Ali Atıf Bir

Erdoğan hızla form kaybediyor

12 Haziran 2005
<B>TNS Piar</B> tarafından her ay yaklaşık 2000 kişiyle gerçekleştirilen Trendpoll araştırmasından yola çıkarak raporladığım ‘<B>Liderlerin Form Grafiği’</B> sonuçları siyasal arenada ciddi olarak gündem yaratmaya başladı. Sonuçlar bir hafta gecikse hemen telefonla aranıp ya da mesaj gönderilip ‘Durumlar ne alemde?’ diye soruluyor. Siyaset meraklıları haklılar. Ben de olsam ben de merak ederim. TNS Piar’ın araştırma konusundaki uzmanlığı belli, Trendpoll bağımsız bir araştırma, her ay düzenli yapıldığı için eğilimi sağlıklı gösteriyor, üstelik 18 yaş üstü kır-kent temsili 2 bin kişiyle yapılıyor.

Mayıs 2005 sonuçları geldi. Sonunda iktidar 30 ay sonra Tayyip Erdoğan’ı da ciddi olarak sallamaya başladı. Abdullah Öcalan’la ilgili AİHM kararı, Güneydoğu’dan gelen şehit haberlerinin artması, düzelen ekonomik göstergelere rağmen yaşanan nakit sıkışıklığı, pazar daralması, KOBİ düzeyindeki şirket sıkıntıları, işsizliğin çığ gibi büyümesi, tarım kesiminden politikaların çiftçiyi ezmesi, benzine-motorine zam üstüne zam yapılması Tayyip Erdoğan’ın arkasındaki desteğin sabrını taşırmış olabilir. Tabii ki yasa dışı Kur’an kurslarının özendirilmesinin ‘AKP’nin maskesini düşürdüğünü’ düşünenler de olabilir. Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı ya da ‘derin devlet’ karşısında korkak davranıp Türkiye’yi İslam devleti yapma konusunda ağır kaldığını düşünenler de... Hepsi olabilir. Sonuç değişmiyor. Tayyip Erdoğan form kaybediyor, AKP oy...

Erdoğan’ın alaturka liberalizmi

ATLANTİSJET
’in Genel Müdürü Tuncay Doğaner’den öğrendiğime göre THY Atlasjet’in Ankara-İstanbul arası uçuşlarını engellemek için Tayyip Erdoğan’a baskı yapıyormuş. Hatta geçici olarak bu uçuşlar Başbakan’ın emriyle durdurulmuş..

Atlasjet, uzun denetim süreçlerini geçip Türkiye’den IATA (International Air Transpotation Association) üyeliğini ilk alabilen özel havayolu şirketi, elektronik bilet sistemiyle bilet alma derdi olmadan yolcu uçurabiliyor, çok yeni de bölgesel uçaklar getirmiş, bilet fiyatı da sadece 89 milyon TL. THY’de ise Ankara-İstanbul fiyatı 129 milyona kadar çıkıyor..

Türkiye’ye döner dönmez araştırdım. Bilgiler doğru. THY Yönetim Kurulu Başkanı Candan Karlıtekin ve Yönetim Kurulu üyeleri Hamdi Topçu ve Temel Kotil Atlasjet’in uçuşlarını durdurmak için Başbakan’a baskı yapmışlar. Hatta ‘Atlasjet İngilizlerle ve Fransızlarla THY’yi bitirmek için anlaşma yaptı’ diye yanlış bilgi vermişler. Yanlış! Atlasjet IATA üyesi olarak tüm yabancı şirketlerle ikili anlaşma yapmak zorunda. Bu anlaşmaların THY’yi bitirmekle ne alakası var? Ama Karlıtekin, Topçu ve Kotil, Başbakan’ın İstanbul Belediyesi’nden mesai arkadaşları... Başbakan onlara inanmış Ulaştırma Bakanı’nı arayıp Atlasjet’in Ankara-İstanbul uçuşlarının durdurulmasını istemiş.

Olacak iş mi bu? Bu nasıl liberallik? Bu nasıl özelleştirme anlayışı? Bırakın Atlasjet ve THY kozlarını serbest piyasa içerisinde kıran kırana çözsünler. Atlasjet isterse 70 milyona iner size ne? Candan Karlıtekin ve Hamdi Koç daha önce batan İslami sermaye Kombassan’a ait Alfaair’de yönetim kurulu üyeliği yapmışlar. Ortada bir eş, dost, yandaş kayırma durumu var anlayacağınız. Oysa Başbakan’ın artık THY’nin sivil havacılık sektöründeki diğer işletmelerden biri olduğunu anlaması şart.

Kristal Elma’da zihniyet devrimi şart

17’nci Kristal Elma ödül töreni çok sönük geçti. Tatsız... Heyecansız... Sıkıcı... Reklamcıların Kristal Elma’yı baştan formatlamaları, ödül törenini yeniden gözden geçirmeleri şart. Kristal Elma törenlerinde bir zihniyet devrimi yaşanmalı.. Reklamcılar statükoyu aşmalı. Örnek... Ne olurdu Kristal Elmaları Vuslat Doğan Sabancı, Ertuğrul Özkök, Ergun Babahan, Zafer Mutlu, Sedat Ergin, Ayşe Sözeri Cemal, Orhan Girgiç, Viki Habif verseydi... Ya da büyük ödülleri Aydın Doğan, Turgay Ciner? Ne olurdu? Her ihtiyacın olduğunda medyaya koşacaksın, ama ödül törenine gelince burnunu zirvelere çevirip medyayı yok sayacaksın. Kristal Elma’ya ateş lazım, daha fazla katılım, daha fazla heyecan lazım. Kristal Elma’ya Serdar Erener, Ali Taran, Hulusi Derici lazım. Onlar olmadan Kristal Elma olmuyor. Turkcell, Bonus, Vestel olmadan Kristal Elma olmuyor. Reklamcılar statükoyu yıkamazsa kim statükoyu yıkacak bu ülkede?

Canım sıkıldı

KRİSTAL
Elma CNN Türk’ten yayınlandı. Haluk Mesci, Atilla Aksoy, İzmir Tolga, Faruk Kaptan... ‘Abi’ reklamcıların hepsi takım elbiseli, hepsi şık. Göğsüm kabardı. Ama ya gençler. Özellikle de erkekler. Onların özensiz kıyafetleri oldukça canımı sıktı. Kot pantolon, yaka bağır açık, saç sakal birbirine karışmış. Böyle mi olmalıydı? Reklamcılar Türkiye’deki reklamverenin karşısına böyle mi çıkmalıydı? Giyim kuşam bir kendini ifade etme biçimi. Kimse giyiminden kuşamından taviz versin demiyorum. ‘İmaj her şeydir’ diyenlerin önce kendi imajlarına dikkat etmelerini öneriyorum.

Gönlümün büyük ödülü Hürriyet’e

KRİSTAL Elma
’da bu yıl birçok dalda ödül verilmemesi sunucu Okan Bayülgen’e zor anlar yaşattı. Bayülgen işi şakaya vursa da reklamverenlerin son yıllarda ciddi bir ‘günü kurtarma’ krizi yaşadığı ortada. Oysa marka yönetenler uzun soluklu düşünmek zorunda. Aksi durumda reklamcı da günü kurtarmaya çalışıyor. Ve yaratıcılığı gücünden yararlanmak hayal oluyor..

17’inci Kristal Elma’da en çok ödülü Rafineri, TBWA ve Ogilvy&Mather reklam ajansları topladı. Ogilvy&Mather, Ford için yaptığı futbol jenerikleri filmleri ile televizyon kampanyası dalında büyük ödülü aldı. Hakkıydı, kutlarım. Basın dalında büyük ödül Tariş reklamıyla Concept ajansa gitti. Basın dalında daha önceki yarışmalara göre çok sayıda iyi fikir içeren reklam büyük ödüle adaydı. Jüri’nin zorlandığını düşünüyorum ama seçilen iş bence en iyilerden biri...

Hürriyet’in ‘Aile İçi Şiddet’ reklam filmi televizyon dalında Sosyal Sorumluluk kategorisinde Kristal Elma almasına rağmen, Büyük Ödül’de Fatih Tekke’li ‘Trabzonspor Halka Arz’ reklamına geçildi. Kesinlikle jüriye katılmıyorum. Trabzonspor’un reklamında Fatih Tekke’nin acı çeken bir görüntüsü var ve metinde ‘Eğer hisse senedi almazsanız bu acıdan çok daha fazla acı çekerseniz’ deniyor. Fikir kötü değil. Kristal Elma da hakkı. Ama bu reklam asla Hürriyet reklamındaki kadar güçlü bir etki bırakmıyor. Gönlümün büyük ödülü Hürriyet’e..

Eşçinsel başkenti Mikanos

VURAL Öger
-ETS Tur ortaklığı Atlasjet Yunan adaları Mikanos ve San Torini’ye doğrudan sefere başlama kararı almış. Mikanos’a ilk uçuş geçen haftaydı. Büyük merak içinde kalktım gittim. Nasıl merak etmem! Yıllardır Mikanos ‘Akdeniz’deki eşcinsel başkenti’ olarak pazarlanıyor.

Hemen yanlış anlamayın. Ne eşcinsellikle, ne de eşcinsellerle ilgili büyük bir merakım var. Hiçbir ayrımcılık yapmadan her cinsle konuşur, görüşür, iletişim kurarım. Büyük merakım işin pazarlama yanı. ‘Mikanos’un havasında, suyunda, toprağında ne var eşcinselleri çeken?’ gibi sorular... Daha havadan Mikanos’u görür görmez merakımı giderdim. Hiçbir şey..

Büyük hayal kırıklığı. Mikanos küçücük, ağaçsız, çirkin bir ada. 85 kilometrekare yüzölçümü. Yılda 500 bin turist. Haziran, temmuz, ağustos ve eylül aylarında koca koca gemiler Mikanos’a eşcinsel turist taşıyor. Olimpik Havayolları Atina’dan Mikanos’a günde 16 sefer yapıyor. Egean Havayolları beş.

Neden? Çünkü Yunanlılar Mikanos’u 1990’lı yıllardan bu yana ‘eşcinsel başkenti’ olarak konumlandırıyor. Dünya turizminde eşcinsel pazarı çok büyük. Eşcinseller hem yüksek gelir grubuna mensuplar, hem cömertçe para harcamayı seviyorlar hem de eşcinsel olmayan arkadaşlarını etkiliyorlar. New York Gay ve Lezbiyen Ziyaretçi Merkezi istatistiklerine göre; eşcinseller yılda ortalama 4.5 kez tatile çıkıyor. Eşcinseller olmayanlar için bu sayı bir.

Turism Industry Intellegence’ın rakamlarına göre; her yıl 25 milyon eşcinsel gezmek için 10 milyar dolar harcıyor. Birçok yerleşim yeri de Mikanos gibi eşcinsellere cazip gelebilmek için festivaller, karnavallar düzenliyor, alışveriş merkezleri açıyor. Bugün dünyada eşcinsellere yönelik kurulmuş 1500’den fazla seyahat şirketi var ve bunları 900’ü ABD’de..

Eşcinsellerin gittikleri yerlerde tek istedikleri sınırsız özgürlük. Mykonos adasının da sağladığı bu. Aksırıncaya, tıksırıncaya, sabahlara kadar her yerde eğlence. Plajda, otelde, barda, çıplaklar kampında. Hiç kimse ‘Yassah kardeşim’ demeden. Derse eşcinsellerin gideceği yerler hazır: Ibiza ve Gran Canaria..

Atlasjet yönetimini Mikanos ve San Torini’ye doğrudan sefer yapma kararı verdikleri için kutlarım. Türkiye’yi tanıtanların gidip Mikanos’u bir görmelerinde fayda var. Yunanlılar San Torini’yi de ‘Balayı geçirilecek en iyi yer’ olarak pazarlıyor. Daha fazla turizm geliri istiyorsak Türkiye’yi farklı hedeflere, farklı çekiciliklerle, farklı mesajlarla pazarlamamızı şart. Güneş, kum, deniz her şey dahil 30-35, bilemediniz 50 Euro’dan fazla etmiyor, anlayın artık. Yazık güzelim tatil köylerimize, yazık güzelim otellerimize, yazık cennetten köşe kıyılarımıza. Yazık değil mi?

Çekirgelik

İşini ciddiye kendini hafife al.

(C.F.Metcalf)
Yazının Devamını Oku

Lyra’da adalar manzaralı süper kahvaltı

10 Haziran 2005
Bir eğitim nedeniyle yolum Dragos’ta Lyra tesislerine düştü. Öğle yemeği için bahçeye çıktığımda Adalar manzarasına hayran oldum. Yediklerim de oldukça lezzetliydi.Hemen ‘Pazar kahvaltısı var mı burada pazar kahvaltısı?’ diye sordum. ‘Var’ dediler. Öğleden sonra üçe dörde kadar gelebilirsiniz.’ Pazar sabahı soluğu Lyra’da aldım. Kahvaltı açık büfe değil, fix menü. Klasik bir kahvaltı. Küçük domatesler ve soyulmuş salatalıklarla süslenmiş bir tabak, zeytin, peynir, reçel, yağ, kızarmış ekmek. Ortalara doğru küçük doğranmış sosisler ve yanında doğranmış halde haşlanmış yumurta... Masaya gelen her şey lezzetli, servise diyecek yok. Ve o müthiş manzara... Adalar ayaklarınızın altında.Bu pazar ya da bir pazar Lyra’da kahvaltıyı kesinlikle öneririm. Lyra’ya da önerim, ekmek sepetini çeşitlendirmesi. Pazar kahvaltısı dedi mi insan artık biraz simit, biraz kek türü unlu ürünler istiyor. Bir zeytinli ekmek neden olmasın değil mi? (vegarestaurant.com) Barlas’ın da Latife Hanım mektupları varGeçen haftalarda Salih Bozok’un anılarından yola çıkarak Latife Hanım ve Atatürk’ün evliliği üzerine yorumlarda bulunmuştum. Bu konuda Mehmet Barlas, Latife Hanım’ın Sırları ve Türk Sosyetesi isimli yüz on bir sayfalık bir kitapçık yayınladı. Açıkçası kitabın içeriğini biraz özensiz buldum. Latife Hanım’ın Atatürk’e yazdığı mektupların gün ışığına çıkma zamanı gelince, Barlas 1986 yılında Güneş Gazetesi’nde yayınladığı, Latife Uşaklıgil tarafından Vasıf Çınar’a yazılan (Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı ve Moskova Büyükelçisi) mektupları alelacele bir araya getirip yayınlamış. İlk bölümde Latife Hanım’ın mektuplarına sıradan bir anlatımla yer verilmiş. Mektupların içeriği ilginç. Latife Hanım’ın boşanıldıktan sonraki ruh durumunu, pişmanlığını çok iyi ortaya koyuyor. Latife Hanım’ın babasının İş Bankası’nın kuruluşundaki rolü ile ilgili ipuçları veriyor. Bu konuda Barlas’ın tezi şu: ‘Latife Hanım’ın ailesi, kızlarının mutluluğu için Atatürk’ü kendi yaşam tarzlarına, ticaret hayatına çekmek için girişimde bulundu. Ancak Atatürk, Latife Hanım’ın zorla kabul ettirmeye çalıştığı ‘Düzenli Aile Modeli’ne uyum sağlayamadı...’ İlginç bir tez. Keşke daha iyi işlenebilseydi.Barlas kitabın ikinci bölümüne, Latife Hanım’ın ailesi gibi ailelerin köklerini attığı ‘Türk sosyetesinin’ bugünkü davranış kalıplarını özetlemek üzere, 15 ayrı deneme eklemiş. Türk sosyetesinin marka kültüründen dedikodu kültürüne her konuda yazı var. Yazılar hoş. Ancak yazılarla kitabın ilk bölümü arasında bağlantı kurmak için aklın ciddi bir çaba harcaması gerekiyor. İlk bölümle ikinci bölüm arasındaki bağlantılar Mehmet Barlas tarafından kurulsaymış çok daha iyi olurmuş.Latife Hanım ve Atatürk arasındaki evliliğin ayrıntılarını merak edenler! Kusurlarına rağmen Barlas’ın kitabında merakınızı giderecek iyi sırlar var. Kitapçık kısa sürede okunuyor zaten. Bir göz atmanızda fayda var.(*) Mehmet Barlas, Latife Hanım’ın Sırları ve Türk Sosyetesi, Birey Yayınları, 2005CanavarnanaVizyona bir hafta önce giren Jane Fonda’nın filmine kim ‘Vay Kaynanam Vay’ ismini koymuşsa kutlarım. Sayesinde 70’li yıllardaki Türk seks filmlerini anımsadım. Beş Atış Yirmibeş, Beş Tavuk Bir Horoz, Parçala Behçet. Monster In Law’ın birebir çevirisi Canavarnana. Birebir çeviri iş yapmazdı, kabul ediyorum. Ama filme de ‘Vay Kaynanam Vay’ ismini koyup, 15 yıl sonra film setlerine dönen Jane Fonda’yı ayağa düşürmenin bir alemi olmadığını düşünüyorum. Bizim sinema yazarlarından Ömür Gedik’in önerdiği gibi Canavar Kaynana çok daha uygun bir isim olabilirmiş.Vay Kaynanam Vay, hoşça vakit geçirilen bir film. 15 yıldır sadece haberlerde gördüğümüz Jane Fonda’yı 15 yıl sonra tekrar kamera karşısında görmek, filmin en ilgi çekici yanlarından biri. Jane Fonda, canavar kaynana Viola rolünde mükemmele yakın oynuyor. Filmi izlerken Jane Fonda’nın nasıl yaşlandığını görüp irkilmemeniz işten bile değil. Yakın planlara izin verip yılların izlerini sergilemekten korkmayan Fonda’yı takdir etmek lazım.Filmin diğer ilgi çekici yanı tabii ki gelin rolündeki Jennifer Lopez ve poposu. Lopez gelin Charlie rolü için biraz kaşar kalmış. Zaten doğru dürüst oynayamıyor da. Belki biraz poposundan söz etmek lazım. Bu kadar büyük bir popoya sahip bir kadın, 90-60-90 fetişinin yaşandığı bir dünyada, nasıl olur da ‘ilahe’ olur onu anlamak mümkün değil. Sesine bir şey demiyorum, sözünü ettiğim görüntü.Filmin en başarılı oyuncusu Viola’nın yardımcısı Ruby rolündeki Wanda Sykes. Sykes her kadraja girdiğinde filme bir eğlence, bir neşe, bir hareketlilik geliyor. Skyes çok fazla sahnede görünmese de iyi oyunuyla filme damgasını vuruyor. Dramatik örgüye gelince... Yönetmen Robert Luketic’de sorun yok. Evrensel gelin-kaynana çatışmasını ‘Evde Tek Başına’ tadında sunuyor. Senaryo için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Anya Kochoff’un metninde ay taşı düşmüş gibi boşluklar var. Film bittiğinde de yüzeysellik insanda tatminsizlik duygusu yaratıyor. Jennifer Lopez ve Jane Fonda arasındaki itişme kakışma çeşitlendirilebilse çok daha iyi olurmuş. Gidelim mi? Tabii ki... Yine de çok eğlenceli. Kaçırmayın. CUMA İTİRAFInerumuzuyau; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 41; İl: İstanbul Evlilik dışı bir ilişki yaşamış, sonra bunu onurlu davranarak eşinize itiraf etmiş ve evliliğinize kaldığınız yerden devam etmişseniz... 1) Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını gayet iyi bilirsiniz. Yine de her şeyi eskiye döndürmek için müthiş bir baskı görürsünüz. 2) Konusu evlilik dışı bir ilişki olan hiçbir filmi evde huzur içinde seyredemezsiniz. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin sessiz bir gerginlik olur. 3) Belli isimleri (!) asla telaffuz edemezsiniz. O isimde başka birinden bahsederken eşiniz gözünüzün içine bakarak adeta kafanızdakileri görmeye çalışır. 4) Çocuklarınıza daha da bağlanırsınız. Onları mutlu etmek için kafayı sıyırırsınız. Ama yumurcaklar gene de evde olan biten her şeyin farkındadır.Yorum: Buradan ne anlıyoruz? Ya asla yapmayacaksın ya da asla söylemeyeceksin.CUMA TAKINTISIAtaşehir’de ana caddede dolaşırken Turyap’ın üstünde arada bir yerlerde Nesrin’in Sofrası diye bir yazı gördüm. İki dakika sonra merdivenleri çıkmış, küçücük lokantanın içine girmiş, yemek ısmarlıyordum. Kuru fasulye, pilav... Yeme de yanında yat! Nesrin Hanım ve eşi iki emekli. Yanlarında oğulları da var. İtalyan usulü küçük bir aile lokantası yaratmışlar. Her gün menü değişiyor. Karnıryarık, dolma, İzmir usulü köfte, zeytinyağlı fasulye... Evde ne pişiyorsa ‘Anne’ kalitesiyle Nesrin’in Sofrası’nda var. Bu hafta sonu yolunuz Ataşehir’e düşerse Nesrin’in Sofrası’na takmanızı öneririm. Fiyatlar da ‘aile’ işi.CUMA LAKIRDISIEmeklilik, anladığımız kadarıyla eğer meşgul, zengin ve sağlıklı iseniz iyi bir şey. Ama bu şartlar altında çalışmak da çok iyi bir şey. (Bill Vaughan)
Yazının Devamını Oku

Sen ben bizim oğlan oyunu..

9 Haziran 2005
Pazar günü Ortaoyuncular’da Ferhan Şensoy’un yazdığı <B>Kiralık Oyun</B>’u izledim. Kiralık Oyun’da <B>kadro sağlam</B>: Ferhan Şensoy, Nefrin Tokyay, Rasim Öztekin, Okan Bayülgen, Ali Çatalbaş, Elif Durdu, Ebru Soyuerden, Özgü Namal.. Oyun ünlüden geçilmiyor. İyi ki geçilmiyor, onlar da olmasa Ferhan Şensoy’un 20 yıl önce yazdığı oyununda doğru dürüst izlenecek bir şey yok.

Ferhan Şensoy’un, konut sorunundan yola çıkarak özde ‘mülkiyet’ kavramının doğasını tartıştığı oyununun metni bugün için biraz ‘basit’ geldi bana. Türkiye’deki zengin-fakir çatışmasını, bankadaki parasının hesabını bilmeyen bankerle, kirasını bile ödeyemediği için sokağa çadır kuran kiracıya indirgeyerek anlatmak, izleyiciye sahnede ‘SinemaTürk’ü izletmek gibi bir şey..

Emlakçıları ‘kiracılara’ kadın bulan p...venk olarak resmetmeye itirazım yok. Ancak bugün emlak işinde kurumsallaşmış Reha Medin’leri, Turyap’ları düşününce haliyle insan ‘nereden nereye’ geldik, oyun hálá ‘orada’ kalmış diye düşünüyor. Sonra Danıştay kararları ile güçlenen kiracı hakları, orta sınıfın ‘mülk’ sahibi olmasına olanak sağlayan mortgage sistemi, işçi bloklarından uydukentlere geçiş.. Oyun hepsini ıskalıyor..

Geriye sadece ünlüler kalıyor. O konuda da şanssız olduğumu düşünüyorum. Oyunu, oyuncuların oyunu iyice yaydıkları bir günde izledim. Bayülgen, Berlin’den ayağının tozuyla gelmiş. Her haliyle konsantrasyon sorunları yaşıyordu. Çizdiği emlakçı tipine ilk beş dakika sonra hakim olamadı, Zaga’daki Okan Bayülgen gibi oynamaya başladı.

Bayülgen’in Rasim Öztekin’le Özgü Namal’la yaşadıkları ‘gülme’ krizleri görülmeye değerdi. Gülme krizleri oyunu biraz ‘Sen ben bizim oğlan oyunu’na dönüştürdü ama yine de gülme krizlerini izlemek keyifliydi. Bayülgen gerçekten iyi bir oyuncu. Tiyatroya daha ciddi bir projeyle ve daha zaman sorunu yaşamayacağı bir dönemde dönseymiş, kesinlikle daha iyi olurmuş.

Ali Çatalbaş, Elif Durdu, Nefrin Tokyay hepsi sıkı oyuncular. Onları sahnede izlemek iyi duygular yaşatıyor insana. Özgü Namal sahnedeki performansıyla oldukça şaşırttı beni. Çok yetenekli, gelecekte çok daha iyi projelerde, çok daha başarılı olacağının izlenimini edindim. Rasim Öztekin yine Ortaoyuncular’ın yıldızı. Mükemmel oynuyor, oyunculuğu keyif veriyor.

Ferhan Şensoy’a gelince.. Şensoy bir Türk dili cambazı.. Şensoy’un, Kiralık Oyun’dan çok daha iyi metinleri var. Kiralık Oyun belki de dil cambazlığını en az gösterdiği oyun.. Şensoy’un oyunculuk performansı hiçbir zaman yazarlık ‘dehasını’ yakalayamıyor, yakalayamayacak da..

Umutsuz vaka mıyız

Başbakan Erdoğan Türkiye’nin her sorununu çözdü, çözemediği sadece 2007’deki Cumhurbaşkanlığı sorunu kalmıştı. Şimdi de ona el attı.. Niye Türkiye böyle bir ülke? Niye Başbakan olan iki gün sonra Cumhurbaşkanlığı’na uzanıyor? Yoksa hiçbir Başbakan’ın Türkiye için yapabileceği bir şey yok mu? Umutsuz vaka mıyız? Rahmetli Özal da ‘tıkanınca’ Çankaya’ya çıkmamış mıydı?..

‘Cumhurbaşkanı her yasayı veto ediyor, önümüzü tıkıyor’ bahane.. Gerçek, ‘Ne yapabilirim ki?’ sorusuna yanıt verememek ve doğru dürüst proje üretememek. Gerçi iyi ki proje üretilemiyor. Bir üretilse Türkiye yasak Kuran kursundan geçilmeyecek..

Kutlarım..

Açıkhava konserlerinde Özcan Deniz’le Leman Sam buluştu.. İngilizce opera söylemeler, sonra davul eşliğinde türkü çığırmalar.. Özcan Deniz’i kutlarım.. Eski arabesk imajını değiştirmek için Leman Sam’dan daha iyi bir ‘ortak’ bulamazdı. Hülya Avşar için tenis oynamak neyse, Özcan Deniz için de Leman Sam aynı şey..

Garipsedim..

İbrahim Tatlıses, Florya’daki Active Sivil Atış Poligonu’nun açılışına katılmış.. Elinde silahla poz vermiş.. Hatta eline silah almış ve hünerini göstermiş.. Garipsedim. Niye böyle bir güç gösterisi? Niye böyle bir varolan ‘maço erkek’ imajını pekiştiren davranış? Niye hálá yoğurdu üfleyerek yemek gerektiğini anlamamak? Niye hatalardan ders almamak? Sonra medyayı suçlamak ve sessizlik orucuna girmek.. Garipsememeliydim..
Yazının Devamını Oku

İstifa Ersun Yanal istifa..

7 Haziran 2005
<B>T</B>ürkiye, Yunanistan maçını almalı ve 2006 Dünya Kupası elemelerinde avantajlı duruma geçmeliydi. Dünya üçüncüsü olmuş bir takımın şanına da futboluna da yakışan buydu. Ama Ersun Yanal’la olur muydu? Şüpheli..

Kabataş İskelesi’nden İnönü Stadı’na doğru yürürken kafamda aynen bu düşünceler vardı. Maç başladı.. Şüphelerimde haklı çıktım. İlk 10 dakika sonra Ersun Yanal’ın harika ‘doldur’ boşalt’ taktiğinin hiçbir işe yarayamayacağı ortaya çıktı. Bütün oyun Emre ile Yıldıray’ın üzerine yıkılmış.. Emre sürekli nerede olursa olsun ortalıyor. Uzun boylu Yunanistan savunması da her topu havada kesip, oyunu soğutuyor.. Yıldıray göbekten dalıp top sürüyor, ortalıyor, Yunanistan savunması yine Yıldıray’ı da ya havada ya karada kesip yine oyunu bizim sahaya aktarıyor. İlk yarıda her Türkiye atağı bir öncekinin aynısı. Kopyalanmış gibi.. Getir, ortala, geri git.. Geri giderken de Giannokoupolos ve Vryzas’ı unut.. Her ikisi de Yunanistan’ı sırtlayan oyuncular.. Bilmeyen bizim çocuklar ve Ersun Yanal.. Sonuç: Daha ilk yarıda tribünlerin kötü futbol karşısında zevki kaçıyor, endişeden kimsenin tezahürat yapacak hali kalmıyor..

İkinci yarıda da değişen bir şey olmadı. Tuncay sol kanada hareketlilik getirdi.. Bu kez Emre ile birlikte Tuncay da ortalamaya başladı. Tuncay, Ümit’le verkaçlarla girmeye başladı. Ümit de ortalamaya başladı. Herkes orta üstüne orta yapıyor.. Antrenman yapar gibi.. İkinci yarının ilk 15 dakikasından sonra Emre orta yapmaktan yoruldu, daha iyi pozisyon bulup, orta yapayım derken top kaybetmeye başladı, Gökdeniz yoruldu, hız kesti. Fatih Tekke baştan beri etkisizdi. Hiçbir topta varlık gösteremedi.

Ersun Yanal, kişisel kaprislerini bir yana bırakıp Hakan Şükür’ü oynatsaydı, Hakan Şükür kesinlikle çok başarılı olur, yapılan ortalardan en az iki gol çıkarabilirdi. Milli Takım dünya üçüncüsü gibi mi oynardı? Çok zor.. Ersun Yanal’la çok zor..

Ersun Yanal, Milli Takım’a iki numara dar geliyor. ‘Hakan Şükür’ü oynat’ demiştim. Ersun Yanal ‘Oynat!’.. Oynatmadın.. Maç bitti, biz oynattık! Hevesimiz kursağımızda kaldı. Türkiye’ye 2006 Dünya Kupası hayal oldu. Kim verecek hesabını? Maç sonrası ‘İstifa istifa’ diye bağıranlar ayıp etmiş! Haydi canım sen de.. İstifa Ersun Yanal.. İstifa.. Yarından tezi yok istifa.. Git de, doğru dürüst sistemi olan biri gelsin.

Kutlarım..

Türkiye-Yunanistan maçı öncesinde Yunanistan Milli Marşı çalarken ıslıklayan, Yunanistan atakları biraz hızlanınca ortaya çıkan, bir iki Yunan bayrağına ‘Yuh’ çeken herkesi hoşgörüsüzlükleri nedeniyle kutlarım. Az bile yaptınız, Yunan bayrağı açanlardan bir iki tanesine bir iki de kurşun sıkacaktınız, hatta birkaçını da denize dökecektiniz, bakın bir daha birileri Türkiye’ye gelip maç izliyor mu!
Yazının Devamını Oku

Bakanlık’tan yanıt geldi..

6 Haziran 2005
<B>REÇETESİZ</B> İlaç reklamları ile ilgili olarak Sağlık Bakanı’na iki açık mektup göndermiştim. Bakanlıktan geç de olsa bir yanıt geldi. Bakanın bu konuda bir görüşü olmadığından sanırım bize İlaç Eczacılık Genel Müdürü’nün görüşlerini aktarmış. Bu görüşün özeti şöyle:

‘1961 ve 1971 tarihli Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri kapsamında reçetesiz satılan tıbbi ürünlerin topluma tanıtımının belirli usul ve esaslar kapsamında yapılabileceği belirlenmiştir. Avrupa Birliği mevzuatı da bu yöndedir. Bakanlığımız bu mevzuata uygun uygulamayı başlattı ama Türk Eczacılar Birliği Danıştay’a dava açtı ve yönetmelikle ilgili yürütmeyi durdurma kararı çıktı. Bakanlığımız karara itiraz etti ama itiraz reddedildi. Kararın kesinleşmesi durumunda değişiklik için hazırız..

Bakanlık diyor ki ‘Biz reçetesiz ilaç reklamlarına izin verecektik Türk Eczacılar Birliği engelledi.’ Türkiye’deki Eczacıların Avrupa Birliği mevzuatına rağmen ‘statükoyu’ korumaktan yana olduklarını, dava açtıklarını biliyorduk zaten.. İki üç yıldır niye kadar çıkmıyor biz onu merak ediyoruz. Sağlık Bakanı bu konuda ne yapıyor? Eğer karar daha fazla gecikirse ne yapacak? Yanıt beklediğim asıl bu konular..

Bir okur mektubunda Sağlık Bakanlığından gelen yanıta gönderme yapmıştım. Ancak yer darlığı nedeniyle bu yanıt yayınlanamadı. Şimdi yayınlıyorum. özür dilerim.

Sıkı proje: Türk Markaları

REKLAMCILAR Derneği ve Reklamcılık Vakfı ‘Her ülke markaları kadar zengindir’
sözünün altını önemli ölçüde dolduracak bir projeye imza atıyor: Türk Markaları..

Türk Markaları isimli projede Türkiye’den doğmuş yaklaşık 70 öncü markanın detaylı pazarlama öyküsü yazılarak marka yaratmak isteyenlere ‘ders’, gelecek kuşaklara ‘hazine’ olarak bırakılacak bir eser ortaya çıkarılacak..Proje 4 kitaptan, 4 DVD’den oluşacak..Pazarlama öyküleri titizliğini çok yakından bildiğim Prof.Dr. Nükhet Vardar tarafından yazılacak. Vardar örnek olsun diye Arçelik’in öyküsünü yazmış, eline sağlık çok güzel olmuş. DVD’lerin görsel yönetmenliğini ise yine titizliğini yakından bildiğim Prof.Dr. İhsan Derman yapacak. Derman’la akademisyenlik yolculuğunuz aynı kurumda aynı yıllarda başlamıştı. En iyisini yapacağından eminim.

RD ve RVD’nin seçtiği 70 marka şunlar: Komili, Hacı Şakir, Tariş, Piyale, İş Bankası, Türk Petrol, Türk Hava Yolları, Paşabahçe, Vakko, Petrol Ofisi, Ülker, Yapı Kredi, Garanti, Jumbo, Akbank, Hürriyet, Milliyet, YKM, Altınyıldız, Sana, Alarko, Demirdöküm, DYO, Arçelik, Tamek, Gima, İpana, Kent, İstikbal, Vitra, Ayyıldız, Zeki Triko, Arko, Aygaz, Eti, Mudo, İdaş Yedigün, Duru, Efes Pilsen, Tat, Selpak, Beymen, Tikveşli, Saray Halı, Lassa, Sütaş, Pınar, Yataş, Profilo, E.C.A, Kelebek, Artema, Dalin, Derimod, Orkid, Pimapen, Vestel, Dardanel, Maret, Sabah, Solo, Tansaş, Luna, Eskort, Mavi, Okey, Opet, Beko, Turkcell

Umarım RV ve RVD’nin seçtiği bu markalar kendi kıymetlerinin farkındadırlar ve Türk markaları projesine sahip çıkarlar. Heyecanla bekliyoruz. Öğrencilerimiz de bekliyor.

Okan Bayülgen’in Sorunu..

PERŞEMBE
gecesi NTV’de Okan Bayülgen’in ‘Herkes Bunu Konuşuyor’ isimli programının konusu reklamcılıktı. Konuklar Ayşe Bali Sarç, Haluk Mesçi, Serdar Erener, Hakkı Mısırlıoğlu, Paul McMillen..Programı izlemek üzere Saat 20.30’da ekranın başına oturdum. Bayülgen, program öncesi bir tane kitap okumuş gelmiş, reklam sektörü ile ilgili her konuda ahkam kesen bir uzman olmuş..

Bayülgen hayatını reklamcılığa adamış insanlar önünde reklamcılığın reklamcının kendini ifade edebilmesi gereken bir sanat olduğunu, reklamverenin sanattan anlamadığı şeye reklam dendiğini iddia etti. Kulaktan dolma bilgilerle reklam sektörünün ‘masaüstü’ televizyon reklamlarıyla kötüye gittiğini savundu ve yılların reklamcılarını çileden çıkardı. Programın sonuna doğru Serdar Erener neredeyse sinirden önündeki masayı yiyecek hale gelmişti. Haluk Meçsi de sinirlerine hakim olmak için sürekli gülüyordu.

Türkiye’de yaklaşık 16 yıldır televizyon ratingleri ölçülüyor. Türk insanının ortalama 4 saat 30 dakika televizyon izlendiği AGB ölçümleriyle kanıtlanmış durumda.. Bayülgen’in böyle araştırmaların yanlış olduğunu, Türkiye’de ortalama sekiz saat televizyon izlendiğini söylemesi üzerine de herkes koptu.

10.30’da programın başından baktığımda karar verdim ki ‘Bir adam bir şeyi bilmeden ancak bu kadar sanki bilmiş gibi davranabilir..’. Tipik Okan Bayülgen.. Her bilgisi tepsiye serilmiş yufka gibi. Azcık kazıyınca tepsi görünüyor. Bu sene de Kristal Elma’yı o sunacakmış..Yakışır!

Çekirgelik

Hayalcücü sizi olasılıklardan uzak tutan bir uçan halı değil ayaklarınızı yerde tutan bir iyi bir attır

(Robertson Davies)
Yazının Devamını Oku

Merak etmeyin, iyiyim

5 Haziran 2005
<B>BU</B> pazar yine biraz gelen e-postalara yer vereyim diyorum. Yer vereyim ki <B>‘Kim neye takıyor, nasıl izliyor, nasıl okuyor’</B> bilgimizi tazeleyelim. Önce birkaç kabızlık yoğurdu e-postası. Okurum <B>Tahir Özata </B>şöyle diyor: ‘Danone Activia ile ilgili yazınızı okudum. Bir süredir kabızlık problemi çektiğim için Danone 14 gün ilgimi çekti denedim. (Eşim de aynı şekilde denedi). Tam 24 gün düzenli şekilde eşimle birlikte kullandık. Ama inanın ikimizde de en ufak bir değişiklik olmadı (Satış fişleriyle belgeleyebilirim). Tabii ki herkese aynı şekilde olumlu etki yapacağını üretici firma iddia etmiyor. Ama eşimde ya da bende bir farklılık olması gerekmez miydi? Yine aynı işyerindeki bir bayan arkadaşımız da denemesine rağmen hiçbir fayda görmediğini söylüyor! Herhalde 3 kişi de tesadüf olamaz değil mi? Siz her iki markayı da denediğinizi yazmışsınız. Merak ediyorum, sizde bir değişiklik oldu mu acaba?’

Yanıt: Olasılık kuramına göre üç kişi de tesadüf olabilir. Merak etmeyin, ben iyiyim.

Hayri Karagür’ün aynı konuda izlenimleri ise şöyle:

‘Danone Activia yazınız tam zamanında yazılmış bir yazı. Uzun süredir kabızlık çekiyordum. Activia’yı bir arkadaşım önerdi. 14 gün nasıl beklerim diyordum ama daha üç gün geçmedi yer yemez tutamaz hale geldim. Kim bu ürünü icat ettiyse Allah ondan razı olsun. Siz ne alemdesiniz?’

Yanıt: Sizin için sevindim. Merak etmeyin, gerçekten iyiyim.

Yeni tanım: İğrenç üstü

Nur Altunköse,
reklamlarda kadının aciz gösterilmesinden yakınıyor:

‘Güzel yorumlarınızı okuyorum, hiç yanıldığınızı görmedim, iyi ki varsınız. Lütfen Ford reklamlarının güzelliğini ve bizim reklamımız olan Favori ve Digitürk reklamlarını karşılaştırır mısınız? Biz kadınlar bu kadar aciz miyiz? Eve alınacak bir Digitürk’te bile kocamıza dönük yaşıyoruz. Milyarlarca lira para kazanan Digitürk yaptığı iğrenç üstü reklamı hiç mi kendi izlemiyor. Favori reklamında da dünyadaki tüm kadınlar boyunlarına taktıkları bir kolye ile kendilerini kaybedip çıplak sokağa çıkıyor, yani kısacası iğrenç. Ford reklamı ise insanın yüzünde gülümseme bırakıyor.’

Yanıt: Bir reklamcı tek başına toplumun genel geçer düşüncelerine nasıl karşı koyabilir.

Ömer Demir ise Şahan’ı eleştirmeme bozulmuş:

‘Garanti Bankası ve Ritmix reklamlarında oynayan Şahan’ın izlediği yolla ilgili bir hata yaptığını yazıyorsunuz. Bu onun tamamen kişisel tercihi. Sonra mı çıkardı, 2 taneyle mi çıkardı, 3 mü olurdu. Hiç mi çıkmazdı. Kendisinin birazcık ün kazandıktan sonra bir iki haberini okudum, havalanması konusunun doğru tespit olduğunu düşünüyorum. Bu magazin konusu size ne ki! Şahan iki farklı karakteri canlandırıp görevini yapmış daha ne yapsın.’

Yanıt: Eleştirimde ısrarcıyım. Şahan eğer böyle ‘ün ve para arsızlığına’ direnemezse, eğlence sektörü onu üç yılda tüketir ve bir kenara atar diye korkuyorum.

Aslında eczacılar karşı değil

ECZACI
okurum Aslı Ekiz diyor ki:

‘Sayın Hocam, ben Manisa’dan yazıyorum. Üniversite yıllarından beri sizi zevkle okurum. Programınızı da keyifle izlerim. Türkiye’deki ilaç ve eczacılık alanında inanılmaz yanlışlıklar var. Halkın bu sektöre bakışı farklı. Bu haftaki yazınızda yoğurtlara değinmişsiniz. Ne kadar yararlı oldukları gerçekten tartışılır. Ben de pazarın çok büyük olduğunu düşünüyorum. Ama eczaneler buna sulanır lafından inanılmaz rahatsız oldum. Hocam biz bu işin eğitimini almış insanlarız. Elbetteki ilaç ve ilaç içerikli her ürün eczanede satılır. Olaya düz mantıkla bakarsak ben nasıl deterjan satmıyorsam onlar da ilaç satamaz. İlaç eczaneden ve eczacıdan alınır. Yovita türü ürünlerin marketlerde satılmasından rahatsız değilim. Ancak sizin gibi çok okunan bir köşede mesleğimin bu şekilde gösterilmesine hatta sizin böyle düşünüyor olmasına çok üzüldüm.’

Yanıt: Sevgili Aslı lütfen Sağlık Bakanlığı’ndan gelen yanıtı oku. Amacım kesinlikle seni ve diğer eczacıları üzmek değil. Mesleğinize büyük saygı duyuyorum. ‘Eczanede yoğurt mu’ başlıklı yazımda eczanelerde terlik dahil her şeyi satıp daha sonra reçetesiz ilaç reklamlarına karşı çıkan eczacılara gönderme yapıyordum. Aslında siz eczacılar reçetesiz ilaç reklamlarına karşı değilsiniz. Ancak bu tür ilaç reklamları serbest kalırsa, marketlerde de reçetesiz ilaç satışına izin verilebileceğini, bu nedenle de pazar kaybedeceğinizi düşünüyorsunuz. Ben ne eczacıdan ne marketten yanayım. Ben ilaç tüketen insandan yanayım. Reçetesiz ilaç reklamları ilaç tüketicisinin yararına. Üstelik, reçete göstermeden aldığım bir başağrısı ilacı için fellik fellik dolaşıp nöbetçi eczane aramanın gerekliliğini bana anlatabilir misin?

Doksandokuş...

DOĞA Can Karaca,
Carte Dor reklamında ilginç bir nokta yakaladığını sanmış.

Algida Carte Dor reklamında küçük çocuğa ilginin artmasından dolayı yaşça büyük olan diğer çocuğa karşı oluşan ilgisizlik reklamın girişi yapılmış. Durumu fark eden anne hemen açtığı bir Carte Dor ile baba ile çocuğun arasında oluşan buzu eritmeye çalışıyor. Oysa babanın, yaşça büyük olan diğer çocuğun yaptığı bir resme, onun emeğine dikkat etmemesi ve kayıtsız kalması ne kadar yürek yaralayıcı bir durum. İlgiye en az küçük kardeşi kadar şiddetle ihtiyacı olan bu çocuğun sevgisini somut bir şeyle kazanmaya çalışmak onun emeğini takdir edip onu teşvik etmek yerine hiç birşey olmamış gibi durumu üç top dondurmayla idare etmek garipsenecek bir durum değil mi?

Yanıt: Aman Doğa ne yapıyorsun! Durup dururken RTÜK’ü kıllandırma. Şimdi kalkar ‘çocukların ruh sağlığını bozuyor’ diye reklamı yasaklarlar falan. Sence dondurma zaten çocuk eğitiminde kullanılan bir ödül nesnesi değil mi? Algida’nın bunda ne suçu var?

Gülşen Kurt detay avcılığı yapmış:

‘Yataşın hani şu s’lerin ş olarak söylendiği reklamları var ya. Gelin kayınvalideye kilosunu soruyor, kayınpedere yanıt veriyor: Doksandokuş. İyi ama doksandokuzda bir tane s var, doğru söyleyiş var, dokşandokuz olacaktı. İşiniz yok da bu ayrıntılara mı gözünüz çarpıyor diyorsanız, ne yapalım, bu alışkanlığı siz kazandırdınız.’

Yanıt: Şizi kutlarım. Şayenizde bir hatayı yakaladık. Şevgiler..

ÇEKİRGELİK

Geleceği tahmin etmenin en iyi yolu, onu icat etmektir.

Dennis Gabor
Yazının Devamını Oku

Bu kurtlar azıcık Tunuslu olmuş

3 Haziran 2005
Jean Cristopher Grange’nin aynı adlı romanından uyarlanan Kurtlar İmparatorluğu filmini 22.30 seansında izledim. Salon ağzına kadar doluydu. Çoğunluk genç ve erkek... Filme yönelik ülkücü mafya haberleri etkili olmuş görünüyor. Grange’nin hem romanına, hem de senaryosuna diyecek yok. Çok zeki bir metin. Film, Paris’te Türk mahallesinde birbirinden iğrenç cinayetler serisiyle başlıyor. Aynı şekilde sonu tahmin edilemez bir halde nefes nefese devam ediyor. Yönetmen Chris Nohan’ın bir sahneden diğer sahneye geçişleri mükemmel. Dan Levy’nin müzikleri ise gerçekten insanın nefesini kesiyor. Filmin sonu biraz aceleye getirilmiş, baş taraftaki gizemli ve nefes nefese bölümleri taşımıyor, tek hatası bu.

Paris’te yaşayan, kökleri Kapadokya’ya ulaşan ‘Türk’ uyuşturucu satıcısı çeteye gelince... İsimleri Bozkurtlar. Acımazsızca adam öldürüyorlar. Bozkurt rolü oynayan oyuncuların Türkiye’deki ‘ülkücü’ tiplemesiyle pek alakası yok Aynı Midnight Express’te oynayan Türk tipleri gibi bu tipler de. Tunuslu, Cezayirli ya da Faslıları andırıyorlar. Ama Türkler işte... Bilmeyen Türk olduklarına inanıyor.

Türkiye’nin adam öldürme, uyuşturucu kaçakçılığı, işkence gibi kavramlarla uluslararası arenaya çıkması, kuşku yok ki çok iyi bir şey değil. Ancak günün sonunda konuştuğumuzun sadece bir film olduğunu da unutmamak lazım. Gerçekleri değiştirebilirsek bu tür filmlerin bıraktığı geçici imajlar silinip gider.

Düşünsenize kaç filmde Çin ya da Japon mafyasını uyuşturucu, kadın ticareti işinde gördünüz. Çin’i ya da Japonya’yı düşündüğünüzde olumsuz mu düşünüyorsunuz? Japon teknolojisi dünyaya parmak ısırtıyor ve Çin üretimiyle dünyayı sallıyor. İmajı mimajı takmayı bırakıp, global dünyaya yararlı bir şeyler sunalım, gerçeklerimizi değiştirelim, bakın olumsuz imajlarla ilgilenen kalıyor mu! Gidelim mi? Kesinlikle kaçırmayın.

Ne diyeyim şimdi

Geçen hafta İzmir’de yeni açılan Rain’den manzaralar verirken, Demet Akalın’ın ‘Sen de kendin gibi bir şerefsize var’ şarkısında İzmirli kadınların ‘şerefsize var ’ kısmını haykıra haykıra söylediklerini yazmış, ‘Niye İzmirli kadınlar erkeklerden bu kadar şikayetçi merak ediyorum’ demiştim. Seçkin Bircan’dan yanıt geldi: ‘Köşe yazınızdaki merakınız hakkında iki fikrim var. Birincisi İzmirlilerin meşhur bir lafı vardır. ‘İzmir’in havasına ve kızına güven olmaz’ derler. E kızına güven olmaz ise erkeğine hiç güven olmaz. Güvenilmeyen kızlara neden sadık kalınsın ki!

İkincisi ise şu... İzmir’in kızları her yerde meşhurdur, güzellikleriyle. E tabii etrafta bu kadar güzel olunca erkeğin yapısı gereği bir tane ile yetinmek zor oluyor olsa gerek. Hal böyle olunca da, o sessizlikte o şekilde haykırmaları normaldir diye düşünüyorum. Bence de Çeşme kesinlikle Rain’i kesemez..’

Ne diyeyim şimdi Seçkin’e: Hepsi varsayım. Doğru da olabilir yanlış da.

Liverpool fanatiklerini çok şişirdik

Biraz geç olacak ama ne yapayım, Liverpool-Milan maçı izlenimleri bu haftaya kaldı.

Şampiyonlar maçı için 19.10’da Anadolu yakasından hareket ettim. Trafik akıyordu, Fatih Köprüsü’nü rahat geçtim. Saat 20.00 sularında ‘Türk Seyirciler’ işaretlemesini takip ederek Olimpiyat Stadı’na doğru döndüm. ‘Türk Seyirciler’ yönlendirmesiyle biraz gittikten sonra yol tıkandı. Konvoy halinde ağır ağır Olimpiyat Stadı’na inen dar yoldan aşağıya sallanmaya başladık.

HAVADA ÇİŞ KOKUSU

Her iki yanımdan yayan halde sağlı sollu Liverpool’lu fanatikler geçiyordu. Çoğu sarhoş... Ellerinde bira şişeleri. Ağızlarında ‘En büyük Fener’ nidaları... Yaklaşık 21.00’de trafik polislerinin yönlendirmesiyle park yerine ulaştım. Binlerce araba... Park yerinde hiçbir işaretleme yok.

Kalabalıkların arkasına takılıp stadyuma yaklaştım. Önüme bir yön tabelası çıktı. Doğu, Batı, Kuzey, Güney bölümlerini gösteriyor. Biletime baktım, Doğu Üst Stadyum’un çevresinde, Liverpool taraftarlarının yerlere attığı bira kutuları üzerinde dans ede dans ede yürümeye başladım. Havada nasıl yoğun bir çiş kokusu vardı anlatamam. Liverpool’lu sarhoş taraftarlar boş buldukları her yere işemişlerdi. Haliyle benim de çişim geldi. Stadyum çevresine yerleştirilmiş yüzlerce tuvaletten birine girdim. Yine nasıl bir yoğun çiş kokusu anlatmak mümkün değil. Kendimi zor dışarı attım.

21.15’te Doğu kapısından rahatça girdim. Karnım açtı. Büfelerden birine uğradım. Büfenin sahibi ağlayacak şekilde boynuma atladı. İngiliz fanatikler büfeye dalıp köfte ekmek ne varsa talan etmişler. Sadece içecek vardı. Maç arasında da büfelerin hiçbirinde yiyecek namına bir şey bulamadım. Karın gurultuları arasında Liverpool’lu taraftarların yanına rahatça iliştim. Stadyum tıka basa doluydu. Çok geçmedi gösteri başladı. Gösteri muhteşemdi. Sonra maç başladı.. Öykünün sonu belli.

İZLEDİĞİM EN İYİ MAÇ

Liverpool’lu taraftarların 3-0 yenilgiye rağmen bir saat boyunca takımlarını hálá desteklemeleri, oyunu yönlendirmeleri görülmeye değerdi. Ama buldukları her yere işeyen, büfeleri talan eden, sarhoş olup önlerindeki insanların kulağına haykıranlar da aynı Liverpoollulardı. O yüzden Liverpool’luları şişirip boş yere gözümüzde bir Liverpool taraftarları efsanesi yaratmaya gerek yok. Takımlarını doğru dürüst destekliyorlar hepsi o.

Penaltılar biter bitmez Olimpiyat Stadyumu’nu kolayca terk ettim. Sonrası kaos... Arabayı bıraktığım park yerini bir türlü bulamadım. Park yerini buldum, arabayı nereye park ettiğimi bulamadım. Yaklaşık bir saat sonra arabadaydım. Neyse ki dönüş yolu kısa sürdü. Saat 03.00’te evdeydim.

Sonuç: Hayatımda izlediğim en güzel maçlardan biriydi. Bu kadar büyük bir organizasyonda ‘park yeri bulma’ dışında doğru dürüst bir sorun yaşamadım. Bu kadar sorun da böyle büyük bir organizasyon dünyanın neresinde olsa yaşanır. Çiş kokusu ve bira şişeleri İngilizlerin ayıbı. Türkiye’ye ve bana böyle bir gurur yaşatanları kutlarım. Tabii ki Şenes Erzik’i de... Üstün hizmet madalyasını çoktan hak etti.

CUMA İTİRAFI

luminousmu; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 30; İl: Ankara

Okul yıllarından tanıdığım, o zamanlar tuhaf bir aşk yaşadığımız eski arkadaşım, yıllar sonra beni yine buldu. Sadece e-mail ile mesajlaşıyoruz. Sanki eskinin hesabını yapıyoruz. Evliyim. Eşimi seviyorum. Başlarda ona kızdım. ‘Neden kurcalıyorsun hálá?’ dedim. Ama şimdi aklıma bazı sorular takılmaya başladı. Yoksa tutku ve aşk onda mıydı? Offff! Bu sorular yüzünden kendimden utanıyorum.

Yorum: Evli. Eşini seviyor. Ama eski erkek arkadaşı ile kocasından gizli yazışıyor. Üstelik gerçek tutkuyu ve aşkı onda bulduğunu düşünüyor.... Bu aldatma değildir de nedir? Öykünün sonu yatakta bitmese bile... Koca Bey’e geçmiş olsun..


CUMA TAKINTISI

Daha önce Marmara Ereğlisi’nde Arif’in Yeri’ni önermiştim. Geçen hafta aynı yerde bir levrek tava yedim. İnanılmaz lezzetliydi. Sulu sulu... Hayatımda yediğim en iyi levrekti. Bu hafta sonu Marmara Ereğli’sine uzanırsanız mutlaka Arif’in Yeri’nde levreğe takın. Süper...

CUMA LAKIRDISII

Bugünkü ‘Cuma Lakırdısı’ okurum Esin Sabur’dan.

Başarı istediğini elde etmektir, mutluluk ise elde ettiğini sevmek. Neyin hakkından gelinmez, kafa istekle birleşir birleşmez.

(La Fontaine)
Yazının Devamını Oku

Bozkurt: ‘Evet hormonlu egoyum...’

2 Haziran 2005
Yasemin Bozkurt kendisiyle ilgili yazdığım <B>‘Hormonlu ego’</B> başlıklı yazıma karşılık bir e-mail göndermiş: ‘Yazınızı okudum. Bir haftadır konu gündemde o kadar çok yazıldı ki, ben bile şaşkınlık içindeyim. Eğer bu olay Avrupa’da veya ABD’de olsaydı, polis ‘Neden kadın sığınma evleri yok’ diye başlık atardı. Ama burası Türkiye, aydın maskesi takmış bazı yobazlar, konuşan ve konuşturan kadını sisteme karşı çıktıkları için cezalandırıyorlar. Geçtiğimiz günkü Hürriyet Gazetesi’nin 3’üncü sayfasında Doğu’da bir aşk cinayeti ile beş kişinin nasıl öldüğü yazıyor. Eğer o gençler ‘Ailelerimiz bizim evlenmemize karşı çıkıyor, bize yardım edin’ diye programa gelseydi, sonra bu beş kişi ölseydi, yine sorumlusu biz mi olacaktık? Sizin gibi birinin sansüre karşı takındığı bu inanılmaz tavır beni programımızın kaldırılmasından daha fazla ürküttü. Ben garipsediğiniz kadınlar gibi ağlamam, başımı eğmem. Sizin deyişinizle ‘Hormonlu ego’ kalırım. Ama bilirsiniz, yerinde hormon almak her zaman gereklidir. Hormonsuz toplumlar güdük kalır, gelişemez. Herkesin bana ‘Aferin yoluna devam et’ demesine gerek yok. Siz Mehmet Ali Birand’dan aferin aldınız. Benden bu tarzınızla yazıklar olsun alıyorsunuz.’

Yazdıklarından da anlayacağınız gibi Yasemin Bozkurt epeyce bir stres altında. Aklı dalgalanmaya başlamış, ne dediğini, kime saldıracağını bilemiyor. Bozkurt’un hálá kendini savunmak için sağa sola ‘anlamsızca’ saldırması çok üzücü. Kitle iletişim araçlarının bir istenen, bir de istenmeyen etkileri var. Türkiye’de ‘Kadının Sesi’ gibi kışkırtıcı bir programın sunuculuğunu yapan kişinin, iletişimin istenmeyen etkilerini bilmesi zorunlu. Yasemin Bozkurt’un sorunu, neyi bilmediğini bilmemesi. Evet, Yasemin Bozkurt neyi bilmediğini bilmiyor. Bu nedenle de çok cesaretli. Pardon hormonlu mu deseydim!

Sigara içerken iki kere düşünmek..

Business Week dergisindeki bir haber oldukça ilgimi çekti. Amerikan Kanser Derneği yeni bulunan ilaçlar ve tedavi yöntemleri sayesinde, 2005 yılında 212 bin 930 göğüs kanseri vakasına rastlanacağını, bu vakaların sadece 40 bin 870’inin ölümle sonuçlanacağını tahmin etmiş. Kolon kanseri için vaka 104.950, ölüm 56.290; Akciğer kanseri vaka 172.570, ölüm 163 bin 510. Yani tıp göğüs kanserini tedavi konusunda ciddi adımlar atmış durumda. Bu yüzden kadınların erken teşhis için ellerinden geleni ardına koymamaları lazım. Akciğer kanseri tedavisinde ise hálá gelişme çok sınırlı.. Sigara içenler bir kere daha düşünse çok iyi olur.

Baydı..

Her gün bir diğeri yayınlanan ‘Seks gençleştirir’ haberleri baydı.. Şimdi de İrlanda’dan bir haber.. Haftada en az bir kez seks yapan erkeklerin, yapmayanlara göre ilerleyen 10 yıl içinde herhangi bir hastalıktan ölme riskinin yüzde 50 daha az olduğu, sık cinsel ilişkiye girenlerin de genç kaldığı bir araştırma sonucunda ortaya çıkmış.. İyi de gazetelerin her gün yazı işlerine gelen binlerce araştırma sonucundan niye hep ‘Seks gençleştirir’ diyenler seçiliyor? Seçimi yapan daha çok erkekler olduğuna göre, erkekler ‘sürekli başı ağrıyan’ kadınlara bir mesaj mı gönderiyorlar acaba?

Kutlarım..

Hürriyet Pazar’da Sermin Sarıbaş’ın haberi müthişti... Kadınları ayakta işeten sihirli koniler Türkiye’ye gelmiş. Sihirli koniler (magicmate) Amerika’da yılda 20 milyon adet satıyormuş. Kullanılmaları dinen de ‘caiz’ olan sihirli konilerin nasıl çalıştığı çok fazla ilgi alanıma girmiyor. Şermin Sarıbaş, kullanım sonucunu ‘fantastik’ diye tanımladığına göre, ürünün işlevini yerine getirmede bir sorunu olmadığı ortada. Beni ilgilendiren ‘sihirli koniyi’ tasarlayanların pazarlama zekası.. Herkes klozetin üstüne kağıt koyarak kadınların hijyen sorununu çözmeye çalışırken, nasıl oldu da biri çıkıp kadınları ayakta işeterek aynı sorunu çözmeyi düşündü acaba.. Buna ‘yanal düşünme’ deniyor. O güne kadar bir sorun üzerinde düşünülenleri bir tarafa bırakıp, yeni yollar düşünme.. Yaratıcılığın başladığı yer.. 20 milyon adet satışın da..
Yazının Devamını Oku