28 Ağustos 2005
<B>İNGİLİZCEDE</B> şöyle bir söz var: <B>‘Lightning never strikes twice.’</B> Yani yıldırım iki kere çarpmaz. Şimdilerde bu söz ABD’de Macintoch ve İpod’un mimarı Steve Jobs için söyleniyor. Steve Jobs’ın dünyayı çarpışı Macintoch’la olmuştu. İkinci çarpmanın etkileri büyüyerek devam ediyor. Ipod.
Steve Jobs gerçekten de tüm dünyaya pazarlamada en önemli şeyin ‘yaratıcı düşünce, yaratıcı tasarım’ olduğunu kanıtlayanların başında geliyor.
Kısa bir süre önce dünyanın en önemli yayınevlerinden John Wiley ve Sons, Jeffrey Young ve William Simon yazmış oldukları ‘iCon: Steve Jobs’ isimli kitabı basacağını açıkladı. Apple’cılar bu işe şiddetle karşı çıktı. Yayınevi direnince de Jobs yayınevini tehdit etti: ‘Basma yoksa bu kitabı tüm raflardan toplarım!’.
Bundan güzel kitap tanıtımı olur mu! Şu anda küllerinden yeniden doğan Steve Jobs’ın hayatını ve Apple yolculuğunu anlatan ‘iCon’ birçok ülkede en çok satan kitaplar listesinde.
Ve dünya kitap sayesinde Steve Jobs’ın başarı yolunda yüzlerce insanı üzdüğünü, yok ettiğini ve neredeyse Makyavel’den daha çok Makyavelci olduğunu anlatıyor.
IPOD’UN BABASI LİSE MEZUNU
Kitabın anlattığına göre Apple’ın kurucuları Jobs ve Wozniak, 1969’da tanışmışlar. Jobs 13, Wozniak 18 yaşındayken. Jobs, Wozniak’ın o günlerde geliştirdiği devreleri pazarlayıp onun sırtından çok para kazanmış, bir daha da peşinden ayrılmamış..
Steve Jobs liseden sonra üniversiteye devam etmiş ama bir sömestr sonra ‘Ailesinin ödediği paraya aldığı eğitimin değmediğini’ ileri sürerek para ödememeye başlamış. Kampustan ayrılmamış ama. Orada burada yatıp sadece ilgisini çeken derslere devam etmiş.
Yarım yamalak eğitiminden sonra kısa bir süre için Atari’de çalışan Steve Jobs, bu iş görüşmesinde de ‘ya beni alırsınız ya da bu binadan çıkmam’ diye tehdit etmiş. Daha sonra da ruhunu aydınlatmak üzere Hindistan’a gitmiş.
Hindistan dönüşü Wozniak’la arkadaşlığını tazeleyip ‘hobi amaçlı kullanılan bilgisayarlarındaki fırsatı’ keşfetmiş. O sırada Zen Budizme merak sarıp inziva törenlerine katılmış ve kendine Zen ustası Kobin Chino’yu ruhsal danışman olarak tutmuş. Wozniak ise o esnada yeni renkli bilgisayar devreleri üzerinde çalışmaya devam ediyormuş.
Pazarlamacı Jobs, Wozniak’ı 1976 yılında Apple ismiyle bir şirket kurma konusunda ikna etmiş. (Bu arada Apple Bilgisayar ile 1968 yılında kurulan Beatles’ın Apple Müzik şirketi arasında çok uzun süren bir marka dava maratonu olduğunu da belirteyim, hem de Wozniak’ın annesinin ‘Niye oğlum hiçbir katkısı olmayan bir çocukla yüzde 50-yüzde 50 ortaklık kuruyor’ yakınmalarına rağmen...
Wozniak ve Jobs tarafından piyasaya çıkarılan Apple II fansız ve sessiz olması nedeniyle büyük bir piyasa başarısı kazanmış. Ancak daha sonra çeşitli sorunlar ortaya çıkmış ve yeniden geliştirlen Apple III, Apple II kadar piyasada ilgi görmemiş. Lisa isimli bir bilgisayar üzerinde beş yıl çalışma yapılmış ama sorunlar çözülemeyince Steve Jobs, bu kez bir Apple çalışanı Jef Raskin’in ‘kolay kullanımlı’ bilgisayar projesine göz koymuş. Wozniak’ın öğrencisi Software sihirbazı Andy Hertzfeld’e Mac’e istediği kişiliği verdirtmiş.
Ve bingo! 1984 yılında bir elma çeşidi ismi olan Macintosch piyasaya sürülmüş. İlk yüz günde 70 bin Mac satılmış. Jobs, bu kez Jef Raskin’in sırtından ün ve para kazanmış..
STEVE JOBS İNTİHARIN EŞİĞİNDE
Ancak daha sonra işler iyi gitmemiş. Apple şirketi Lisa’cılar ve Mac’ciler olarak ikiye bölünmüş. Jobs, Mac’in kazandığı başarılar sonucu şirkette astığı astık kestiği kestik durumuna gelmiş. Jobs’un ‘İdeal Apple CEO’su’ dediği John Culley Steve Jobs’dan korkusuna bir şey yapamamış. Bunun üzerine kurucu Wozniak Apple’dan ayrılmış. 1985 yılına gelindiğinde Steve Jobs, CEO John Culley’in arkasından gizli gizli işler çevirmeye başlayınca da kendini kendi kurduğu şirketin dışında bulmuş. CEO Culley tek tek Apple yönetim kurulu üyelerini ikna ederek Steve Jobs’ı kovmuş. O gece Jobs’dan haber alamayan arkadaşları intihar ettiğini düşünmüşler. Evine gittikleri onu yatak odasında, karanlıkta ağlarken bulmuşlar.
iPodmania sürüyor
STEVE JOBS ilk stratejik önlemlerden sonra 1998’de yeni Apple Computer’i çıkarmış. Bütün ekranlara da ‘Yeniden merhaba..’ yazdırmış. Ve Apple için yeni dönem başlamış. Daha sonra Imac’la kişisel bilgisayar dünyasını farklı kılmaya çalışmış. Daha sonra da dünyanın en ünlü markalarından iPod’u yaratmış..
2004 yılında Apple’ın dünya cirosu 12.6 milyar dolar. 2003 yılına göre büyüme yüzde 72.9. net kár marjı yüzde 8. Apple bilgisayarların dünya pazar payı yüzde 2.5, iPod pazar payı yüzde 76. Halen dünyada 21 milyon iPod satıldı. 2006 yılının sonuna kadar bu rakamın 50 milyon olması bekleniyor. Son bir yılda 400 bin kişi PC’den MAC bilgisayarlara geçti. Artık Mac’lerde Intel işlemci kullanılacak ve MAC’cilerin sayısı arttıkça aratacak. Şimdi soruyorum: Steve Jobs Makyavel olmuş milyonlarca kişi iPodlarıyla mesut mutlu yaşamaya başlamış.. Bazen Makyavel (*) olmanın kime zararı var?
* Machiavelli 1469-1527 tarihlerinde yaşamış önemli bir düşünür. İnsanı yönetmek için insanın zaaflarından yararlanmayı öne alan bir yönetimi anlayışının babasıdır. ‘Ülkelerin kurtuluşu güce dayanan ulusal devlettedir’ dediği için de tüm faşist yönetimlerin bayrağı olmuştur.
Jobs: Kovulmam başıma gelen en iyi iş
STEVE Jobs 1985’te kovulduktan sonra hayatının en başarılı dönemini yaşamaya başlamış. ’Dünyanın en iyi bilgisayarını yaratacağım’ iddiasıyla Next Computer isimli bir şirket kurmuş. Ticari olarak başarı kazanamayan proje 1996’da Apple tarafından satın alınmış ve Mac OSX işletim sistemine taban oluşturmuş.
George Lucas’tan satın aldığı küçük animasyon şirketi Pixar ise Hollywood’a hardware ve software satmaya başlamış. Hardware işi fiyat yüksekliği nedeniyle gümlemiş. Software’de ise ortaya John Lassiter çıkmış, yarattığı çizgi film öyküleri ve karakterleri ile Pixar’ı dünyanın en önemli animasyon stüdyosu haline getirmiş. Luxo Jr. ve Tin Toy’un Oscar başarılarından sonra Türkiye’de de iyi iş yapan uzun metraj Toy Story, Steve Jobs’u dolar milyarderi haline getirmiş.
Apple’ı hep aklının bir yerlerinde saklayan Steve Jobs 1997’de yeniden Apple’a danışman olmuş. Hatta Jobs, Apple’ın yönetim kurulunu ikna ederek 3 yıllığına Apple’a gelen ve henüz 1.5 yılını tamamlayan Gil Amelio’yu yerinden etmiş. Üstelik Gil Amelio başarısız da değilmiş. İşe başladığında Apple’ın kasasında beş kuruş yokken işe bıraktığında kasada 3 milyar dolar varmış..
13 yıl sonra Apple’a CEO olarak dönen Steve Jobs önce hisse senetlerini yeniden fiyatlayarak personele moral kazandırmış. Tüm çalışanları kapsayan hisse senedine dayalı ödül sistemi kurarak takım çalışması ruhunu yaratmış. İlk iş olarak önceki CEO’nun 18 aydır görüştüğü Bill Gates’i arayarak Microsoft ürünlerinin Apple uyumlu kullanılmasını sağlayan ara yüzün yazımı için anlaşma imzalamış. Ve Apple’ın en önemli entelektüel sermayesini, yazılımlarını Bill Gates’e açmış. Steve Jobs’un bu konuda söylediği şu: ‘Microsoft’un yönettiği bir dünyada onun desteği olmadan Apple’ın şansı olmadığını anladım.’
Çekirgelik
Ben dinine çok bağlı biriyim. Asla yalan söylemem.
Bülent Ersoy
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2005
Sizin için bazen kendimi feda ediyorum, kıymetimi bilin. Nalan’ın yeni albümü çıkmış. Erol Köse yapımıdır, en azından dinlenebilir falan diye aldım. Hani dinleyeyim de size de bilgi vereyim diye. Şu sıralar tatilden falan dönüyorsunuzdur, yolda dinleyecek albüm falan arıyorsunuzdur diye... Kızcağızı bir kere dinledim, ikincisine elim pardon kulağım gitmiyor. Albümün içinde pop, arabesk, popbesk, popara her şey var. Ses yok, müzik yok... Bazı şarkılar Serdar Ortaç’ın yerinde oynayan Kutsi’nin şarkılarıymış. Yıkıldım... Yanlış anlamayın ‘Ne oluyoruz, kültür erozyonunun da bu kadarı kalbe zararlı ’ diye değil. Nalan’ın ‘Tövbeler Olsun’ yorumunu dinleyince yıkıldım. ‘Tövbeler Olsun’a yapılan eziyetin bu kadarı da fazla be Orhan Abi. Aynı şey Gülden Karaböcek için de geçerli. Nalan ‘Kırılsın Ellerimi’ de söylememiş, resmen eziyet etmiş. Neyse siz bana bakmayın, bu işten anlamadığım kesin. Bu köşede Gülşen’in ‘Of Of’ albümünü de yerden yere vurmuştum, albüm gitti son yılların en çok satan albümü oldu. Ooof ooof... Çıra gibi yanıyorum... Ooof... Ooooof.
Hacivat-Karagöz setinden İnegöl köfte notları
Eskişehir’den gelip Bursa’ya girmek üzereyim. Saat akşamın yedisi falan. İstisnai yönetmenliğini Neredesin Firuze ile kanıtlamış Ezel Akay’ı aradım. ‘Orada mısınız?’ dedim. ‘Evet’ dedi. ‘Bursa’dan Orhaneli bir saat. Hava kararmadan gelirsen kurduğumuz şehri görürsün.’
Rotayı Orhaneli’ne çevirdim. Daha doğrusu çevirdiğimi sanıyorum. Bursa’nın çevre yollarında yüzyıldır bitmeyen altyapı çalışmalarının işaretlemesi tam anlamıyla fiyasko. Trafik keşmekeşi içinde her zaman yaptığım gibi yolları karıştırdım ve İzmir yoluna çıktım. Orada bir benzin istasyonuna girip yolu sordum. On kilometre kadar Orhaneli sapağını geçmişim. Geri döndüm. Uludağ’ın arkalarına, Orhaneli’ne doğru yönelmem saat sekiz sularını buldu.
OSMANLI’NIN KURULDUĞU TOPRAKLAR
Hava kararmaya başladı. Ormanın derinliklerine doğru inmeye başladım. İn yok cin yok. Yol dersen ciddi sorunlu. Hem virajlı hem delik deşik. Ortalıkta hafiften hafiften ‘Blair’in Cadısı’ atmosferi esmeye başladı. Doğru yolda ilerlediğimden de emin olmamaya başladım. Sarıldım telefona... Sinyal yok. ‘Ah Ezel’ diyorum içimden ‘Ah... Yolun böyle olduğunu söylesen girer miydim bu yola.‘ Girmezdim... Ezel, istisnai akıllı, söyler mi!
Orhaneli’ne vardığımda saat dokuz olmuş, hava iyice kararmıştı. Orhaneli, Osmanlı’nın kurulduğu topraklar. Orman içinde bir kasaba. Daha doğrusu köy kasaba karışımı bir şey. Meydandaki Karagöz heykelinin altında bir ben, bir arabam, bir de Karagöz efendi heykeli bekleşmeye başladık. ‘Acaba şurada bir Fatiha okusam sevaba girer miyim’ diye düşünürken beyaz bir minibüs geldi, beni arkasına taktı, orman yolunda ilerlemeye koyulduk. İki üç kilometre sonra Ezel Akay’ın son filmi için kurduğu devasa plato göründü.
EZEL AKAY ELEŞTİRİ OKLARININ HEDEFİ OLACAK
Ezel Akay ve Levent Kazak gece karanlığa daha fazla gömülmeden kurdukları çarşıyı, camii gezdirdiler. Heyecan içinde senaryoyu anlattılar. Osmanlı’nın kuruluş yılları... Hacivat ve Karagöz o yıllarda ince mizahlarıyla halkın eğlencesi. Ama Osmanlı’dan bugüne yansıyan Türk toplumu yanlış bir kuruluşun eseri olabilir mi? Hacivat ve Karagöz ruhunu öldürmesek daha iyi olmaz mıydı? Sınırlı bilgilerden anladığım bu. Ezel Akay bilinmez bir döneme hançeri saplayıp eleştiri oklarını da alacak gibi.
HALUK BİLGİNER VE BEYAZ PROVADA
Plato gezisi bitince ekibin bir bölümünün konakladığı TKİ’nin sosyal tesislerine gittik. Karagöz rolünü oynayacak Haluk Bilginer ve Hacivat rolünü üstlenecek Beyazıt Öztürk yemyeşil bahçede, bir ağacın altındaki masada yemek yiyorlar. Filmin diğer oyuncularından Şebnem Dönmez, Ayşe Tolga da orada. Senaryo danışmanı Ela Başak Atakan da ha doğurdu ha doğuracak ama görev yerinden ayrılamamakta kararlı.
Haluk Bilginer ve Beyaz’a prova yetmemiş, dinlenirken bile rol çıkarmaya çalışıyorlar. Filmin dili bugünkü Türkçe olmayacakmış. Daha iyi prova gerektiği konusunda hemfikirler. Ezel Akay da kısa sürede onlara katılıyor ve neyi niçin yapmaları gerektiği konusunda istisnai istisnai bilgiler veriyor. Bu arada filmde çocuklarına yer bulmaya çalışan Orhanelili ailelerle de ilgilenmeyi ihmal etmiyor.
BEYAZ, KÖFTEYİ ÇOK ÖVDÜ
Beyaz yediği İnegöl köfteyi anlata anlata bitiremeyince ben de köfte söylüyorum. Beyaz haklı. Orhaneli’de TKİ’nin sosyal tesisinde belki de yediğim en iyi İnegöl köfteyi yiyorum. Cuma Takıntısı’nda takılacak kadar var. Sonradan öğrendiğime göre Erzurum TKİ’den bir 300 kişi Orhaneli TKİ’ye sürülmüş. Onların sayesinde TKİ sosyal tesislerine canlılık gelmiş.
Ezel Akay ve ekibi 2.5 milyon dolar bütçeli filmi çekmeye başlamak üzereler. Ezel Akay ve Haluk Bilginer’in Bahçeşehir Üniversitesi İleri Oyunculuk Yüksek Lisans programından 13 oyuncu da filmde çalışıyor. Seti ziyaret nedenim biraz da bu bağlantı.
Gördüklerim, tanık olduklarım beni film hakkında daha da meraklandırdı. Şubat 2006’ya kadar nasıl bekleyeceğim bilmiyorum. Belki bir fırsat çıkarsa kaba kurgu maba kurgu izler miyim ki! Farklı bir film olacak galiba. İstisnai bir film...
Her ‘bestseller’ bize göre olmayabilir
Bu aralar Dharma yayınlarının kitaplarına taktım. Dr. Wayne W.Dyer’in Niyet Etmenin Gücü isimli kitabını okumaya çalışıyorum. ‘Okumaya çalışıyorum’ diyorum çünkü gerçekten okumaya çalışıyorum ama okuyamıyorum. Wayne amca niyet diyor, öz diyor, ruh diyor, özgür irade diyor, İncil’den alıntılar yapıyor ama bir türlü ne dediğini anlatamıyor. Ya da ben anlamıyorum. Bu kadar çok ruhani şeylerden söz etmek beni bozuyor da olabilir. Wayne biraz kadercilik de öneriyor gibi, Tanrı’ya inanın da der gibi. Neyse üzerinde ‘New York Times Bestseller’ yazmasına rağmen Wayne’nin kitabını almayayım. Bırakayım ruhum da onun dediği anlamda özgür kalmasın. ’Bir niyetle doğmuşum, o niyetin peşinden koşacakmışım’ fikrini satın alamadım. Belki siz alırsınız. Ruhunuzu yerlerde hissediyorsanız, amaçsız şekilde sağa sola saldırdığınızı düşünüyorsanız Wayne’nin kitabı belki size yardımcı olabilir. Bir niyetle doğduğunuza kitap belki sizi ikna edebilir. Okuyun bakalım belki seçilmiş adam Neo sizsinizdir. Benim olmadığım kesin.
CUMA İTİRAFI
magmanerde; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 27; Ülke: İngiltere
Yabancı bir sevgilim var. Çok tatlı bir aksanla azıcık Türkçe konuşuyor. Sevişirken bazen ondan Türkçe konuşmasını istiyorum. Genelde ‘Çok güzel, harika’ falan der ama dün boşalmaya yaklaşırken ‘Maşallah’ diyerek bombayı patlattı. Bir anda kopup gülmeye başladım. Sonra da bütün geceyi içimden ‘Haşa, tövbe’ diyerek geçirdim.
Yorum: Hadi elin İngilizi ‘Allaaah...’ falan diye bilip bilmeden nara atsa iyi de, bu maşallah nereden çıktı? Acaba İngiliz sünnetli olabilir mi? Yoksa bu itiraf masa başı uydurma itiraflardan biri mi? Çok ayıp.
CUMA LAKIRDISI
Sonsuzluk ahret değildir. Bu böyle biline... Sonsuzluğa bu dünyada sahip olamazsanız, başka hiçbir yerde sahip olamazsanız. (Joseph Campbell)
CUMA TAKINTISI
Geçen hafta sonu bir kumrum geldi bir kumrum geldi... Çıktım otelden, Çeşme Ilıca’da kumrucu aramaya başladım. Doğal olarak ilk aramada da buldum tabii ki. Galiba kumrucunun adı Nimet Kumru falan gibi bir şeydi. Izgaranın arkasındaki genç ‘Neli olsun?’ dedi. Karışık dedim. Kumru yolculuğum başladı. Önce kumru ikiye bölünüp ızgaraya kondu. Ekmeğin iki yanı da kızarmaya başladı. Sonra dolaptan sucuk, salam ve peynir çıkarıldı. O sırada bende bir yutkunma başladı bir yutkunma başladı. Sucuklar, salamlar... Peşinden peynir de ızgaraya atıldı. Yutkunma koması durumundayım. Ben yutkunuyorum eleman pişiriyor, ben yutkunuyorum eleman pişiriyor. O esnada ağzımdan ‘Yeter koy şunları kumrunun içine yoksa şurada şak diye düşüp bayılacağım’ sözcükleri döküldü. Genç bir bana baktı, bir de kumruya, ‘Yoook ağbi, kumru işi bu acele etmek racona ters. Ayılsan da bayılsan da bekleyecen’ dedi. Çaresiz cozur cozur sucuklar, salamlar, peynirler kızarırken bekledim. Takmıştım kumruya, bekledim. Sonra da kıtlıktan çıkmış gibi yumuldum, yedim. Müthişti... Bu hafta sonu Türkiye’nin neresinde olursanız olun mutlaka bir kumru yiyin. Benimki 3.5 YTL idi. Bakalım sizin oralarda kaç para.
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2005
Çelik, eşi Buket Saygı’dan ani bir kararla boşandı. Olur.. Hayat bu.. Evlenirsin de boşanırsın da.. Ama özel hayatın sırlarını dışarı vurmak neyin nesi? Ne kadar ünlü olursan ol, ayrıldığın eşinle sırlarını çarşaf çarşaf anlatmak niye? Hadi cahil olsan neyse! ‘Cahildir’ deriz, güler geçeriz.
Değilsin. Yüksek lisans eğitimi yapacak kadar bilinçlisin.
Çelik ‘özel hayatında’ yaşanan sıkıntıları dobra dobra anlatmış. Çelik’e gülüp geçemiyorum. ‘Özel hayatı’ milyonlarca kişinin önünde yaşamanın nedenini anlamıyorum. Buket Saygı kışkançmış, evdeki hayat ona sıkıcı gelmiş, Çelik’e huzur verememiş, Çelik’in tek hayali bir gece çok huzurlu uyumakmış..
Başka?
Biraz daha ayrıntı alsaydık.. Çeşitli anekdotlar örneğin.. Çelik’in sağa sola yalpalayan hareketleri vardı ama bu kadarını ona yakıştıramadım. Garipsedim.. Çok garipsedim..
Ek söylemi bitmeli..
Gülse Birsel Sabah’taymış! Eee.. Daha önce neredeydi? Gülse Birsel zaten yıllardır Sabah’ta yazmıyor muydu? Yazıyordu.. Günaydın’da yazıyordu.. Haaa, anladııım..
Günaydın başka, Sabah başka..
Günaydın, Sabah değil çünkü.. Siz içeride Günaydın gibi bölümlere ek deyip, adamdan saymadığınız için, sanıyorsunuz ki okur da bu bölümleri adamdan saymıyor! Bu durum sadece Sabah için geçerli değil. Her gazete için geçerli.
Kurumsal iç söylem, gazete söylemlerini etkiliyor. Ama kurumsal iç söylemin okur gözünde anlamı yok. Onlar için gazete markası her şeyin şemsiye markası..
Okumalarını bu şemsiye marka altında yapıyorlar.
Sizler ekler, ana gazete ayrımı yapınca onlar da ayrıma şaşırıyorlar. Bindiğiniz dalı kesiyorsunuz yani. Daha doğrusu reklam bölümlerinizin bindiği dalı..
TRT belgesel yapmazsa kim yapacak
9/11 saldırısının üzerinden neredeyse dört yıl geçti. ‘Amerikalılar hálá şokta, Hollywood konuyla ilgilenmeye cesaret edemiyor galiba’ diye düşünüyordum. Yanılmışım.
Amerikalılar kısmi şoku atlatmış.. 9/11 gibi çok duyarlı davranılması gereken bir konuda bile Hollywood’dan ilk haberler gelmeye başladı.
Hollywood’lu yapımcıların, yönetmenlerin elinde ekleriyle birlikte 600 sayfalık ‘ABD’ye Terörist Saldırı Üzerine Komisyon Raporu’ o senaryo senin, bu yapım benim durmadan 9/11’i eşeliyorlarmış.
Şimdiden üç televizyon belgeseli ve bir film projelenmiş durumdaymış. ABC, NBC ve HBO belgeselleri yayına hazırlayan kanallar.
Oliver Stone da Nicolas Cage’in başrolünü oynayacağı bir film çekmeye hazırlanıyormuş. Filmde, saldırı sırasında Dünya Ticaret Merkezi’nin altında devriye gezen iki polisin, çöken binanın enkazı altında kapana kısılmaları anlatılıyor..
Peki Türkiye’de o kadar çok saldırı, o kadar çok patlama varken, bizim yapımcı ve yönetmenlerimiz ne yapıyor? Hacivat-Karagöz, Keloğlan, mafya komedisi çekiyor..
Hadi onlar böyle duyarlı konulara girmek için cesaret edemiyorlar, cesaret etseler para bulamıyorlar diyelim! TRT ne yapıyor?
İngiliz Konsolosluğu ve HSBC binasına konulan bombaların ve bombacıların belgeselini TRT yapmazsa kim yapacak?
Kurtar kadınları Hülya..
Bu yazıya başlarken Hülya Avşar’ın Kaya Çilingiroğlu’nun son yediği naneye karşı nasıl bir tavır alacağı ile ilgili ne bir şey okudum, ne bir şey duydum. Ama artık Hülya Avşar’ın Türk kadınını ‘Kocadır, isterse göz göre göre aldatır, kadın da buna göz yumar’ sendromundan kurtarması gerektiğini düşünüyorum.
Çilingiroğlu’nun savunulacak bir yanı kalmadı. ‘Çocuğum var, soyluluğum yürüsün’ bahaneleri de artık süngerleşti.
Avşar biraz daha direnirse, aldatılan kadının tarihteki en büyük sembolü haline gelecek. Korkarım birkaç ile, ilçeye de heykeli dikilecek.. Aldatılan kadınlar da bu heykelin dibine mum yakıp, aldatılmışlıklarını kutsayacaklar..
Kurtar kadınları Hülya..
Kurtar ki.. Heykelin dikilmesin..
Kurtar ki heykelinin dikilme nedeni, aklın, hırsın ve başarıların olsun..
Kurtar ki ‘model’ olduğun yüzbinlerce kadın kendini özgür hissetsin..
Kurtar kadınları Hülya, kurtar.
Livaneli’nin türü..
Hürriyet Cuma’da Zülfü Livaneli’nin ‘Hayata Dair’ albümünü övdüm. Yazının mutfağında ise oldukça sıkıntı çekmiştim. Uzun süre Zülfü’nün müziğine isim koymaya çalıştım.
‘Türkü’ dedim olmadı, ‘Çağdaş Türkü’ dedim içime sinmedi, ‘Akdeniz Ezgileri’ dedim saçmaladım.
Baktım becemiyorum, ele güne rezil olmamak için hiçbir şey dememeye karar verdim.
Geçtiğimiz pazar günü Livaneli, Vatan’daki köşesinde ‘Bu müziğe ne ad koyacağız?’ başlıklı bir yazı yazdı ve şu soruyu sordu:
‘30 yıl içinde yapmış olduğum 300 şarkı hangi türe ait? Bunlar halk müziği mi?’
Yanıtını da verdi:
‘Galiba siz bir beste yapıyorsunuz ve her sanatçı onu kendi tarzında seslendiriyor..’
‘Ohhh..’ dedim içimden, ‘Ohh.. Sorun bende değilmiş.’ Livaneli bile besteleri bir türe sığdıramıyorsa, benim beceriksizliğim çok normal..
Aslında yazı yazacak olmasam Livaneli’nin türüyle mürüyle de ilgilenmiyorum. Livaneli’nin yorumunu seviyorum. Yorumundaki ‘Tok Akdenizliliği’ seviyorum.. Hayata Dair’i hálá dinliyorum.. Gözlerim kapalı. Ruhumu dinlendiriyorum.
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2005
Geçtiğimiz hafta sonu yemedim içmedim, Digitürk’te yayınlanan dört maçı da baştan sonuna kadar izledim. Bu kadar yoğun maç izlemek, daha doğrusu televizyon izlemek ruhumda biraz kirlilik duygusu yaratıyor ama olsun.. Dört maç da oldukça keyifliydi.. Keyfimi bozan tek şey Digitürk’ün muhabirleri...
Beşiktaş maçı öncesi bir tanesi Abdullah Gül’e mikrofon uzattı ve sordu: ‘Sayın bakanım lig nasıl başladı, takımları nasıl görüyorsunuz?’
Abdullah Gül, maçların nasıl başladığından haberi yok, siyasi siyasi kıvırmaya başladı: ‘Hepsi iyi başladı, güzel oynuyorlar, bakacağız..’
Muhabir öyle dinliyor. Ben Gül’ün pişkinliği karşısında sinirden geberiyorum. Mikrofon elimde olsa, aynen Gül’e lafı çakardım:
‘Ne diyorsunuz sayın bakanım.. Fenerbahçe dökülüyor. İlk iki maçtan haberiniz yok galiba? Maçtasınız maçta, samimi olun. Siyasi siyasi konuşmayı bırakın da, maçlardan haberdar olmadığınızı söyleyin..’
Bir diğeri Galatasaray maçı öncesi sakatlığı nedeniyle tribünde oturan Necati Ateş’le konuşuyor. Necati Ateş bir an önce düzeleceğini, arkadaşlarını yalnız bıraktığını ve üzgün olduğunu söylüyor. Muhabirin sorusu evlere şenlik: ‘Niye üzgünsün?’
Muhabir adamım olsa, yayın arasında bulur sorardım: ‘Ne olur mantığını kullan söyle! Necati Ateş niye üzgün olabilir? Adam sakat, adam tribünde oturuyor.. Kaç maç daha oynamayacağı belli değil.. Ne olur, böyle bir adam niye üzgün olabilir, ne olur söyle bana! Söyleeeeeeee..’
250 kontöre Tarkan
Bazı okurlarım ‘250 kontöre Tarkan’ afişi asan Avea bayilerinde Tarkan bileti verilmediğinden yakınıyorlar.
Sizler için Avea Çağrı Merkezi’ni aradım. Oradan kampanyanın stoklarla sınırlı olduğunu söylediler. Özeti, iş size düşüyor.
Kontör almadan önce bayiye ‘Tarkan biletiniz var mı?’ diye sorun. Sorun ki sonra ortalarda ‘aldatılmış’ hissiyle dolaşmayın..
Biletix’ten olmayan koltuk satışı
İki hafta önce pazar günü Beşiktaş-Denizlispor maçına gitmek üzere Biletix’ten bilet aldım. Biletin üstünde aynen şöyle yazıyor:
VIP ÜST E, Sıra 3, Koltuk 13, Kapı 41..
İçimden ‘13 uğursuzluk rakamı ya, haydi hayırlısı’ diye geçirdim. Maç başlamadan bir saat önce İnönü Stadı’na biletin üstünde yazan kapıdan giriş yaptım ve koltuğumu aramaya başladım.
Sıra 1, Sıra 2, Sıra 3.. Koltuk 11, 12.. 14.. Eee, 13 nerede?
Yoksa 13 rakamı uğursuz diye ABD’deki gibi 13 rakamını yazmıyorlar mı?
Yooo.. Öyle bir şey de yok! Alt sıraya bakıyorum orada 13 var.. Üst sıraya bakıyorum, orada da 13 var.. Ama sıra 3’te 13 yok!
Yan koltuklarda oturanlardan biri ‘Biletix sanal ortamda ya.. Sanal koltuk satışını da başlatmış galiba..’ diye aklınca espri yaptı.
‘Heh heh’ diye geçiştirdim.. Biraz daha bakındım, neyse ki yandaki koltuklar boş. Olmasa kaç saat ayakta dikilecektik!
Demek ki neymiş? Bu hafta Beşiktaş maçı için Biletix’ten bilet alacaksanız çok dikkatli olmanız gerekirmiş. Ne diye? Ee 13 bu.. Nerede uğursuzluk getireceği belli olmuyor..
Ombudsmanıma selam
Yaklaşık iki aydır Hürriyet Cuma’da Turgut Özakman’ın Çılgın Türkler kitabını tanıtıp, daha fazla okunması ve okutulması için yollar öneriyorum.
Pazartesi günü Cinnah Fısıltıları’nda CHP’nin ‘Çılgın Türkler’ hareketi haber olmuştu. Benden söz eden yok... Hakkımı istiyorum sayın Ombudsmanım..
Yoksa biz de Hürriyet Cuma’da yazınca adamdan sayılmıyor muyuz? (Not: Sakın CHP’nin ‘Çılgın Türkler’i yaygınlaştırma isteğiyle benim ‘yaygınlaştırma’ isteğimin aynı kökten geldiğini sanmayın..
Niyetlerimiz farklı.. Ben Atatürk’e ve Kurtuluş Savaşı’na partiler üstü bir zihniyetle ve tüm kalbimle bir amaç uğruna sahip çıkıyorum. Bu ülkenin tuğlalarını bir arada tutan çimento olarak..)
Mehmet Ali yine abartıyor
Show TV’de Ah Kalbim’i izliyorum. Mehmet Ali Erbil karşımda.. Ekranın köşesinde ‘Bu bir reklamdır’ yazısı beliriyor. Ortaya bir halı çıkıyor. Başlıyor Erbil, Saray Halı’nın nimetlerini anlatmaya.
Anlattıkça anlatıyor. Ekrandan ‘Bu bir reklamdır’ yazısı gidiyor. Erbil, halıyla ilgili konuklara sorular sormaya devam ediyor.
Sonra Saray Halı’yı yere atıp, programı onun üzerinden sunmaya başlıyor. Ne bu şimdi? Reklamla ilgili RTÜK yönetmeliklerini göz göre göre delmek değil mi?
Yapmayın ne olur.. Kantarın topuzunu kaçırdınız, başınıza gelmeyen kalmadı. Şimdi de kantarla oynuyorsunuz, evdeki bulgurdan da olacaksınız.
Yönetmelikleri delmeyin. Yasalar çiğnendiğinde haber yapan sizler değil misiniz?
Siz yasaları çiğnediğinizde sizi kim haber yapacak?
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2005
<B>TÜRKİYE’</B>yi hem düşünsel temelde hem de terörü ‘ikna’ amaçlı kullanarak <B>‘bölmek’ </B>için çaba harcayanlar boşuna çaba harcıyor. Türkiye farklılıklarla bir bütün.Türkiye’nin farklılığı bu..Farklılıklarla ‘bütün’ olması. Önemli olan bu ‘farklılıkları’ bütünlüğü bozmayacak şekilde yönetmek. Eğer Türkiye’yi yönetenler Türkiye içindeki ‘farklılıkları’ kabul eder, onların kültürel farklılıklarından kaynaklanan gereksinimlerini karşılamayı göze alabilirse Türkiye’nin önünde kimse duramaz. Kimse. Hiçbir terör örgütü, hiçbir canlı bomba, hiçbir mayın, hiçbir makineli tüfek.Terörle kendilerine iktidar alanı yaratmaya çalışanlar kendi yarattıkları şiddetin tozunda dumanında yok olup giderler. Yani. Çözüm etnik pazarlama..Çözüm bir kerede bilimsel, çağdaş olanı yapma. Çözüm farklılıkların su yüzüne çıkmasından korkmama. Başbakan Erdoğan gibi. DYP Lideri Ağar gibi ‘Kürt’ sözcüğünü korkmadan kullanma.. Nasıl? Önce kültürel farklılıklar ‘hissedilen kültürel kimlik’ tabanına göre ölçülmeli. Birçok gelişmiş ülke gibi etnik farklılıkları istatistiki açıdan sınıflandırma sistemi geliştirilmeli, yıllar itibariyle farklılıklar izlenmeli, bu farklılıkları iş dünyasının hizmetine sunulmalı..Sunulmalı ki işadamı da bu nüfus büyüklüklerini görüp onlara rakiplerinden daha iyi hizmet ve ürün götürmenin yollarını aramalı.
Örnek verelim Avustralya’da baskın Anglo-Kelt nüfusun 2030 yılında % 66 azalacağı, ‘Asyalı’ nüfusun ise % 13 oranında artacağı tahmin ediliyor. ABD’de baskın beyaz nüfusun 2025 yılında % 62 azalacağı İspanyol nüfusun % 17 Asya asıllı nüfusun % 7 artacağı tahmin ediliyor. Bu ülkelerde işadamı olsanız bu verilerle farklı etnik gruplara rakiplerinizden daha iyi hizmet ve ürün vermeye çalışmaz mısınız? Ya bizde? Hiçbir veri yok.Etnik veri toplamaya korkuyoruz. Toplayanlara soruşturma açıyoruz. Türkiye’de iş adamı olsanız ne yaparsınız? ‘Herkese herkeseye’ gibi demode pazarlama anlayışıyla zorlanır durursunuz. Oyse çözüm gerçekten etnik pazarlamanın önünü açmada. Bir kere. Bir kere ne olur. Bir kere. Çözümü bilimsel doğrulara bırakalım.
Activia ikinci aşamaya geçti
DANONE Activia ‘kabız kadınlarımızı’ ikna sürecinde ikinci döneme geçti. Bu kez noter huzurunda iki kadın bizi ‘Niye Activia?’ya ikna etmeye çalışıyor. Biri ‘doğal bir ürün’ diyor, diğeri ‘yabancı madde yok’ diyor. Kuşku yok ki Danone elindeki araştırma sonuçlarına göre hareket ediyor. Activia’yı denemekten kaçınanların aklına takılan sorulara açıklık getirmeye çalışıyor. Bu arada Sütaş’ın meyveli Yovita’ları daha fazla iş yapmış olacak ki, Activia bu ürün stratejisine de iki yeni meyveli Activia ile yanıt veriyor. Bakalım Sütaş’ın Activia’nın tanıklık reklamlarına yanıtı nasıl olacak. Taylan Kümeli ile devam edecek mi? Yoksa o da halk tanıklıkları mı yapacak. Bence farklı bir şey yapsa daha iyi olur..Değişik bir tanık..Sürekli kabızlık çeken bir ünlü..Ne dersiniz Taylan Kümeli gibi çiçek böcek dolaşıp ‘Sürekli sorunluyum’ diyen başka bir ünlü çıkar mı! Aday var mı?
Şimdi de Kadıköy
BÜYÜKŞEHİR, Beşiktaş, Beyoğlu derken şimdi de Kadıköy Belediyesi kurumsal kimliğini disiplin altına almaya çalışıyor. Kadıköy’ün ‘Logo seçme yarışması’ açtığını Medyatava’dan öğrendim. Hatta ‘yarışma’ duyurusunu tıklayıp içeri ‘ceee’ yaptım. Bence yelkenlili ve meşaleli olan Kadıköy’ü en iyi temsil eden logo. Çok da çağdaş. Biraz oranlarda sorun var gibi i ama bir iki ufak fırça darbesiyle oran sorunu giderilir. Bu arada Büyükşehir İstanbul’daki üst geçit ve köprü alınlıklarını başarıyla kullanmaya devam ediyor. Formüla 1 duyuruları da oldukça başarılıydı..Belediyeler ve İstanbul kimliği konusuna ayrıntılı olarak döneceğim. Yakında.
Sorun sadece 60’lık 70’lik olsa
ADANA’dan Haluk Songur isimli okurum diyor ki :‘Televizyonda, Winhouse adlı firmanın pvc kapı-pencere reklamında, ‘’ 70’lik ama 60’lık fiyatına ‘’ ibaresini söylenirken , oyuncunun eliyle yaptığı 70’lik ve 60’lık oranları arasında , dağlar kadar fark var. Yoksa 70’lik fiyatı (misal ) 1000 ytl , 60’lık fiyatı 200 ytl’mi?’
Yanıt: Sevgili Hakan keşke sorun sadece söylediğin oran farkı olsa. Niye bu reklamda kırık Türkçeli yabancılar (büyük olasılıkla Almanlar) konuşuyor? Winhouse’un bu reklamının hedefi kim ki? Ben kesinlikle anlamadım. Sen anladın mı?
ÇEKİRGELİK
Biz daima gerçeği arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza ikna oldukça söylemeye cesaret gösteren insanlar olmalıyız
(M.Kemal Atatürk)
Yazının Devamını Oku 21 Ağustos 2005
<B>SON </B>yıllarda tüm ülkelerde artan sigara düşmanlığının nedeni Harvard Üniversitesi’nin Dünya Bankası ve Dünya Sağlık Teşkilatı’nın sponsorluğunda ilki 1990 yılında yapılan, daha sonra 2000 yılında tekrarladığı araştırma.. İsmi<B> ‘The Global Burden of Disease’</B> (Hastalıkların Global Yükü). Bu araştırmaya göre kalp hastalıkları ve kanser dünyadaki ölüm nedenlerinin başında geliyor. 2020 yılında sigara içimine bağlı olarak kalp hastalıkları ve kanser tüm dünyada ilk sırada ölüm nedeni olmaya devam edecek. Araştırmacılar, bu nedenle, tüm ülkelerin sigaraya savaş açmak zorunda olduklarını söylüyor. Ülkeler de açıyor.
Örneğin Avrupa Birliği ülkelerinde 2006’dan başlayarak her türlü tütün ürünleri tanıtımı yasaklanıyor. Dolayısıyla Formula 1’den yıllardır ‘marka imaj transferi’ için yararlananan Philip Morris, British American Tobacco artık hiçbir şekilde sponsorluk yapamayacak.
Bu karar Formula 1’e büyük bir darbe. Çünkü yakın geçmişe kadar her iki Formula 1 takımından birinin sponsoru bir sigara markasıydı. Şimdilerde Formula 1 satıcıları ana sponsorluk için daha çok otomobil, benzin, motor yağı, lastik gibi ilgili ürünlere, yan sponsorluklar için de saat, hazır giyim, GSM operatörü, bilgisayar gibi ilgi dışı ürünlere yöneliyorlar.
Formula 1’de zaman zaman yaratıcı sponsorlukları deneyen takımlar da var ama bu tür sponsorlukların ömrü pek uzun olmuyor. Örneğin 2003 yılında BMW Williams takımı sigara sponsoru almayı reddedip GlaxoSmithKline’ın sigarayı bıraktırma ürünü Niquitin’in logosunu araçlarında taşımıştı. Hatta o zaman Dünya Sağlık Örgütü’nün başkanı Gro Harlem Brundtlandt bu olayı ‘Sonunda Formula 1 ölüm ve hastalıkla değil sağlıkla çağrıştırılacak’ demişti.
Acaba Brundlandt’ın kendi yaptırdığı ‘Hastalıkların Global Yükü’ araştırmasındaki başka bir sonuçtan haberi yok muydu? Aynı araştırmada trafik kazaları 2000 yılında dokuzuncu sırada ölüm nedeni. 2020’ye gelince ise nüfusun gençleşmesi nedeniyle sıra değişiyor. Trafik kazaları 2020’de dünyadaki tüm ölüm nedenleri arasında üçüncü sıraya yükseliyor.
Formula 1’deki sigara logosu görmek sigara tüketimini arttırıyorsa, ‘hızı’ simgeleyen Formula 1’in kendisi niçin trafik kazalarına neden olmasın? Örneğin Formula 1, 2005’te Avrupa’da Türkiye, İspanya, Almanya, Macaristan, Fransa ve İngiltere’de yapılacak. Bu ülkelerde 2003 yılında trafik kazasına bağlı toplam ölüm sayısı 22 bin 650.
Demiyorum ki Formula 1 tanıtımlarını yasaklayalım. Sigara tüketimin azaltmak için her türlü sigara tanıtımlarını günah keçisi yapmanın saçmalığını anlatıyorum. Bir logo sigara tüketimini artıracak ama ‘hız’ı kutsamak direksiyon başındakileri etkilemeyecek. Mantıklı mı bu? Niye havayolu markaları Formula 1’e sponsor olmuyor dersiniz?
Formula 1 güçlü duygular yaratıyor
NİYE markalar Formula 1’e sponsor oluyor? Sadece sporla ilgili markalar değil. Marka özleri sporla hiç ilgisi olmayan markalar da. Niçin bu sponsorluklarını duyurmak için binbir yolu deniyorlar? Teknik olarak bunun nedeni ‘imaj transferi’.
Formula 1’de sponsor marka Formula 1’in çağrışımlarından kendi markasına imaj transfer ediyor. Tüketicinin sosyal çevresine dostane bir şekilde girerek onun güvenini kazanıyor.
Spor yarışmasının en büyük özelliği izleyeni duygu seli içinde bırakması. Bu duygu seli içinde markayla karşılaşan tüketicinin markaya olan olumlu tutumu artıyor. Hangi duygular? Zindelik, kahramanlık, çatışma. Başka durumlarda kolay kolay yaratılamayan güçlü duygular. Markalar Formula 1’in yarattığı güçlü kalıcı duygulara yatırım yapıyor.
Spor sponsorluğuna yapılan yatırımlar saydığım yararları nedeniyle tüm dünyada artıyor. Wim Lagae’nin yaptığı araştırmaya göre 2003 yılı itibariyle tüm dünyada sponsorluğa yatırılan para spor sponsorluklarının artması ile 20.8 milyar Euro’ya çıktı. Bölgesel olarak bakıldığında ise ilk sırayı 8.3 milyar Euro ile Kuzey Amerika alıyor. Daha sonra 5.9 milyar ile Avrupa geliyor..
Tüm dünyada meşrubat markaları sponsorluk yatırımının liderleri. Daha sonra otomobiller, GSM operatörleri, kişisel bakım ürünleri, bankalar, bira, finansal hizmetler ve sigorta şirketleri geliyor.
Türkiye ile ilgili kesin bir rakam vermek zor. Daha çok Türkiye’deki global markalar her türlü sponsorluğun önemini anlamış gerekiyor. Türk markalar ‘takas’ varsa sponsorluğa yanaşıyor. Yoksa pamuk elleri çok fazla cebe gitmiyor. Formula 1’de olduğu gibi. Turkcell’e, Avea’ya, Petrol Ofisi’ne, Opet’e, İş Bankası’na, Akbank’a Formula 1 ana sponsorluğu nasıl yakışırdı bir bilseniz. Ben biliyorum...
Bamboocha ne ya
MEŞRUBAT pazarı oldukça hareketli. Pepsi yeni büyük boy lansmanı yapıyor. Diğer büyük boy şişeler yapamayacağımız şeyleri gösteriyor. Coca-Cola 1 No’lu şişeyi arayan herkesi bulabileceğini söylüyor (Biraz hayal kırıklığı ama yine de hiç yoktan iyidir. Ya bir numaralı Formula 1’de birinci olanın şişesi olsaydı! ) Cola-Turka içimizdeki Turka’yı bu kez Kız Kulesi’nde ortaya çıkarmaya çalışıyor. Peki Fanta ne yapıyor? Bamboocha yapıyor. Bamboocha ne? Bamboocha ne ya. Bamboocha ne kardeşim. Bamboocha’ya baktım sözlükte yok. Ülkeler listesinde yok. Bamboocha bir çeşit şey olmasın şey.
Nerde kalmıştık? Fanta ne yapıyor. İlk kez global kampanya yapıyor. Çok ‘exotic’ bir kampanya. Garip, bize ait olmayan tip ve ortamda, onlarca ülkede tek tip global kampanya. Hayatı geniş geniş Hawai’de yaşamak isteyenler için. İkinci reklam devreye girdi. Ortaya karışık belden aşağı espriler de katıldı. Ne yapar bu kampanya. Güldürür. Genişletir. Fanta’nın ‘portakal’ pozisyonuna ‘hawaien’ bir anlam katar. Bugüne kadar diğer kampanyaların katamadığı bir anlam. Marka imajını değiştirir. Sonuç ne olur. Satışlar artar. Göreceksiniz...
Deren’in beş ay sonucu
DEREN Çay’ın reklamları başladığında ‘herkese herkese’ reklamlarıyla Deren’in başarılı olamayacağınız yazdım. Beş ay geçti. Sonuçlar ortada. Deren dökme çayda yüzde 1 pazar payına sahip, sallama çay pazarında yüzde 0.8. Sadece reklama 3 milyondan fazla yatırım yapıldı. Sonuç bu mu olmalıydı? Lütfen pazarlamayı küçümsemeyelim. Önce ürün doğru yere konumlandırılmalı. Bu bilimsel bir süreç. Sadece yatağa yatalım ilham gelsin demekle olmuyor. Ürün konumlandırması belirsizse ağzınızla kuş tutsanız reklamınız çalışmaz. Türkiye’de reklam yatırımları bu yüzden istenen sıçramayı yapamıyor. Reklamveren önce pazarlama, önce konumlandırma, önce fiyatlama, önce dağıtımı çok iyi ezberlemeli. Sorun reklamda değil. Reklam çok güçlü bir araç. Zayıf olan pazarlama bilgimiz. İstikbal’de bu konuya dikkat etse iyi olur. O da çoğunlukla ‘herkese herkeseye’ diyor. Aman dikkat!
ÇEKİRGELİK
Aynı şeylere farklı ışıkta bakarsan dünyanın fırsatını görürsün
(Stefan Engeseth)
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2005
Turgut Özakman’ın Kurtuluş Savaşı’nı anlatan şaheseri Çılgın Türkler’in her gün yeni bir baskısını raflarda gördükçe çok mutlu oluyorum. Son olarak 41’inci baskıyı raflarda gördüm. Mutluluktan uçuyordum. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların hangi vizyon ve misyondan hareket ettiklerini yeni nesiller unutmaya başlamıştı. Turgut Özakman’ın Çılgın Türkler’i tam zamanında yetişti. Bu kitabı herkesin okuması ve okutması şart! Türbanlı, türbansız, dinli, dinsiz, Kürt asıllı, Türk asıllı, Çerkez, Arnavut, Boşnak... Herkesin. Bu vatanın her karış toprağının nasıl bir mücadele sonucu kazanıldığını, Atatürk’ün kitleleri nasıl arkasından sürükleyen bir lider olduğunu unutan herkesin. Okuması ve çevresine okutması şart.
OKUYUCULAR NE DİYOR?
Geçen hafta ‘Ne yapalım da Çılgın Türkler kitabını okumayan kalmasın’ diye sizlere sormuştum. Çok sayıda katkı geldi. İş, katkı yapmadan böyle bir ‘harekete’ ön ayak olduğum için teşekkür edenlere, hatta ellerimden öpenlere kadar vardı. İşte bazı öneriler:
‘Sayın hocam, harikasınız! Şu Çılgın Türkler hakkındaki yazınızdan dolayı ellerinizden öpüyoruz. Emrinizdeyiz.’ (Cemal Tek)
‘Sayın Bir, yazılarınızı sürekli takip etmeye çalışıyorum. Yaklaşık on yıllık pazarlama iletişimi deneyimi olan bir kardeşiniz olarak sizden sürekli bir şeyler öğrenmeye devam ediyorum. Türkiye’nin sizin gibi şahsi misyonu olan kişilere diğer alanlarda da çok ihtiyacı olduğuna inanıyorum.
PROJE ÖNERİLERİ
Bugünkü Çılgın Türkler kitabı ile ilgili yazınız dikkatimi çekti. Açıkçası ben kitabı okumadım ama ilk fırsatta alıp okuyacağım. Kitabın okunmasını yaygınlaştırmak adına, kitap okuma alışkanlığının çok düşük olduğu ülkemizde zannediyorum kitabın hediye edilmesinden daha fazla şeylerin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bu da Çılgın Türkler içeriği ile hazırlanacak çeşitli tasarım, fotoğraf, müzik vb. yarışmalar olabilir. Bunlar çeşitli firmaların sponsorluğunda da gerçekleşebilir. Veya ünlü bir tasarımcının defilesi / sergisi ile kitap bütünleşerek toplumda kitap ile ilgili merak uyandırılarak satışına ve okunmasına destek olunabilir diye düşünüyorum. Fikirlerimin uygulanabilir olduğunu düşünüyorsanız daha detaylandırıp gerçeğe yakın hale getirebilirim. Yorumlarınızı merakla bekliyorum.’ (Busem Keçeci).
YEPYENİ BİR HEDİYE
‘Ben emekli bir memurum. Kısmet olursa iki ay sonra oğlumuzu evlendireceğiz. Uzun zamandır aklımızda olan düşünce dediğim, oğlumuzun nikahı sırasında nikah şekeri yerine kitap dağıtmaktı. Hediye edeceğimiz kitapları da, Osman Pamukoğlu Paşa’nın Ey Vatan kitabı ile, Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler romanı olarak tespit ettik. Bizim nikah şekerimiz işte bu iki kitap olacak. Sizin yazınızın çıktığı Hürriyet Cuma ekinde ayrıca, nikah şekeri geleneğinin zamana ayak uydurduğunu ve şeker yerine lavanta veya ithal deniz kabukları gibi şeylerin kullanıldığını okuduk. O yazının başlığı olarak ‘Badem şekeri yerine lavanta’ ibaresini, ‘Badem Şekeri Yerine Kitap’ olarak tahayyül ettik. Eğer amaç uzun yıllar saklanıp, o evli çiftin hatırlanması ise, bunların yanısıra eşin dostun da okuyup faydalanabileceği bir hediye olarak kitabı düşünmek uygun olmaz mı?’ (İsmini açıklamak istemiyor.)
GELİBOLU ÖRNEĞİ
Belli ki Çılgın Türkler kitabını bir platform yoluyla daha çok kişiye okutma fikrim okurlarımı heyecanlandırmış. Beni de çok heyecanlandırdı. Aynı geçenlerde Gelibolu çevresinde gezinirken Çanakkale Savaşı’nı bir kere daha yaşamayı sağlayan müzelerin dolup dolup boşaldığını görünce heyecanlandığım gibi. Diyanet Vakfı Gelibolu’ya gezi düzenlemişti. Çok sayıda otobüsten inen yaşlısı genci, başı kapalısı, başı açığı müzelere akın etmişti. Bu tür müzeleri gezeceğini hiç tahmin etmeyeceğiniz insanlar. İşte Çılgın Türkler’i bu insanların da okumalarını istiyorum. Biraz düşünürsek bunu başarırız..
Tarzanca en büyük sorunumuz
Hürriyet’teki yazılarımda sürekli Türkiye’yi, bu cenneti niye pazarlayamadığımızdan söz ediyorum. Bir okurum Rodos’a gitmiş, görmüş ve sonunda bana niye bu ülkeyi pazarlayamadığımız konusunda patlamış:
‘Bu sene eşimle Rodos’a gittik. İzlenimler: Taksiler Mercedes, taksiciler oldukça kaliteli ve bir kuruş fazla almıyorlar. Sokaklarda laf atan, taciz eden, magandalık yapan yok. Esnaf ve çalışanları bizdeki gibi kimseye saldırmıyor. Dağı taşı otel, motel ve villa yapmamışlar. Gerektiği kadar ve gerektiği şekilde yapılaşma var. Onun dışında bizde bulamayacağınız kadar zeytinlik ve boş alan var. Trafikte kurallara müthiş bir uyum var. Yola çıktığınız an araçlar duruyor. Herkes, parkomat olan yerlere park ediyor.
Marmaris’e dönüp 2 gün geçince bizim başarısızlığımızın nedenini anladım. Rodos’ta İngilizce bilen güler yüzlü gümrük memurları ve polisler vardı, 5 dakikada tüm geminin işlemi bitti. Bizim tarafta İngilizce’yi Tarzanca konuşan (muhtemelen torpille oraya atanmış) ve asık suratlı insanlar vardı. 30 dakikada kan ter içinde insanlar çıkabildi. Sorunumuz Tarzanca hocam Tarzanca...’ (İlker Tortop)
Katılıyorum. Sorunumuz gerçekten Tarzanca. Biz 70 yıldır liselerinde İngilizce ders verip koca bir ulusu ‘It is a book’tan öteye geçirememiş, hatta bu özelliğimizle de her yerde dalga geçmiş bir ırkın evladıyız.
İkisi de birbirinden beter
Hem Fantastik Dörtlü’yü hem de Çikolata Fabrikası’nı izledim. Her ikisi de yazın sıcağında çekilecek filmler değil. ABD’nin çizgi roman kültürünün eseri Fantastik Dörtlü’de radyoaktif sızıntı, dört kişinin doğaüstü güçler kazanmasına yol açıyor. Belki konu ilginç ama konunun işlenişi çok sıradan. Çikolata Fabrikası, zamanında iyi işler yapmış bir çocuk filminin Tim Burton ve Johnny Depp’li hali. Yeni bir şey yok. Üstelik bugün çocukların izlediği şeylere baktığımızda oldukça demode kalıyor. Tim Burton hayranları ve sinema meraklıları iki filme de ‘tür’ olsun diye gidebilirler. Diğerleri biraz daha beklesinler.
Livaneli’yi özlemişim
Benim gibi 1980 öncesinde günde 40-50 kişinin öldüğüne tanıklık eden bir kuşaktan gelenler için Zülfü Livaneli’nin sesi ve sazının ruhlardaki yeri başkadır. Livaneli’nin ‘Hayata dair’ isimli albümünü dinliyorum iki gündür. Çok özlemişim Livaneli’yi. Ruhum özlemiş. Onun sesinin, müziğinin verdiği berraklık, dürüstlük, Akdenizlilik duygularını özlemişim. Çok sevdim yeni albümü. Bekir Tez’in sözleriyle yoğrulan dördüncü şarkı Duvar favorim. Sonra Aşkın Elinden geliyor, peşinden Adı Aşk... Dünyayı hiçe saymaktır adı aşk... Döküp varlığı gitmektir adı aşk... Sendeki şekeri ellere sunup, zehiri kendin yutmaktır adı aşk... Sözler Eşrefoğlu Rumi’nin. Livaneli’yi özlemişim.
CUMA İTİRAFI
termim; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 30; İl: Antalya
Sevişmek için karısından randevu isteyen birini daha gördünüz mü? Hayır öyle yoğun birisi de değilim ama... Telefon açıp, ‘Akşama sevişelim mi? Ne dersin?’ diyen bir kocam var!
Yorum: Kocamız sorusuna ‘Hayır’ yanıtını alırsa B planını uygulayacak yengemizin haberi yok! B planı mı ne? Yapmayın...
CUMA LAKIRDISI
Dağ başını duman almış
Gümüşdere hiç akmıyor
Yolu tutmuş eşkiyalar
Bırakmıyor, bırakmıyor (Bekir Tez)
CUMA TAKINTISI
Beyoğlu, Tünel’in arkaları Asmalımescit... Sofyalı Sokak... Hemen köşede Gedikli isminde küçük meyhane... Daha yeni açılmış... Sekiz ay falan... Oturduk... Mezeler harika... Favayı özellikle tavisye ederim... Börülce, patlıcan közleme falan öyle böyle değil parmak yalatan cinsten... Hele kalamar hele kalamar... Ekmek taze taze... Levrek çiftlikti... Çok iyi pişirdiler... Önerim bu hafta sonu Gedikli’nin gediklisi olmanız. Fiyatı da uygun... Kişi başı 25 milyona çıkarsınız.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2005
Niçin köşe yazarı okursunuz? Belki de soruyu şöyle sormam lazım. Sadece haberlerden oluşan bir gazeteyi alır mısınız? Nereden çıktı bu soru diyorsunuz değil mi? Bazı köşe yazarı arkadaşlarımızdan çıktı.. Diyorlar ki köşe yazarlarına gazetelerin gereksinimleri yokmuş.. Kesinlikle katılmıyorum. Köşe yazarlarını reddedenler, sizi tanımayanlar.. Siz köşe yazarı okumaktan hoşlanıyorsunuz.. Köşe yazarı tercihleriniz değişik olabilir ama köşe yazarı okumaktan hoşlanmadığınızı söylerseniz, yalan söylersiniz.
Köşe yazarları Türkiye’de ‘haber-eğlence’ pazarının’ ürünü.. Değişik türleri var.. Kamuoyunu ilgilendiren konularda ‘akıl hocalığı’ işlevini yerine getirenler, uzmanlık gerektiren konularda bilgi gereksinimini karşılayanlar, ‘tanıklık’ edenler, yorumlayanlar, eğlencelik yazılar yapanlar..
Köşe yazarları ne tür olurlarsa olsunlar, sizlerin içindeki ‘gizli otorite arayıcı’ya hizmet ediyor.. Köşe yazarları bilimsel bilginin kendisinden çok ‘Ahmet Bey, Gülçin Hanım ne diyo’ya önem veren sizlerin ürünü.. Bu nedenle bu dünyada da ünlü olmak, ünlü gibi davranmak, ‘marka olmak’ önemli..
Sizlerin bir 25 yıl daha bilimsel bilginin kendisine önem vermeniz mümkün mü? Hayır.. Bir konunun haberini okusanız bile ‘biri onaylasın da emin olayım, anlayayım’ gereksiniminiz bir 25 yıl daha sürer..
Yani.. Gazeteler köşe yazarsız olur diyenler yanılıyor.. Köşe yazarsız olmaz! Köşe yazarları gerekli şarttır. Peki yeterli şart mıdır? Değildir..
Anneleri üzmesek..
Yumoş’lu Omo’nun reklamına dayanamıyorum. Oğlan çocuğu annesinden ayrılacağı için çok üzgün. Yürk parçalayıcı bakışlar.. Omo Yumoş ona annesi gibi kokan bir nesne öneriyor.. O da elinde annesini anımsatan Omo Yumoş kokulu nesneyle rahata kavuşuyor. Hatta o ‘nesneyle’ neşe içinde okula gidiyor. Oma reklamı çocukların takıntı nesnelerinden yola çıkan bir çekicilik içeriyor. Bu anlamda psikolojik çözümleme mükemmel. Ancak çocuğun halleri beni çok üzüyor.. Anneleri de.. Anneleri bu kadar çok üzmesek.. Üzmenin de bir sınırı olsa..
TRT ya eleştirsin ya özelleşsin..
Salı günü ‘TRT gerektiğinde hükümeti, gerektiğinde devleti eleştirmeli, sahibinin sesi olmamalı, eleştirmeli’ diye yazdım.. Gelin bir örnek vereyim.. İsveç’te her yıl trafik kazalarında kaç kişi ölüyor, biliyor musunuz? Sadece 63 kişi.. Ama İsveç’in kamusal kanalları STV1, STV2 bu rakamı fazla bulup hükümete önlem alması için yükleniyorlar, sürekli eğitim ve tartışma programları yayınlıyorlar. Türkiye’de ise trafik kazasında ölenlerin sayısı her yıl ortalama 4500 kişi.. Savaş gibi..
Her yıl onlarca Mehmet Tacettinoğlu’nu akıl almaz ihmaller, yüzlerce Mehmet Tacettinoğlu’nu denetim yetersizlikleri, binlerce Mehmet Tacettinoğlu’nu sürücü saldırganlıkları nedeniyle kaybediyoruz. TRT’de çıt yok. TRT sadece o bakanlığın bu bakanlığın modası geçmiş eğitim filmlerini yayınlıyor. ‘Trafik kuralların uyalım, uymayanları uyaralım’ gibi hiçbir etkisi olmayan kampanyalara çanak tutuyor. TRT eleştirmeli, suçluları teşhir etmeli, hükümetten ‘mıcır’ dökülmüş yolda niye yeterince işaretleme yapılmadığı için hesap sormalı.. ’Ama nasıl olur.. TRT bu, devlet kanalı’ demeyin.. TRT ‘devletin sesi’ kanalı değil.. ‘Kamu çıkarı’ kanalı.. Kamunun trafik kazalarında ölmemesi kamunun çıkarına.. O halde TRT nerede? Satın TRT’yi..
Baydı..
Tuğçe Kazaz’la Yorgos Seitaridis’in evliliğinin gündemi işgal etme biçimi ve büyüklüğü baydı.. Sanki Yunanlı Damat, Türkiye’nin en önemli sorunu.. Sanki Başbakan’ın kızı Yunanistan’a gelin gidiyor.. Kim bu Yorgos Seitaridis.. Bir filmde birlikte oynamışlar.. Peki Tuğçe Kazaz kim? Türkiye bilmem kaçıncı güzeli.. Kenan Doğulu’nun sevgilisi, Mithat Can’ın sevgilisi.. Pardon.. Pardon önemliymiş, kaçırmışım..
Yazının Devamını Oku