5 Ağustos 2005
Geçmiş iki üç aya baktığımda gittiğim, gördüğüm, yediğim, içtiğim ama sizi haberdar etmediğim epeyce bir yer olmuş. Sıraya koyup her hafta birine yer versem konu bayatlayacak, yer vermesem size haksızlık. En iyisi şöyle ortaya karışık bir ‘gezi kolaj’ çalışmasıyla hem sizi hem de kendimi rahatlatayım diyorum.
Önce New York’tan söz edeyim. New York’ta alışverişi malışverişi, caz mazı bırakın, mutlaka Özgürlük Anıtı’na gidin. Öyle ‘ha’ deyince gidemiyorsunuz ama... New York Limanı’na inip önce gemi bileti almak için bekleyeceksiniz. Sonra gemiye binmek için bekleyeceksiniz. Duruma göre bu süre iki ile üç saat arasında değişiyor. Gemide geçen süre ise bir yarım saat var. Eğer çok paranız varsa tekne taksilerle aynı işi onbeş dakikada da yapabilirsiniz. Özgürlük Anıtı etkileyici. Çevre düzenlemesi etkileyici. Oradan Manhattan manzarası daha da bir etkileyici. Oradan bakarken siluetini ister istemez hayal ettiğiniz ikiz kuleleri ve ölen binlerce insanı düşünmek de oldukça üzücü.
Özgürlük Anıtı’na gitmek üzere gemi beklerken çevrenize bakındığınızda üç boyutlu ilginç bir heykel konsepti dikkatinizi çekiyor. İki erkek diz üstü çökmüş bakıyorlar. Bir diğeri denize düşene yardım ediyor gibi görülüyor. Ama deniz yükseldikçe denizdekinin boğulduğunu hissediyorsunuz. Kim yapmış, neyi temsil ediyor araştırmadım ama büyük olasılıkla o büyük Amerikan kahramanlık öykülerinden birini temsil ediyor. Bu arada Özgürlük Anıtı’ndan aynı gemiyle Ellis Adası’na da gidebiliyorsunuz. O adada da yine bir kahramanlık öyküsü hakim. Ben Özgürlük Anıtı ile yetindim gerisi size kalmış.
Özgürlük Anıtı’nı ziyaret ettikten sonra limandan yürüyerek ayrılmanızı, Brooklyn Street’e yönelmenizi öneririm. Eğer dediğimi yaparsanız karşınıza kocaman bir boğa heykeli çıkar. Heykelin önünde durup fotoğraf çektirirseniz Türkiye’ye dönünce oldukça havanız oluyor. Bu fotoğrafı görenler ‘Vaaau ne anlama geliyor bu?’ diye soruyorlar. Siz de ‘Valla sormadım ama çok etkileyici, adamlar yapmışlar kardeşim, sanat her yerde..’ gibilerinden saçmalayabiliyorsunuz..
Yine dönüş yolunda bir de Wall Street’e uğrayıp bina önünde fotoğraf çektirirseniz yine Türkiye’de ciddi olarak ‘Bu işten iyi anlarım, İMKB benim için piece of kek’ diye hava atabilirsiniz..
New York’ta görmeniz gereken yerlerden bir diğeri 102 katlı Empire State binası. En tepesine çıktığınızda ‘Büyük Elma’yı 360 derece görebiliyorsunuz. Amerikalılar bir bina yapıp etinden sütünden para kazanıyorlar. Ziyaret 14 dolar. Eğer kendi dilinize sesli yönerge istiyorsanız 6 dolar daha ödüyorsunuz. Özür dileyerek söylüyorum Türkçe çeviri yok. İnmesi binmesi, çıkması, dolaşması iki üç saatinizi alıyor. Ben gündüz çıktım, size gece turu öneririm.
Mikonos’tan kalanlar
Mikonos maceralarını daha önce yazmıştım. Fotoğrafları incelerken üç fotoğrafı sizle paylaşmanın gerekli olduğuna karar verdim. Anımsarsanız Mikonos adasının ‘gay’lere pazarlandığından ve ‘gay’lere yönelik eğlencenin bol olduğundan söz etmiştim.
Gittiğimiz ‘Paradise Beach’de bu ‘gay’ eğlencesine birinci elden tanık olduk. Erkeklik organına siyah bir fil kafası takmış animatör anadan üryan, poposu açıkta saatlerce dans etti.
Hıncal Uluç ve ben, bu manzarayı biraz izleyip sonra arkamızı döndük. Çıplak erkek poposu görmek hafiften daral getirdi. Gezinin ilerleyen saatlerinde ise Mikonos’un içine gezi yaptık. Meğer pelikan adanın maskotuymuş. Bir çeşit turist çeker. Beni de çekti.
Adayı dolaşırken çeşitli yerlerde fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik. Geleceğe bıraktığım en güzel anılardan biri de sevgili Fikret Ercan ve Vahap Munyar’la birlikte çektirdiğim Mikonos hatırası. Gördüğünüz gibi günün anlam ve önemine son derece uyuyoruz. Hemen içinizden bir kötülük geçirmeyin. Sizin içiniz kötü ben ne yapayım.
Geçen hafta İsveç’in başkenti Stockholm’deydim. Çok önemli ve hayati bir iş için. Pazar günü açıklayacağım biraz daha merak edin.
Tüm İsveç’te 8 milyon kişi yaşıyor. Stockholm’ün nüfusu ise 1 milyon. ‘İsveç her yıl trafik kazalarında sadece 54 kişinin öldüğü bir ülke’ diyeyim. Siz medeniyet seviyesini düşünün.
Şehir merkezinde Grand Hotel’de kaldım. Kesinlikle öneririm. Pencereden manzara müthiş. Denizdeki heykel figürü yine çok hoş. İnsanı biraz rahatsız ediyor ama yine de çok hoş.
Türkleri bu kadar seven insanları da başka bir ülkede görmedim. Türkleri sadece Türkiye’den göç edenler sevmiyor sanırım. Bir büfede Hürriyet görüp sayfalarını çevirdim. Türkiye’den göç etmiş olduğunu anladığım sahibi Türk olduğumu anlayıp 18 kron olan parasını istedi. Sanki intikam alırcasına. Şaşırdım.
City Hall’un önünde fotoğraf çektirmek önemli. Nobel ödülleri bu binadan dağıtılıyor. Hani bir yerlerden bulaşır bizi de görürler falan.
Tekneyle mutlaka şehir turu yapmak lazım. Yeşile bir kez daha hayran olmak için. Stockholm ismi nereden geliyormuş biliyor musunuz? Zamanında ada kaymaya başlayınca kazıklarla güçlendirilmiş. ‘Holm’ ada demekmiş. ‘Stock’ kazık. Yani kazıklı ada... Nasıl? Çok öğreticiyim değil mi?
CUMA İTİRAFI
çilek99; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 24; İl: İstanbul
Bir arkadaşımın babaannesi televizyondaki bikinili bayanlara bakıp, ‘İnşallah siz doldurursunuz da cehennemde bize yer kalmaz’ dedi! Yani teyzeye göre cehennemin kapasitesi limitli. Zebaniler, ‘Kusura bakmayın, içerisi doldu, kalan herkes cennete’ diyecek! Oy ki ne oy!
Yorum: Demeyecek mi? Hay Allah ya... Ben de yırttık sanıyordum.
CUMA LAKIRDISI
‘İnsanların beşte biri her zaman her şeye karşıdırlar.’ (Stockholm’deki Friday’s’den)
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2005
Bugün yazılar İsveç’in başkenti Stockholm’den.. Niye buradayım? Sır değil.. Ama biraz bekleyin, dönüşüm muhteşem olacak! Stockholm’e THY ile uçtum. THY’de ciddi bir kan kaybı var. Hostesler eski hostesler değil, hizmet eski hizmet değil. Cemil İpekçi’nin yeni host ve hostes kıyafetleri THY’yi kurtaracak gibi değil.
3,5 saat ‘business class’ uçuyorum, koltuk arkaya yatmıyor. Hostesi çağırıyorum, koltuğun biraz orasını burasını sıkıyor, ‘Yapacak bir şey yok, bozulmuş’ diyor. Aynı şikayeti yanımdaki koltukta oturan da yapıyor. Hostes ona da aynı yanıtı veriyor. 3.5 saat kazık gibi dikilip gidiyorum. Neyse ki yanıma bol dergi almışım. European Business’da Türkiye ile ilgili iki konu dikkatim çekti. İlki İstanbul’da yapımı bitmek üzere olan F1 Otodrom’unun mimarı Herman Tilke ile ilgili..
EB dergisi Tilke’yi ‘şanslı adam’ olarak tanımlıyor. Tilke amatör bir araba yarışçısı iken bir pazarlama nişi görüp hobisi ile işini birleştirmiş ve dünyanın en ünlü otomobil yarışı alanı tasarımcısı haline gelmiş.
1984’te Almanya’nın ünlü otodromu Nürburgring’in servis yolunu sadece 300 Euro’ya (600 Mark) yeniden tasarlayan Tilke’nin geçen yıl yaptığı ciro 12 milyon Euro.. Yanında çalıştırdığı adam sayısı da 120.
Tilke’nin en önemli özelliği yaptığı otodromlarda konsept olarak yerel kültürü yansıtmasıymış. Malezya’nın Sepang otodromunda ulusal bir çiçekten esinlenmiş, Shangay’da Çincedeki bir harften.. Tilke İstanbul otodromunda ise Türkiye’nin modern, heyecan veren imajını global hedef kitleye sunmaya çalışmış. Nasıl bir yansıtmaymış bu? İki hafta sonra göreceğiz..
Zorlu’nun ‘Europen Business’ atağı
İkinci ilgimi çeken konu Zorlu grubunun European Business dergisinde sürekli haber olması.. Kısa bir süre önce Zorlu Enerji, EB tarafından ‘Avrupa’nın en hızlı büyüyen 100 şirketi’ arasında 98’inci şirket olarak yer almıştı. Şimdi de dergide Ahmet Nazif Zorlu ile yapılan bir ropörtaj ve Zorlu’nun güzel fotoğrafları var.
EB, Ahmet Zorlu’yu ‘Türkiye’nin en başarılı ihracatçısı’ olarak tanımlıyor. Buna kanıt olarak da Zorlu grubunun banka dışı operasyonlarının toplamının bu yıl 5 milyar dolara ulaşacağını, bu rakamın 3,5 milyar dolarının ihracat geliri olduğu belirtiyor.
Derginin verdiği bilgiye göre Vestel dünyanın en büyük beşinci televizyon üreticisi. Avrupa pazarında Vestel’in televizyon payı ise yüzde 20. İnsanın koltukları kabarıyor..
Nazif Zorlu, işini nasıl geliştirdiğini, tekstilden elektroniğe, beyaz eşyadan bankacılığa nasıl geçtiğini anlatırken özellikle bir konu üzerinde duruyor:
Zorlu 1960, 1970 ve 1980 yılındaki siyasi çalkantıların işini büyütmesini önemli şekilde engellediğini altını çize çize söylüyor. Yani demek istiyor ki, ‘Eğer Türkiye’de geçmişte askeri darbeleri yaratan ortamlar olmasaydı, bugün Zorlu, Vestel, Taç dünyanın bir numaralı markaları olurdu.’ Nitekim Zorlu, David O’Byrne’e verdiği röportajı şöyle bitiriyor:
‘Petrolümüz olmasa ne olur? Japonya ve Almanya’nın da yok. Genç bir nüfusa, iyi eğitim görmüş yöneticilere ve güçlü üretim tesislerine sahibiz. Avrupa’ya, Ortadoğu’ya ve eski Sovyetler Birliği’ne hizmet verecek pozisyonda olan biricik ülkeyiz. Bunların üçü de çok büyük ve büyüyen pazarlar. Eğer Türkiye’de doğru siyasi koşulları elde edersek, yapabileceklerimizin sınırı yoktur.’
Ahmet Nazif Zorlu’ya katılıyor ve başarısını tüm kalbimle kutluyorum. Sağol Nazif Zorlu.. Umarım başarının sırlarını gençlere anlatır, daha birçok girişimciye nice Vesteller yaratmaları için örnek olursun..
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2005
Geçen perşembe günü ‘Amerika’da çok sıkıldım, bu nedenle ‘Ayrılık Çok Zor’u yazdım’ diyen Tarkan’ı, ‘Ben de Avea’dan 5 milyon dolar alsam, opera bile bestelerdim’ diye eleştirmiştim. Tarkan hayranları birkaç yüz e-posta ile bana, anneme ve diğer atalarıma ‘iyi niyetlerini’ bildirdiler. Hepsine teşekkür ediyorum. Canlarım, sizleri çok seviyorum.
Gelen tüm e-postalar adına, sadece Nazlı Deniz Ayyıldız’ın e-postasına yer verebiliyorum: (Diğerlerine yer verirsem RTÜK hızını alamayıp bizim köşeye de uyarı, kınama, kapatma, kesip çıkarma cezaları verebilir..)
‘Ben fanatik bir Tarkan hayranıyım. Tarkan’la ilgili çıkan bütün haberleri hiç kaçırmadan okurum. Aynı perşembe günkü yazınızı okuduğum gibi... Bu yazıyı okurken, Türkiye’nin mega starına yaptığınız haksız eleştirilerinize çok sinirlendim.
Tarkan’ın 5 milyon dolar aldığını ve bu parayı yabancı ülkelerde harcadığını, yeni çıkan kasetini kimin alacağını merak ettiğinizi ve son olarak da onun çok şımardığını söylemişsiniz...
Tarkan alın teriyle bu parayı kazanıyor. Ve bu noktaya da çok çabalayarak geldi. Bilirsiniz Türk halkının beğenisini kazanmak ve hiç kaybetmemek kolay değil. İzin verin de parayı istediği gibi harcasın. Buna karışmaya hiç ama hiç hakkınız yok! Kendi kazandı, kendi harcar. Kasetini de kim alır diye sorarsanız, biz Tarkan’ın hayranları alırız.
Şımarmaya gelince, o seviyesini her zaman korumuş, kimseyle tartışmadan bu noktaya gelmiş, sevecen, sıcakkanlı bir insan. Belki hepimiz bu ilgiden şımarırdık ama o asla şımarmaz...(Not: Bu yazımı yayınlarsanız Tarkan’ın arkasında onun hayranları olduğunu, ona yazılan haksız yazılarda da başgöstereceğimizi herkes anlamış olur...)’
Ne yazık ki görüşüm değişmedi. Hala Tarkan’ın hayranlarına ve Türkiye’ye verdiğinden çok aldığını düşünüyorum.
Tarkan’ın ‘Amerika’da çok sıkıldım, şimdi Güney Fransa sahillerinde ev arıyorum’ demesi şımarıklığın dik alası.. Ne yapmış Tarkan son iki üç yıldır?
Avea’ya şarkı yazmış..
Tarkan’ı dinleyip, romantik romantik takılırken aranıza bir GSM operatörünün girmesi hiç mi aklınızı başınıza getirmiyor?
Tarkan ’Ayrılık Zor’ diye ekran önünde süzüm süzüm süzülürken, bu ‘Ayrılık Zor’un zorla yazıldığı hiç mi hevesinizi kursağınızda bırakmıyor?
Kendinizi kandırıyorsunuz. Tarkan starlığını sürdürme uğruna, imajının bir parçası olarak yurtdışına çıktı, özünü kaybetti..
Tarkan’ın artık yaptığı, reklamdan kazanmak, sadece ‘marka’lara yaslanan konserler yapmak ve kazandığını yurtdışında harcamak.
Üstüne basa basa söylüyorum:
Tarkan şımardı.
‘Amerika’dan sıkıldım, Güney Fransa’da ev bakıyorum’ demek, şımarıklıktan başka bir şey değil. Tarkan hayranlarından aldığı kadar hayranlarına geri verse, isterse gitsin Kanarya Adaları’nda yaşasın.. Ya da Bahamalarda bize ne! (İster misiniz Tarkan inadına Bahamalara taşınsın!)
Tarkan’ın kazandığını yurtdışında harcamasını da ‘uyarı’ olarak belirtiyorum.. Bu konuda benim en küçük bir rahatsızlığım yok. Bence de isteyen istediğini, istediği yerde harcar.. Sadece bilin diye söylüyorum. Yurt dışına para kaçırıyor diye yabancı sermayeye karşı çıktığınızda, çifte standart uyguladığınızı bilin diye..
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2005
<B>İSTANBUL Büyükşehir Belediyesi Dünya Mimarlar Kongresi</B> nedeniyle üst geçit ve köprü alınlıklarına doğru punto büyüklüğüyle, doğru yazı karakteriyle ‘<B>Welcome To İstanbul’ </B>yazdı. İstanbul İstanbul olalı neredeyse ilk kez bu kadar ‘doğru kimlikli’ bir ‘Hoşgeldin’ kampanyası gördü. Yazı tasarımlarını kim yaptıysa eline sağlık... ’Hoş geldin’ kampanyasının mimarı kimse aklına sağlık..
Büyükşehir’den birilerinin de bu kampanya hoşuna gitmiş olmalı aynı punto büyüklüğü ve farklı yazı karakterleriyle farklı duyurular yapılmaya devam ediliyor. Büyükşehir sonunda görsel kimliği tektipleştirmenin gücünü keşfediyor..
Hazır söz açılmışken Beşiktaş Belediyesi’nin kendini İstanbul’un bir alt markası yapmaya çalışan çabasını da övmeden geçmeyeyim. Beşiktaş Belediyesi görsel kimliğini kontrol altına almış, Beşiktaş’daki mekanları küçük küçük alt markalar yapmaya çalşıyor. Tutarlı görsel kimlik kullanımı Belediye yönetimine itibar kazandırıyor. Diğer belediyeler örnek olsun..
Propaganda bakanları
İŞİN içine ‘dini ögeler’ girince ‘inanan’ masum insanların kandırılma olasılığı yüksek. yüksek. Bu nedenle yıllar önce Devlet ‘Hac ve Umre’ turizmini TÜRSAB (Türkiye Seyahat Acentaları Birliği) eliyle düzenleme kararı almıştı. Şimdilerde bu düzenlemeye karşı çıkan 40’a yakın turizm acentası Hac ve Umre Platformu adı altında bir platform kurmuş. Platformun adına da kısaca HU demişler..İyi tanımlama, sıkı dini çağrışım..
Milliyet’te Dilek Taş’ın haberinden anladığım kadarıyla Platform’un kampanya danışmanı islami kesimin ünlü ikna adamı Abdurrahman Dilipak..
Dilipak Platform üyesi acentelere gönderdiği açıklama metninde (bir çeşit bizim teknik olarak propaganda yönergesi dediğimiz şey) aynen şöyle yazmış: ‘(Kampanya) kampanya karşıtları için yorucu, bıktırıcı,, siniri bozucu, kamu vicdanında mahkum edilebilir ve dışlanmaya dönük bir uslupla ele alınacaktır.’
Yorucu, bıktırıcı, sinir bozucu... Hitler’in propaganda bakanı Göbbels de adamlarına ‘yorun, bıktırın, sinir bozun’ diye emirler veriyordu..Türbandan, imam katipten, kuran kurslarından bıktırıldık, sinirlerimiz bozuldu... ’Her şeye evet diyecek’ kıvama geldik... Şimdi de karşımıza ‘inanç ve teşebbüs hürriyetinin engellendiği’ iddiasıyla HU yönergesi çıktı.. Türban, imam hatip, kuran kursu platformlarının arkasında da bir yönerge olabilir mi? ‘Yorun, bıktırın, sinir bozun’ emri vermiş olan... Olabilir mi? Evet. Peki Yazarı? Çok yazarlı olabilir mi? Kesinlikle evet.
Yanlış algılama değil seçici algılama
Geçen hafta yapmış olduğum Renault Megane reklamına okurlarımdan itiraz geldi.
Analizimde ‘Şimdi deneyimin tadını çıkart’ sloganlı Megane reklamının ‘Geçmişte güzel şeyler yaşadınız, şimdi Megane ile tadını çıkarın’ dediğini yazmıştım. Okurlarım ‘ilgisi yok’ diyorlar. İşte iki örnek:
‘Filmdeki adamın eski arkadaşını görünce hatırladığı gençlik yıllarına dair olaylara (bi kız arkadaş bulamama, başının hep belaya girmesi vs) hepimiz aşinayiz. Hatta Allahım iyi ki o günlerde değiliz diyoruz. Reklamın da anlattığı bu. Megane’ı tercih et; genç olmanın zorlukları yerine deneyimin konforunu hisset.’ (Devrim Kurt)
‘Reklamdaki adam eski sıkıntılı günleri hatırlatıyor, pek hoş olmayan anılar,o kötü günler geride kaldı, yeni Laguna ile yeni güzel günler deniyor. Bu kadar. Geçmişteki güzellikleri filan nereden çıkartıyorsunuz.’ (Murat Erciş)
Yanıt: İyi de Renault Megane’ı alabilecek yaştakiler için o ‘hoş olmayan anılar’ bile artık ‘geçmişin güzel anıları’. Öyle olmasa ‘keşke gençliğime dönebilsem!’ diyen bu kadar çok insan olur muydu? Sanırım Renault megane alabilecek yaşa gelince ne dediğimi anlayacaksın. Sevgiler...
Çekirgelik
Çoğu insan büyük hedeflere ulaşmak için başını derde sokmasa birçok küçük şey başarabilir.
Longfellow, Driftwood
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2005
<B>Pew </B>Internet ve American Life Project isimli internet sitesinde geçen hafta Amanda Lenhart ve arkadaşları bir makale yayınladı. Bu makaleye göre Amerika’da gençler arasında internet kullanımı geçen dört yıl öncesine oranla yüzde 24 artmış. 12-17 yaş grubundaki gençlerin yüzde 87’si internete bağlıymış.
Türkiye’de durum nasıl? Elimdeki en son araştırma TNS Piar’a ait. Mart 2005’te, İstanbul Ankara, İzmir, Adana, Bursa’da kent merkezlerinde 18 yaş üstü 802 kadınla görüşülerek yapılmış.
Genel olarak bakıldığında kadınların yüzde 27.9’u internet kullanıyor. İnternet kullananların bir haftada ortalama internete bağlanma süresi 10 saat 52 dakika.
Yaş gruplarına göre inceleme yapıldığında ise eğilim ‘kabak gibi’ ortada. 56-65 yaş grubunda internet kullanma oranı yüzde 11.8, 40-44 yaş grubunda yüzde 19,1, 18-24 yaş grubunda yüzde 47.7. Yani genç kızlarımız internet kullanımında annelerine de anneannelerine ciddi şekilde fark atıyorlar.
Görünen o ki, bir süre sonra torunlarla ‘ananeler’ arasında internet kullanımı açısından fark kalmayacak..
Gelecek 20 yılda ise annelerle kızları internet kullanımında eşitlenecek. ‘Ananelerin’ beğendikleri çeyizlik masa örtüsünün modelini tarayıp torunlarına internet aracığıyla göndermeleri içinse yaklaşık 30 yıl var.
Kadınlar da sonuç böyleyse bir de erkekleri düşünün. Dede ile torunun internet üzerinden tavla oymasına şurada kaç yıl kaldı.
Yani? Yanisi şu: İnternet gençler arasında günlük hayatın ritmini yönlendiren, ateşleyen önemli güçlerden biri haline geliyor. Diğer önemli güç cep telefonu. Gözünüz internette ve cep telefonunda, beyniniz ‘Nasıl bu fırsattan yararlanabilirim’ de olsun. Görevimi yapıyorum. Uyarmadı demeyin.
Bahçeşehir’den İstanbul dersi
Bahçeşehir Üniversitesi’ne ve Beşiktaş’taki Kampüs’e ve İstanbul’a alışmaya çalışırken Rektör Yardımcısı Prof. Eser Karakaş’tan müthiş bir şey öğrendim. Düşünce mimarlığını yine Karakaş Hoca’nın yaptığı bir şey.
Bahçeşehir Üniversitesi müfredatına bu yıldan başlayarak ‘İstanbul’ isimli bir ders ekliyor. Tüm öğrenciler de bu dersi zorunlu olarak okuyacak. Dersin içeriğini Prof. İlber Ortaylı ve ekibi hazırlıyor, ders yine aynı ekip tarafından verilecek. Anlayacağınız Bahçeşehir her yıl binlerce gönüllü İstanbul elçisi yetiştirecek.
İstanbul’u anlayan, yerli yabancı herkese doğru anlatan binlerce İstanbul elçisi. İstanbul’u marka yapmak için inanılmaz güzel bir adım, inanılmaz güzel bir proje. Keşke İstanbul herkese ilkokuldan başlayarak öğretilse. Belki ona bu kadar hor davranmaz, belki ona bu kadar acı çektirmeyiz. Gezmediğim, görmediğim yer kalmadı. Tüm kalbimle söylüyorum başka İstanbul yok. Sahip çıkalım. Dünya markası olmak değil dünya markası kalabilmek önemli. Bakınız Galatasaray...
Turizmin göbeğinde ağır ceza olmamalı
Bahçeşehir’in Beşiktaş Kampusü’ne gelmeseydim Beşiktaş’ta eski DGM yeni Ağır Ceza Mahkemesi binasının çevresindeki görüntülerden haberim olmayacaktı. Düşünün Beşiktaş, deniz kenarı. Bu görüntüler gerçek. Türkiye gerçeği.
Bir gerçek daha var. Türkiye’nin turizm gelirine gereksinimi var. Türkiye turizme yatırım yapıyor. Türkiye dünya turizminde söz sahibi olmaya oynuyor. Bu nedenle Türkiye turizmine darbe vuracak her türlü olaydan kaçınmak, her türlü risk taşıyan görüntünün önüne geçmek şart. Bu hepimizin yararına. Koca İstanbul’da, devletin, Beşiktaş’taki Ağır Ceza Mahkemesini çevresi daha geniş, hem mahkum ailelerini daha rahat ağırlayan hem polisin ve jandarmanın daha rahat şartlarda çalışmasını sağlayacak bir binaya taşıması mümkün değil mi?
Değilse boşverin Turizmi murizmi. Sadece dostlar alışverişte görsün diye Türkiye’yi tanıtmaya devam. Her sabah gerçek tanıtım Beşiktaş’ta. Mahkum taşıyan onlarca hapishane aracı, onlarca polis aracı. Çok sayıda polis, asker, mahkum yakını.
Bana seslenemeyiş
Cuma gecesi kanallar arasında geziniyorum. Baktım TRT 1’de Tayyip Erdoğan ulusa seslenmeye çalışıyor. İlk dikkatimi çeken fondaki Türkiye haritası. Daha önceki ‘Ulusa Sesleniş’ de yer alan ’Cami ve Anıtkabir’li fon görüntüsünün yerinde ise yeller esiyor. Anlaşılan uyarılar etkili olmuş. (Sanırım çorbada biraz benim de tuzum var!)
Başbakan konuştukça haritanın içindeki görüntüler değişiyor. Ekrana, ‘Yol yaptık’ deyince yol görüntüleri, ‘sağlık hizmetlerini iyileştirdik’ deyince hastane görüntüleri geliyor.
Tayyip Erdoğan birbiri ardına rakamları sıralıyor. Uygun görüntü bulunamayınca anlamsız görüntülerle fon süslemesine devam ediliyor. Çok sıkıcı, anlatım demode. Rakamların akılda kalması çok zor, görüntü ile söyleneni eşlemesi çok zor, yazın ortasında kravatlı, takım elbiseli Tayyip Erdoğan’a dayanması çok zor..
Dayanamıyorum. Basıyorum uzaktan kumandama. Bruce Wills’in bir filmi var. Bruce bana sesleniyor. Başbakan ulusa. Ben Bruce’a takılıyorum. Daha sonra Başbakan ne dedi, ne gösterdi bilemiyorum. Ayıp mı ediyorum?
Çekirgelik
Din, insanı ve Tanrı’yı sevmekten başka bir şey değildir
(W. Penn)
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2005
Pew Internet ve American Life Project isimli internet sitesinde geçen hafta Amanda Lenhart ve arkadaşları bir makale yayınladı.Bu makaleye göre Amerika’da gençler arasında internet kullanımı geçen dört yıl öncesine oranla yüzde 24 artmış. 12-17 yaş grubundaki gençlerin yüzde 87’si internete bağlıymış. Türkiye’de durum nasıl? Elimdeki en son araştırma TNS Piar’a ait. Mart 2005’te, İstanbul Ankara, İzmir, Adana, Bursa’da kent merkezlerinde 18 yaş üstü 802 kadınla görüşülerek yapılmış.Genel olarak bakıldığında kadınların yüzde 27.9’u internet kullanıyor. İnternet kullananların bir haftada ortalama internete bağlanma süresi 10 saat 52 dakika.Yaş gruplarına göre inceleme yapıldığında ise eğilim ‘kabak gibi’ ortada. 56-65 yaş grubunda internet kullanma oranı yüzde 11.8, 40-44 yaş grubunda yüzde 19,1, 18-24 yaş grubunda yüzde 47.7. Yani genç kızlarımız internet kullanımında annelerine de anneannelerine ciddi şekilde fark atıyorlar. Görünen o ki, bir süre sonra torunlarla ‘ananeler’ arasında internet kullanımı açısından fark kalmayacak..Gelecek 20 yılda ise annelerle kızları internet kullanımında eşitlenecek. ‘Ananelerin’ beğendikleri çeyizlik masa örtüsünün modelini tarayıp torunlarına internet aracığıyla göndermeleri içinse yaklaşık 30 yıl var. Kadınlar da sonuç böyleyse bir de erkekleri düşünün. Dede ile torunun internet üzerinden tavla oymasına şurada kaç yıl kaldı.Yani? Yanisi şu: İnternet gençler arasında günlük hayatın ritmini yönlendiren, ateşleyen önemli güçlerden biri haline geliyor. Diğer önemli güç cep telefonu. Gözünüz internette ve cep telefonunda, beyniniz ‘Nasıl bu fırsattan yararlanabilirim’ de olsun. Görevimi yapıyorum. Uyarmadı demeyin.Bahçeşehir’den İstanbul dersiBahçeşehir Üniversitesi’ne ve Beşiktaş’taki Kampüs’e ve İstanbul’a alışmaya çalışırken Rektör Yardımcısı Prof. Eser Karakaş’tan müthiş bir şey öğrendim. Düşünce mimarlığını yine Karakaş Hoca’nın yaptığı bir şey.Bahçeşehir Üniversitesi müfredatına bu yıldan başlayarak ‘İstanbul’ isimli bir ders ekliyor. Tüm öğrenciler de bu dersi zorunlu olarak okuyacak. Dersin içeriğini Prof. İlber Ortaylı ve ekibi hazırlıyor, ders yine aynı ekip tarafından verilecek. Anlayacağınız Bahçeşehir her yıl binlerce gönüllü İstanbul elçisi yetiştirecek.İstanbul’u anlayan, yerli yabancı herkese doğru anlatan binlerce İstanbul elçisi. İstanbul’u marka yapmak için inanılmaz güzel bir adım, inanılmaz güzel bir proje. Keşke İstanbul herkese ilkokuldan başlayarak öğretilse. Belki ona bu kadar hor davranmaz, belki ona bu kadar acı çektirmeyiz. Gezmediğim, görmediğim yer kalmadı. Tüm kalbimle söylüyorum başka İstanbul yok. Sahip çıkalım. Dünya markası olmak değil dünya markası kalabilmek önemli. Bakınız Galatasaray...Turizmin göbeğinde ağır ceza olmamalıBahçeşehir’in Beşiktaş Kampusü’ne gelmeseydim Beşiktaş’ta eski DGM yeni Ağır Ceza Mahkemesi binasının çevresindeki görüntülerden haberim olmayacaktı. Düşünün Beşiktaş, deniz kenarı. Bu görüntüler gerçek. Türkiye gerçeği.Bir gerçek daha var. Türkiye’nin turizm gelirine gereksinimi var. Türkiye turizme yatırım yapıyor. Türkiye dünya turizminde söz sahibi olmaya oynuyor. Bu nedenle Türkiye turizmine darbe vuracak her türlü olaydan kaçınmak, her türlü risk taşıyan görüntünün önüne geçmek şart. Bu hepimizin yararına. Koca İstanbul’da, devletin, Beşiktaş’taki Ağır Ceza Mahkemesini çevresi daha geniş, hem mahkum ailelerini daha rahat ağırlayan hem polisin ve jandarmanın daha rahat şartlarda çalışmasını sağlayacak bir binaya taşıması mümkün değil mi? Değilse boşverin Turizmi murizmi. Sadece dostlar alışverişte görsün diye Türkiye’yi tanıtmaya devam. Her sabah gerçek tanıtım Beşiktaş’ta. Mahkum taşıyan onlarca hapishane aracı, onlarca polis aracı. Çok sayıda polis, asker, mahkum yakını. Bana seslenemeyiş Cuma gecesi kanallar arasında geziniyorum. Baktım TRT 1’de Tayyip Erdoğan ulusa seslenmeye çalışıyor. İlk dikkatimi çeken fondaki Türkiye haritası. Daha önceki ‘Ulusa Sesleniş’ de yer alan ’Cami ve Anıtkabir’li fon görüntüsünün yerinde ise yeller esiyor. Anlaşılan uyarılar etkili olmuş. (Sanırım çorbada biraz benim de tuzum var!)Başbakan konuştukça haritanın içindeki görüntüler değişiyor. Ekrana, ‘Yol yaptık’ deyince yol görüntüleri, ‘sağlık hizmetlerini iyileştirdik’ deyince hastane görüntüleri geliyor.Tayyip Erdoğan birbiri ardına rakamları sıralıyor. Uygun görüntü bulunamayınca anlamsız görüntülerle fon süslemesine devam ediliyor. Çok sıkıcı, anlatım demode. Rakamların akılda kalması çok zor, görüntü ile söyleneni eşlemesi çok zor, yazın ortasında kravatlı, takım elbiseli Tayyip Erdoğan’a dayanması çok zor..Dayanamıyorum. Basıyorum uzaktan kumandama. Bruce Wills’in bir filmi var. Bruce bana sesleniyor. Başbakan ulusa. Ben Bruce’a takılıyorum. Daha sonra Başbakan ne dedi, ne gösterdi bilemiyorum. Ayıp mı ediyorum? ÇekirgelikDin, insanı ve Tanrı’yı sevmekten başka bir şey değildir (W. Penn)
button
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2005
Çeşme Sheraton’da geçen hafta müthiş bir Lomi Lomi masajı yaptırdım. ‘Lomi Lomi de neymiş?’ diyorsunuz değil mi? Ben de aynen sizin gibi merak içinde aynı soruyu masajı yapan Ulvi’ye sordum. Meğer bu masajın kökü Hawaii’ye dayanırmış. Hatta Hawaii’li felsefeci Huna’ya. Huna’nın herkesin sevgi ve uyum aradığından yola çıkan felsefesine dayalı olarak Lomi Lomi masajı ortaya çıkmış. Lomi Lomi de aslında masaj demekmiş. Her neyse... Ben söylenenleri, bana uygulananları anlatayım.
Ulvi beni masaj odasına aldı. Çırılçıplak soyunmamı istedi. Sonra üzerime havlu örttü. Vücut ısım yükselmeye, burnum tıkanmaya başladı.. Meğer altıma elektrikli battaniye serilmiş. Bir süre sonra terlemeye başladım. O esnada Ulvi sırtıma yağ boca ediyordu. Ilık aromatik, hatta sıcak aromatik yağ.
Ulvi’nin elleri sırtımda yumuşak yumuşak yılan gibi dolaşmaya başladı. Dolaştıkça vücut ısım arttı. Ben de bir gevşeme, bir rahatlama, bir rahatlama... Bir süre sonra uyumuşum. Uyandığımda saate baktım, yirmi beş dakika olmuştu. Ulvi’nin elleri yumuşak ymuşak vücudumda daireler çiziyor, ezilmedik kas bırakmıyordu. İyice gevşedim. Masaj başlayalı bir saati geçmişti ki vücudumdaki arızalı yerler ortaya çıkmaya başladı. Sırtımda, belimde bir ağrı bir ağrı. Ulvi ağrıyan yerler üzerinde gezindikçe ben de bir gevşeme bir gevşeme...
Doksan dakika sonunda kesinlikle ben eski ben değildim. Vücudumdan kötü enerjinin aktığını, yeni enerji depoladığımı hissettim. Ulvi terbiyesinden ‘Üç kez kendinizden geçtiniz’ dedi. Ben bu cümleyi hemen tercüme ettim: ‘Üç kez fosur fosur uyudunuz beyefendi. Uykunuz varsa gidin odanızda uyuyun. Buraya ne geliyorsunuz!’ İntikam ateşiyle can alıcı soruyu sordum: ‘Ya siz kadınlara masaj, kadınlar da erkeklere yaparken... Hani yumuşak yumuşak... Bir etkilenme durumu olmuyor mu?’ Bir fantezi durumuna açıklık getirmeye çalışıyorum anlayacağınız.. Ulvi’nin bozulduğunu hissettim. Ama çok terbiyeli bir genç, hemen toparlandı ve lafı gediğine koydu: ‘Biz profesyoneliz. Aynı kadın doğumcular, estetikçiler gibi. Onlara olmuyorsa bize niye olsun!’
Masaj bitti. Bir beş dakika kıpırdayamadım. O sırada Ulvi bir bardak yeni sıkılmış portakal suyu kaptı geldi. Onu da içtim. Çıktım masaj odasından. Üç gün geçti hálá Lomi Lomi’nin etkisindeyim. Masaj bittiğindeki ruh halinin peşindeyim.
Servet Çolak, Akdeniz yemekleriyle Fontana’da
Çeşme’de V Kamp’ın bir bölümü de Fontana isimli plaj olmuş. Hem de çok güzel bir plaj. Çok para yatırmış işletenler. Söylediklerine göre 600 bin dolar. Ortaya kumsalıyla, ışıklandırmasıyla, lokantasıyla mükemmele yakın, hadi notu bol tutalım mükemmel bir plaj ortamı çıkmış. Çok keyifli. Ilıca’nın denizi zaten ünlü. Denizin kıyısı oya gibi işlemiş. Yakında V Kamp’ın bungalov evlerinin işletmesi de Fontana’ya verilecekmiş. O zaman daha da mükemmel olur. Gelip kalmak, Ilıca’nın denizini doya doya yaşamak isterim.
Fontana’nın lokantasının işletmesi de Egelilerin yakından tanıdığı birine, Servet Çolak’a emanet edilmiş. Servet Çolak 7 yıldır Ege TV’de ‘Servet Çolak’la Mutfaktan Sofraya’ isimli programı yapıyor. Bu nedenle de Egeli kadınlar tarafından çok seviliyor. Sevilmekte de çok haklı. Çolak Fontana’nın lokantasında Akdeniz yemeklerini birer sanat harikası haline getirmiş. Deniz ürünlü risotto yedim. Böyle risotto olmaz. İnanılmaz güzeldi. Tadı hálá damağımda. Mantar soslu bonfile, dil şiş öyle... Kalamar tava öyle... Hellim öyle... Yemekten sonra tatlı için sufle seçtim. Eğer burada tadını anlatırsam var ya, şu saat çıkar Ilıca’ya varır, sufle diye tutturursunuz..
Son zamanlarda sözü dolaştırıp dolaştırıp Mikonos Adası’na getiriyorum. Fontana Beach nedeniyle getireceğim. Ne olur bir Mikonos’a gidin, bir de Fontana’ya... Bakın bakalım hangisinin plajı güzel. Ne olur bu ülkeyi doğru pazarlayalım ne olur. Fontana’lara, Servet Çolak’lara yazık olmasın.
Sin City yaz kurbanı
Önce işe bir soruyla başlayalım. Rüyalarınızı siyah beyaz mı görürsünüz renkli mi? Sizi bilmem ama ben siyah beyaz görüyorum. Birçok uzmana göre de rüyalar siyah beyaz görülüyor. Sin City’yi izledim. Rüya gibi... Robert Rodriquez’le Frank Miller çizgi roman karakterlerini, atmosferini çok özenli bir şekilde sinemaya aktarmışlar. Bruce Willis’in rolü önemli değil. Önemli olan Mickey Rourke, Elijah Wood ve Benicio Del Toro. Çizgi roman karakterlerini alıp çizgiliklerinden taviz vermeden çok iyi, uzun süre unutulmayacak şekilde canlandırmışlar. Sin City çok kolay izlenen bir film değil. Şiddet sahneleri bazen insanın içini acıtıyor, midesini bulandırıyor. Konu sürükleyici ama keyif veren bir konu değil. Keyif veren çizgi film ve gerçek hayat arasındaki geçişler. Bu geçişler filmi izlerken insana yaklaşık iki saat büyük bir keyif veriyor. Sinema aşıkları, sinema öğrencileri, animasyon öğrencileri, iletişim öğrencileri hayal gücünün sınırının olmadığını anlamak için bu filmi kaçırmasınlar. Sin City niye yazın sıcağında vizyona girmiş anlamak zor. Böyle güzel bir film ancak bu kadar harcanabilir.
CUMA İTİRAFI
voncroy; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 22; İl: Eskişehir
Biz erkekler bazen çok iğrenç olabiliyoruz. Geçen yıl ev arkadaşım bir arkadaşını çağırmıştı. Erkek erkeğe sabaha kadar içtik. Bu arkadaş kaç kızın bekaretini bozduğunu ve bunların nasıl olduğunu anlattı. Bir süre sonra konu evliliğe gelince, büyük ihtimalle evlenemeyeceğini, çünkü evleneceği kişinin bekaretini kaybetmiş biri olma ihtimalinin onu korkuttuğunu söyledi. ‘Peki neden ilk kez seninle birlikte olan o kızlardan biriyle evlenmeyi düşünmedin?’ diye sordum. Aldığım yanıt: ‘Evlenmeden önce birlikte olabildiğim bir kız evlendikten sonra bana çekici gelmez.’ Yorumsuz! (itiraf.com’dan)
Yorum: Yorum için bakınız Hürriyet’in cinsellik araştırması. Sonuçlar neyi gösteriyor? Türkiye’de erkeklerin çoğunluğu hálá ellenmedik kız bırakmayıp, daha sonra ellenmedik kız arıyorlar. Ne acı değil mi?
CUMA TAKINTISI
Kargo, Yıldızların Altında isimli bir albüm çıkarmış. İçinde nostaljik parçalar var. Kargo yorumuyla... Koray yorumuyla... Anlayacağınız retro rüzgarına Kargo da eklenmiş. Koray’ın sesini ve yorumunu beğenirim, hoşuma gitti. Dinledikçe de daha çok seviliyor. Bu hafta sonu takıntım bu albüm. Size de öneririm. Haydi birlikte söyleyelim. Yanmammm gönüüül, yansa da... Eceeel beni alsaaaa da...
CUMA LAKIRDISI
Durup bekleme yüzünün güzelleşmesini, davran biraz, silkin: ‘İyi mi olsun karşındaki, Sen iyi ol ilkin’
(Fazıl Hüsnü Dağlarca)
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2005
Tarkan, ABD’den çok sıkılmış. ‘Ayrılık Zor şarkısını boş yere yazmadım’ demiş. Ben de Avea’dan 5 milyon dolar alsam, ‘Ayrılık Zor’ diye şarkı yazar, hatta opera gibi değişik türleri bile denerdim.. Şaka bir yana Tarkan’ın Türkiye’de kazanıp, yurt dışında harcaması artık aleyhine çalışmaya başladı.
Tarkan Güney Fransa, Londra gibi seçeneklerini bırakıp namusuyla Türkiye’ye dönse çok iyi olur. Artık ‘global star’ imajını çocuklar bile yemiyor!
‘Hani? Nerede? Rusya’dan, Kazakistan’dan başka Tarkan’ı tanıyan mı var’ diye soruyor. Ben de soruyorum: ‘Yabancı sermayeye yurt dışına para kaçırdıkları için karşı olanlar, niye Tarkan’a ayılıp bayılıyor?’
(Tarkan’ın İngilizce albümü çıkıyormuş. Önemli olan İngilizce albümün çıkması değil bu albümü kimin alacağı!
Göreceğiz.
Yanılmak istiyorum.. Yanlış anlamayın Tarkan’a karşı değilim. Sadece verdiğinden çok, aldığını düşünmeye başladım.. Ve şımardığını da..)
Taha Kıvanç’ı kutlarım..
Fehmi Koru’nun Yeni Şafak gazetesinde kendi ismiyle yazdığı bir köşesi var. Bir de Taha Kıvanç ismiyle bir köşesi var. Sevgili Koru, ‘Ağır siyasi abileri okuyorlarmış.. muş’ yazıma, Taha Kıvanç şapkasıyla yanıt verdi. Yanıtının başlangıcında da ‘Ali Atıf Bir’in.. takılması..’ ifadesini kullandı.
Kendisini kutluyorum.
Eğer yazımın bir ‘takılma’ olduğunu belirtmeden yanıt verseydi, gerçekten üzülürdüm. Onu okuyanlar adına.
‘Yan’ okuma yapmak, gerçekten de önemli bir özellik ve önemli bir zeka göstergesi. Yanıta gelirsek.. Koru’nun yanıtında da belirttiği gibi Aktüel’in araştırmasının sonuçları ‘Görüş sorulanların listesi biraz daha geniş tutulsaydı ya da değişik uğraş alanından kişilere sorulsaydı, ortaya çıkacak tablo farklı olabilirdi.’ Ben de yazımda onu söylemek istemiştim.
‘Ağır siyasi abilere’ ve ‘araştırma yapanlara’ biraz takılarak..
Baydı..
Gülben Ergen, Hülya Avşar ve Petek Dinçöz’ün selülit, göbek, karın, karın yağı, karın boşluğu, meşe, gürgen, odun, kabak, salatalık, marul, abla, kardeş, teyze üzerinden girdikleri tartışmalar, ciddi olarak baydı. Bu üçlü, belirli aralıklarla çapraz ateş durumuna geçip, gündemin tam ortasında çayda çıra oynamayı beceriyorlar. En son hatırladığım olay, Gülben Ergen’in diz ameliyatı esnasında diğer ikilinin ‘Hayır bu diz ameliyatı değil estetiktir’ diye ayağa kalkmalarıydı. Bu kez Hülya Avşar’ın karnını içine çekmesi fitili ateşledi. Olay Süleyman Demirel’e kadar bağlandı. Gelecek atışmayı merakla bekliyoruz? Bakalım bu kez fitili ne ateşleyecek?
Göbek deliği? Kulak memesi? Ayak tırnağı?
Ya iş bulamazsa..
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nin bazı öğrencileri, ‘TOBB Üniversitesi ve iş garantisi’ başlıklı yazımın içeriğine bozulmuşlar. ‘Bizim üniversite öğretime yeni başlamadı’ diyorlar. Bu konuda özür dilerim. Günler o kadar çabuk geçiyor ki, TOBB Üniversitesi’nin açılmasının üzerinden bir yıl geçtiğini atlamışım.
‘İş garantisi verme’ konusunda ise görüşümde ısrarlıyım. TOBB Üniversitesi’nin (bu bir kısaltma) ‘iş bulma garantisi’ vaat eden reklamı yanıltıcı.. Eğer TOBB Üniversitesi mezun her öğrencisine saygın bir işyerinde iş bulursa, bu köşeden kutlamaya hazırım. Ama ya bulamazsa? Görülen zararlar nasıl tazmin edilecek?
Yazının Devamını Oku