Ali Atıf Bir

Tansaş’ı Tansaş yapan üstündeki (*)

20 Mart 2005
<B>TANSAŞ</B>’ın reklam yoluyla farklılaşma atağı devam ediyor. Anımsarsanız daha önce Tansaş’ın <B>‘Tüketici Haklarını’</B> öne çıkaran kampanyalarını beğendiğimi yazmış, kampanyanın somut sonuçlarını özetlemiştim. ‘Turuncu balıklı’ yeni reklam filminde de Tansaş ‘Müşteri odaklıyız, sizi düşünüyoruz’ duygusunu geçirmeye çalışıyor. Duygular söz konusu olunca da tabii ki devreye hemen bir sevimli kız çocuğu giriyor.

Ufaklığa marketten alınan turuncu balık, içinde bulunduğu suyla dolu naylon torbanın ağzı açılınca kendini yerde buluyor. Market elemanları ABKUT (Acil Balık Kurtarma Teşkilatı) kıvamında olaya müdahale edip, çocuğu sevindiriyorlar. Fikir klişe. Ama derdini anlatıyor. Çocuk ve balık üzerine kurgulanan öykü dikkati çekiyor. Tansaş’ı öne çıkarıyor. Sorun biraz uygulamada. Filmdeki market görevlilerinin ’Balık yere düşsün de biz de onu kurtaralım’ der gibi bir halleri var. Mizansen çok daha inandırıcı kurgulanabilirdi.

Yeni filmin sonunda Tansaş’ın yaptığı ‘milliyetçilik’ vurgusu oldukça ilginç. Sanırım Hitler’in Kavgam kitabı en çok satan kitapları arasında girince ‘milliyetçilik’ duygusunun davranışları etkileyeceği sanıldı. Yeri gelmişken belirteyim, Kavgam 5.95 YTL’den satılan 544 sayfa kitap. Kalıp gibi haliyle kütüphanelerimizdeki boşlukları çok güzel süsleme özelliğine sahip. Sanmayın ki alanlar, okumak için alıyorlar. Amaç sadece kütüphane dekorasyonu. O yüzden ‘Biz Türküz’ deyince tüketicilerin Tesco, Carrefour, Real, Metro hatta Migros yerine Tansaş’ı tercih edecekleri sanılmasın! Bu çağda kimse Türk malı diye tercihlerini değiştirmiyor. İnsanları her şeyin hızlısını, makul fiyatlısını, kalitelisini istiyor. Kim ‘kalite-fiyat’ dengesi konusunda ikna ederse insanlar oraya yöneliyor.

Tansaş’ın da televizyon yaklaşımı konusunda kafası karışık ki, gazete reklamlarında ‘milliyetçilik’ vurgusunu kaldırmış, şu sözcüklere yer vermiş: ‘Tansaş’ı Tansaş yapan bir yanıyla uluslararası standartları Türkiye’ye getirmesi, bir yanıyla da Türk insanına has sevgiyi korumasıdır’. Doğru olan da bu değil mi?

(*) ‘Bir market uğrunda ölen varsa vatandır’ diyeyim siz başlığı tamamlayın.

Başbakan niye geziyor

TÜRKİYE
Halkla İlişkiler Derneği (TÜHİD) tarafından düzenlenen Altın Pusula Halkla İlişkiler Ödülleri 17 Mart Perşembe günü, İTÜ Maslak Süleyman Demirel Tesisleri’nde düzenlenen bir törenle sahiplerini buldu.

Törene Başbakan Tayyip Erdoğan da gelecek diyorlardı ama ben inanmıyordum. Geldi. TÜHİD Başkanı Fügen Toksü’yü ve diğer yönetim kurulu üyelerini kutlarım. Büyük iş başardılar. Onlar sayesinde İlk defa bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı böyle büyük halkla ilişkiler organizasyonuna katıldı ve yaklaşık 15 dakika da halkla ilişkiler üzerine konuşma yaptı.

Erdoğan, her zaman olduğu gibi konuşurken kendinden emindi. Bu konuda Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek lazım. Başbakanımızın etkili konuşma becerisine diyecek yok. Erdoğan büyük ödülü kazanan Gaziantep Sanayi Odası’ndan yola çıkarak ‘Bizden teşvik beklemeyin, markalaşın, halkla ilişkilere önem verin, yeni çağ halkla ilişkiler çağı’ demeye getirdi. Sonra da kendinden örnek verdi: ’Bakın bana geziyor diyorlar. Geziyorum çünkü ülkemin tanıtılmaya ihtiyacı var. Türkiye’yi tanımayan ülke çok. Bu yüzden Avrupa Birliği’ne girişte sorun yaşıyoruz. Eğer halkla ilişkiler yoluyla kendimizi tanıtmazsak Avrupa Birliği süreci güçleşir.

İki hafta önceki Time Dergisi’de Fransa’da Avrupa Birliği Anayasası ile ilgili yapılacak referandum öncesinde aynı şeyi yazmıştı: ‘Fransızlar evet diyecekler ama yeni anayasayı Türkiye’nin AB üyeliği ve Anglo-sakson ekonomik politikalarla ilişkilendirenler fazla. Sorun çıkabilir. İyi bir halkla ilişkiler takımına gereksinim var!

Başbakan Erdoğan’ın saptaması doğru anlayacağınız. Ancak Türkiye’yi tanıtmak için Başbakan’ın ülke ülke gezmesi çok komik. Böyle bir halkla ilişkiler yaklaşımı elli yıl önce de kaldı. Bu çağda daha bilimsel, daha kitlesel çalışmak, lobi şirketlerinden yararlanmak ve daha yaratıcı olmak gerekiyor.

Başbakan’ın yapacağı Türkiye’de oturup Türkiye’yi doğru tanıtan, Türkiye’yle ilgili olumlu duyguları arttıran etkili bir halkla ilişkiler kampanyasının uygulanmasını sağlamak. Onun asıl işi bu. O bunu yapmazsa kim yapacak? Etkili konuşmak tabii ki iyi de bize icraat lazım.

Filli Boya onikiden vuruyor

FİLLİ
Boya’nın Volkan, İbrahim ve Sabri’yi kullandığı ‘Maharet Ustada’ reklam kampanyası çok doğru ve çok etkili bir kampanya. Neden? Çünkü boya markası seçimi kararında boyacıların payı çok büyük. Bir boyacının kendini dışlayan bir markayı kabullenmesi mümkün değil. Filli boya bırakın boyacıları kabullenmeyi, bu kampanyada boyacıları, değişik bir mizahi yaklaşımla gururlandırıyor. Hem de onları en zayıf tarafları futbol silahıyla vurarak. Dikkat çekici, tekrar tekrar izlenme değeri olan, hedefine ulaşan bir kampanya. Kutluyorum. Trabzonspor filmi de yakında gelecektir umarım. Şu sıralarda bir de Denizlispor filmi yapılırsa acaip hoşuma gideceğine de belirtmek isterim.

Futbolun dayanılmaz ağırlığı

HÜRRİYET
Cuma’da Real Madrid-Juventus maçı maceralarımı okumuşsunuzdur. Real Madrid kafilesi ile Madrid senin Torino benim dolaşmamın nedeni Siemens Mobile’ın 2002 yılından bu yana Real Madrid ana sponsorluğunu üstlenmesi. Benim de bu sponsorluğun genetik pazarlama kodlarını çözmeye çalışmam.

Madrid’i Siemens’in Türkiye’den promosyon kazanan talihlileri ile birlikte gezerken, üst düzey pazarlama direktörüne ‘Niye Bayern Münich değil de Real Madrid?’ diye sordum. ‘Almanya’da pazar payımız yüksek, bilinilirliğimiz de yüksek Alman takımına sponsorluk para israfı olurdu’ dedi.

Siemens pazarlamacılarının verdiği bilgilere göre Siemens Mobile Real Madrid sponsorluğundan sonra İspanya’daki pazar payını yüzde 17’den yüzde yüzde 21’e yükseltmiş. Ayrıca marka bilinirliğini de yüzde 81’den yüzde 84’e çıkarmış. Siemens’ciler Real Madrid sponsorluğundan çok mutlular anlayacağınız. Ah bir de Real Madrid’i daha fazla yönetebilseler ve daha fazla promosyonların içine çekebilseler.

Siemens talihlileri ile birlikte yaptığım gezide şu gerçeği öğrendim ki önemli olan bir futbol kulübüne sponsor olmak değil, önemli olan doğru dürüst sponsorluk sözleşmesi yapıp, sözleşmenin kurallarını da harfi harfine kulübe uygulatabilmek. Düşünün şimdi talihlilerle maç öncesinde futbolcularla yemek yiyeceksiniz diye söz veriyorsunuz. Maç öncesi, daha önce söz vermiş olsalar bile, Real Madrid yöneticilerinin ve futbolcularının rakip takımdan başka bir şeyi gözlerinin görmesi mümkün değil. Futbolcular maçtan sonra talihlilerle fotoğraf çektirecek diyorsunuz, maçtan sonra futbolcular zaten yenilmiş, bir an önce uçağa binip inzivaya çekilmek istiyor. Sonuçta harala gürele arasında verilen sözler tutulamıyor, sponsorluğun yayılma gücü azalıyor. Siemens’in ‘dahi’ Pazarlama Müdürü Erem Karabey’in verdiği bilgiye göre Real Madrid sponsorluğu Türkiye’de bile Siemens Mobile’ı yerinden hoplatmış. Sektör son iki yılda yaklaşık iki misli büyümüş. Cep telefonuna sahip olma oranı Türkiye’de yüzde 45’ler seviyesindeymiş. Bu oran İsrail’de yüzde 103, Birleşik Arap Emirlikleri’nde ise yüzde 85’miş. Avrupa’da ise yüzde 80’ler civarındaymış. Siemens Mobile aynı dönemde yüzde 300’lük bir büyüme yakalayarak, yüzde 20 pazar payıyla Nokia’dan sonra ikinci duruma yerleşmiş.

Cep telefonları artık teknik özellikleri açısından birbirine çok benziyor. Bu nedenle farklılaşmak için tasarım giderek ön plana çıkıyor. Cep telefonu üreticileri yeni tasarım konusunda birbirleriyle adeta yarışıyor. Siemens, tasarım yarışında öne geçmek için Product Visionaires diye bir şirket kurmuş. Bu şirketin CEO’su Andre Fischer’e göre geleceğin trendlerini tüm kategorilerde kadınlar belirliyor. Cep telefonunda kadınları mutlu eden marka kazanacak. Ben de o zaman Fisher’e diyorum ki niye hálá futbol sponsorluğu? Yoksa kadınların futbola ilgisi bizim düşündüğümüzden daha mı fazla! Yanıt bekliyorum Fisher...

Sezen Aksu öldü mü

CUMA
gecesi BKM’nin süper bir organizasyonuyla Sezen Aksu konserleri Lütfi Kırdar’da başladı. Orada olmalıydınız ve Sezen Aksu ölmüş mü ölmemiş mi görmeliydiniz. Sezen Aksu tam 3.5 saat sahnede kaldı. Salondakilerin hiçbiri Sezen’e doyamadı. Daha 3.5 saat olsa kimsenin doyacağı da yoktu. Sezen Aksu’nun Golden cinsi köpeği ile sahnede karşılıklı göbek atması, Pakize Suda ile sahneden cep telefonuyla görüşmesi, tüm salonla birlikte şarkılarını söylemesi görülmeye değerdi. Konser, daha doğrusu ‘ayin’ bittiğinde tüm salon Sezen Aksu’nun performansını dakikalarca ayakta alkışladı. O an son bir yıldır Sezen Aksu ile ilgili yazılanları, çizilenleri, tartışmaları düşündüm. ‘Algı’yı ve gerçeği. Gerçek karşımda alkışlara boğuluyordu. ‘Algı’nın sorunu neydi acaba?

Çekirgelik

İnsanın olgunlaşmaşı acı çekmesine bağlıdır. Acılar hem taş hem heykeltıraştır.

(Napolyon)
Yazının Devamını Oku

Madrid’den Torino’ya Real Madrid’le gittim

18 Mart 2005
Geçen hafta çok ilginç bir deneyim yaşadım. Juventus’un uzatmalarda Real Madrid’i 2-0 yendiği maçı izlemek üzere Torino Delle Alpi stadyumundaydım. ‘Ne işin var orada?’ diye sormanıza gerek yok, hepsini anlatacağım, biraz sabredin. Real Madrid’in 2002 yılından bu yana ana sponsoru Siemens Mobile. Siemens bu sayede hem bilinirliğini yükseltmeye hem de pazar payını artırmaya çalışıyor. Bu amaçla da Türkiye’de bir promosyon kampanyası düzenlemişti. Siemes’in belirli bir telefonunu alanlardan iki kişi önce Madrid’e gidip, Real Madrid kafilesine katılacak, oradan uçakla Torino’ya geçip maçı izleyecek ve sonra gerisin geri Real Madrid kafilesiyle Madrid’e dönecekti.

Siemens’in Pazarlama Müdürü Erem Karabey aradı ve ‘Hocam bu deneyimi talihlilerle yaşamanızı istiyoruz, başka ülkelerden talihliler de olacak, başka hiçbir basın mensubu olmayacak, başka ülkelerden bile... Bir futbol takımına sponsorluk nasıl bir şey en iyi siz çözümlersiniz. Bunu çok istiyoruz, lütfen bizi kırmayın’ dedi.

Çok geçmeden kendimi Erem Karabey ve iki talihli ile birlikte Lufthansa’nın Madrid-İstanbul seferini yapan uçağında buldum. Frankfurt aktarmalı olarak Madrid’e ulaştığımızda akşamüstü olmuştu. Bizi Siemens sponsorluk sorumlusu Dirk elinde ‘Yes’ yazılı pankartla karşıladı. Tüm seyahat boyunca da dakika sektirmeden programı harfi harfine uyguladı. Gerektiğinde ‘Hayl Hitler’ taktiklerine bile başvurarak. Örnek vermek gerekirse; Torino’dan dönüşte uyanamadığı için kahvaltıya yetişemeyen bir arkadaşımızı sırtlayarak otobüsün bagajına yüklediğini bizzat gözlerimle gördüm.

Vinci Centrum ve Meson Txistu

Dört yıldızlı Vinci Centrum oteline yerleştik. Otel dört yıldızlıydı ama konforuna, oda tasarımına, otel içindeki eşyaların tasarımına hayran kaldım. Eğer yolunuz Madrid’e düşerse, Vinci Hotel bir alternatif olarak portföyünüzde dursun. Siemens talihlileri, yanlarında Türk bir rehberle yemeğe gitti. Biz de Erem Karabey’le Meson Txistu isimli restorana yöneldik.

Erem süper bir dünya vatandaşı. Yemeyi içmeyi, her şeyin kalitelisini seven bir Harvard’lı. Meson Txistu’nun Real Madrid’in resmi restoranı olduğunu keşfetmiş ve hemen yer ayırtmış. Gittiğimizde gördük ki gerçekten de öyleymiş. Meson Txistu’da yer gök Real Madrid. Futbolcuların fotoğrafları, kupalar, formalar... Erem İspanyollarla İtalyanca anlaştı, kırmızı et söylemişti ama gelen deniz ürünleri karşısında denecek bir şey yoktu. Hepsi çok lezzetliydi. Tavsiye olunur.

Florentino Perez ve Özhan Canaydın

Sabah talihliler Madrid turu yaptılar. Ben basın cezalısı olduğum için yazılarımı yazdım. Daha sonra da çıkıp küçük bir şehir turu yaptım. Madrid çok hoş ve geniş bir şehir. Gez gez bitmez tahminim. Ama akşamüstü Real Madrid kafilesine katılmak üzere havaalanında olmak zorundaydık. Kısa kes Madrid havası olsun yapıp, otele döndüm. Heyecanlıyım ama... Uçakta Beckham’la, Ronaldo ile, Raul’la tanışacağım ya.

Nerdeee... Real Madrid için özel olarak kiralanan İberia havayollarına ait airbus’a binerken ve yolculuk sırasında futbolcuların f’sini göremedik. Realli futbolcular büyük bir gizlilik içinde en ön bölüme yerleştiler, biz de Real Madrid başkanı Florentino Perez ile idare etmek zorunda kaldık. Perez 1947 doğumlu, mühendis ve 2000 yılından bu yana da Real Madrid’in başkanı. Kompleksleri olmayan biri, herkesle konuşuyor, şakalaşıyor, fotoğraf çektiriyor. Darısı Özhan Canaydın’ın başına.

Torino’da kapkaç

Torino’da Majestik Otel’e yerleştik. O da dört yıldızlı, zarif bir oteldi. Çok kalmayıp, otobüslere yerleşip, maçın yapılacağı Delle Alpi stadyumuna, Real Madrid antrenmanı izlemeye gittik. Bu arada otelden çıkıp otobüse gelene kadarki elli metrelik mesafede Slovenyalı talihlilerden birinin fotoğraf makinesi kapkaççılar tarafından kapıldı ve kaçıldı. Talihli iki saat kendine gelemedi..

Delle Alpi stadyumuna vardığımızda görevlilerin bize çok dostça davrandığını söyleyemeyeceğim. Hatta bizi konuşlandırdıkları yerden futbolcular toplu iğne başından biraz daha hallice görünüyorlardı. Erem ‘Heyyyt! Ne oluyoruz biz sponsoruz kardeşim, para alırken iyi ama...’ diye ayağa kalktı da bizi bir kat aşağıya indirdiler. En azından dürbünle, yarım sahada maç yapan futbolcuları seçebilir hale geldik.

Antrenmandan sonraki durağımız futbolcuların kaldığı oteldi. Hesapta futbolcular gelecek ve onlarla talihliler fotoğraf çektirecekti. Nerdeee. Futbolcular ıslak saçları ile ışık hızıyla önümüzden geçip asönsöre bindiler ve sırra kadem bastılar. Bize sadece Siemens’in iki yıllığına anlaştığı Ronaldo kaldı. O da beş on dakika fotoğraf çektirip imza atıp, odasının yolunu tuttu. Bize de daha sonraki durağımız olan İtalyan lokantasına gidip kendimizi şaraba vermek kaldı.

Lokanta çok güzeldi. Futbol için yaratılmış bir yer. Her yere küçüklü büyüklü televizyonlar yerleştirilmiş. İnsanlar lezzetli pizzaları, makarnaları şarap eşliğinde yiyip maç izliyordu. Biz de aynı şeyi yaptık. Yorgunduk ama... Yatağa yattığımda ayaklarım sızlıyordu.

Çocukları öldürüyorlardı

Bir gün sonra maç günüydü. Yine küçük bir şehir turu yapıldı. Fiat’ın başkenti Torino biraz arşınlandı. Torino’nun öyle ahım şahım bir özelliği yok. Ben zaten yine basın cezalısı olarak odamda yazı yazmakla görevliydim. Maç saatinden birkaç saat önce stadyuma doğru yola çıktık. Polis koruması altında stadın önünde bize ayrılan kapıda kuyruk olduk. Biletlerimizi gösterip geçecektik ki, iki çam yarmasının on-on beş yaşlarında iki çocuğu nasıl tartakladıklarına şahit olduk. Çam yarmaları, biletsiz stada girmeye çalışan çocukların boğazını öldüresiye sıkıyorlardı. Türkiye’ye yüklenen Avrupa medyasının bu olayı görse ne yazacağını merak ediyorum.

Hele de Avrupa basını bize ayrılan bölümde ve tüm stadyumda merdivenlerde insanların oturduğunu, üzerimize maç boyunca pet şişe yağdığını, stadyumda bir elektronik tabelanın bile olmadığını, 2-0 galip gelince Juventuslular’ın delirip üzerimize plastik koltukları yağdırdığını, polisin Juvelilerin korkusundan bizi birbuçuk saat stadyumda tuttuğunu görse ne yazardı acaba? Ya UEFA? Juventus’a ne ceza verecek acaba? Koca bir hiç... Bu deneyimi yaşadıktan sonra kesinlikle bir kez daha anladım ki Avrupa medyası bize çifte standart uyguluyor. Ağzımızla kuş tutsak ‘Türkler kuşlara eziyet ediyor’ diye ayağa kalkıyorlar.

Yüro ya Real Madrid

Maç bitti, yine Real Madrid’li futbolcularla uçağa binip, Madrid’e döndük. Stadyumda esir tutulduğumuz için ancak sabahın beşinde hareket edebildik ama. Futbolcular bu kez bizden önce uçağa binmişlerdi. Kös kös oturuyorlardı. Yine yanlarına yaklaştırılmadık.

Daha sonraki sabah Barnebau Stadyumu’na gezi yaptık. Adamlar stadı müzeye çevirmişler. 4 Euro’dan başlayan fiyatlarla gezdiriyorlar. Soyunma odalarına kadar indik. Futbolcuların çiş yaptıkları, banyo yaptıkları yerleri fotoğraflayan insanları görmek çok ilginçti. Bernabeu gerçekten futbolun kutsal mekanı haline gelmiş. Görmeniz şart!

Son durak tabii ki Real Madrid Müzesi ve hediyelik satış yeri idi. Futbolun nasıl para basan bir sektör olduğunu hediyelik satış yerinde gözlerimle gördüm. Fotoğraf çektirip futbolcuların arasına kendinizi sokuyorsunuz 15 Euro, çocuk forması 70 Euro,

imzalı futbolcu resmi 15 Euro, Real Madrid kasedi 40 Euro... Anlayacağınız Real Madrid’e yöneticileri ‘Yüro ya kulum’ dedirtmiş, darısı bizim kulüplerin başına. Bu arada anladım ki, bir futbol kulübüne sponsor olmak kolay ama sponsorluk şartlarını sağlatmak ne zor şeymiş. Ben de sanmıştım ki Beckham ve Ronaldo ile al takke ver külah Madrid sokaklarında dolaşacağım.
Yazının Devamını Oku

Köşebaşını Kral’cılar tutmuş..

17 Mart 2005
Cumartesi gece yarısı İstanbul’dan İzmir’e doğru yol alıyorum. Bu saatlerde araba kullanıyorsam en büyük keyfim TRT FM’deki ‘Geceden Sabah’a’ programını dinlemek. Kusura bakmayın ama ‘Geceden Sabaha’ türü programlarda kimse TRT’nin eline su dökemiyor. Cumartesi gecesi de ‘Geceden Sabah’a’ mükemmeldi. Konuk Şükriye Tutkun.. Konu yeni türkü albümü Gücüm Yetene Kadar.

Tutkun, programda her zamanki enfes yorumuyla yeni albümünden türküler söyledi. Yurdum insanları da arayıp Tutkun’a sorular yönlendirdiler. O da en samimi haliyle sorulara yanıtlar verdi.

Ben de programı dinlerken öyle gaza geldim ki, çektim kenara arabayı, aradım TRT’yi, merak ettiğim soruları bir bir sordum:

n Tutkun sahne soyadınız mı?

Hayır kendi ismim ve soyadım..

n Türküye bu kadar uygun soyadı ilginç.. Sezen Aksu 400 bine yaklaşmış.. Gülşen’in ‘Of.. of’u’ bildiğim kadarıyla 80 bini geçmiş.. Siz ne kadar satıyorsunuz?

Bizimki o kadar olmuyor tabii ama televizyonlarda türküye yer bulmak o kadar zor ki.. Bakın, yeni çektiğim klip iki hafta yayınlansın diye Kral TV’ye 10 bin dolar ödedik..

n Halkla İlişkiler şirketiyle falan çalışsanız..

Müzik şirketim çalışıyor zaten..Ama bu kadar yapabiliyoruz. Türkü’ye bu kadar yer ayırtabiliyoruz.

Sanırım bu konuşmaya niye yer verdiğimi anladınız. Orhan Gencebay da yeni çektiği klibi Seven Affeder’i yayınlamak için Kral TV 15 bin dolar isteyince isyan etti ya. Hatta Başbakan’a gidip TSMF’yi şikayet edecek ya..

Gördüğünüz gibi bu konu müzik dünyasında herkesin ortak yarası. Klip yayınlamak için para talep etme konusunda benim de anlamadığım bazı noktalar var. Sizinle paylaşayım dedim:

Nasıl olur da bir kanal bir klip yayınlamak için para ister? Bu sponsorluk parası mı yoksa reklam parası mı?

Eğer reklamsa reklama dair sürelere müzik kanarlını uyması gerekmez mi? Sponsorluksa bu ne biçim sponsorluk.. Başında sonunda ‘sundu, sunar’ yazması gerekmez mi? Bir müzik kanalında klip parayla yayınlanıyorsa, izleyici bu klibin kanalın özgür iradesiyle yayınlandığını düşünmüyor mu? Parayla yayınlandığını düşünse izleyenlerin tepkileri farklı olmaz mı?

Bana bu işte, teknik açıdan, bir sakatlık var gibi geliyor, biraz daha düşüneyim bakayım..

İkinci sorun yönetim sorunu..

Geçen hafta ‘RTÜK de hatalı, kanallar da’ başlıklı yazımı, ‘RTÜK’ün ‘seviye’ sorununu ‘baskıcı’ yöntemlerle çözemeyeceğini anlaması gerekiyor. İki sorun var: Biri rating ölçümü yapılan hane sayısında. Bu sayının mutlaka RTÜK’ün katkısıyla beş bine çıkması gerekiyor. İkinci sorun.. Haftaya.. Bekleyin.. ‘ diye bitirmiştim.

İkinci sorun televizyon kanallarının yönetimi ile ilgili. Televizyon kanalları diğer işletmelerden farklı kurumlar değil ki.. Onların da yönetilmesi gereken bir kültürleri, güdülenmesi gereken çalışanları, yaratılması gereken bir örgüt iklimleri var? Televizyon yöneticilerimiz program üretmekte, rating almakta başarılı olabilirler?

Peki insan yönetmekte, çalışanlarını iyisini yapmaya güdülemekte, ahlaki standartlara bağlı , toplumsal sorumluluk duygusu gelişmiş bir kurum kültürü yaratmakta ne kadar başarılılar? RTÜK doğru yanlış, sansür ya da değil Digitürk’ün bir sinema kanalını kapattı. Digitürk de bir gecede yeni bir isimle çıkıp hülle yaptı. Şimdi kim o kurumda yasa ve yönetmeliklere saygı duyar. Bilmem anlatabildim mi?

Garipsedim..

Hande Ataizi’nin 24 saatlik evliliğinin üzerinden iki, iki buçuk ay geçti.. İki aydır da kendinden 8 yaş küçük Mert İncekara ile birlikteymiş, hatta nişanlanmışmış.. Garipsedim.. Acaba İstanbul’da bir yerlerde Ataizi’nin bildiği bir ‘damat adayları seç beğen al sergisi‘ var da, bu sergiden bizim haberimiz mi yok!

Kutluyorum..

Mahzun Kırmızıgül durup dururken ‘Bizim aile 25’inden sonra güzelleşiyor’ demiş..Sonra da eklemiş: ‘Şimdi 33 yaşımdayım, yüzüm çok oturdu ve en yakışıklı dönemimdeyim’.. Bravo Kırmızıgül’e.. İnsanın kendini pazarlaması kadar güzel bir şey yok. Nereden de aklıma bir söz geliyor. Neye yavrusu ne görünüyordu?
Yazının Devamını Oku

İş hayatında öğütlerin gücü

14 Mart 2005
<B>FORTUNE</B> Dergisi yeni sayısında çok ilginç bir dosya hazırlamış, iş hayatının ünlülerine ve diğer ünlülere<B> ‘Bugüne kadar aldığınız en iyi öğüt neydi?</B>’ sorusunu sormuş. Ünlüler de onları başarıya ulaştıran öğüdü, bu öğüdü kimin, ne zaman ve nerede verdiğini ayrıntılı ayrıntılı anlatmışlar. Gelin, kim ne öğüt almış bir bakalım. Belki bu öğütler bazılarının işine yarayabilir diye düşünüyorum:

Warren Buffet (Berkshire Hathaway’in CEO’su, 74 yaşında): Diğer insanların sizinle aynı kanıda olması sizin haklı olduğunuzu göstermez. Sizi haklı kılan elinizdeki verilerdir.

Richard Branson (Virgin Group Kurucusu, 54 yaşında): Deliliği göze al, kendi reklamını yap, aksi halde hayatta kalamazsın.(1) Piçleri dava et! (2)

Howard Schultz (Starbucks Başkanı, 51 yaşında): Sende olmayan yeteneklere ve özelliklere dikkat et, bunlara sahip insanları işe al.

A.G Lafley (P&G CEO’su, 57 yaşında): Zor bir işin üstesinden gelmek için cesur ol.

Sumner Redstone (Viacom’un CEO’su, 81 yaşında): Dünyayı senden farklı gören insanların değil kendi içgüdülerini izle.

Meg Whitman (eBay’in CEO’su, 48 yaşında): Nazik ol, elinden gelenin en iyisini yap ve en önemlisi görüş açında tut!

Jack Welch (General Electrik CEO’su, 69 yaşında): Kendin ol!

Sallie Krawcheck (Citigroup’un CFO’su, 40 yaşında): Kötü söylentilere kulak asma!

Vivek Paul (Wipro Technologies’in CEO’su, 46 yaşında): Geçmiş deneyimlere bakarak kendini sınırlandırma.

Dick Parsons (Time Warner’In CEO’su, 56 yaşında): Pazarlık yaptığında diğerleri de mutlu olsun diye masaya bir şeyler bırakmayı unutma.

Andy Grove (Intel’in Başkanı, 68 yaşında): Bir şeyin ‘öyle’ olduğu konusunda herkes anlaşmışsa o işte bir iş var demektir.

Jim Collins (Yazar, 46 yaşında): Gerçek disiplin yanlış fırsatlara hayır diyebilme gücüdür.

Peter Drucker (İşletme Danışmanı, 95 yaşında): 20 yaşında bir gazetede işe başlamış ve ona iyileşmesi için editörü üç hafta süre vermiş ve şöyle demiş: ‘Ya kendini geliştir, ya da defol!’

Ted Turner (CNN’in Kurucusu, 66 yaşında): Genç başla.

David Neeleman (JetBlue’nun CEO’su, 44 yaşında): İş hayatı ve aile yaşamını dengele..

Mickey Drexler (J. Crew’in CEO’su, 60 yaşında): Büyümeyen bir işi yok et!

Donny Deutsch (Deutsch’un CEO’su, 48 yaşında): Bir şeyi severek yaparsanız para peşinden gelir.

Herb Kelleher (Soutwest Airlines’ın Kurucu Başkanı): İnsanlara etiketleri için değil kim oldukları için saygı duy.

Çok güzel öğütler değil mi? Ben de etkilendim. Geriye dönüp iş yaşamımı etkileyen öğüt var mı yok mu diye baktım, iki tane buldum:

Hakkında dedikodu yapanlara, saldıranlara kulak asma, işini en iyi şekilde yap. (Ertuğrul Özkök).

Hatalarını kendin bul, düzelt. Ne yapıyorsan yap, kimsenin önüne hatalı iş götürme, kendi düzeltmenin kendin ol. (Prof. Dr. Şan Öz-Alp)

Haydi şimdi sıra sizde... Var mı sizi derinden etkileyen çok önemli bir öğüt? Paylaşırsanız haftaya ortaya şöyle karışık bir öğüt tabağı koyabilirim..

ÇEKİRGELİK

Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı arkadaşım Baskın Kocabaş’ın derslerden aldığı en önemli öğüt: Önce zarar verme.
Yazının Devamını Oku

Başbakan’ın harbi anları

13 Mart 2005
<B>BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan ‘medyadan’ </B>sürekli bir yakınma içinde. <B>Erdoğan</B> geziyor geziyor, aralarda da zaman buldukça medyaya iki tane çakmayı unutmuyor. Ne güzel değil mi? Medya Başbakan’ı eleştireceği yerde Başbakan sürekli medyayı eleştiriyor. Sürekli medyayı kınıyor. Hatta hızını alamıyor Türkiye’deki medyayı yabancı medyaya şikayet edip ‘Yakında onları hizaya getireceğiz!’ demeyi de ihmal etmiyor. Diyorum ki biri çıkıp (bu kişi Başbakan’ın yüce basın danışmanı, gazetecilik üstadı, Ahmet Tezcan olabilir!) Başbakan Erdoğan’a Ülker’in yeni ürünü Harby’den tattırsa ve Başbakan başlasa, Harby reklamlarındaki gibi harbi harbi konuşmaya:

İlk ISIRIK: Sıkıştım... Donanımlarım bu ülkeyi yönetmeye yetmiyor. Yurt içinde hiçbir konuda doğru dürüst proje üretemiyorum. Zaten böyle de bir misyonum hiç olmadı. Benim misyonum Türkiye’yi yeniden şekillendirmekti. Daha fazla İslam’a dayalı bir toplum yaratacaktım. Ama Meclis’teki çoğunluğa rağmen böyle bir şeyi yapamayağımı gördüm. Daha parti içindeki merkez sağdan aldığım emanet milletvekillerini ikna edemiyorum ki.

İKİNCİ ISIRIK: Yapabildiğim kamuya yerleştirdiğim kilit personelle günlük uygulamalarda ‘İslami’ dozu arttırmak. Alkollü içkilerde ÖTV’yi arttırıp milletin günaha girmesini engelledim daha ne yapayım. Yapacak bir şey bulsam o ülke senin bu ülke benim gezer miyim. Hem yerimde otursam ‘ne yapıyorsun sen orada!’ diye hesap sormazlar mı adama. Şimdi ‘Yurt dışında ilişki geliştiriyorum’ diyorum sıyrılıyorum işin içinden.

ÜÇÜNCÜ ISIRIK: Yerimde otursam Bush habire arayıp sorun çıkarıyor. Amerika’yla işbirliğinin kökte inançlarıma ters olduğunu anladı galiba. Neymiş Felluce’de Amerika’nın öldürdüğü müslüman kardeşlerimize ‘şehit’ demişsin. İçimden öyle geliyor ama ne yapayım. Eğer bütün içimden geçenleri söylesem var ya Türkiye’ye Metal Fırtına bile yetmez, Ultra Metal Fırtına harekatı başlar.

DÖRDÜNCÜ ISIRIK: Zaten AB’ye üyelik de hayal. Ne güzel Türkiye’yi adam etmeyi onlara havale edip de sırtüstü yatacaktım. Bu arada bireysel özgürlük mözgürlük türbanı da araya sokuşturacaktım. Şimdi ben gezmeyeyim de kimler gezsin, ben medyaya çatmayayım kimler çatsın. Sinir oluyorum medyaya zaten. Niye sürekli Mehmet Ağar haberi vermek zorundalar ki. Sarıgül olmadı şimdi Mehmet Ağar. Ben niye yetmiyorum ki onlara... Sanki bugüne kadar Türkiye’yi yönetenler kuş kondurdular. Ben de konduracam. Ben onlara sorarım ama...

HARBY BİTER: Bu medya (neydi Ahmet ne yazıyor burada) hah... Bu medya jurnalci medya... Bu medya adam olmaz medya... Bu medya Avrupa’ya bizi şikayet eden medya... Bu medya...(Dördüncü kuvvet Ahmet buraya gel okuyamıyorum yazını. Hem ben gazete okumuyorsam televizyon izlemiyorsam nereden biliyorum bunları?)

NOT: Bu arada Harby reklamı doğru bir reklam olmuş. Ortaokul ve lise çağındaki gençlere doğru mesaj, doğru konumlandırma. Yapım kalitesi biraz daha artırılır ve Harby bu yolda devam ederse sağlam bir pazar payına sahip olur.

Savulun Mey gıda geliyor

GEÇEN
hafta ‘Sahte Rakı’dan insanlar ölüyor, Tekel’in mirasçısı Mey Gıda ne yapıyor?’ diye sorup, mutlaka Yeni Rakı’ların toplatılması gerektiğini yazmıştım. Salı günü Mey Gıda çok doğru bir kararla Yeni Rakı’ları piyasadan çekme kararı verdi.

Mey Gıda’nın aldığı ‘Yeni Rakıları toplatma’ kararı Türkiye’nin iş hayatı tarihine altın harflerle yazılacak bir karar. Kabul edelim, insan sağlığını düşünerek trilyonlarca zararı göze almak bugüne kadar Türkiye’de devlet kurumlarının bile yapabildiği bir şey değil. Bir gıda markası insan sağlığını her şeyin üzerinde tuttuğunu trilyonlarca zararı göze alarak kanıtlamışsa yapılacak olan gözümüzü kapatıp, artık tüm ürünlerin gönül rahatlığıyla tüketmektir. İnsanı, trilyonlarca zarara tercih eden firmanın bize sağlıklı ürünler sunduğu konusunda en ufak bir şüphe duymaya gerek var mı? Kesinlikle yok.

Mey Gıda artık içecek kategorisinde, hatta yiyecek kategorisinde her alanda istediği ürünü piyasaya sokup, her kategoriyi tehdit edebilir. Bundan sonrasını artık Efe Rakı ve Burgaz Rakı düşünsün... Tabii Ülker ve Pınar da... Savulun bir dev geliyor... Krizi doğru yöneten bir dev. Kurumsal markasını ve marka estetiğini doğru yönetsin artık Mey Gıda’ya karada ölüm yok. Teşekkürler Mey Gıda. Sonsuz kadar yaşayın..

Nike’ın sporla dansı

NIKE
’ın yeni dönmeye başlayan reklam filmi ilginç. Uzay üssü gibi ortam. Değişik, insanın üzerine harlayacak gibi bir hoparlör düzeneği var. Kızımız müzikle kavga eder gibi dans ediyor. Biz de anlıyoruz ki (bilmiyorum siz de anlıyor musunuz?) bu Nike’ın ‘Take spor add music’ konseptinin bir uygulaması.

Reklamın geçirdiği duygular asilik, enerji ve gençlik. Yani tam da Nike’ın çağrıştırdığı konseptler. Müzik yavaşlıyor dans eden kızımız yavaşlıyor, müzik hızlanıyor dans da... Müzik ve dans bitiyor kız hoparlöre bakıp ağzında geveliyor, ‘Same time tomorrow’ diyor. (Biraz dikkat edin bakın, valla öyle diyor). Yani reklam Nike kullanan bir alışır bir daha asla dinamizmden kurtulamaz demek istiyor.

Nike reklamının yapım kalitesi çok iyi ve eğer anladıysanız tekrar tekrar izleme isteği yaratıyor. Anlamadıysanız... This a book’tan başlamaya devam... Yapacak bir şey yok. Küreselleşiyoruz arkadaşlar... Ya İngilizce öğrenirsiniz ya da birçok reklam karşısında oturup öyle kek gibi bakarsanız...

Eskişehir markası:Sarar ve Özaydemir

ESKİŞEHİR
markası deyince benim aklıma altı kişi geliyor. Orhan Oğuz, Yılmaz Büyükerşen, Engin Ataç, Firuz Kanatlı, Savaş Özaydemir ve Cemalettin Sarar.

Orhan Oğuz
Anadolu Üniversitesi’nin kurucusu (anıları Doğan Kitap’tan çıktı, mutlaka okuyun), bırakın Eskişehir’i Türkiye’ye verdiği emekler unutulmaz. Yılmaz Büyükerşen’in vizyonu Anadolu Üniversitesi’ni devleştirdi, şimdi Eskişehir’i mükemmel bir Avrupa kenti yapma yolunda. Engin Ataç, Büyükerşen’den bayrağı aldı, kişisel kalitesini, ince zevklerini Anadolu Üniversitesi’nin eğitimine, her eylemine taşıdı onu görenlerin imrendiği, gerçek bir dünya üniversitesi yaptı. Firuz Kanatlı, bir gün olsun bile ürün kalitesinden, yönetim kalitesinden taviz vermeden Eti gibi ‘lezzet uygarlığını’ tüm Türkiye’ye armağan etti. Eskişehirliler, Oğuz’a, Büyükerşen’e, Ataç’a, Kanatlı’ya Eskişehir’i markalaştırdıkları için ne kadar teşekkür etseler az.

Eskişehir’in markalaşma sürecine yaptıkları katkılar için teşekkür etmeleri gereken iki kişi daha var. Biri Savaş Özaydemir ve diğeri Cemalettin Sarar.

Savaş Özaydemir
16 yıldır Eskişehir Sanayi Odası Başkanı. Bırakalım zehir gibi mühendis beyniyle büyüttüğü, geliştirdiği Kılıçoğlu markasını, yarattığı Organize Sanayi Bölgesi Modeli, elektrik santralıyla, tesisleriyle, internet ağıyla, ihracatçıya getirdiği yeni açılımlarıyla Türkiye’de değil Avrupa’da kendinden sözünü ettiren örnek bir model.

Cemalettin Sarar, Sarar markasını Eskişehir’den dünyaya armağan eden inanılmaz bir girişimci. 24 saat çalışıyor, üretmeye, yatırım yapmaya doyamıyor. Ama ağzından şu cümle hiç düşmüyor: ‘Eskişehir’i de dünya markası yapacağım.

Bu hafta Eskişehir’de de Sanayi Odası ve Ticaret Odası Başkanlıkları için seçim yapılacak. Özaydemir, yeniden Sanayi Odası Başkanlığı’na aday. Sarar ise Ticaret Odası Başkanlığı’na. Elele verirlerse gerçekten Eskişehir dudak ısırtan bir dünya şehri markası olur.

Unutmayalım marka yaratmak sevda işidir. Hem Sarar hem Özaydemir bugüne kadar Eskişehir sevdalısı olduklarını kanıtladılar. Küçük seçim hesapları nedeniyle ‘karapogandayı’ değil teşekkürü hak ediyorlar. Eskişehir sanayicisi ve tüccarının ‘vefa’nın sadece İstanbul’da bir semt olmadığını tüm Türkiye’ye kanıtlayacaklarını umuyorum. Onlara bu yakışır.

(*) Karalama kampanyası demek. Kara ve propaganda sözcüklerinden yeni türettim.

İlk bakışta aşk zorlaması

ARÇELİK,
tartışmasız Türkiye’nin sanayileşme sürecine damgasını vuran en önemli markamız. Koç Ailesi’ni ve bugüne kadar Arçelik markasına emeği geçmiş herkesi Arçelik’i dünya devleriyle çatır çatır rekabet eden bir konuma getirdikleri için tüm kalbimle kutluyorum.

Ancaak 50. yıl reklam filmi olmamış. Fikre itirazım yok. Arçelik’in Türkiye’deki değişimin sembolü olarak anlatmak, Arçelik’teki değişim kilometre taşlarını vurgulamak çok iyi fikir. Ama filmdeki her şey çok yapay. Makyaj, dekor, mizansenlar. İlhan Şeşen’in söz ve müziğiyle duygusal bir bağ kurulmaya çalışılmış ama söyler misiniz Türkçe’de ‘İlk bakışta aşk’ diye bir şey var mı? Love at first sight’ı birebir çevirirsek tamam da biz öyle mi deriz? Ne deriz? Bilen var mı? Hadi onu da geçtik ‘İlk bakışta aşk’ görüntüleri destekliyor mu sizce?

Paramız çok ne yapalım

MUSTAFA Sandal
’lı ’Muhabbet Kart’ türü reklamlara ben artık ‘Paramız çok acaba ne yapalım?’ reklamları diyorum. Neymiş efendim Muhabbet Kart bu reklam sayesinde hedef kitlesi ile duygusal bir yakınlık kuruyor ve uluslararası bir açılım kazanıyormuş. Cart! Pardon, Muhabbet Kart Türkiye’den başka hangi ülkede satılıyor da böyle global bir iletişime maruz kalıyoruz? Türkiye muhabbetin ülkesiyken İtalya bağlamına ne gerek var. Türkiye’de bağ kalmadı da niye elin İtalyan ailesinden medet umuyoruz. İkinci reklamda da bizi Yahudi anne mi bekliyor! Bu ne gereksizlik ya. Bu ne hovardalık... Evet buldum. Mustafa Sandal dahil bu reklamdaki her şey gereksiz. Artık bu türe gereksiz reklam türü diyeceğim, bu böyle biline... Reklamın devamı mı var. Başka ülkelerde mi? Ne gereksiz...

Çekirgelik

Doğruluk sonsuzluğun güneşidir. Mutlaka doğar.

(Wendell Philips)
Yazının Devamını Oku

RTÜK de, kanallar da hatalı..

10 Mart 2005
‘Caner Kendini Baydı’ başlıklı yazımın sonunu, yine anımsarsanız, ‘kendini düzenleyemeyeni düzenlerler’ diye bitirmiştim. Nitekim televizyon kanalları ‘gelin-kaynana-damat’ şeytan üçgeninde işi her zamanki gibi çığırından çıkartınca RTÜK’de Fatih Karaca eliyle okkalı bir ‘tehdit’ savurdu: Hizaya gelin yoksa getiririz! Böyle mi olmalıydı? Her iki taraf için de söylüyorum. Kanallar işin cılkını çıkarırken RTÜk’ten böyle bir uyarı geleceğini düşünmüyorlar mıydı? Gelin-kaynana- damat üçgenini doğal seyrinde vermeyi anlıyorum ama iş artık parayla yaratılmış mizansenler durumuna dönüşünce bunun savunulacak bir tarafı var mı?

RTÜK’ün yaptığı doğru mu? O da yanlış.. RTÜK kurulduğundan bu yana ‘Pazar ekonomisi modelini’ esas alan bir düzenleme tavrı güdüyor. Bir anda ‘izleyici kurbandır’ modeline geçmesi çok yanlış. Bu modele geçmesi için elinde ‘program etkileri’ ile ilgili çok sayıda bilimsel araştırma olması gerekir ki, İletişim Fakülteleri’nin bu konuda uyuduklarını, RTÜK’ün de ciddi etki araştırmaları yaptırmadığını biliyoruz. O halde böyle ortaya çıkıp ‘hizaya getiririm’ deyip, güç gösterisi yapmanın, tribünlere oynamanın bir gereği yok. Hatta yoktu.

RTÜK’ün yapacağı ‘uzlaştırıcı’ bir rol üstlenerek, kanal yöneticileriyle ‘gizli‘ bir toplantı yapmak, şikayet edilen programları enine boyuna tartışmak ve sözlü uyarıda bulunmaktı. RTÜK daha önce böyle davrandı, başarılı da oldu. Şimdi niye böyle bir sansürcü ‘ezerim’ tavrı? AKP hükümetine ‘selam’ çalıyor olmasın.. Hani RTÜK’ün yapısını değiştirecek olan bir yasa var ya.. Hani ‘biz görevimizi yapıyoruz bak.. bize dokunma gibilerden..’

Bu konuya gelecek hafta devam edeceğim. RTÜK’ün ‘seviye’ sorununu ‘baskıcı’ yöntemlerle çözemeyeceğini anlaması gerekiyor. İki sorun var. Biri rating ölçümü yapılan hane sayısında. Bu sayının mutlaka RTÜK’ün katkısıyla beş bine çıkması gerekiyor. İkinci sorun.. Haftaya.. Bekleyin..

Biz anlaşırız Mesut

Anımsarsanız geçen hafta televizyon eleştirmeni arkadaşlarımızı rating rakamlarını yüzdelik olarak değil mutlak olarak vermeleri gerektiği konusunda uyarmıştım. Sevgili Mesut Yar Sabah’taki köşesinde ‘Bir bakar mısınız hocam?’ deyip ‘Yüzde 1 mi yoksa 450 bin mi?’ başlıklı yazım üzerine yorumda bulunmuş. ‘Bana ne rakamlar, ne de yüzdeler anlamlı geliyor..Bana ratinge göre parayı ödeyen zihniyet anlamlı geliyor.. Ratinge göre para ödeme zihniyeti değişmedikçe hiçbirimizin demokrasi şansı yok..’ demeye getirmiş. Yani reklamverenin bir programın sadece ‘kafa sayan’ ratinglerine değil, niteliksel yönlerine de bakması gerektiğini ifade etmiş. Aynen ben de öyle söylüyorum Mesut! Benim dediğim de bu.. Eğer mutlak rakamları verirsek reklamveren oralarda da küçük de olsa bir ‘insan yığını’ olduğunu anlayacak ve daha sonra niteliksel olarak bu ‘küçük yığını’ çözümlemeye çaba gösterecektir. Yüzdelik verdiğimizde iyice işi zorlaştırıyoruz. Derdimiz aynı anlayacağın. Biz anlaşırız sen merak etme..

Garipsedim..

Ünlü Terzi Yıldırım Mayruk yetmedi, yamağı Barbaros Şansal’ı bile kısa sürede ünlü yaptık. Hem de ‘Aşk’ üzerine sözleriyle.. Söyler misiniz ne adına? Kim bu Barbaros Şansal.. Bugüne kadar konuşmaktan başka ne yapmış. Bazen kantarın topuzuyla fazla oynuyoruz..

Kutlarım..

Müşfik Kenter’i, son oyununa sadece dört sıra izleyici toplayabildiği için kutlarım. Yılmaz Erdoğan’ın son oyununa geçen hafta ikinci defa gittim. İğne atsan yere düşmüyordu. Üstelik 15 gün sonraya bile bilet yoktu. Neden acaba? Müşfik Kenter yakınacağına neyi nasıl tanıttığına iyi bakmalı..

Baydı..

Bir İstanbul Masalı başladığı hafta bu dizinin Asmalı Konağın yerini alacağını ilan etmiştim. Bu öngörüm gerçekleşti. Şimdi de Bir İstanbul Masalı’nın sonunun geldiğini ilan ediyorum. Dizi tıkandı. Yaklaşık dört haftadır Bir İstanbul Masalı baya baya ilerliyor. Selim’le Esma bir ileri iki geri, çıkmaz üstüne çıkmaz yaşıyorlar. Ortada da doğru dürüst bir gerilim falan yok. Nitekim geçtiğimiz pazartesi de durup dururken, son bölüm tekrar yayınlandı. ‘Son bölümü kaçıranlara fırsatmış’..Yalandan kim ölmüş..
Yazının Devamını Oku

Para her şey mi?

7 Mart 2005
<B>AMERİKA</B>’da işten çıkmaların en hızlı olduğu sektör, saat başı ortalama 5 dolara çalışılan, <B>‘fast food’</B> sektörü. ‘<B>turnover’ </B>denilen personel devir hızı bu sektörde % 300’lere varmış durumda.. Bu sektörde ciddi bir düşük ücret ordusu var. Düşük ücretle çalışanlar, sıkıcı iş ortamına ve anlayışız amirlere dayanamayıp basıyorlar istifayı..

Stabucks gibi bazı şirketler çareyi daha fazla ücret ödemekte bulmuşlar ama ancak devir hızını % 90’lara düşürebilmişler. O da daha iyi mağaza müdürleriyle çalışarak ve daha arkadaşça bir iş ortamı yaratmak suretiyle..Starbucks’ın İnsan Kaynakları Başkan Yardımcısı Dave Pace ‘Eğer müdürleri daha insancıl seçmeseydik ve ortamı arkadaşça yapmasaydık asla bu oranı yakalayamazdık’ diyor.

Domino’s Pizza’da Amerika’da en fazla ‘turnover’’dan yakınanlardan. Dominos’culara göre de çalışanlara % 20 daha fazla saat başı ücret vermek hiçbir şeyin çözümü olmuyor. Domino’s’un CEO’su David A. Brandon’a göre ‘Yüksek ücret, kötü bir şirket kültürünün üstesinden asla gelemiyor’.

Brandon’a göre personel devir hızını düşürmenin yolu mükemmel mağaza müdürlerini işe almak, onları eğitmek, daha iyi iş atmosferi yaratmalarını sağlamak ve onları güdülemekten geçiyor. Domino’scuların hesabına göre yeni bir saat başı çalışan işten ayrıldığında yenisini bulmanın şirkete maliyeti 2500 dolar, yeni bir mağaza müdürünü işe almanın maliyeti ise 20.000 dolar.

Brandon’ın işe başladığı yıl olan 1998 yılında Dominos’un yıllık personel devir hızı % 158’miş. Düşünün o yıllarda Domino’s her yıl 180 bin kişiyi buluyor, işe alıyor, eğitiyormuş. Brandon yaptırdığı araştırmalarda ‘mağaza başarısını’ etkileyen en önemli faktörün mağaza yeri ve pazarlama faaliyetleri olmadığını görmüş. En önemli faktör neymiş dersiniz? Bildiniz. Mağaza müdürünün kalitesi..

Domino’s hemen daha iyi mağaza müdürleri bulma projesini başlatmış. Mağaza müdürlerinin finansal bilgilerini ve yönetim stillerini ölçen yeni bir form geliştirilmiş. İyi çalışmayan bir personelin nasıl eğitileceği konusunda sorular eklenmiş. Daha sonra işe alınan mağaza müdürleri eleman çalıştırma konusunda bilgilendirilmiş ve daha insani, daha arkadaşça ortamlar yaratmaları sağlanmış. Mağaza müdürlerinin en iyi ve en kötü elemanlarının kayıtlarını tutmaları şart koşulmuş..

2004 yılının sonunda Domino’s’ ta personel devir hızı aynı saat ücretiyle % 50 azalmış. Ve hala da azalmaya devam ediyormuş..

Şimdi durup dururken, pazartesi pazartesi, niye böyle bir yazı yazdım? Çünkü Türkiye’de de özellikle perakende sektöründe, satış işinde personel devir hızları çok yüksek. Herkes düşük ücretlerden şikayet ediyor. Ancak rekabetçi piyasalar ücretlere arttırmaya el vermiyor. O halde? Çözümsüz değiliz..

Mağaza müdürlerinizi, departman şeflerinizi, bayilerinizi seçerken çok dikkatli olun. İnsan sevsinler, insana önem versinler. İş yerinde ‘dinleyen, anlayan patronlar’, arkadaşça, doştça ortamlar çalışanları ‘ilaç’ gibi geliyor.. Düşük ücrete bir de çekilmez bir işyeri ortamı eklenince insanlar onurları ile oynatmayıp, aç kalmayı yeğliyorlar.. Benden uyarması..

İnsanlar ölüyor Mey Gıda ne yapıyor?

DÜN ‘Sahte Rakı’dan insanlar ölüyor, Yeni Rakı’nın üreticisi Tekel’in mirasçısı Mey Gıda ne yapıyor?’
diye yazdım. Aldığım bilgilere göre Meyciler de ‘Bu büyük krizden nasıl çıkacakları konusunu enine boyuna tartışıyorlarmış, çok yakında bir karar verilecekmiş.. Bence ellerini çabuk tutsalar iyi olur. Aksi durumda ‘Unutulsun, ya da ne satarsak kar kardır’ diye düşündükleri ortaya çıkar ki, bu düşüncenin gelecekteki zararı şimdi katlanacakları zarardan çok daha fazla olur. Bana kimse ‘Ama stoklarda çok mal var. Sen raflardaki Yeni Rakı’nın maliyetini biliyor musun?’ argümanlarını getirmesin.. İnsanlar ölüyor. Şu anda Mey Gıda’da bu ölümlere izleyici kalıyor. Bildiğim bu.

Kim ‘Para kazanmak zor’ diyebilir?

‘PARA
kazanmak kolay değil’ diyen Koçbank’a reklam kampanyası ‘ekmek aslanın ağzında..’ inancını gıdıklayan sağlam bir kampanya olmuş. Koçbank’ın ‘sağduyulu’ duruşuna yakışmış. Şu sıralarda diğer bankalar ‘kart yarışı’ içinde boğulmuşken böyle ‘güven’ duygusu veren bir reklam kampanyası ‘Koçbank’ın marka değerini arttıracaktır. Ekonomik kriz döneminde (sanırım 2001) Tansaş’ın da ‘Para kazanmak kolay değil’ diyen bir reklam kampanyası yaptığını anımsıyorum. Bu mesaj, o dönemde, Tansaş’ın ağzına yakışmamıştı. ‘Duygu sömürüsü’ algılayanların sayısı fazlaydı.. Ekonomik şartlar değişti, bugün bu mesaj Koçbank’a çok yakıştı. ‘Duygu sömürüsü’ algılayan var mı? Yok. Kutlarım.

ÇEKİRGELİK

‘Erkeğin yaradılışında sevmek yoktu. Ona aşkı öğreten kadındır’ (Geraldy)

(Kadınlar Gününüz kutlu olsun.)
Yazının Devamını Oku

Rakı piyangosu size de çıkabilir

6 Mart 2005
<B>‘SAHTE rakı’</B> nedeniyle ölenlerin sayısı artıyor. Henüz kaç adet sahte rakının piyasada olduğunu, dağıtımın nerelere yapıldığını bilen yok. Bu arada sahtesi yapılan ‘Yeni Rakı’nın satışı ülke genelinde devam ediyor. Yani raflarda hem orijinal Yeni Rakı var hem de sahte Yeni Rakı. Anlayacağınız birileri bize ‘Rus Ruleti’ oynatıyor.

Tekel’in mirasçısı, ‘Yeni Rakı’nın yeni üreticisi Mey Gıda’nın yaptığı sadece bazı televizyon kanallarında ve gazetelerde ‘Yeni Rakı’nın etiketinin görünmesini engellemek. İnsanlar ‘sorunu’ anlamasın. Yeni Rakı içmeye devam etsin diye. Böyle mi olmalı? Bu kadar büyük bir kriz böyle mi çözülmeli? Bir ‘marka’ insan hayatını bu kadar hiçe sayıp, daha sonra da hiçbirşey olmamış gibi yoluna devam edebilir mi?

Diyelim ki delinin biri Yeni Rakı’nın içine siyanür koydu ve siyanürlü şişeyi raflardaki şişeler arasına karıştırdı. Sonra da yaptığını kamuoyuna açıkladı. Sadece birkaç kişinin ölme riski var. Ne yaparız? Yeni Rakı’ların satılmasına izin verip, insanların ölmesine göz yumar mıyız?

Şu andaki durumun rakının içine siyanür karıştırılmasından ne farkı var? Bir kişi bile ölecek olsa, hiç birşey yapmadan durulur mu? Mey Gıda durduğu için özellikle Yeni Rakı tüketicileri korku içinde beklemede. Bir süreliğine Efe Rakı ve Burgaz Rakı’ya gün doğdu. Efe Rakı ve Burgaz Rakı’nın kendilerini anımsatan reklamlarını ‘fırsatçılık’ olarak görmemek lazım. Yaptıkları doğru. Ama Mey Gıda’nın yaptığı doğru değil. ‘Benim malımda sorun yok’ deyip sahtesiyle ayrıştırılamayan orijinal rakıları rafta tutmak doğru değil. ‘İnsanlar unutsun, daha sonra işler normale döner’ diye beklemek iş değil. Ya daha sonra da birkaç kişi ölürse...

Mey Gıda, hemen raflardaki Yeni Rakı’ları geri alacağını ve imha edeceğini, yerine bir plan dahilinde yenilerini vereceğini açıklamalı. Yine yarından tezi yok piyasaya yeni şişe ve etiketle çıkmalı. Maliyet mi? Birkaç kişi daha ölse ne mi olur? Saçmalamayın insan hayatından söz ediyoruz. Mey Gıda dediğimi yapsın, rakı kategorisinde sonsuza kadar Türkiye’nin lider markası olarak kalır, rakiplerine de nal toplatır. Aksi durumda. Hoş geldin Efe, hoş geldin Burgaz. Sırada kim var?

Uzun metraj çekseydiniz

MUSTAFA Sandal,
Muhabbet Kart reklamında iyi oynamış, reklam komik. Eee... Niye İtalya? Niye İngilizce? Niye Muhabbet? Amaç ne? Reklamın sonunda sadece Muhabbet’i çağrıştırmak mı esastı? Bu kadar masrafa ne gerek vardı? Uzun metraj bir şey çekmeyi düşünmez miydiniz?

YENİ bir pencere markamız olmuş. Yelpen... Yelpen ‘Bu pencere üfürmüyor’ nasıl diyecek? Yoksa üfürüyor mu?

OLİPS’in yeni versiyonu uçakta geçiyor. Bu kez ‘Errol’un annesi’ televizyon ekranında. Yine oğluna Olips öneriyor. Ama bu kez daha genç. Ne oldu? Bir anti-aging durumu mu söz konusu? Desenize üçüncü reklamında ‘Errol’ün cici babasını da göreceğiz...

‘Bip Bip Cep Bank’ Garanti’yi lige soktu

HTP
’nin geçen hafta yapmış olduğu ‘Reklam Algı Endeksi-Etki’ araştırmasına göre Ata Demirer’li Vestel reklamları yüzde 13 anımsanma oranıyla geçen haftanın en fazla anımsanan ikinci reklamı. İlk sırada yüzde 31 anımsanma oranıyla Arçelik reklamları var. Molfix, Doritos ve Garanti Bankası ve Citroen reklamları diğer anımsanan reklamlar. ’Bip Bip... Para geldi, Cep Bank’ ‘zokasının’ Garanti’yi sırtladığı görülüyor. Zoka’lara dikkat.

Hülya Hanım’ı özlemiştik

PINAR
’a ne kadar teşekkür etsek az. Sen kalk Pınar köfteleri aynı şemsiye altına sokmaya çalışan reklamda ‘Havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi olsun!’ diyen Hülya Hanım’ı kullan, bizleri bir kere daha sonsuz bir mutluluğa ulaştır. Ben de uzun süredir diyordum ki içimde bir boşluk var. Meğer Hülya Hanımım gelmiş. Sunduğu köfte durumu bile olsa, nasıl rahatladım, nasıl içim açıldı bir bilseniz. Ne de olsa Semranımların, Canerlerin, Tülinlerin atası bir bakıma bu Hülyanım... Sizce de öyle değil mi?

Reklam fikri, bağlantı zayıf olsa da fena değil ama. Farklı yörelerin köftelerini Türkiye haritası üzerinde, dikkat çekici bir şekilde görmek Pınar’ın köfte çeşitlerine yönelik genel farkında olmayı artırıyor, ilgi uyandırıyor. Sorun güdülemede. Reklam sanki köftelerden daha çok Hülya Hanım’a yönelik bir güdülendirme havasında... Haksız mıyım?

Kim koklar parfümlü pedi

PAZARLAMA
iletişiminde tüketiciyi ikna etmek için göze, kulağa hitap etmek sıradanlaştı. Şimdilerde yeni moda ‘buruna’ da hitap etmek.

Örneğin İpana’yı alalım. İpana imaj yenileme çalışmaları devam ederken üç farklı kokuda diş macunu çıkardı. Ambalajların üzerinde de parfüm ‘tester’larını anımsatan bir bölüm var. Ambalajların üzerindeki bu bölümü kazıyınca diş macununun kokusunu hissedebiliyorsun. Görmediniz mi? Ya İpana’nın televizyon reklamlarını? Durun, durun bu konuda haksızlık etmeyeyim. İpana’nın televizyon reklamları zenci vatandaşlarımızı hedeflediği için sizin görmemeniz çok normal. Türk halkının yüzde 50’si zenci mi? Aaa... Ben niye bilmiyorum?

İkinci örnek Discreet günlük kullanım pedi. Parfümlüsü çıktı görmediniz mi? Televizyon reklamında da çiçekler böcekler falan var. Parfümlü kadın pedi ne işe mi yarayacak? Ne bileyim, koklayan biri bulunur herhalde!

İki yeni kitap

MEDİACAT
yayınlarından yeni çıkan iki kitaba dikkatinizi çekmek istiyorum. Biri Ahmet Bülend Göksel ve Çisil Sohodol’un Stratejik Fuar Yönetimi isimli kitabı. Göksel ve Sohodol, fuar konusunu masaya yatırıp, hem fuar organizatörlerine hem de bir fuara hazırlanacaklara yardımcı olacak ciddi bir yardımcı kaynak yaratmışlar. Küreselleşen dünyada ticari fuarların önemi gittikçe artıyor. Türkiye olarak bu alanda çok başarılı değiliz. Umarım bu yeni kitap fuar gerçeğini bazılarımızın daha iyi anlamasına yardımcı olur.

Diğer kitap Amsterdam Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Giep Franzen’in editörlüğünü yaptığı Reklamın Marka Değerine Etkisi. Etkili Reklam Kampanyası ödülü Effie’yi almak üzere başvuracakların mutlaka okumaları gereken bir kitap. Aslında ‘Reklamın etkileri nasıl ölçülür?’ diye merak eden herkes okumalı. Reklamın Marka Değerine Etkisi’nde çok fazla teknik terim var. Ancak çeviriyi yapan Fevzi Yalım çok başarılı bir iş çıkartmış, tebrik ederim. Okunması kolay olmasa da zorlayıp, reklamın etkilerinin nasıl ölçüldüğünü öğrenmek lazım. Eğer milyonlarca dolar harcayıp karşılığında balta sapı elde etmek istemiyorsak...

Çekirgelik

Düşmanın eline kılıç verilmez

(Türk Atasözü)
Yazının Devamını Oku