heyeti ile her ay ulusal ve bölgesel çaplı reyting araştırmaları yapacakmış. Şimdiye kadar sadece AGB tarafından reyting ölçümü yapılan televizyonların gerçekte ne kadar izlendiğini ortaya çıkarmak isteyen TRT, 45 üniversitenin istatistik, sosyoloji bölümleri veya iletişim fakülteleri ile diyalog kuruyormuş.. TRT Araştırma-Planlama Koordinasyon ve Değerlendirme Başkanı Mehmet Mete yaptığı TRT’nin ölçümlerinin bilimsel ilkelere bağlı olarak yürütüldüğünü kaydetmiş; ‘AGB’nin reyting ölçümlerinde reklam veren firmaların kararlarının büyük etkisi var’ demiş. Bu konuda rakibinin de olmayışı AGB’nin sonuçlarını karşılaştırma zorluğu çıkarıyormuş.. Anlayacağınız TRT yıllardır yaptığı hatayı tekrar etmeye hazırlanıyor. TRT yönetimi hálá şu basit gerçeği anlayamadı. Anket yöntemiyle TV ratingi ölçmek dünyada tarihe karıştı. TRT isterse Türkiye’nin tüm üniversitelerini, tüm fakültelerini, tüm araştırmacılarını bir araya getirsin anket yöntemiyle geçerli bir ‘rating’ sonucu elde edemez. ‘Dün gece hangi kanalı kaç dakika izlediniz’ sorusuna şu anda bu yazıyı okuyanlardan doğru yanıt verebilen var mı? Yok. TRT araştırmasında niye olsun ki? Üstelik o araştırma yapıldığında aradan analiz için üç ay geçecek ve geçerli olmayan sonuç da tarih olacak. TRT bir yanlışa son versin ve geçerliliği olmayan ‘rating’ araştırmaları yapıp hem paraları çarçur etmesin hem kafaları karıştırmasın. ***AGB örnekleminden yakınılıyorsa, yapılacak olan TİAK’da mücadele edilip örneklemi değiştirmektir. Eğer orada sonuç alınamıyorsa, yapılacak iş kendine ‘peoplemeter’ kullanarak ölçüm yapan yeni bir şirket bulmak, sonra yılda bastırıp on milyon doları, beş bin kişilik yeni bir panel kurmaktır. Aksi davranışlar TRT’nin ağır başlılığına, bilgeliğine yakışmıyor. TRT bu ülkenin hep öğreteni olmuştur. Araştırma konusunda da kimseyi yanıltmamalıdır.Yöntemleri söyleseniz ya..Türkiye Aile Planlaması Derneği’nin sinemalarda oynayan reklamlarını izledim.. Kampanyada Meltem Cumbul, Öykü Serter gibi ünlüler, genç kadınları ‘Yeni korunma yöntemleri hakkında bilgilenin’ diye uyarıyorlar. Reklamın sonunda da bir telefon numarası ve internet sitesi adresi veriliyor. Dikkat çekip, bilgi alınacak adresin verilmesi teknik olarak doğru. Ancak Türkiye Aile Planlaması Vakfı niye daha doğrudan bir yaklaşıma başvurmamış, onu anlayamadım. Ünlülere yeni yöntemler anlattırılsaydı ya.. Ya da yeni yöntemleri anlatan başka öyküleme yöntemleri kullanılsaydı. Yeni yönetmeleri anlatacak kadar zaman varken, niye sağ elle sol kulak tutulur? Yeni doğum kontrol yöntemleri doğrudan anlatılsaydı çok daha fazla genç bir aşama önde yakalanabilirdi. Hem sinemadayız, utanacak ne var? Çocuklar mı?.. Film seçimi çocuklara göre yapılır, olur biterdi. Garipsedim..Bizim Dış Haberler Servisi’ndeki arkadaşlar İngiltere’de yaşayan Ben Wittaker isimli erkek çocuğunu haber yapmışlar. Ben, ne kadar kötü yaralanırsa yaralansın acı hissetmiyormuş. Dünyada sadece 32 kişide görülen bu hastalık ülkemizde sadece 1 kişide varmış. Bu haberi garipsedim. Bu kadar çok ümitsiz aşk dizisi izleyen bir milletin bütün evlatlarının acıya ne kadar dayanıklı olduklarını kanıtlamak için doktor raporuna gerek var mı? Baydı..Hırsız Var’ın ‘Türk işi ekşın’lı tanıtım kampanyası baymayı bırakın ‘bööö’ dedirtti. Tanıtım işinde kantarın topuzunu kaçırmamak lazım. Kaçırırsanız ve de tanıttığınız şey ürküttüğünüz kurbağaya değmezse işte böyle hayal kırıklıkları döner gelir, bayıltmanın bedelini ödetir. Kutlarım..Anımsayacaksınız iki üç yıl önce Haluk Bilginer Marshall’ın reklamlarında da hafiften ‘gay’ modacı rolündeydi. Hırsız Var’ı izlerken birden Marshall reklamındaki ‘gay’ tiplemesiyle Haluk Bilginer gözümün önüne geldi. Bir oyuncu bir tiplemeyi bu kadar iyi ilerletebilir. Kutlarım. Gönül Yarası’nın sonu‘Gönül Yarası’nın sonu’ tartışmasını bundan 15 gün önce ilk kez Anadolu Üniversitesi Rektörü Prof. Engin Ataç’la yaptım. Ataç filmi çok beğenmiş ama sonunu beğenmemişti. ‘Keşke otobüsle İstanbul’dan ayrıldıklarında film bitseymiş, çok eğreti bir final olmuş’ diyordu. Hıncal Uluç da daha sonra köşesinde Gönül Yarası’nın sonunu beğenmediğini yazdı. Ben ise en çok filmin sonunu beğendim. Yavuz Turgul’un ‘sahneleri birbirine bağlama’ yeteneğine filmin finalinde bir kez daha hayran oldum. Finalde Meltem Cumbul ve Şener Şen’in bakışmalarını gören Timuçin Esen’in davranışı bize onun patolojik aşkının ne kadar şiddetli olduğunu gösterdi. Bu sahne yaşanmasaydı Gönül Yarası’nın ‘Yara’sı bu kadar anlamlı olmazdı.
button
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2005
<B>İnsanların</B>, geçmişin kötü deneyimlerini anımsayarak, Bireysel Emeklilik Sistemi’ne şüpheyle bakacaklarını tahmin etmek zor değildi. Öyle de oldu... EGM verilerine göre 31.12.2004 tarihi ile 11 firmada BES’e katılanların sayısı, 314.010’da, toplam sözleşme sayısı ise 328.682’de kaldı. Katkı payı ise 228.1 trilyon TL oldu.
Oysa ilk yıl BES’e 400-450 bin kişinin katılması bekleniyordu.
Yukarıdaki rakamlara bakarak Bireysel Emeklilik Sistemine hız kazandırmak için ‘Ne yapılabilir acaba?’ diye düşünürken Ak Emeklilik’in ‘gerçek hayattan tanıklık’ reklamları çıktı geldi. Gerçek müşterilerin yer aldığı dört ayrı reklamdan daha ilkini görür görmez ‘İşte yapılması gereken bu, tam sırasıydı’ diye geçirdim içimden. Çünkü Rogers’ın ’Yeniliklerin Yayılması’ kuramına göre BES’cilerin artık iletişim sürecinde ikinci aşamaya yani ‘onaylatma’ aşamasına geçmelerinin zamanı gelmiş de geçiyordu.
Kampanya’nın sonuçlarını öğrenmek için Ak Emeklilik Genel Müdürü Meral Ak Egemen’i aradım. Ak Egemen’in ağzı kulaklarındaydı,‘Atıf Hoca, ilk defa doğrudan satışa dönen bir reklam kampanyası yaptık’ dedi.
Ak Egemen’in söylediğine göre kampanyada televizyon ve basın ana mecra olarak kullanılmış. Radyo, açıkhava, sinema ile de kampanyanın etkisi güçlendirilmiş. Ak Egemen basın reklamı yatırımlarını geçen döneme göre iki kat arttırdıklarını özellikle vurguladı.
Reklamın getirlerine gelirsekÖ Akemeklilik Çağrı merkezi Genel Bilgi Grubu’na gelen telefon sayısında, reklamdan bir önceki haftayla kıyaslandığında % 129, Kasım ayına göre yapılan sözleşme sayısında ise % 1336 artış görülmüş.
Ak Egemen ‘Bu sonuçlardan emindik çünkü 4 ayrı grup tartışmasında reklamın başarısını test ettik, mesajların yerlerini bulduğunu gördük. Tartışmasız herkes bu filmde ‘güveni’ hissettiğini söyledi’ dedi.
Kanımca şaşıracak bir şey yok, reklam işinde doğru mesajı doğru yerde verirsen başarı kendiliğinden geliyor. Eğer Ak Emeklilik tanıklık filmlerini biraz daha belgesel havasında çekse çok daha iyi sonuçlar da alabilirmiş.
Ak Emeklilik’in elde ettiği reklam sonuçlarından Türk reklamverenlerin özellikle çıkaracakları bir ders var. Ak Emeklilik kampanyasında reklamın etkileri her hafta ‘kümülatif’ olarak beyinlerde oluşmuş ve daha sonra üçüncü hafta sonunda 750 GRP’ye ulaşıldığında satış patlamıştır. Eğer Ak Emeklilik, reklam kampanyasına 250 GRP seviyene ulaştığı ilk hafta sonununda son verseydi, asla bu satış seviyesine ulaşmazdı.
Çıkarılacak ders şu: Sadece bir kere Kurtlar Vadisi’nin içine girip ya da bir tane çeyrek sayfa reklam yayınlayarak satış elde edemezsiniz. Mesajın beyinde birikmesi için hedef kitleye zaman tanımak gerek.
Satışçılarınız reklamınızı sevmeli
MERAL Ak Egemen yaptıkları tanıklık kampanyasına ilişkin Ak Emeklilik Finansal Danışman ve Ekip yöneticilerinden gelen bazı yorumları da benimle paylaştı. Reklam kampanyalarıyla ilgili olarak satış elemanların ne düşündüğü çok ama çok önemlidir. Özellikle yüzyüze satış desteği gerektiren işlerde satış işindekiler reklamınızı dışlarsa, reklamın etkisinin satışa dönüşmesinde sorunlar ortaya çıkabilir. Bakın başarılı bir kampanyada satış elemanlarının yorumları da nasıl oluyor:
‘Yeni başlayan reklam filmimizde rol alan kişilerin gerçek Ak Emeklilik müşterilerinden olması bir güven uyandırıyor.’
‘Bence bu gerçekçilik rakip firmaların reklamlarından daha inandırıcı reklam yapmamızı sağlamış..’
‘Bugün Finansal Danışmanımız BES yaptırmaya gelen bir müşteriden söz etti. Eşi müşteriye hadi git sen de Ak Emekli ol demiş. Bu çok hoşuma gitti.’
‘Tam anlamıyla kafamda çizdiğim, böyle olsa daha iyi olur dediğim bir reklam olmuş..’
‘Farklı kesimlerden kişilerin emeklilik sistemine dahil edilmesini vurgulaması, kişilerin direkt fayda tanımı yapması oldukça iyi bir izlenim bırakıyor. İşimizi kolaylaştıracağına inanıyorum..’
‘Ak Emekliliğin profesyonel, kolayca ulaşılabilen ve bilgi alınabilen, güvenilir, ciddi bir kurum olduğu belirtilmiş. Bence geri dönüşleri çok olumlu olacak.’
Çekirgelik
Marka bir ikon, bir slogan ya da bir misyon ifadesi değildir. Marka bir firmanın arkasında sürekli durduğu bir vaattir.
(Brad Vanuken)
DÜZELTME
DÜN ‘Gazete Pazarlaması Dersleri’ başlıklı yazımda bir karışıklık olmuş. İlk paragrafta Sabah gazetesinin 17 Aralık’ta hafta içi fiyatını indirdiği yazılmıştı. Bu tarih 17 Ocak 2005 olacak. Hürriyetin promosyona başlama tarihi ise 17 Ocak değil, 19 Ocak 2005. Düzeltir özür dilerim.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2005
<B>SABAH</B> Gazetesi 17 Aralık’ta hafta içi fiyatını 35 kuruştan 25 kuruşa indirdi. Acaba neden? Güçlü farklılaşmış bir marka niye durup dururken, uygulanması en kolay pazarlama taktiğini seçip, fiyat indirsin? Hem de zarar etmeyi göze ala ala... Üstelik de Sabah Gazetesi’nin yaşamasında <B>‘kamu yararı’</B> varken! Tam bu noktada, Sabah’ın fiyat indirimine neden olan öyküyü anlatmam şart. Bildiğiniz üzere Sabah ve ATV’nin sahibi Dinç Bilgin, Etibank’ı aldı, banka battı ve devlet (TMSF) Etibank’a el koydu. Bilgin’in yaklaşık 1 milyar dolarlık borcuna karşılık devlet Sabah’ı ve ATV’yi Turgay Ciner’e kiraladı. Bu borç karşılığında yeni sahibin devlete her yıl 10 milyon dolar vermesi gerekiyor. Ancak geçen yıl TMSF’ye sadece 2 milyon dolar ödeme yapıldı. Doğan Grubu gazetelerinde de haklı olarak bu ‘haksız rekabet’ olayı dile getirildi.
Niye getirilmesin ki? Pepsi devlete borçlarını ödemese ve kazandığı parayı elini güçlendirmek için harcasa Coca-Cola gazetelere ‘Adalet istiyorum’ diye sayfa sayfa reklam vermez mi? Aynı şeyi Macintosch Apple, Sabancı Koç, Ülker Eti için yapmaz mı? Yaparlar. Sürekli yazıyorum, ortada medya savaş falan yok, ortada bir işletmecilik savaşı var, pazarlama savaşı var. Sabah’ın fiyatı da bu nedenle indirildi. Sabah, ‘Adaletsiz uygulamaya izin vermeyiz’ diyen Doğan Grubu'na pazarlama atağı ile yanıt verdi, Doğan Grubu’nun amiral gemisi Hürriyet’i geçmek üzere 10 kuruşluk fiyat indirimine gitti.
SONUÇ NE OLDU
Doğan Grubu, Sabah’ın fiyat indirimine çok akıllı bir taktikle karşılık verdi. Posta Gazetesi'nin fiyatını hafta için 10 kuruş indirip 15 kuruşa çekti. Posta daha ilk günden itibaren 130 bin tiraj artışıyla, fiyat savaşından kárlı çıkan (tiraj açısından) gazete oldu. Sabah’ın tiraj kazancı 80 binde kaldı.
Karşı atak başlatılan Hürriyet Gazetesi ise neredeyse hiç etkilenmedi. Hatta Hürriyet Gazetesi pazartesi gününden itibaren (17/01/2005) günlük promosyona başlayarak tirajını artırdı (480 bin satış). Böylece Sabah ile arasındaki satış farkını yine yükseltti. Hürriyet 480 bin, Sabah 410 bin sattı, fark 70 bin oldu. Sabah Gazetesi 24 Mart 2004'ten bu yana 350 bin liraya, Hürriyet ise 31 Ekim 2004'ten bu yana 350 bin liraya satılıyordu. Sabah Gazetesi 16 Nisan 2001'de yaptığı zam ile 225 bin liradan 250 bin liraya fiyatını artırmıştı. Dolayısıyla fiyat olarak, 16 Nisan 2001 tarihine dönüş yaptı.
BUMERANG ETKİSİ
Yani sonuç? Sabah pazarlamadaki tipik ‘bumerang’ etkisinin kurbanı oldu. Orta fiyat kategorisine inerek üst kategorideki ‘reklam’ taşıma gücünü belirsiz hale getirdi. Hürriyet’in marka gücünü, okur bağlılığını ve içerik kalitesini bir kez daha ispatlamasını sağladı. Orta kategoride istediği tirajı alamayarak, Posta Gazetesi'ni hem kalite hem kantite açısından yukarı ittirdi. Demek ki, markanın sahipleri Sabah’ı yeterince farklılaştıramamışlar. Bunu ben söylemiyorum, yapılan hamlenin pazar sonucunu özetliyorum.
Bir uyarı yapmak şart: Sabah’ın yeni pazar konumunu, TMSF ‘kamu yararına’ çok iyi izlemeli. Eğer izlemezse TMSF önce Sabah’ın kendisine haksızlık eder. Neden? Sabah’ın son rekabet hamlesinin rasyonel pazar güdülerinden kaynaklanmadığı ortada. Ticari manevranın sonucu belli. Gazete kategorisinde satışlar ile gazete maliyetleri karşılaştıran herkes ‘indirim’in uygulanamaz bir pazarlama taktiği olduğunu bir çırpıda anlar. Eğer size borcu olan kişi bile bile zarar edeceği bir ticari manevra yapıyorsa, buna izin verir misiniz? Vermezsiniz... Sonucu bekleyeyim derseniz iş işten geçmez mi? Geçer. O halde?
Not: Yazıda Yaysat’ın tahmini verilerini kullandım.
Sıkıldım nesli
BAYRAM süresince Himinilerle (Görkem 12, Gülce 17) önemli bir İstanbul turu yaptık. İlk gün ilk durağımız Miniatürk oldu. Miniyatür maketler himinilerin ilk başta dikkatini çekti, beğendiler ancak sonuna kadar dayanamadılar, sıkıldılar.
Miniatürk’te maketlerin önünde sesli rehber makineleri var. Biletinizin ucunu bu cihaza sokunca, başlıyor bir ses minyatüre esas olan mekanın tarihini anlatmaya. Himiniler çoğu zaman bu açıklamaları bile sonuna kadar dinleyemediler, ‘sıkıldık’ deyip başka makete geçtiler. Görkem ‘Sinemaya Gidelim’, Gülce ‘Akmerkez'e gidelim’ diye tutturdu. Önce Akmerkez'e gittik. Mango’dan alışveriş yaptık, Gülce rahatladı. Sonra ‘İnanılmaz Aile’ye gittik, Görkem çok eğlendi, rahatladı.
İkinci gün sabahtan Rahmi Koç Müzesi'ne gittik. Bir iki dolandılar. Bazı cihazların nasıl çalıştığını görmek hoşlarına gitti. Tarihi otomobilleri yakından görünce heyecanlandılar. Uçağa binmeyi istediler, bindiler. Sonra sıkıldılar. ‘Ne var burada, niye geziyoruz" demeye başladılar. Üst katta internet bulup, girdiler, biraz rahat ettiler. Sonra, "Sinemaya gidelim’ diye tutturdular.
Öğlenden sonra haydi biraz eğlenceli bir yer olsun diye Tatilya’ya gittik. Tatilya çok kalabalıktı, iğne atsan yere düşmeyecek halde. Suyun içinde giden kütüklere bindik, sonra korku ve sırlar müzesine. Yine sıkıldılar. ‘Sinemaya gidelim’ diye tutturdular. Beyoğlu’na indik, ‘Hırsız Var’a gittik. Vurdu, kırdı Görkem’in hoşuna gitti, Gülce sıkıldı. Yapacak bir şey bulamadık, sıkıldığı ile kaldı.
Anlayacağınız karşımızda tam bir ‘sıkıldım nesli’ var. Her şeyden çabuk sıkılan, eğlendirmesi zor bir nesil. Korkarım gelecekte bu gençliğe dalga geçmek için Semranım da yetmeyecek! Yandık!
Ne oluyoruz
HIRSIZ Var’ı Beyoğlu Fitaş’ta izledim. Salon tıkabasa doluydu. Arkamda oturan aile uyanıklık yapıp çocuklarına bilet almamış, kucağa oturtmuşlardı. Hemen yer göstericiler gelip, aileyi çocuğa bilet almaları konusunda uyardı. Aile direndi. Yer göstericiler ısrar etti. Aile ‘Mübarek bayram günü’ deyip gariban edebiyatı yaptı. Yer göstericiler ‘paranızı verelim, siz de çıkın’ diye kibarca kapıyı gösterdiler. Aile, çaresiz kabul etti, gitti bilet aldı.
Film başladı. İlk yarıda üç kere makine arıza yaptı, film kesildi, ışıklar yandı. İkinci yarıda yine arızalar devam etti. İzleyenler alkışla, ıslıkla protesto etmeye başladılar. Sinirlenip filmi bırakanlar oldu. Yine filmin en önemli yerinde arıza olunca izleyenlerin yarısından fazlası salonu terk etti. Fitaş yöneticileri de filmi yarıda bırakıp çıkanların parasını hiç terslenmeden geri ödedi.
Teknoloji ciddi bir iş
‘HIRSIZ Var’ı izledim. Tam bir ekşın rezaleti... Mehmet Ali Erbil ve Haluk Bilginer’in oyunculukları dışında izlenecek bir şey yok. Gülse Birsel ve Gamze Özçelik’i izlemek ise insanı ciddi bir strese sokuyor. Her neyse Hırsız Var’la ilgili düşüncelerimi Hürriyet Cuma’da okuyacaksınız. Ben şimdilik burada Hırsız Var’ın içindeki ürün yerleştirmeleri hakkında bir iki laf edeyim.
Hırsız Var’ı izlerken anladım ki Simens Mobile ve Sony Vaio filmin içine ‘ürün yerleştirme’ yapmışlar. Filmde kullanılan masaüstü bilgisayarla Sony Vaio, telefonlar da Siemens Mobile markalı. ‘E ne var bunda, ne güzel’ diyorsunuz değil mi? Çok şey var. Hem Sony Vaio hem de Siemens Mobile teknoloji satıyorlar. Durdukları yerde, işin içinde bir mizah olsa bile bir ciddiyet olması gerekiyor. ‘Hırsız Var’da bu anlamada Sony Vaio ve Siemens Mobile’ı taşıyacak bir ciddiyet yok. İnsan ister istemez ‘Bu iki markanın yöneticileri senaryoyu okumadılar mı? Ortaya çıkan filme bakmadılar mı acaba?" diye düşünüyor. Ürün yerleştirirken sadece ürünün yerleştirildiği yere değil, ‘taşıyıcı’ olarak filmin tamamına bakmak gerekir. Filmin mesajı markaya yakışmalı. Tabii eğer sadece ‘bağış’ yapmıyorsak..
Çekirgelik
Bazen elinize bir torba çimento ve bir kova su geçer. Bunları kullanıp basamak da yapabilirsiniz, duvar da örebilirsiniz.
(Jefffrey Gitomer)
Yazının Devamını Oku