4 Mart 2005
Kısa bir süre önce ‘Türk Sineması pazarlamayı bilmiyor, tanıtımı bilmiyor’ diyorduk. Türk sineması tanıtım işini kısa sürede çözdü. Hatta tanıtımı biraz fazla abarttı. Hatta vur dedi mi öldürdü. Eğreti Gelin’i izliyorum, neredeyse bilmediğim karesi yok! Tamam ben de biraz abartmış olabilirim, ama tanıtımın bu kadarı da fazla. Zaten şunun surasında üç beş medyayız, hepimiz birbirimizi biliriz. Tanıtım dediğin şeyin de suyunu çıkartmamak lazım. Sonra filmin bütün büyüsü bozuluyor. Eğreti Gelin’i izlerken biraz böyle duygularla izledim. Neredeyse yazılan çizilen her şeyi okuyarak gittim. İzlerken Eğreti Gelin kafamda neredeyse Dümdüz Gelin haline gelmişti..
Eğreti Gelin’in teknik kalitesini çok beğendim. Atıf Yılmaz ve ekibi çok çalışıp ortaya görüntü kalitesi oldukça yüksek bir film çıkarmış. Her kareyi oya gibi işlemiş. Film biraz ağır ilerliyor ama ‘ağırlık’ asla rahatsız edici boyutlarda değil. Film, bildiğiniz üzere 1930’larda geçiyor. Bir beşik kertmesi söz konusu. Ancak oğlan (Ali) daha on sekizinde ve evliliği pek ciddiye alır tarafı yok. Onun aklı fikri tiyatrocu olmakta. Nişanlısı ise ‘Oğlan ne zaman büyüyecek de ilk tensel teması gerçekleştirecek’ diye beklemede... Bunun üzerine oğlanın ailesi oğlana ‘erkekliği’ öğretsin diye 35 yaşındaki Emine’yi tutuyor. Emine bu durumda Eğreti Gelin olmuş oluyor. Yani gelin asıl gelin değil. Erkekliği öğretecek gidecek, yerine bizim beşik kertmesi kız bakacak.
Ali’yi Onur Ünsal, Emine’yi Nurgül Yeşilçay oynuyor. Onur Ünsal oldukça başarılı. Nurgül Yeşilçay’ın Asmalı Konak’taki halinden farklı bir hali yok. Kendini tekrar etmiş. Sadece Atıf Yılmaz’ın dokunuşuyla çok güzel bir kadın olduğu daha da bir ortaya çıkıyor. Atıf Yılmaz her nedense filmin gerektirdiği erotik sahnelere yer vermemekte direnmiş. Ali ile Emine arasında estetik seviyesi yüksek bir sevişme sahnesi mutlaka gerekliymiş. Ama Atıf Yılmaz gerek görmemiş, sadece aradaki aşkı yeşertmekle yetinmiş. Bence büyük hata etmiş. Eğreti Gelin’in neresi eğreti pek ortaya çıkamamış.
Müjde Ar ve Fikret Hakan anne-baba rolünde gayet iyi oynuyorlar. Müjde Ar ‘meraklı’ anne rolünde oldukça başarılı. İzlemesi keyifli. Hani insan biraz daha fazla rolü olsa da Müjde Ar’a doysa diye düşünüyor.
Filmin en beğenmediğim yönü final sahnesi. Atıf Yılmaz son sahneyi biraz aceleye getirip ilkokul müsameresine çevirmiş. Bu sahnede Şevket Çoruh ve Nurgül Yeşilçay’ın bakışmaları hiçbir şey ifade etmiyor. Bu sahne bize Çoruh’un geçirdiği değişimi anlatamıyor. Ne dediğimi anlamak isteyen Gönül Yarası’nın son sahnesine baksın. Burada Yavuz Turgul kısa süre içindeki bakışmayla öyle bir duygu uyandırıyor ki, Meltem Cumbul’un niye öldürüldüğünü anlıyorsunuz. Anlayacağınız Eğreti Gelin’in sonu biraz hayal kırıklığı. Gidelim mi? Bu bir Atıf Yılmaz filmi. Her zaman görmeye değer.
Can Gürzap ve Nurseli İdiz şiir gibi
Tiyatro Kedi’de Can Gürzap ve Nurseli İdiz, ‘Salıncakta İki Kişi’ isimli oyunda harikalar yaratıyorlar. Oyun şiir gibi akıyor. Sahnede iki oyuncu da bir kez daha devleşiyorlar. Can Gürzap boşanmak üzere olan başarısız bir adamı, Nurseli İdiz ise hayata tutunmaya çalışan, bu adama aşık olan, hayatına daha önce çok sayıda erkek girmiş bir kadını oynuyor. İkisi salıncağa binip ‘boşanma sürecinde’ birlikte sallanıyorlar. Adam eski karısı ile ilişkide... Kadın kıskançlık krizlerinde... Kadın yeni arkadaşlar peşinde... Bu kez adam kıskançlık krizlerinde... Adam katı, adam eski hayatının izlerine hapsolmuş... Kadın ‘Acaba eski hayatından tamamen kurtulup benim olacak mı?’ diye beklenti içinde... Hoş bir oyun. Kaçırmayın derim.
Takma dişliler
Pardon’da Ferhan Şensoy ve Bülent Kayabaş, Eğreti Gelin’de Fikret Hakan... Hepsi ‘takma diş’ yaptırmışlar. Hepsinin de konuşması değişmiş. Başka bir insan olup çıkmışlar. Sanki daha önceki Fikret Hakan, Bülent Kayabaş, Ferhan Şensoy konuşmuyor, yerlerine daha kibar, daha ‘tıslayan’, daha ön dişlerinin arasından biri konuşuyor. Hatta hepsi aynı şekilde konuşuyor. Niye bu böyle oluyor? Takma diş yaptırdıktan sonra ‘konuşma tipi değişimi’ normal mi? Yoksa bizim diş hekimleri doğru dürüst ‘diş takmayı’ beceremiyorlar mı? Yoksa diş taktırdıktan sonra eskisi gibi konuşmak için bir eğitim gerekiyor da bu eğitime mi önem verilmiyor? Eğer ‘konuşma değişimi’ normalse ‘takma diş’ yaptıracak sanatçıların işi enine boyuna bir kez daha düşünmelerinde fayda var galiba. Tekrar izleyin bakın, bana hak vermezseniz ne olayım.
CUMA TAKINTISI
Bu hafta The Marmara Cafe’de yediğim ‘dört mevsim’ pizzaya taktım. Keçi peyniri, kırmızı biber, diğer sebzeler karışınca çok hoş bir tat olmuş. Tabii ki ağırlıklı olarak ağızda keçi peynir tadı kalıyor. Bu hafta sonu değişik bir tat arayanlara öneririm. Takın...
CUMA ALINTISI
‘Aman hiç merak etmem, ben öyle kıskançlıktı hesap sormaydı gibi şeyleri hiç yapmam’ diyerek erkeğin hayatını kolaylaştırdığı ölçüde onu elde edeceğini zanneden kadınlar duruma uyanana kadar, erkekler kadınları eğlenilecek ve evlenilecek diye ayırmaya devem edecekler’. (İlhan Uçkan)
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2005
Ferhan Şensoy’un yeni kitabı <B>Hacı Komünist</B>’i bir çırpıda okudum. Şensoy Hacı Komünist’te bir yandan Şans Kapıyı Kırınca filminin perde arkasını anlatıyor bir yandan da Küba’nın tarihini özetliyor. Şensoy anlatımı her zamanki gibi çok akıcı, yaptığı dil oyunları da insanın beynine ziyafet çektiriyor. Son zamanlarda Ferhan Şensoy üzerine yaptığım yorumlar onu sinirlendirmiş olacak ki, Hacı Komünist’te yer alan anılarında bana da ‘selam çakmayı’ unutmamış:
‘Reklam izlemiyorum. Reklam niye meşhur oluyor, onu da tam çakabilmiş değilim. Ali Atıf Bir Hoca’nın reklam eleştirisi yazmasına gıcık oluyorum. Ayrıca kendisinin bu ve her konuda biricik olması da sinir dağlayıcı. Ali Atıf İki Hoca, ya da bir sürü hoca olsa daha şenlikli olacak ortalık ve ben sinirimi yelpazelemek zorunda kalmayacağım. Herkes ‘hoca’ olunca genel bir huzura ereceğim ve öğrenci olarak sıfırdan başlayacağım hayata. Reklamın, reklamı çeken şirketle, reklamı yaptıran arasında bir toplantıdan başka ne eleştirisi olabilir? İsterse Ali Atıf Hoca o toplantıya b.k yedibaşı olarak katılabilir.’
Ferhan Şensoy ‘reklamı, reklamı çeken şirketle reklamı yaptıran arasında bir toplantıdan ibaret’ gördüğü sürece bana ‘gıcık’ olmaya devam edecek. Yapacak bir şey yok.. Gıcık etmeye devam..
Yüzde 1 mi 450 bin mi
Televizyon eleştirmeni arkadaşlarımız köşelerinde izlenme oranlarını (rating) yüzde şeklinde vererek hata yapıyorlar. Anlamlı olan o yüzdeye karşılık gelen kişi sayısını vermek. Eğer anlamlı bir şey söylemek amaçsa tabii ki.. Ayrıca bir program yüzde 1 rating aldı demek yerine, o programın her dakikasını 450 bin kişi izledi demek daha adil bir yöntemdir. Kişi sayısı verilirse izleyici demokrasisi yara almaz, yüzde verilirse küçük balıklar büyük balıklara yem olur.
Örnek verelim: Şubat’ın bir haftasında en fazla izlenen program Kurtlar Vadisi olmuş. Ratingi yüzde 21.4. Yani Kurtlar Vadisi’nin her dakikasını ortalama 8.335.698 kişi izlemiş. Aynı hafta Yabancı Damat yüzde 11.8 rating almış. Yani Yabancı Damat’ın her dakikasını ortalama 4.584.012 kişi izlemiş. Size hangileri anlamlı geliyor? Rakamlar mı, yüzdeler mi?
Eyşan’ın gafı
Güneri Cıvaoğlu, pazar günleri Kanal D’de yayınlanan Şeffaf Oda programında keyifli sohbetler yapıyor. Geçen haftanın konuğu Tuncay Özilhan ve Eyşan Özhim’di. Tuncay Özilhan Çırak programı ile ilgili ayrıntılar verdi. Eyşan Özhim ise ‘markalaşma’ üzerine konuştu. Programın bir yerinde Cıvaoğlu, Eyşan Özhim’e ‘Ne kadar sürede giyiniyorsunuz’ diye soru sordu. Özhim, ‘Yerine göre, önemine göre, 2 dakika da sürüyor, 2 saat de’ diye yanıt verdi. Cıvaoğlu ‘Peki, buraya gelirken ne kadar sürede hazırlandınız’ diye sordu. Özhim ‘2 dakika’ yanıtını verdi. Daha sonra hatasını anladı ama iş işten geçmişti. Yapma Eyşan... Benim tanıdığım Cıvaoğlu 2 değil 22 saat hazırlanmayı hak eder.
Kutlarım..
Yaşamdan Dakikalar’da Hıncal Uluç, Haşmet Babaoğlu, Sunay Akın ve Nebil Özgentürk şiir tadında program yapıyorlar. İzle izle doyamıyorsun. Ağızlarından bal damlıyor. Bir üç saat daha olsa gidecek.. Kutlarım.
Baydı..
Dizi tekrarları gerçekten baydı. Yarım Elma’nın tatil köyündeki bölümünü, Sihirli Annem’in yılbaşı gecesini, Meltem’in de Haluk’u romantik yapmaya çalıştığı Çocuklar Duymasın’ı son haftada beş bininci kez zaplamak zorunda kaldım. İnsaf! Kanallar kandan, gözyaşından, aldatmadan, bardak kırma ve kol jiletlemeden geçilmeyen programlara kafa yoracaklarına, doğru dürüst gündüz kuşağı dizisi yapmaya kafa yorsalar da kumandalar rahat etse!
Garipsedim..
Ebru Gündeş’in erkek arkadaşına uyguladığı ‘Sadakat Testi’ni garipsedim. Dışarıda, o kadar çok güvenen bir hava veriyor ki.. İçerde bu kadar güvensizlik garipsenmeye değer. Neden korkuyor acaba?
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2005
<B>COLA</B> Turka’nın açılış reklamlarındaki tartışmalı pozisyonu bir tarafa bırakırsak, İnterli Emre Belözoğlu eşliğinde başlattığı <B> ‘ünlü</B>’ stratejisi, açılıştan sonra, <B>Cola-Turka’</B>nın bugüne kadar uyguladığı en doğru bir strateji. (Bu uzun cümle için kendimi tebrik ediyorum. Emin olun çok çalıştım ama daha kısa anlatamadım) Reklam filminin yapım kalitesi de oldukça iyi. Sinan Çetin iyi iş çıkarmış.
Yurt dışında başarılı olmuş Türklerle Cola-Turka’yı özdeşleştirmek başlarda, konjonktüre bağlı olarak iş yapan ‘kaba milliyetçiliği’ rafine edebilir. Cola-Turka’ya daha geniş kitleleri kucaklayan ‘ideolojiden bağımsız’ bir pozisyon kazandırabilir. Hangimiz yurt dışında başarılı olmuş Türkleri görünce gurur duymuyor ki! ‘Ah bize de bir olanak sağlansa dünyayı yerinden oynatırız valla’ diyenlerimizin sayısı böyle demiyenlerden çok değil mi?
Duyduğuma göre Cola-Turka başka ünlülerle kampanyaya devam edecekmiş. Doğru yapar. Yoksa Coca-Cola’nın atakları karşısında bulunduğu yerde tutunması zor.
Axess’te ‘damar’ tutabilir
BDDK bir yandan kredi kartı pazarına müdahale etmeye hazırlanıyor diğer yandan bankalar kredi kartı savaşlarına devam ediyor. Bu savaşta başı altı marka çekiyor: Worldcard (Yapı Kredi), Maximum (İş Bankası), Bonus Card (Garanti), Axess (Akbank) Advantage (HSBC), CardFinans(Finansbank). Altı markanın da zaman zaman imaj reklam kampanyaları ile pazar pozisyonlarına çeki düzen verdiklerini görüyoruz.
Son olarak Axess böyle bir imaj kampanyasına başladı. Doğru karar. Axess’in ne zamandır imaja yönelik ses çıkarmıyordu. Bu nedenle de ‘Akbank’a aidiyet dışında’ farklı algılandığı noktayı göremez olmuştuk. Anımsarsanız Axess çok iyi bir reklam kampanyası ile çıkış yapmış (diğer kartların makasla kesilip tüm özelliklerin Axess’te toplandığı reklam kampanyası), daha sonra ‘imaja yönelik olarak’ aynı çıkışı sürdürememişti. Axess o günden bu yana ‘işlevsel’ reklamlarla gündemde olma yolunu seçti. Özellikle da çizgi reklamlarla (biçimle) rakiplerinden farklılaşmaya uğraştı. Bu çaba ‘imaj içeriği’ olarak Axess’e farklılık sağlayamadı. Axess yöneticileri de işin farkında olacaklar şu anda üçüncü reklam ajansıyla yollarına devam ediyorlar.
Akbank’ın varolan ‘güvenilir imajını’ koruma güdüsünün ‘sınırsız yaratıcılığı engellediğini tabii ki ben de kabul ediyorum. Akbank gibi ‘kurumsallaşmış bir dev’ için yönetici pozisyonunda bu tür güdülerle hareket edilmesi hem doğal hem doğru. Bu nedenle ‘imaj içeriği’ eksikliğini artık Axess yöneticilerinin değil reklam ajanslarının kabahati olarak görüyorum. Şunun şurasında herkesin sattığı ‘alışveriş, puan, taksit’. Bunda farklı yapacak bir şey yok. Önemli olan farklı söylemek. Bu da reklam ajansının görevi. İşte Bonus’un peruğu, işte Worldcard’ın ‘Wadaaa’ sı. Yapılacak iş belli.
Yeni başlayan reklamlarda Axess kullanan erkekler ‘Oscar ödülünü kazanmış’ bir yıldız, ya da ‘süper bir futbolcu’ olarak gösteriliyorlar. Ancak onlar alışveriş yaparken, onları ‘birer yıldız’ olarak düşünenler nedense satıcılar. Reklamlar hedef kitlede ‘Axess’te birşey oluyor da benim haberim mi yok’ merakını uyandırıyor ama ‘hayal kuranın’ Axess kullanıcısı değil de ‘karşı taraf’ olması Axess sahibinin özdeşleşme nedeniyle ‘mesaj sahiplenme’ duygusunu azaltıyor.
Axess’çiler ‘Axess kullananların kartlarının ne kadar önemli faydalar sağladığını bilmediklerini vurgulamak istiyoruz’ diyebilirler. Kartı kullanan kendini ‘yıldız’ hissetse yine aynı vurgulama olur, üstelik özdeşleşme nedeniyle etki artardı. Eğer Axessciler ‘abartılılı yıldızlaşma stratejisiyle’ kazancı vurgulamayı sürekli bir ‘damar’ olarak kullanacaklarsa beni dinleseler iyi olur. Bu ‘damar’ biraz daha mizahi uygulamalarla iş yapabilir. İşin içine imaj bütünleşmesini sağlayacak bir peruk ya da bir ‘wadaa’ da konulursa Axess imajı tadından yenmez hale gelir.
Future ex
EX İngilizce’de bir ön ek. ‘Eski’ anlamına gelir. Örneğin ‘ex-husband’ boşanılan koca demektir. Bizim yeni gençlik ‘ex’ önekini çok ilginç bir şekilde kullanmaya başlamış: Future ex. Biri diğerine kız ya da erkek arkadaşını tanıştırırken ‘future ex’ diye tanıştırıyormuş. Yani gelecekte terk edeceğim kişi. Hızlı yemek, hızlı moda, hızlı eğlence tamam da ilişkinin bu kadar hızlısı biraz fazla olmuyor mu? Sakın ‘Future ex-wife’ diye karısını tanıştıranlar var mı?’ diye sormayın. Türk erkeklerinin daha o cesaret seviyesine geldiklerini sanmıyorum..
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2005
<B>SABANCI</B> gıda sektöründe hızla ilerliyor. Bu kez çay işine Deren markası ile girdi. Deren reklamında bir otobüs şoförü boş sokaklarda sakin sakin dolaşıyor. Sonra anlıyor ki bütün insanlar Deren Çay içmeye gitmişler. İnsanları görüyoruz. Farkı tiplerden anlıyoruz ki Deren ‘herkese herkeseye’ çayı.
Çay pazarı yılda 200 bin tonluk bir pazar. Çayın kilosu ortalama 5.5 milyon lira. Yani, çay deyince yılda 850 milyon dolardan söz ediyoruz. Derenciler üç yılda pazarın yüzde 33’üne hakim olacaklarını söylüyorlar. Bu üç yılda 60 bin ton çay satmak demek. Hangi konumlamayla? Herkese herkeseye. Güldürmeyin beni. Çay-Kur Rize çayını zaten ‘herkese herkeseye’ satıyor. Sizi kim niye alsın?
Derencilerin çay pazarını iyi incelemedikleri, çay pazarındaki pazar bölümlerini doğru göremedikleri ortada. ’Herkese herkeseye’ pazar konumuyla üç yılda Deren ancak yüzde 2.5 bilmedeniz yüzde 3 pazar payına sahip olur. Hadi yüzde 5 olsun. O da sürekli reklam yaparsa. Yüzde 33 pazar payı için sıkı konumlama gerekiyor. Tabii ki o konumlamaya uygun bir de ‘ne dediği’ belli olan bir reklam kampanyası. Bilmem anlatabildi mi?
Guardian, Soho’daki pavyonları unuttun mu
THE Guardian Gazetesi yazarı Nicholas Hall, ‘İstanbul’da MY WAY isimli bir pavyonda fahiş fiyat çekildi, tehdit edildim’ diye ortalığı ayağa kaldırmış. Yaptığı kuşkusuz doğru. Her ülkede bir ‘pavyon’ dünyası var, kuralları üç aşağı beş yukarı aynı şekilde çalışıyor. Buralarda kazık yedi mi tabii ki insan hakkını aramalı. Ama kendi köşesinde yazıyorsa pavyon gerçeğinin ‘evrenselliği’ konusunda okurlarını uyarmalı. Hatta kendi ülkesinden de örnek vermeli. Nicholas Hall’ün Soho’dan haberi yok mu?
Londra’daki Soho bölgesinde bulunan pavyonların İstanbul’daki pavyonlardan bin kere daha acımasız olduğunu dünya bilir. Kapılarda kadınlar sizi ‘show’a davet eder. Kaç lira dersiniz? Çok ucuz ‘beş sterlin’ derler. Siz hadi gireyim deyince elinize küçük bir bilet tutuştururlar. Altında okunmayacak şekilde ilk içki 40 sterlin yazar. Girip yerinize oturup ‘bir bira’ dersiniz. Anında masanıza elinde içkiyle bir kadın gelir, konuşmaya başlar. Siz geri gönderseniz bile, iki dakika sonra başınıza garson dikilir, ilk içki parasını yanında 40 sterlin ‘artiz içkisi’, 40 sterlin de ‘hizmet’ bedeli tahsil etmeye çalışır. ‘Hoop ne oluyoruz..’ derseniz, iki çam yarması anında kolunuza girer, korkudan küçük dilinizi yutarsanız. Sıkıysa bir biraya 120 sterlin (yaklaşık 300 milyon TL) ödemeyin.
Nicholas Hall, 22 yaşına gelmiş, Londra’daki Soho bölgesine hiç uğramamışsa, böyle bir kişiyi gezi yazarı yapmak Guardian’ın ayıbı. Eğer Hall, Soho’yu bilip de Türkiye’de yediği pavyon kazığını art niyetli bir şekilde ‘dünyada ilk defa olan bir şey gibi yazıyorsa’ bu da onun ayıbı. Demek köşeleri ‘baba malı gibi’ kullanmak sadece bize özgü bir şey değilmiş!.
Tebrikler Kabaali
AMERİKA’da iletişim eğitimi alırken ‘medya hukuku’ önemli derslerimizden biriydi. Bu derste sürekli Amerikan yüksek mahkemesinin iletişim özgürlüğünü savunan kararlarını incelerdik. Yüksek mahkemedeki yargıçların ‘iletişim özgürlüğüne’ destek veren karar gerekçelerini okudukça ağzım açık kalırdı. Dün, bizim gazetede Eskişehir 3’üncü Asliye Hukuk mahkemesi hakimi Mithat Ali Kabaali’nin, Başbakan Erdoğan’ın tazminat istemine karşılık ‘karikatür özgürlüğünü’ savunan karar gerekçesini okudum. Yine ağzım açık kaldı: ’Kamuoyuna mal olmuş kişiler alkışlar kadar eleştirilere de katlanmak zorundadır. Bu karikatürde sanatın gerektirdiği ince mizah vardır. Başbakan hoşgörmek zorundadır.’
Hakim Kabaali’ye bütün İletişim Fakültesi dekanları teşekkür etmeli. Onların yerine Başbakan’a ‘iletişim özgürlüğünün’ ne demek olduğunu anımsattığı için. Teşekkürler Kabaali. Dersin için teşekkürler.
BDDK: Bakkalları Düzenleme ve Denetleme Kurulu
YILLAR önceydi, anımsayın, kumar borcundan bir kişi kendini öldürdü diye, Türkiye kumarhaneleri kapatmıştı. Aslında devlet kumarhanelere gireni çıkanı, kumarhane gelirlerini denetleyemediği için havlu atmış, kumar borcu mağdurlarını da çıkan yasaya ‘yastık’ olarak kullanmıştı. Devletin kumarhaneleri denetleme konusundaki acizliğinin faturasını o günden bu güne Türkiye ödüyor. Onbinlerce yerli ve yabancı turist, kumar oynamak için Türkiye yerine başka ülkeleri tercih ediyor, milyonlarca dolar Türkiye yerine başka ülkelerin kasasına giriyor. Yöneticilerimiz uyuyor.
Şimdi de kredi kartları mağduru BDDK görevlisi öne sürülerek, kredi kartları kullanımına yasaklar getiriliyor. Serbest piyasa sistemi, rekabetin doğal çarkı hiçe sayılarak BDDK ‘pazara’ müdahaleye hazırlanıyor. Tasarı yasalaşırsa asgari tutar 3 dönem ödenmezse ya da 1 yılda 4 kez ödenmezse kart hamilinin bütün kartları iptal edilecek, bu kişi 2 yıl süreyle de kart alamayacak. Kart limiti de gelirin 3 katı ile sınırlandırılacak.
BDDK bireysel özgürlüklere müdahale ediyor. Kurunun yanında yaşarlı da yakıyor. Neden? Çünkü BDDK varolan sistemdeki yığın bilgiyi denetleyemiyor. Bankalara ait riskleri göremiyor. Bu olacak iş değil.
Kredi sözleşmesi, tüketici ile banka arasındaki kişisel bir sözleşme. Kredi kartı ya da taksit kart almak için başvurursun, banka senin risk analizini yapar, gelirine bakar, kaç kredi kartın var, toplam kredi limitin nedir, kartı borcu ödeme potansiyelin nedir ona bakar, sonra da sana talep ettiğin kartı verir. Daha sonra bankanın görevi seni sıkı izlemektir. Borcuna sadık kalmazsan, bankanın yapacağı iş kartını elinden almaktır. Günün sonunda kredi kartı izleme işini iyi yapan banka ayakta kalır, izlemeyen batar.
Peki durum böyleyse BDDK’ya ne oluyor? Aklınca devlet babalık yapıp vatandaşı, bankaları ve ekonomiyi kurtarıyor. BDDK’nın bu mantıkla veresiye verip, borcunun peşinden koşmayan bakkallara da müdahele etmesi gerekmez mi? Bu ülkede bankadan çok bakkal yok mu? Var. O halde? Hem kısa adını da değiştirmek gerekmez: Bakkalları Düzenleme ve Denetleme Kurulu.
Keşke önüne gelecek yasaları sadece Anayasa’ya aykırılık açısından değil, serbest piyasa kurallarına aykırılık açısından denetleyebilecek bir Cumhurbaşkanı’mız olsa. Keşke.
Erdoğan niye devretti
AKP diğer partilere göre kamuoyu araştırmalarından çok daha fazla yararlanan bir parti. Son kamuoyu araştırmaları Tayyip Erdoğan’ın Ülker bayiliğinin seçmenler tarafından hiç de hoş karşılanmadığını söylüyordu. Yani olası bir erken seçimde Ülker bayiliğinin Erdoğan’ın başına çorap örme potansiyeli vardı. Erdoğan kurmayları tehlikeyi görüp bayiliği devrettirdiler. Yani? Erken seçime hazır olun.
TÜRKİYE Futbol Federasyonu’nun ‘Lütfen’ yazan ‘şiddet karşıtı’ reklam kampanyası devam ediyor. Ne değişti? Ne olur Futbol Federasyonu’ndan biri yanıt versin? ‘Lütfen’ kampanyası sonucunda ne değişti? Futbol Federasyonu yüzbinlerce dolar harcayıp bu kampanya sonucunda ne elde etti? ‘Teşvik primi ve şike’ iddialarını kanıtlamak zor. Bir reklam kampanyasının etkilerini ölçmek ise çok kolay. Yanıt bekliyorum Levent Bıçakçı.
LOREAL’in yeni selülit kremi reklamındaki saçmalığı gördünüz mü? Reklamdaki kadın pantolonlu! Ilımlı İslamcıların bizi getirdiği yere bakar mısınız? Pantolonlu selülit reklamı. Bravo? Biraz çabalarsak çarşaflı selülit kremi reklamlarına az kaldı!
Çekirgelik
Benim okulda nice bir numaralı arkadaşlarım şu anda sefilleri oynuyor. Karneleri baştan sona 10. Ama hayata gelince çok başarısız oldular.
Tayyip Erdoğan
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2005
Pardon’u, İbrahim (Ferhan Şensoy), Muzo (Rasim Öztekin) ve Aydın (Ali Çatalbaş)’a kaldıkları çocuk koğuşunda ‘müjdeli haber’ verilen noktaya kadar çok beğendim. Mert Baykal bu noktaya kadar, iki üç kişi arasındaki diyaloglara ve kapalı mekanlara sıkışan bir metni (Pardon’un aslı Ferhan Şensoy’un bir oyununa dayanıyor) görsel açıdan zenginleştirmekte büyük başarı elde etmiş.
Baykal, ilk yarım saate polis ( Bülent Kayabaş) sorgulamasını geri dönüşlerle çok iyi işlemiş. Aşama aşama bir suçun nasıl suçsuz insanların kucağına bırakıldığını, bunun insanlarda bıraktığı ‘çaresizlik’ duygusunu iyi anlatmış. Sonra haksız tutuklanma... Sinop Cezaevi’nde geçen yargılanma günleri ve kendilerini bir türlü aklayamayıp 24 yıl hapis cezası alan adalet kurbanları... Bu arada adalet kurbanlarının ellerinden kayıp giden hayatları... Pardon’daki öykü aslında hepimize çok tanıdık. Çok Türk. Baykal da bu Türklüğü metin el verdiğince iyi işlemiş.
Ferhan Şensoy’un yazdığı metni asla küçümsemiyorum. Türkiye’de işkence gerçek, kötü çalışan adalet sistemi gerçek. Çoğumuz susarken, bu gerçekleri böylesine güzel bir ‘hiciv’le gözümüze sokmak nasıl küçümsenebilir? Ancak...
Mahkûmların ‘müjdeyi’ alma biçiminin çok sıradan olduğunu, bu noktadan sonra da filmin finalinin, filmin başını taşımadığını düşünüyorum. Sanki Ferhan Şensoy sıkılmış ve bir an önce metni sonuçlandırmak istemiş gibi. Asker’in ikna edilmesi ve eve uğrama sahneleri de çok aceleye getirilmiş. İşi iyice Türkleştirmiş.
Ferhan Şensoy’un oyun yazarlığı, senaryo yazarlığı dehasıyla oyunculuğunu kesinlikle ayırmak gerekiyor. Pardon’da Ferhan Şensoy, İbrahim rolü için kesinlikle yanlış seçim. Mert Baykal’ın çok iyi bir ‘bıçkın delikanlıya’ gereksinimi varmış. Ferhan Şensoy ise bıçkın delikanlıyı oynamıyor, daha doğrusu oynayamıyor, bıçkın delikanlıyı ‘yansıtıyor’. Doğru oyuncu seçilse Pardon daha keyifli bir film olurmuş.
Rasim Öztekin her zamanki gibi kusursuz oynuyor. Pardon’da iki oyuncu dikkatimi çekti. Aydın’ı oynayan Ali Çatalbaş ve Enişte’yi oynayan Sermiyan Midyat. Ali Çatalbaş çok doğal oynuyor. Sermiyan Midyat ise iki kare göründü ve gözümde hayat boyu ‘iş bitirici’ bir kimlik kazandı. Daha ne olsun. Gidelim mi? Çabaya değer.
Yeşim Kızılçeç olmasaydı
Tiyatrokare’de Nedim Saban’ın sahneye koyduğu ‘Yetişkinlere Özel’i izledim. Ünlü yazar Elanie May’in oyununun konusuna diyecek yok. Bir grup porno yıldızı, Yale mezunu bir senarist aracılığıyla ilginç bir sanat yolculuğuna çıkıyorlar. Bir yandan sanatsal porno çekerken, diğer yandan senaristin zoruyla Flaubert’i, Yeats’i, Behan’ı okuyup, aydınlanıyor, Yale mezunu senaristin yazdıklarını bile beğenmez hale geliyorlar.
Nedim Saban oyunu yerelleştirmeden olduğu gibi ‘Amerikanca’ sahneye koymuş, burada da sorun yok. Ama ‘Yetişkinlere Özel’ oyunculara çok iş düşen bir oyun. Jimbo rolünde Rıza Karağaçlı, Frosty Moons rolünde Nazlı Tosunoğlu’nu izlemek çok zevkli. Ayşe Tolga’nın adı dışında oyuna bir katkısı yok. Zararı da... Diğer oyuncular da ellerinden geleni yapıyorlar. Ama Heidi the Ho rolünü oynayan Yeşim Kızılçeç sayesinde ‘Yetişkinlere Özel’ izlenmesi ıstırap veren bir oyun haline dönmüş. Televizyoncu seks yıldızını oymakta çok zorlanmış Kızılçeç. Rol üzerinde iyi durmamış. Niye Nedim Saban böyle bir seçim yapmış anlamadım. Eğer bu role daha uygun biri bulunsaydı, kesin kaçırmayın derdim. Şimdi, size bırakıyorum.
CUMA İTİRAFLARI
Second_nick; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 29;
İl: İstanbul
İnternette tanıştığım biriyle buluşacaktım. Ancak o gün iç çamaşırımı değiştirmemiştim. Kendimi çok rahatsız hissediyordum. İş çıkışı bir alışveriş merkezine uğrayıp güzel bir külot aldım. Tuvalete gidip değiştirdim. Eskisini poşete koyup çöp kutusuna bıraktım. Aynaya baktığımda gördüm ki yüzüm de epey solgun. Hemen kozmetik reyonuna uğrayıp alacakmış gibi denemeler yaparak yüzümü adam ettim. Oradan ayrılıp malum kişiyle buluştum. Fakat ne yazık ki tüm o yaptıklarıma değmeyecek biriymiş!
athena-x; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 31;
İl: İstanbul
Evlendikten sonraki ilk Sevgililer Günümüz olacağı için eşime aşk dolu bir hediye vermek istedim. Bütün gün mağazaları gezip aromaterapi için vücut peelingi, küvet için enerji verici tabletler, aromatik mum ve masaj yağı aldım. Romantik romantik şaraplarımızı içtik. Sonra da banyodaki bütün işlemlerden başarıyla geçtik. Sıra yağ ile masaja geldi. Önce ben eşime yaptım. Eşim bana masaj yaparken o kadar rahatlatıcı faaliyetten sonra nasıl olduğunu anlayamadan uyuyakalmışım! Allahım, bu adam bana ne dese haklı tabii yaaa!
Cuma Takıntısı
Bu hafta size İzmir Çeşme Dalyanköy’de 12 yıldır ‘marka’ haline gelen Balıkçı Hasan’ın Yeniköy’deki Boğaz manzaralı İstanbul şubesini öneriyorum. Hem şömine keyfi yapın, hem de maçların keyfini çıkarın. Benim meze favorim közlenmiş patlıcan, siz kendinize göre takılın.
Cuma Alıntısı
Ben de liberal solcuyum (Yol filminin yönetmeni Şerif Gören).
Yorum: Bilerek bu hafta iki itiraf veriyorum. İkisinde de ayrıntılara boğulan kadının dramı var. Kadınları anlamak gerçekten zor. Bu kadar ayrıntılarla uğraşacakları yerde erkekler gibi doğrudan sonuca gitmeye çalışsalar ya. Emin olun ortada sorun falan kalmaz.Yalan mı?
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2005
Ekranlardaki <B>Caner-Tülin horoz döğüşü </B>baydı. Caner de bayıldığımızın farkına varmış olacak ki, Gülbence’de, Tülin’e sinirlenip cinnet durumuna geçti ve su bardağını kendi kafasına geçirdi.. Ne adına? 1000 dolar.. Pardon pardon, sevgisi adına.. O anda ekran başındakiler, aynen Caner’in istediği gibi, ‘Vay be adam Tülin’i sevmese hiç bardağı kafasına geçirir mi’ diye düşünmedilerse ne olayım.
Anlayacağınız Caner çoktaaan rating doktoru olmuş. Konuşulmanın, gazetelere, internet sitelerine düşmenin sırrını keşfetmiş. Ekran başındakilere hep daha fazlasını vermenin onu gündemde tuttuğunu iyi anlamış. Ekran başındakilerin ‘alt tarafı kafada bir bardak kırma’ olayı ile yetinmeyeceklerini çok iyi biliyoruz.
Çok yakında Caner’i herhangi bir kanalda göğsüne jilet atarken görebiliriz. Sonra elinde sigara söndürürken.. Daha sonra Boğaz Köprüsü parmaklıklarında.. Daha sonra bir trenin altına yatmış halde.. Son noktada da bir kiralık katil tutup kendini vurdurabilir. Sanmayın ki ekran başındakilere bu da yetsin.. Daha sonra Caner’in ruhu çağrılır ve her şey yeniden başlar..
Bu böyle devam eder ama bu televizyon düzeni böyle gitmez. Bir gün gelir kendini düzenleyemeyeni başkaları düzenler. Hep böyle olmuştur. Benden uyarması..
Zamane bohçacısı
Müjdat Gezen’li, Zeki Alaysa’lı Cennet Mahallesi’nin son bölümünde yaşanan bohçacı dönüşümü çok hoşuma gitti, çok güldüm. Bohçacı rolünde kim oynuyordu bilmiyorum ama yaptığı cinlik mükemmeldi. Önce ‘Dantellerim, örtülerim’ diye bağırdı. Baktı evlerden ses seda yok. Daha sonra işi ‘dantelli iç çamaşırlarım, Victoria’s Secret’larım, g-stringlerim var’a çevirdi. Hatta hızını alamayıp kafadan ‘kocasını evde tutmak isteyen kadınlara’ seslenmeye başladı. Beklendiği üzere kadınlar bohçacıya aktı, dantelli külotlar, g-stringler havada uçuştu. ‘Ne iş yaparsak yapalım, kendimizi zamana uydurmamız gerekir’ mantığıyla ancak bu kadar güzel dalga geçilebilir. Senaryo yazarının beynine sağlık..
Denktaş’ı kutlarım
Denktaş, ‘Hürriyet Kıbrıs tezime yer vermiyordu, ben de Kurtlar Vadisi’nde oynadım’ diyor. Denktaş’ı Kurtlar Vadisi’nde oynama cesareti gösterdiği için kutlarım. Ancak Denktaş’ın Kurtlar Vadisi ile ulaştığı kitlenin, ulaşmak istediği kitle olup olmadığı konusunda emin değilim. Kurtlar Vadisi izleyenlerden ne kadarı Hürriyet’in siyasi gündemini takip ediyor ki? Çoğu mu? Hiç sanmıyorum.. Denktaş göle maya çaldı..
Ünlükodu satıyor
European Business dergisindeki bir haber çok ilgimi çekti. Habere göre ünlülere ve onlara ait dedikodulara dayalı yayın yapan dergilerin satışlarında çok büyük artışlar olmuş. Büyüme İspanya’dan başlamış, İngiltere’ye yayılmış, şimdi de tüm Avrupa’yı etkisi altına almaya başlamış.
Önceleri sadece güzel evi olan aristokratların ilgi duyduğu ‘ünlükodu’ dergileri son zamanlarda herkesin ilgi odağı haline gelmiş.
Örneğin geçen yıl İngiltere’de bu tür dergilerin satışlarından elde edilen gelir 529 milyon Euro olmuş. Ve bu gelir her yıl yüzde 10 büyüyormuş. Fransa’da 2003 yılında yayına başlayan Public dergisinin şu andaki tirajı 300 bine ulaşmış. Almanya’da Klambt grubu son beş yılda beş ‘ünlükodu’ dergisi çıkarmış, hepsinin de satışları 200 bin rakamına ulaşmış.
En ilginci de bu tür dergilerde gelirin üçte ikisinin reklamdan değil satışlardan gelmesiymiş.
Şimdi dergi yatırımcılarının gözü İtalya’daymış. İtalya’nın ‘ünlükodu’ dergileri için büyük bir potansiyel olduğu düşünülüyormuş. Hatta çoğu ülkenin ‘ünlükodu’ konusunda bağışıklık sistemi yokmuş. Rusya hariç..
Niye mi? Rusya’da ünlü yokmuş da ondan. Türkiye mi? Türkiye’de gazeteler, ‘ünlü ve dedikodu’ ikilisinin sattırdığını, televizyonun da bu ikiliyi çok iyi beslediğini keşfedeli çok oldu.
Bu yüzden dergiler zorlanıyor. İletişim Fakülteleri mi? ‘Tekelci medya’ gibi ulvi konularla uğraşmak dururken kim uğraşacak şimdi ünlüyle, koduyla falan.. Geçiniz.
Garipsedim..
Mahmut Tuncer’in katıldığı İbo Show’da bir ara reklamlara girilecek. İbrahim Tatlıses ‘Reklamlara giriyoruz’ dedi. Sonra Mahmut Tuncer’e döndü, ‘Girelim mi’ diye sordu. Sonra ekrana döndü ve ağzından ‘Anana..’ lafı çıktı.. Sonra toparladı, ‘Reklamlara girelim’ diye bitirdi. Ben mi yanlış anladım acaba? Tatlıses ‘Aman ha..’ demiş olabilir mi? Ekranlarda o kadar abuk sabuk şey oluyor ki halüsinasyon mu görmeye başladım acaba? Biri tekrar izleyip söylesin, yanılmışımdır değil mi?
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2005
<B>SEZEN Aksu</B>’nun albümünü <B>DMC</B> geçtiğimiz çarşamba günü dağıtıma çıkardı.<B> </B>Perşembe günü tüm müzik marketlerde yerini aldı. Cuma akşamı itibariyle satış rakamlarına ulaştım: 193 bin kaset, 98 bin CD.. İki günde yaklaşık 300 bin satış. Daha köşebaşlarında onaylanmadan, şarkılar çalına çalına tanıdık hale gelmeden.
İşte ‘marka’ olmak böyle birşey. Nil Karaibrahimgil, CNN’de ‘Atıf Hoca İle Reklam ve Rekabete’ konuk olduğunda ‘Ruhumuzun kumandaları Sezen’de..’ demişti..
İki gündür Bahane albümünü dinliyorum. Nil’in yaptığı tanımlamanın ne kadar doğru olduğunu bir kez daha yaşayarak öğreniyorum. Yeni albümde gerçekten birbirinden güzel 14 şarkı var. Birbirinden güzel 14 duygu damarı.
’Bir daha olmaz, bin kere tövbe, kan davası mı bu, bu nasıl öfke’Ö
’Yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu andan ibaret, sahibi değilsin bu beden geçici bir süre emanet, bu yüzden kaçırmamak lazım aşk gelince, gitti mi gidiyor elden zalim zaman el koyunca..’,
‘Pişman olduğun zaman, zevke doyduğun zaman, huzur bulduğun zaman, dönebilirsin..
’Adıyorum aşka geri kalanımı, suya söyledim gitti en son yalanımı, aşkın da en hesapsız kitapsız olanını, yaşayamazsam kara kaplıya kaydedin beni..’
Ruhumun kumandasını bir kez daha eline geçiren 14 şarkı. Sezen Aksu ‘gündemde kalmak için’ kendini ‘Bahane’ edenlere inat, mükemmel bir albüm çıkarmış. ‘Bahane’ bu haliyle 1 milyonu aşacak gibi görünüyor.
Mutluluk pazarlaması (2)
DİE’nin araştırmasında yüzde 90’ımız öyle ya da böyle ‘mutluyum’ deyince dün ‘Mutluluk Pazarlaması’ üzerine bir yazı yazdım. Bu yazıda Fransız Marie Claire’in Şubat 2005 sayısında Beatrix de l’Aulnoit’un verdiği bazı örneklerden de yararlandım. Dünkü yazıyı ‘bazen de mutsuz olunabileceği vurgulanmalı’ diye bitirmiştim.
l’Aulnoit, aynı sayıda, Fransız Felsefeci Roger-Pol Droit’le yeni kitabı ‘Yaşamınız Kusursuz Olacak’ üzerinde bir de söyleşi yapmış. Günün anlam ve önemini vurgulamak açısından bu söyleşiyi özetlemek istiyorum:
Kitabınızda ‘her zaman mutlu olunabileceği fikri sahip olunabilecek en yanlış ve en insanlığa aykırı fikirdir’ diyorsunuz. Böyle bir fikre kapılmak aynı zamanda tehlikeli de değil midir?
- Mutluluk arayışına karşı değilim, hatta bence bu her insanın amacı olmalıdır, ama sürekli mutluluğun olduğu bir dünyada gerçek anlamda özgürlükten de söz edilemez. Bir erkeğin veya bir kadının karar verme özgürlüğü, birtakım riskler alabilmek, bazen başarısızlıkla sonuçlanacak birtakım seçimler yapabilmektir. Bu boyutu ortadan kaldırmak, bir başkasından farklı olma olasılığını da ortadan kaldırmak demektir.
Peki kişisel mutluluk arayışı, bir çift olarak yaşıyorsanız ötekini yadsımaya götürmez mi sizi?
- Daha da beteri. Bize sunulan mutluluğa ulaşma yöntemlerinin birçoğunda ötekinin varlığı bile söz konusu değildir. Ötekinin en basit tanımı şudur: ‘Benim istediğim gibi yapmayan.’ Ötekinin özerkliği benim gücümün sınırıdır. ‘Her şey kafanızda olup bitiyor, dolayısıyla her şey size bağlı’ dendiğinde bu, ötekinin bizim zihinsel manzaramızın herhangi bir nesnesinden başka bir şey olmadığı anlamına gelir.
Mutluluk arayışı yaşamımızın amacı aynı zamanda, öyle değil mi?
- Evet, elbette öyle. Kim bunun tersini söyleyebilir ki? Ama bazı uygarlıklarda bu böyle değil. Sözgelimi Çin kültürü varoluş süresini uzatarak bir uzun ömürlülük modeli önerir, ama bu kesinlikle bir sürekli mutluluk anlayışı değildir. Öyle sanıyorum ki, yaşamınız kusursuz olduğuna inanmayı bırakırsanız gerçekten kusursuz olacak. Mutlu olmak, insanın, mutlak kusursuzluğa ulaşmaksızın hep daha iyisini elde etmek için elinden geleni yapmasıdır.
Kitabınızın kahramanı Koç Marcel Staline müşterilerine her zaman mutlu olabilecekleri bir dünyanın kapılarını açıyor. Hatta maksimum mutluluk endeksi hesaplıyor.
- Böyle bir endeks var. Kitabımda umduğundan daha az uydurdum kafamdan. Bir yandan, olası bütün sapmaları ve sahtecilikleri ortaya koymak istedim. Diğer yandan da okuru düşünmeye yöneltmeyi, çünkü mutluluk belki de söylendiğinden daha basittir.
Siz felsefecisiniz. Sokrates, Diyojen, Epikür, Seneca gibi felsefeciler de mutluluğun anahtarlarını arayarak geçirmemişler midir yaşamlarını?
- Bu felsefeciler çile yaşamı sürmüşlerdir ki, çile sözcüğü Eski Yunanca’da ‘alıştırma’ anlamına gelir. Bugün bize sunulan kişisel gelişim kitaplarında yer alan yöntemlerden farklı olarak onların bu yöntemlerinin kesin olarak işlediğini söylemek de mümkün değildir. Antikçağdaki ve hatta daha sonraki yüzyıllara da geçen şu dinginliğe ulaşma yöntemlerine çok büyük bir saygım var. Bugünkü yaklaşımda beni çileden çıkaran şey, düşsel bir dinginliğin söz konusu ediliyor olmasıdır. Sanki önünüze hazır bir yemek gelecekmiş de, o yemeğin hazırlanması için sıkı bir tarif gerekiyor size.
Peki sizin mutluluk sırrınız nedir?
- Mutluluğun hiçbir zaman bir kez yakalanıp da durmak bilmeksizin devam eden bir şey olamayacağını, hiçbir zaman sürekli olamayacağını bilmek. Tersine, biraz dengesiz, hep yeniden yakalanması gereken bir şey olduğunu bilmek. Zaten mutluluk konusu çevresinde çok eski bir felsefi tartışma vardır. Stoacılara göre mutluluk bir tür iç düzendir. Örneğin, insan aynı zamanda hem hasta hem de mutlu olabilir. Aristoteles ve okuluna göreyse insan ancak yaşamının sonuna geldiğinde yaşamı boyunca mutlu olup olmadığını bilebilir. Yani bir tür genel bilanço. Bu tartışmada daha kazanan taraf yok. Kaybeden taraf da.
ÇEKİRGELİK
Statü endişesi insanı fena halde kedere ve hüzne sürükler. (Alain de Botton)
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2005
<B>DİE</B>’nin <B>‘mutluluk araştırmasına’</B> göre sadece yüzde 9.5’imiz kedimizi mutsuz hissediyoruz. Geri kalan yüzde 90.5’imiz ise bir şekilde mutluyuz. Çoğumuza göre sonuç şaşırtıcı. Bu kadar düşük gelirle yaşayan, açlık sınırının altında milyonlarca insanın yaşadığı ülkede bu kadar mutlu insan olur mu? Olur. Biz istedik, mutluluk 25 yıldır gazetelerde, televizyonlarda öyle güçlü bir kavram, öyle güçlü bir ad, öyle özlenen bir yaşam tarzı haline getirildi ki, kimse kolay kolay ‘mutsuzum’ diyemiyor artık.
Yaşlıları, hastalığı, ölüleri, grevleri, lokavtları, sıkıntı içinde ağlayan işçileri köylüleri, dondurulan ücretleri, boşanmaları, okuldaki başarısızlıkları görmek istemez olduk. Olumsuz olan ne varsa, çıkartmak istedik hayatımızdan. Yüzde 50’miz zar zor beslenirken zenginleşmek istedik. 25 yıldır bizim isteğimizle mutluluk sunuluyor hepimize.
Sony video kamera reklamlarında başarılarını kamerayla kaydeden mutlu aileleri gösteriyor. Tur reklamlarında tatillerini hep en güzel şekilde değerlendiren çiftler var. Bireysel emeklilik reklamlarını düşünsenize. Emeklilik palmiyelerin altında içkinin yudumlandığı mutlu hayat değil midir? Siz hiç mutsuz alışveriş yapan bir insan gördünüz mü reklamlarda?
Ve artık ‘mutlu’ sözcüğünün altında herkes kendi mutluluk anlayışını buluyor. Mutluluk kimileri için bu aşk, kimileri için başarı, para ya da güzel evde bir sürü çocuklu aile kurmak, kimileri için sadece sağlıklı olmak demek. Ama henüz çoğu markamız mutluluğun sırrını keşfedemedi. Henüz yeterince liberalleşemedik. Oysa mutluluk ögeleri küresel pazarda birçok markayı bile peşine takıp zirveye çıkardı. Batı dünyası 50 yıldır mutluluk pazarlıyor.
Niye McDonals’ın çocuk mönüsün ismi ‘Happy Meal’(Mutlu yemek). Fransa’da egzotik meyveli ve mangolu ‘Happy’ (Mutlu) markalı dondurma olduğunu biliyor musunuz? Happy dondurmayı üreten Mackie adında bir İskoç şirket ve Mackie reklamlarında ineklerin sağılmak için mutlu anlarının beklendiği üzerine vurgu yapmış ve satışlarını tam yüzde 24 arttırmış.
1998’de Amerikan kozmetik firması Clinique Happy (mutlu) isminde bir parfüm çıkardı. Altı yıldır ABD’de Happy satış listelerinin ilk sıralarında dolaşıyor. Arada sırada Beatiful’un kendisini geçmesine izin veriyor o kadar. Sonra, yine aynı şey oluyor! O muhteşem adıyla Happy yine ele geçiriyor avantajı. Clinque’den sonra Gerlain cildi sıkılaştırmaya yönelik Happylogy (mutluolgy) kremini çıkarıyor. Daha sonra L’Oreal de ‘ilk nemlendirici ve ferahlatıcı’ Happyderm ürünü ile mutluluk büyüsünden kendi payına düşeni almaya çalışıyor.
Remzi kitabevi yada DR’ye gidin, bakın. Ruhbilim kitapları için sadece bir raf var. Amerika, İngiltere ya da Fransa’daysa ruhbilim kitapları üzerine ayrı kitap zincileri var. Buralardaki kitap isimleri de yaklaşık şöyle:
‘Mutluluğun Dinamiği’, ‘Yeniden Mutluluğa Doğmak’, ‘Mutluluğun Spirali’ ve ‘Mutluluğa Açılan Bir Pencere’...
Bu kitapların hepsi de form korumayı, stresi doğru yönetmeyi, sigara içmeyi bırakmayı, yatakta uyumu yakalamayı ve en önemlisi mesleki başarıyı yakalamak için bin bir küçük sır veriyor. Neyseki gazetelerimiz var. Gazetelerimizin ‘mutluluk pazarlaması’ konusunda, batılı rakiplerin en ufak bir farkı yok. New York Times, The Guardian ya da bizim Hürriyet’in yaşam tarzı sayfaları aynı şeyi söylüyor: Mutsuzsan, dışlandın.. Nerede, hangi yazıda ‘gözyaşının’ onaylandığı görülmüş..
Mutluluğun bu denli ‘mutsuzluk paratoneri’ olarak kullanılması doğru mu?’ Bazıları ‘çok ileri gittik, kusursuz yaşam düşleri ve sonsuz gençlik efsaneleriyle toplumun çöküşüne izleyici bir toplum yaratıyoruz’ diyor.
Asla katılmıyorum. Serbest piyasa sisteminin bizleri yalnızlıkla, başarısızlıkla, düş kırıklıklarıyla karşı karşıya bırakacağı doğrudur. Yaşamı eksiklikleriyle hatalarıyla, kusurlarıyla kabullenmemiz ve akıl sağlığımızı korumamız şart! Mutluluk pazarlaması akıl sağlımızı korumamızı sağlıyor. Mutluluk pazarlayanlar sayesinde kafayı yemeden, hapçı olmadan ‘varoluş sıkıntısını’ aşarak yaşamı sürdürebiliyoruz. Mutluluk pazarlayıcılar da olmasa ortalık ‘huni’den geçilmeyecek.
Mutluluk pazarlayanların tek dikkat edeceği şey ‘bazen de mutsuz olunabileceğini vurgulamak’. Bilmiyorum yapılabilir mi?
Baktat 18 yıllık gurbetçi markası
BULGARİSTAN ve Türkiye arasında kısmi krize yol açan Baktat çorba reklamını izlemedim. Yapım kalitesi hakkında yorum yapamam. Ancak reklamın fikrini okuduğumda ‘müthiş’ dedim. Polis gurbetçi bir aileyi araba yolculuğu esnasında durduruyor. ‘Komşi çorba parası’ diyor. Baba da ‘Ne parası al sana çorbanın hası’ deyip Baktat çorba veriyor.
Avrupa’da yaşayan ve yılda iki kez Bulgaristan sınırları içinde yolculuk eden gurbetçilerin Baktat reklamını ‘baş tacı’ yapmamaları mümkün değil. ‘Komşi çorba parası’ esprisini neredeyse Türkiye’de altı yaşındaki çocuklar bile biliyor. Baktat’ın bu espriyle marka vaadini eşleştirmesi çok zeki. Nitekim Baktat’ın sahibi Mustafa Baklan’la telefonla görüştüm. Reklam filmi beş aydır yayındaymış ve çok başarılı olmuş. Bazı günler Baktat’ın telefonları faksları tebrik telefonlarından kilitleniyormuş.
Baklan, ‘Beş aydır yayınlanan reklamımızı kıskanan rakiplerimizden biri Bulgar makamlarını harekete geçirdi. Avrupa’da yaşayan her gurbetçimiz Bulgaristan üzerinden araba yolculuğu yaparken bir şekilde durduruluyor ve çorba parası isteniyor. Biz bunu resmettik. Ne var bunda?’ dedi.
Baktat 18 yıldır Türkiye’den yurt dışına bakliyat, konserve ihraç ediyor, et ve süt ürünlerini de yurt dışında sağlıyormuş. İzmir bölgesinden başlayarak yavaş yavaş Türkiye pazarına da yayılmaya başlamışlar. Baklan ‘Avrupa’da reklamlarımız devam edecek’ dedi. ‘Bu reklamı Türkiye’de yayınlar mısınız?’ sorusuna ise ‘Düşünüyoruz..’ yanıtını verdi. Reklamı Türkiye’den GİP reklam ajansı üretmiş.
Reklam filmi bu haliyle Türkiye’de de yayınlansa Baktat kısa sürede yaygın marka olur, pazar payı kazanır. Türk ve Bulgar hükümetleri mi? RTÜK mü? Hollywood’a sözünü geçiremeyen kimdi? Pardon pardon bunu Amerikan Dış İşleri Bakanı söylemişti değil mi?
Lipton ve Doğadan benzerliği
BİTKİ çayları kategorisi hızla büyümeye devam ediyor. Lipton bir süre önce ‘Uzak Doğu’ kültüründeki ‘tütsü’ tarzını anımsatan bir televizyon reklamını yayına soktu. Sanırsınız ki bitki özleri reklamdaki kadının vücudunu yalayıp geçiyor. Reklamın müziği ve durgun görüntüler bitki çaylarının vücuda sağladığı ‘rahatlığı ve sakinliği’ veriyor. Daha sonra da Lipton’un 10 çeşit bitki çayını görüyoruz. İki gece önce Doğadan bitki çayı reklamları başladı. Aynı görüntüler, aynı müzik, aynı tarz. Yine bitki kılıklı görüntü efektleri havayı yalayıp geçiyor. Sonra bitki çayı çeşitlerinin vurgulanıyor. Sadece reklamdaki insan sayısı fazla. Reklamın Doğadan’ın kalite algısını arttıracağı kesin. Ama ya farklılaşmak? Böyle mi olmalıydı?
Kim sergileyecek?
Erkan Mumcu bakanlıktan ve AKP’den istifa ettiği gün ‘Turizm Tanıtım İhalesi’ne katılan işleri sergileyin’ başlıklı yazıma yanıt gönderdi ve önerisini yineledi: ‘Sayın Atilla Aksoy ve diğer katılımcıların de rızası alınmak koşuluyla kazanan projeler ile birlikte Sayın Aksoy’unki de dahil olmak üzere bütün projeleri Reklamcılar Derneği’nde veya başka herhangi bir yerde sergileyip kamuoyunun ve uzmanların değerlendirmesine sunalım. Biz hazırız.’ Bakalım yeni Kültür ve Turizm Bakanı da hazır mı? Yeni bakana ilk sorumuz bu olacak...
Önce kadını özgürleştirin
ERKAN Mumcu’nun türbanı insan özgürlüğünün bir parçası olduğu için savunan yaklaşımına iki çift lafım var. Kesinlikle aynı şekilde düşünüyorum. İsteyen istediği yerde türban takmalı. Tek şartla Türkiye’de kadın aklını özgürleştirdiğiniz sürece. Din dersi zorunlu olacak, altı yaşında kız çocuklarının kuran kurslarında beyinleri yıkanacak, dini vaazlerde karısını, kızını kapatmayan erkeklerin cehennemde yanacakları söylenecek, başı açık kadın ‘inanmayan kadınla’ hatta örümcek kafalarda ‘o...pu’ ile eş tutulacak, sonra sen kalkmış ‘İnsan özgürlüğü’ için türban özgürlüğünden söz edeceksin. Yok öyle şey! Önce kadını özgürlüğünü savun Erkan Mumcu, önce kadın özgürlüğünü. Özgür kadının türbanı istediği her yerde sonuna kadar seninleyim. Sonuna kadar türbana varım.
Çekirgelik
İnsan ancak yaşamının sonuna geldiğinde mutlu olup olmadığını bilebilir.
(Aristotales)
Yazının Devamını Oku