28 Temmuz 2005
Tarkan, ABD’den çok sıkılmış. ‘Ayrılık Zor şarkısını boş yere yazmadım’ demiş. Ben de Avea’dan 5 milyon dolar alsam, ‘Ayrılık Zor’ diye şarkı yazar, hatta opera gibi değişik türleri bile denerdim.. Şaka bir yana Tarkan’ın Türkiye’de kazanıp, yurt dışında harcaması artık aleyhine çalışmaya başladı. Tarkan Güney Fransa, Londra gibi seçeneklerini bırakıp namusuyla Türkiye’ye dönse çok iyi olur. Artık ‘global star’ imajını çocuklar bile yemiyor! ‘Hani? Nerede? Rusya’dan, Kazakistan’dan başka Tarkan’ı tanıyan mı var’ diye soruyor. Ben de soruyorum: ‘Yabancı sermayeye yurt dışına para kaçırdıkları için karşı olanlar, niye Tarkan’a ayılıp bayılıyor?’ (Tarkan’ın İngilizce albümü çıkıyormuş. Önemli olan İngilizce albümün çıkması değil bu albümü kimin alacağı! Göreceğiz. Yanılmak istiyorum.. Yanlış anlamayın Tarkan’a karşı değilim. Sadece verdiğinden çok, aldığını düşünmeye başladım.. Ve şımardığını da..) Taha Kıvanç’ı kutlarım..Fehmi Koru’nun Yeni Şafak gazetesinde kendi ismiyle yazdığı bir köşesi var. Bir de Taha Kıvanç ismiyle bir köşesi var. Sevgili Koru, ‘Ağır siyasi abileri okuyorlarmış.. muş’ yazıma, Taha Kıvanç şapkasıyla yanıt verdi. Yanıtının başlangıcında da ‘Ali Atıf Bir’in.. takılması..’ ifadesini kullandı. Kendisini kutluyorum. Eğer yazımın bir ‘takılma’ olduğunu belirtmeden yanıt verseydi, gerçekten üzülürdüm. Onu okuyanlar adına. ‘Yan’ okuma yapmak, gerçekten de önemli bir özellik ve önemli bir zeka göstergesi. Yanıta gelirsek.. Koru’nun yanıtında da belirttiği gibi Aktüel’in araştırmasının sonuçları ‘Görüş sorulanların listesi biraz daha geniş tutulsaydı ya da değişik uğraş alanından kişilere sorulsaydı, ortaya çıkacak tablo farklı olabilirdi.’ Ben de yazımda onu söylemek istemiştim. ‘Ağır siyasi abilere’ ve ‘araştırma yapanlara’ biraz takılarak..Baydı..Gülben Ergen, Hülya Avşar ve Petek Dinçöz’ün selülit, göbek, karın, karın yağı, karın boşluğu, meşe, gürgen, odun, kabak, salatalık, marul, abla, kardeş, teyze üzerinden girdikleri tartışmalar, ciddi olarak baydı. Bu üçlü, belirli aralıklarla çapraz ateş durumuna geçip, gündemin tam ortasında çayda çıra oynamayı beceriyorlar. En son hatırladığım olay, Gülben Ergen’in diz ameliyatı esnasında diğer ikilinin ‘Hayır bu diz ameliyatı değil estetiktir’ diye ayağa kalkmalarıydı. Bu kez Hülya Avşar’ın karnını içine çekmesi fitili ateşledi. Olay Süleyman Demirel’e kadar bağlandı. Gelecek atışmayı merakla bekliyoruz? Bakalım bu kez fitili ne ateşleyecek? Göbek deliği? Kulak memesi? Ayak tırnağı? Ya iş bulamazsa..TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nin bazı öğrencileri, ‘TOBB Üniversitesi ve iş garantisi’ başlıklı yazımın içeriğine bozulmuşlar. ‘Bizim üniversite öğretime yeni başlamadı’ diyorlar. Bu konuda özür dilerim. Günler o kadar çabuk geçiyor ki, TOBB Üniversitesi’nin açılmasının üzerinden bir yıl geçtiğini atlamışım. ‘İş garantisi verme’ konusunda ise görüşümde ısrarlıyım. TOBB Üniversitesi’nin (bu bir kısaltma) ‘iş bulma garantisi’ vaat eden reklamı yanıltıcı.. Eğer TOBB Üniversitesi mezun her öğrencisine saygın bir işyerinde iş bulursa, bu köşeden kutlamaya hazırım. Ama ya bulamazsa? Görülen zararlar nasıl tazmin edilecek?
button
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2005
Türkiye Cinsellik Araştırması 2005’in soruları hazırlanırken Neyyire Özkan, Ayşen Gür ve TNS Piar ekibi oldukça eğlenceli zamanlar geçirdik. Ortaya çok kapsamlı ama uygulanması da bir o kadar zor, uzunca bir soru formu çıktı.
Bu haliyle Türkiye’de bir ilk.. En kapsamlı ve Türkiye örneklemiyle çok doğru uygulanan bir cinsellik araştırması..
Türkiye’de kadına ya da erkeğe ‘Sevişirken kameraya alıyor musunuz?’ gibi soruları açıktan açığa sormak kolay değil.. Bu nedenle araştırma başladığında her türlü önlem alınmasına rağmen ‘tabu’ soruların reddetme oranını artıracağından oldukça endişeliydim..
Daha araştırma başlar başlamaz TNS Piar’ın anketörlerinin ne oranda reddedildiklerini yakından kontrol ettim. Korktuğum başıma gelmedi..
TNS Piar, araştırmanın daha başından itibaren çok iyi yönetti ve reddetme oranlarını çok aza indirdi. Bu kadar çok ‘tabu’ sorunun sorulduğu bir araştırmada % 38’lere varan reddedilme oranı kesinlikle yüksek bir oran değil.
Sanmayın ki sorulara yanıt vermeyenlerin yerine başka anketler yapılmadı. Kota örneklemesi yoluyla reddedenlerin yerine benzer özellikteki yeni denekler bulundu ve onlarla görüşmeler yapıldı. Böylece araştırmada 17 ilde ulaşılması gereken 2900 kişiye ulaşıldı..
Alanda denekler çok iyi yönetildi. TNS Piar yaklaşık 200 anketörle, 26 gün gibi kısa bir sürede alan çalışmasını bitirdi ve bulguları Hürriyet’e ulaştırdı. Bulgular Neyyire Özkan ve ekibi tarafından bir bilim adamı titizliğiyle analiz edildi. Önemli sonuçlara ulaşıldı.. Emel Armutçu da bu sonuçları yayına hazırladı.. Size ‘armut piş ağzıma düş’ okuması kaldı.
Okuyorsunuz değil mi?
Okuyun okuyun.. Cinsellik konusunda ne kadar cahil bir toplum olduğumuz konusunda çok ama çok ilginç sonuçlar var. Cinsellik konusunda erkeklerin Mars’tan ve kadınların Venüs’ten geldiği konusunda da..
Türk kadınının hayatı boyunca cinsel ilişki kurduğu erkek sayısı kaç biliyor musunuz? Sadece 1.9.. (Türkiye’de kadınlar 0.9’luk erkeği nereden buluyorlar demeyin bu bir ortalama, o yüzden küsuratı var.) Ya erkeklerin cinsel ilişki yaşadığı kadın sayısı? Ortalama 11..
Başka sorum yok..
Loula Zaklama demişti ki..
İşi iyice ilerletip Türkiye’deki bazı köşe yazarı arkadaşlarımızla da ‘pen friend’liğe başlayan El Kaide zihniyeti, bu kez Mısır’ı bombaladı. Pazar günü Cüneyt Uzunoğulları Hürriyet’te Mısır’ın defalarca teröre maruz kaldığını ama Mısır turizminin pes etmediğini yazdı.
1997 yılında gerçekleştirilen Luxor saldırısında 60 turist ölünce Mısır turizmi çok yara almıştı. Turist sayısı dibe vurmuştu.
Cüneyt’in de yazdığı gibi Mısırlı işadamları o dönemde Mısır’ın tanıtım stratejisini oluşturmak amacıyla bir araya gelerek, bir iletişim şirketi ile anlaştı. Hem Mısır devlet adamları hem de halkla ilişkiler şirketi Mısır’ı eski güzel günlerine döndürme konusunda çok başarılı oldular.
Mısırlı işadamlarının anlaştığı halkla ilişkiler şirketinin sahibi Loula Zaklama üç hafta önce IPRA’nın (Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği) 50’nci yıllık kongresine katılmak üzere İstanbul’a geldi. Marketing Türkiye’nin ‘Mısır’ı yeniden nasıl yarattınız?’ sorularına da şöyle yanıt verdi:
‘Krizler yaşadık fakat bunlar negatif imaj olarak algılanmadı. Mısır’ın her zaman pozitif bir imajı vardı. İki kere kriz yaşadık turistlere karşı. Bunlarda da tüm dünyadan özür diledik ve çok daha gelişmiş bir güvenlik sistemi kurduk. Terörizm dünyanın her yerinde ve terörizmle tüm dünya olarak savaşmalıyız. Bu sadece Mısır’ın sorunu değil, tüm dünyanın sorunu. Benim görevim yaratılan güvenlik ortamının iletişimini sağlamak oldu. Bir imaj değiştirdiğimi düşünmüyorum. Altını çizerek söylüyorum.
Mısır’ın imajı değişmedi. Yaptığımız imajın iletişimiydi. Mısır’ın zaten imajı vardı, biz sadece iletişimini sağladık. Mısır’ın kültürü var, sahilleri var, turistik yerleri var ve yatırım yapılabilen önemli yerlerden biri.’
Bakalım son saldırıdan sonra Mısır’ın turizm gelirleri azalacak mı? Azalırsa devlet adamları yine Loula Zaklama’nın şirketi ile anlaşacaklar mı? Anlaşırlarsa bu kez Zaklama neyin iletişimini yapacak? Güven ortamının?
El Kaide dünyada güvenli bir yer bıraktı mı?
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2005
<B>Özel </B>üniversitelerin reklamlarını inceliyorum. Ankara’da bu sene eğitime başlayacak olan <B>TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi’nin </B>reklamlarında belirtilen bir vaat dikkatimi çekti: ‘Mezun olur olmaz Türkiye’nin saygın kuruluşlarında iş bulmak istiyor musun?’.
Bu ne demek? TOBB Üniversitesi’ne gireceksin, dört yıl okuyacaksın, mezun olur olmaz da TOBB sana Türkiye’nin saygın kuruluşlarında iş bulacak... Reklam metninden çıkan anlam bu...
Mümkün mü? Bir üniversite mezunlarına ya da her mezununa böyle bir iş garantisi verebilir mi? Mümkün değil... Bir üniversite çok iyi eğitim verebilir, öğrencisini geleceğe çok iyi hazırlayabilir. Ama öğrencisine iş garantisi veremez.
Mezun öğrenci iş pazarına çıkar, yetenekleriyle, özellikleriyle diğer üniversitelerin mezunlarıyla yarışır. Kendini beğendirebilirse de saygın ya da saygın olmayan bir işyerine alınıp kariyer basamaklarını çıkmaya başlar.
Yani? TOBB’un reklamdaki iddiası yanıltıcı. TOBB Üniversitesi yönetimi ‘Hayır doğru söylüyorum. Her öğrenciye kesinlikle iş hazır’ diyorsa. Şimdiden öğrencilerini işe alacak saygın kuruluşların isimlerini de reklamlarında görmek isterim. Hem de her öğrenciyle eşleştirilmiş biçimde... Kolay mı bu? Hangi saygın kuruluş üniversiteye yeni giren bir öğrenci için ‘Ben bunu işe alırım’ garantisi verebilir ki! O öğrencinin başarılı olacağı nereden belli... Ya dört yıl sonra önüne başka üniversitelerden mezun çok daha başarılı öğrenci gelirse..
TOBB Üniversitesi’nin reklamının alt kısmında da çok küçük harflerle ‘Burs ve karşılıksız nakit yaşam katkı payı, ulaşım ve barınma, TOBB’un güçlü desteğiyle Ortak Eğitim Programı, her öğrenciye dizüstü bilgisayar, internet, modern kütüphane, bilimsel araştırma ve geliştirme laboratuvarları, modern spor ve sosyal tesisler’ vaatleri yazılmış... Bu vaatlerde de sorunlar var. Hadi dizüstü bilgisayar ve internet çok somut vaatler, vermediniz mi öğrenci hakkını arar. Peki ‘TOBB’un güçlü desteğiyle Ortak Eğitim Programı’ ne demek? Nasıl yararlanacak öğrenciler bu haktan... Ya yararlanamazlarsa öğrenci hakkını nasıl arayacak?
Anlayacağınız Sanayi Bakanlığı Reklam Kurulu ve RÖK özel üniversitelerin reklamlarındaki vaatleri bir incelese çok iyi olur. Hem reklamın hem de özel üniversitelerin saygınlıklarını korumak için böyle bir inceleme şart... Tabii ki asıl amaç eğitim tüketicilerini korumak..
Ağır siyasi abileri okuyorlarmış... muş...
AKTÜEL Dergisi bazı marka köşe yazarlarına ‘Hangi köşe yazarını okuyorsunuz?’ diye sormuş. Haberin metnini okuyunca ölçülen şeyin okunma mı, bakma mı, beğenme mi, sevme mi olduğu konusunda biraz kafanız karışıyor ama olsun... Yine de araştırmadan bir sonuç çıkarmak mümkün.
Yanıtlara baktım... Okunduğu söylenenlerin çoğunluğu ‘ağır siyasi abiler’. Çoğunluğun dili ‘Ya ben Pakize Suda’nın miş muşlarına bayılıyorum’ demeye varmamış. Oysa Hürriyet’i ellerine aldıklarında çoğunun bu ‘Miş Muş’ları okuduklarına adım gibi emimin. Ama ‘ağır abi’ olacaklar ya...
‘Miş Muş’lar onları bozuyor..
Beni bozmuyor... Açıklıyorum işte! Hiçbir ‘ağır siyasi abi’ hoşuma gitmiyor. Pakize Suda’nın ‘Miş muş’larına bayılıyorum. İki elim kanda da olsa ‘Miş Muş’ları okuyorum... Kanat Atkaya, Ebru Çapa hiç kaçırmadıklarım... Gözünüzden düşmedim değil mi? Hafif abi görünmüyorum değil mi? Doğru söyleyin bende bir sorun yok değil mi?
Global çuvallama
RENAULT, yeni Megane reklamında yurt dışında üretilmiş bir reklamı kullanıyor. 40’larında orta yaşlı bir adam, gençlik arkadaşını görüyor ve başlıyorlar geçmişi anımsamaya. Ama anımsananlar bir İngilizin gençliğine dönünce anımsayabileceği şeyler. Holiganlar falan...
Filmin sloganı da şöyle: ‘Şimdi deneyimin tadını çıkarın...’ Hatta bu sloganı Renault basına, açık havaya da taşımış. Anlamı da şu: ‘Geçmişte çok güzel şeyler yaşadınız, başarılı oldunuz, şimdi başarınızı Laguna ile kutlamak ve geçmişteki güzellikleri anımsamak hakkınız.’
Ama bu anlamı algılamak için televizyon reklamını çözmek şart! Peki biz Türkler İngilizlerin duygularına, beyinlerdeki görsel kalıntılarına hitap eden bir reklamdan nasıl bu anlamı çıkaralım. Çıkaramıyoruz... Sonuç? Global çuvallama...
ÇEKİRGELİK
Eğer her durumu ölüm kalım durumu olarak görürseniz birçok kere ölürsünüz.
(Dean Smith)
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2005
Yazın ortasında Petrol Ofisi (kısaca PO diyelim) ve Opet kafa kafaya vuruşmaya başladılar. PO reklamının beyni Serdar Erener, Opet reklamının beyni Cem Yılmaz..Niye yaz? Benzin-motorin pazarı yaklaşık 8-10 milyar dolarlık pazar. Yaz geldi mi de tüketim oldukça artıyor. Satın alma döngüsü açısından zamanlamada bir sorun yok.. Ama televizyon izleme oranları düştüğü için medya rasyoneli tartışılabilir.. (Yerim dar sonra tartışırım.)Önce bir soruyla başlayalım. Benzin alacaksınız? Nereden alacağınıza nasıl karar verirsiniz? Cem Yılmaz’ın sizi güldürdüğü reklamın sonunda görülen benzin istasyonlarına mı gidersiniz? Yoksa biobenzin satıp vatanı dışa bağımlı olmaktan kurtarana mı? Türk olana mı? Yakın olana mı? Havlu verene mi? Güven verene mi? Çalışanları güler yüzlü olana mı? Tuvalete temiz olana mı? Marketinde her şeyi bulunana mı? Hangisine? Duruma göre değişir mi? Haklısınız. Tek bir yanıt vermek zor.. Duruma göre değişir. Ancak tutarlı bir kurumsal imaj, tutarlı istasyon hizmet standardının ‘güven’ verdiği, davranışlarınızı etkilediği kesin. Her girdiğiniz istasyonda aynı ‘hizmet’ kalitesini alabilmeniz önemli. Girdiğiniz istasyonda bir takım yenilikleri, sizin için çalışıldığını hissetmeniz önemli.Şimdi yeniden Cem Yılmaz’lı Opet reklamını düşünelim. Bir de PO’nun yurtsever benzin reklamını? Hangisi yukardaki tercih nedenlerine hitap eden bir görünüm sergiliyor.Cem Yılmaz’lı reklamdan ‘gülmek’ dışında ne sonuç çıkarıyorsunuz? Kara şimşek iyi bir retro. Sıkı bir nostaljik gönderme ama bu nostalji neye hizmet ediyor. Kristal Elma, örtülü reklam, gelin arabası. Opet’e ne katıyor? Opet istasyon dünyasına hangi çağrışımları kazandırıyor. Opet istasyonları neyle süsleyecek? Mike’ın fotoğraflarıyla mı? Yoksa demode serçe fotoğraflarıyla mı? Sizce bu görsel kalıntılar nasıl imaj bırakırlar? En doğrusu Cansu Dere fotoğrafları kullanmak değil mi? PO ise ‘Yurtsever Benzin’le yeniliğe oynuyor.. Yurtsever benzinle PO konumunu pekiştiriyor. Yurtsever konsepti PO istasyonlarına nakşedilecek çok iyi bir konsept. Hani nerede? PO eline nasıl bir koz geçirdiğinin farkında değil. 4 yılda 3230 istasyonundan sadece 1580’ini yenileyebilmesi de elindeki kozun ne kadar farkında olduğunun çok iyi bir kanıtı..PO, Opet’e, Cem Yılmaz Serdar Erener’e, stratejik düşünce mizahi düşünceye karşı. Benzin kategorisinde karar günün sonunda ‘neye gülündüğüne’ göre değil, sağlanan faydaya göre verilir. Hiçbir marka mutlak değerlendirilmez, beyinlerdeki marka konum haritaları önemlidir. Ben şu anda PO’ya, (Tabii gerekenleri yaparsa), Erener’e, stratejik düşünceye oynuyorum. PO algı haritasında doğru yere oynuyor. Sonuçları birlikte göreceğiz.Anadolu’dan Bahçeşehir’eAnkara’dan geldim, Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi’nde yetiştim. Asistanlık, yardımcı doçentlik, doçentlik, profesörlük, dekan yardımcılığı, müdür yardımcılığı, dekanlık... İletişim Bilimleri Fakültesi’nde sayısız ders... Yüzlerce öğrenci mezun ettim. Çoğu iletişim dünyasında çok iyi yerlerde... Yazar, planlama uzmanı, yönetici, girişimci; kimi doçent, profesör..Anadolu’da çok keyifli günlerim oldu. Çok sevdiğim dostlarım, arkadaşlarım... Bazılarını kaybettim. Birlikte asistanlığa başladığım Rüveyde’yi... Çok üzüldüm. Yılmaz Büyükerşen’den, Engin Ataç’tan çok şey öğrendim. Bir ayağım hep İstanbul’da idi. Projeler, araştırmalar, denetçilikler, danışmanlıklar, Hürriyet’te yazarlık, televizyonda program...Eskişehir-İstanbul arasında yıllarca mekik dokudum. Gece-gündüz... Uzun süre trenle, sonra arabamla... Yollar beni ezberledi, ben yolları... Yazılarıma kızanlar ‘Taşralı profesör’ dediler. İnternet çağında ’Taşra mı kaldı?’ dedim. Eskişehir-İstanbul hattında mekik dokumaya devam ettim. Ne Eskişehirli olabildim ne de İstanbullu. Belki Eskibullu.. Haftada beş gün yazı... Zamanı iyi kullanmam şart. Arada derede olmuyor. İstanbul’a yenildim. Anadolu’ya veda ediyorum. Kalbimi bıraktığım yere İstanbul’a merhaba diyorum. Aklımı çalan yere... Artık Bahçeşehir Üniversitesi’ndeyim. Beşiktaş’ta İletişim Fakültesi’nde... Orada öğrenci yetiştirmeye devam. Televizyon, sinema, reklam, halkla ilişkiler, görsel iletişim tasarımı. Gazetecilik yok. Çok sıkı bir gazetecilik bölümü kurabilir miyim? En iyisi. Haftada beş gün yazı... Çok seviyorum yazmayı. Daha iyi, daha iyi, daha iyi yazmak istiyorum. Savul İstanbuuul.. ‘Taşralı profesör’ geliyor.Hezarfen olmanın bedeliYeni Cola Turka reklamı ‘Hezarfen 2005’ yazısıyla açılıyor. Galata Kulesi’nin üzerinde kanat takmış genci görünce hemen durumu çakıyoruz. Üniversiteye hazırlanayım derken ilk uçağın 1903’te Wright kardeşler tarafından uçurulduğunu atlayan ‘Alaturka’ bir kardeşimiz ‘Ahmet Çelebi’liğe soyunmuş.Hezarfen’i kim bilmez. 17’nci yüzyılda daha Montgolfier kardeşler tarafında ilk balon bile uçurulmamışken, kanat takıp Galata Kulesi’nden kendini boşluğa bırakmak az cesaret mi? Hezarfen Ahmet Çelebi 1480’de ilk uçağa benzer şey resimleri çizen Leonardo Da Vinci’den ne kadar haberdardı bilmiyoruz ama o çağda uçmayı denemesi gerçekten küçümsenecek bir cesaret değil! Evliya Çelebi’ye göre ‘uçmaya kafayı takan’ Hezarfen Ahmet Çelebi, Galata Kulesi’nden kendisini boşluğa bırakmış, rüzgardan faydalanarak yani uçarak Boğaz’ı aşmış ve Üsküdar semtinde Doğancılar Meydanı’na inmiş. Sarayburnu’ndaki köşkünden durumu izleyen 4’üncü Murad, Ahmet Çelebi’yi önce ‘bir kese altınla’ sevindirdikten sonra, ‘Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bekaası caiz değil’ diyerek, Cezayir’e sürgün etmiş. Yani Hezarfen Ahmet Çelebi ‘İçindeki Cola Turka’yı’ çıkartmış, cesaretinin bedeli olarak da gözünü Cezayir’de almış. Orada da, tahminen kahrından ölmüş.2005’e geldiğimizde Hezarfen’in yeni modelinin inmek için tercihi daha trendy bir mekan; Kız Kulesi. Kanat yerini de sanki yamaç paraşütü açmış. Hazerfen’i ‘Uçan ilk Türk’ olarak bildiğinizde Cola Turka’nın ‘İçindeki Türk’ü Ortaya Çıkart!’ konsepti çalışıyor. Ama Hezarfen’in sonunu bildiğinizde insanın içine öyle bir alaturkalık çöküyor ki sormayın gitsin... ’Cehalet mutluluk getirir’ demezler mi? Getiriyor işte.Kayahan neye var? Uzakdoğu’dan ‘nerede, hangi kalite kontrollerinden geçerek üretildiği belli olmayan, ne idiği belli olmayan’ küçük ev aletleri, elektronik eşya getirip üstüne bir isim koyup sonra da onu markalaştırmaya çalışmak moda oldu. Son örnek Sinbo.Kayahan Ailesi, Sinbo televizyon reklamında. Kayahan’ın kızı küçük ev aletleriyle hoş görüntüler veriyor. Kapıda annemiz görünüyor, Kayahan mırıldandığı şarkıyı bitiriyor; seninle her şeye varım ben!.. Kayahan küçük ev aletleri bağlamında neye var? Sıkmaya? Karıştırmaya? Kaynatmaya? O belli değil. Hani Sinbo alınmayacak bir marka da Kayahan çok sevdiği karısı için Sinbo’yu bile almaya mı razı? O da belli değil ama Kayahan Ailesi’nin birlikte görünmesinden kaynaklanan bir ‘hoşluk’ yaratıldığını da yadsımamak lazım..Marka olmak için sadece televizyon reklamı yeter mi? Ne yazık ki hayır? Elektronik eşyada kurumsal arka, güç şart. Basın desteği, basın reklamı şart. Şu haliyle yapılan reklam sadece geçici bir bilinme, tanınılırlık sağlıyor. Marka olma ise anlaşılmak demek. Yoksa dört bir yerden fışkıran bu küçük ev aletleri anlaşılmak mı istemiyor? Neden? Sakladıkları bir şeyler mi var? Siemens CX 75’te ilk üç belliSiemens CX 75’in ‘Kurtlar Vadisi’nde Oyunculuk’ fırsatı promosyonunu çok beğendim. Promosyonun reklamı da çok başarılı. CX’in sırlarını öğreniyoruz. Sonra kahramanımız kaçırılıyor. Polat Alemdar’ın karşısına çıkarılıyor. Atmosfer aynı Kurtlar Vadisi. Yapım kalitesi yüksek. Söz oyunları hoş. ‘Bizimle oynamak mı istiyorsun?’ Caartt promosyon vaadi; ‘CX 75 alan 5 kişi Kurtlar Vadisi’nde oynama hakkı kazanıyor!’ Her yer promosyon kaynıyor. Ortalık promosyon kirliliğinden geçilmiyor. Siemens CX 75 her yönden yaratıcılığı ile algılama eşiğini aşıyor. Sonuçlar açıklandığında ilk üç belli. Nuriş, Alattin Çakıcı, Sedat Peker. Niye şaşırdınız ki? Bu amcaların bizim Hürriyet Cuma’nın en güzel balkon yarışmasına katılmalarını beklemiyordunuz herhalde.ÇekirgelikBir şeyi bilmekle anlamak arasında dağlar kadar fark vardır (T.A.BOYD)
button
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2005
Çeşme Sheraton’a açıldığından bu yana her yıl gidiyorum. Bu yıl da sektirmedim. (Çisil İzmirli, İzmir’in de aşığı. Haliyle artık sektirmek gibi bir şansım da yok!) Bir otelin hizmeti ancak bu kadar iyileştirilebilir. Bir otel ancak bu kadar ‘müşterisine’ gülümseyebilir. Hep söylüyorum bir oteldeki yıldızların kuru kuru hiçbir anlamı yok. O yıldızlara anlam katan otel çalışanları. Binalar, havuzlar, center’lar hiç önemli değil. En önemlisi insan malzemesi. Çeşme Sheraton’da Hakan, Berna, Ünal, Rahmi, Hilde, Mehmet, Gürol... Yıllanıyorlar. Yıllandıkça da birer hizmet virtüözü haline geliyorlar. Türkiye’deki otellerin en önemli sorunu yönetici ‘turnover’ı. Çeşme Sheraton bu sorunu aşıp hizmet Nirvana’sına ulaşmış görünüyor.
Sheraton’da müşterilere yardımcı olmayan, gülümsemeyen hiçbir görevli yok. Her çalışan ne yaptığının farkında. Her çalışan bir şeyleri doldurmaya, bir şeyleri çözmeye, sizin için farklı yapmaya çalışıyor. Çeşme Sheraton kocaman bir butik otel olmuş. Kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşayabildiğin, kendini ‘özel’ hissettiğin....
Sheraton’un kumsalı ince kum. Denizi tertemiz. Hizmet yerli yerine oturunca daha da bir güzelleşmiş. Yeni iskele ışıklandırmasıyla geceleri Türkiye’nin Maldivleri olmuş.
Havuz kocaman. Yüz yüz bitmiyor. Kusursuz hizmetle çok daha keyifli hale gelmiş. Havuz başında şöyle küçük küçük bir şeyler yudumlamanın, elinde tuttuğun buz gibi karpuz frozenla havuzu bir baştan diğer başa yürümenin tadına doyum olmuyor.
Yiyecekler atık ‘yeme de yanında yat!’ kıvamında. Kumsalın yanındaki restoranda her öğlen döner kesiliyor. Ne döner ama... İki porsiyonu anında mideye indirmişim. ‘40 derecede iki porsiyon İskender yiyen Türk’ lakabı sürüldü kara yazıma! Silinmez..
Yine aynı yerde, gece Türk mutfağı, Akdeniz mezeleri var. Hepsi birbirinden lezzetli. Mehmet bir levrek pişirdi, böyle levrek kesinlikle olmaz. Sulu sulu... Üzerinde sarmısaklı zeytinyağı sosu.
Reiki ve Lomi Lomi masajları artık iyice ‘markalaşmış’. Herkes Reiki ve Lomi Lomi diyor başka bir şey demiyor. Randevu alamadım. Aklım iki masajda da kaldı. Belki bu hafta sonu bir çılgınlık daha yapabilirim.
Spor merkezi biraz sorunlu. Daha fazla ilgi gerekiyor. Bazı aletler de arızalı. Ama emin olun kızmıyorsunuz. Hatta görmüyorsunuz bile. ’Düzelir, geçicidir’ düşünceleri hakim oluyor. Diğer alanlardaki hizmet kusursuzluğu, hataları görmezden gelmenizi sağlıyor.
Dedim ya, otellerin sarı metal yıldızları kuru kuru işe yaramıyor. Sarı yıldızları her gün parlatsanız da oteller parlamıyor. Otelleri parlatanlar gerçek yıldızlar. Çalışanlar... Hakan Arıer, Berna Yüksel, Ünal Sarıbaş, Rahmi Yılmaz, Hilde Gardkammer, Mehmet Peker, Gürol Onikiler... Sheraton’un gerçek yıldızları.Yedi yıldız. Çeşme Sheraton yedi yıldızlı otel.
Kum Beach’in yanında Mikonos halt etmiş
Kum Beach, Çeşme’de Çiftlikköy’den sonra. Müthiş bir kum, müthiş bir su. Suyun soğukluğu insanı çivi gibi yapıyor ama akvaryumda yüzme hissi çok güzel. Soğuk suda yüzmeyi sevenler için vazgeçilmeyecek bir yer. Metrelerce kumsal. Kumsalda derme çatma kameriyeler. Mikonos kumsalı, San Torini halt etmiş. Kum Beach’e iki yıl önce ‘özel’ sektör zihniyeti hakim olmuş, çok da iyi olmuş. Yiyecek içecek oldukça ucuz. DJ’i çok iyi müzik yapıyor. Garsonlar bir dediğinizi iki etmiyor. Böyle yerleri gördüğümde gerçekten Türkiye’yi pazarlayamadığımıza üzülüyorum. Şu haliyle derme çatma. Biraz üzerine eğilmek mümkün olsa Çeşme, Kum Beach’iyle bile dünyadaki birçok turizm destinasyonuna rakip olabilir. Çeşme’yi çok sevmeye başladım. Dünya markası yapmak için kolları mı sıvasam ne! Gerçi Çeşmeliler’in 34 plakaya bile tahammülleri yok ama...
Aqua Termal’de kalp ağrılarına şifa
Aqua Termal, eski V Kamp’ın kıyısı. Sıcacık havuz, elde Mohitolar... Güneşin batışını izlemek çok keyifli. Sonra çıkıp iki deniz yapıyorsun, yine sıcacık havuz. Sıcak su deyip geçmeyin. Kesin şifalıdır. Eskiden Aqua Termal ağrılarına şifa arayanların yeriymiş şimdilerin trendy yeri. Yolu sorunlu, park yeri kısıtlı ama yine de değiyor. Sit alanı olduğu için belediye herhangi bir inşaata izin vermiyormuş. Doğrudur... Ancak Aqua Termal gibi yerlerin bir model kapsamında ıslah edilmesi ve Türk turizmine kazandırılması şart. Derme çatma modeller 2005 Türkiye’sine yakışmıyor. Kafaları çalıştırıp çözümler bulmak lazım.
Can Baba Langouste’un Kabesi
Çeşme’ye kadar gel, Çiftliköy’de Can Baba’ya uğrama... Can Baba Böcek’in Kabesi.
Bildiğiniz üzere bu ‘böcek’ denilen şeyi her yer taşıyamıyor. Bir kere taze olacak.
Ömrü üç gün, üç günden sonra tehlike çanları çalmaya başlıyor. Dolayısıyla sirkülasyon şart. Doğru ayıklanacak, doğru pişirilecek.
Langouste her yerde yenecek şey değil. Can Baba’da yedim, inanılmaz. Kabe Kabe...
Can Baba ‘böcek’in Kabesi. Üstelik Can Baba sohbetiyle de candan baba.
Yeni yerine altı tane de oda yapmış. Konaklamak isteyen marş marş odaya.
Can Baba’nın diğer deniz ürünleri de lezzetli. Çisil böceğe ‘böcek böcek’ bakıyor.
Onun için hamam böceği ile deniz böceği arasında çok fark yok. O yüzden tercihi dil şiş. Çok beğendi.
İçi peynir doldurulmuş ızgara kalamara ikimiz de şapka çıkardık.
Can Baba’nın ‘diğer mezelerde’ biraz çalışması şart.
Özellikle ‘ege otlarına’ müdahale şart.
Biz Can Baba’dayken Can Tanrıyar, Petek Dinçöz, Erol Köse oradaydı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Erol’u masanın üzerinde uyurken gördüm.
Bir onbeş dakika uyudu. O ortamda deliksiz on beş dakika uyku...
Herkese nasip olmaz.
CUMA LAKIRDISI
Babam der ki:
-Gökyüzünün rengini öğren
Güneşi, ufkun şiirini
Bir geyiğin su içişini
Renk rüzgar su ufuk içinde
Düşün gelecek günleri
Pencerenden...
(Ahmet Ada)
CUMA İTİRAFI
Blondeexx; Cinsiyet:
Kadın; Yaş: 35; İl: İstanbul
Yakın bir arkadaşım doğum yapacaktı. Çok korktuğu için sancı odasına onunla girip elini tutmamı istedi. Doğum yaklaştıkça sancıları arttı. Sedyede acıyla inlemeye başladı. İçeri giren suratsız hemşirenin söylediğini aynen aktarıyorum: ‘Yaparken hoşunuza gidiyor ama di mi? İnleme, inlemeeeeee!’
Yorum: Hemşireye taptım. Yalan mı? Yaparken hoşunuza gitmiyor mu?
CUMA TAKINTISI
Bulabilir misiniz bilmem ama Eskişehir’de Odunpazar Belediyesi, Cevat Akkanat’ın Babalar için Şiirler Antolojisi’ni basmış. Antolojinin ismi Baba, Bu Kitap Sana. İçinde ünlü ünsüz birçok şairin ‘baba’ üzerine yazdığı şiirler var. 1873’te Mehmet Akif Ersoy’dan 1977’de Onur Caymaz’a... Mehmet Akif 1873’te soruyor: ‘Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın.Olacak mıydı feda hırsına üç kaltabanın?’ Onur Caymaz 1977’de müjdeliyor:
Ne çok kırmış ne çok sevmişiz birbirimizi
Kaybolmuşuz kimileyin aynı evin içinde
Şöyle bir elli yıl bir yirmibeş yıl daha
Mutlu bir on dakika eder mi
İyi şeyler yapmamış olsam da
-senin gibi bahriyeli senin gibi şoför
senin kadar futbolcu tamirci yeşil gözlü
adam-
benden de bu şiir hüzünlü ama olsun oğlun
şair oldu baba!
Bu haftasonu bu antolojiye taktım. Can Yücel diyor ki: ‘Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim.’ Takılacak kadar var. Size de öneririm.
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2005
İki üç gündür Sheraton Çeşme’deyim. Otele girişte kocaman bir pano dikkatimi çekti: ‘Galatasaray Spor Okulları Yaz Kampı..’. Ne olduğuna çok dikkat etmedim, geçtim. Çeşme’yi, Alataçatı’yı, Sheraton’u yaşamaya başladım. Baktım, zaman zaman önümden gruplar halinde 10-15 yaş arası çocuklar geçiyor. Nasıl güzel eğleniyorlar, nasıl güzel oynuyorlar anlatamam. Zaman zaman koşuyorlar, zaman zaman futbol, zaman zaman su topu.. Üstlerinde bazen Galatasaray formaları..
Çok özendim..
Çok da merak ettim. Hemen başlarındaki hocalardan birini, Atıl’ı bulup işin iç yüzünü öğrendim. Galatasaray Türkiye’de ilk kez Galatasaray Spor Klubünün antrenörleri ile 8-16 yaş arası Spor Okulları ve Yaz kampı düzenliyormuş.. Çocuklar öncelikle Futbol ya da Basketbol ana branşlarından birini seçiyorlarmış. Bu ana branşta her gün 10 kişiye bir antrenör düşecek şekilde çok sıkı ders alıyorlarmış. Bunun yanında yüzme, voleybol, tenis, su topu ve sörf dallarından ikisini seçip, yine her gün bu iki dalda antrenman yapıyorlarmış..
Otelde Atıl’dan başka dört antrenör vardı. Hepsi de çocuklarla nasıl yakından ilgili.. Çocuklar ‘gak’ diyorlar antrenörler orada, ‘gık’ başka tarafta.. Çok hoşuma gitti.. Kimin aklına geldiyse helal olsun.. Bu zamana kadar akılları neredeydi diye de düşünmeden edemiyor insan tabii ki..
Atıl’a ‘Kaç dönem var?’ diye sordum. Aklımda küçük himini.. ’Gelse kampa nasıl delirir’ diye düşünüyorum. Ne de olsa daha küçükten damarlarında sadece sarı kırmızı kan dolaşacak şekilde eğitim aldı. Bir de damardan Galasaraylılık eğitimi alsa fena mı olur! Neyse ki dört dönem daha varmış. 4, 13, 22 Ağustos ve 1 Eylül’de başlayacak.
9 gece 10 gün tam pansiyon.. Galatasaray’ı kursu pazarlama taktikleri konusunda da kutladım. Hem özel telefon numarası var: 0-212-444 1905 (son dört rakama dikkat!) Hem de özel internet sitesi: www.gsyazkampi.com.
Avea, Lipton Ice tea, Güneş Sigorta, Canon, Oral B, Spalding, Mikasa, Ulusoy ve Gurme markaları da yaz kampının sponsorları..
Telefonu tercih ettim. Burçin isminde bir görevli karşıma çıktı. Gayet nazik bir şekilde her türlü bilgiyi verdi.. Küçük himiniyi 13 Ağustos dönemine kaydettirdim. Anında da cebinden bilgi vermek için aradım. Havalara uçtu.. İki gecedir gözüne uyku girmediğine eminim.. Ağustos’un 13’üne kadar da gireceği şüpheli. Çocuk olduğunuzu ve böyle bir kampa katılacağınız düşünsenize.. Keşke çocuk olsaydım..
Görkem’le konuşmamı bitirdikten sonra büyük himini aradı. ‘Ne o baba Görkem’e kıyak..’. ‘Yapacak bir şey yok kızım’ dedim.
‘Yapacak bir şey yok.. Büyümeseydin!’
Keşke hiç büyümeseydik! Öyle değil mi?
35 RCK 73.. Yuh sana..
Çeşme Sheraton’da ‘Mutlaka Aqua Termal’i görün’ diye tutturdular. Otelden 10 dakikaymış. Sıcak su havuzu, yanında deniz, batan güneş, elde Mohito’lar.. Tarif hemen hemen bu.. Çekici geldi tabii ki.. Çıktık yola..
15 dakika sonra dar toprak bir yola girdik. Biraz gittikten sonra da yol tıkandı. Baktım önce 35 RCK 73 plakalı bir Mercedes.. İçinde iki genç.. 18 bilemediniz 20 yaşlarında.. Direksiyondakinin elinde uzun ince bir içki bardağı çekiyor.. Yol açıldı.. Seninki içkisini içerek ilerliyor.. ’Yuh!’ dedim ya, ‘Yuh!..
Bu ne korkusuzluk.. Bu ne cesaret.. Bu ne aldırmazlık..
İki saat Aqua’da kaldık.. Direksiyondaki genç de havuzdaydı.. Elinden iki saat boyunca içki düşmedi. Geri dönüş yolunda da rastlaştık.. Yine direksiyonda.. Yine elinde içki bardağı.. Bu kez ‘Yuuuuh’ diye haykırdım.. Üçüncü sayfa haberleri gözümün önünde uçuştu: ‘Eğlenceden dönen iki genç virajı alamayarak kamyonun altına girdi!’
Direksiyon başında bu kadar gözü kara olmak için ölümden korkmamak lazım.. Hadi gençler yaşları gereği ölümü umursamıyorlar diyelim, polisten de mi, yakalanmaktan da mı korkmuyorlar! Neden acaba? Sevgili Çeşme Emniyet Müdürü Çeşme’de farklı bir trafik kanunu mu yürürlükte?
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2005
Geçen cuma Ege İhracatçı Birlikleri’ne üye zeytin ve zeytinyağı üreticilerine ‘markalaşma süreci’ anlatmak üzere İzmir’deydim. Bir gün boyunca Tariş, Fora, Marmara Birlik, Kırlangıç gibi Türkiye’nin önde gelen firmalarının pazarlama yöneticileriyle markalaşma üzerine konuştuk. Tabii ki konu sonunda dolandı dolandı ‘Türk zeytinyağını dünyada nasıl marka yaparız’ konusuna geldi. Bu konudaki en önemli engellerden biri dünyada Türkiye’nin Akdeniz ülkesi olarak algılanmaması. Bu nedenle de İtalya ve İspanya’nın zeytin ve zeytinyağı ihracatında işe beş altı adım önce başlamaları.
Bu konuda yapacak bir şey yok mu? Var... Çok kapsamlı bir halkla ilişkiler faaliyetiyle seçilmiş pazarlarda Türkiye’nin aynı zamanda Akdeniz ülkesi olduğunu insanlara öğretmek. Peşinden zeytin ve zeytinyağı üretimindeki uzmanlığını vurgulamak. Uzun soluklu bir çalışma ama yapılabilir. İki üç yılda bir Amerika’ya, bir Kanada’ya Türkiye’nin Akdenizlilik gerçeği öğretilebilir. Yeter ki siz paradan haber verin.
İhracatçılar parayı nereden mi bulsun? Örnek. Ege İhracatçı Birlikleri Kordon’da 6 milyon Euro’ya yeni bina yapmış... 6 milyon Euro, binaya gömülmüş. Oysa 1 milyon Euro’ya Alsancak’taki eski mekan yenilenseydi, 5 milyon Euro’ya da dünyadaki seçilmiş pazarlarda halkla ilişkiler kampanyası uygulansaydı bir 10 yıl Kordon’a iki ayrı bina yapılabilirdi. Ama Türk aklı bu. Önce binaya parayı gömeceksin, sonra da ‘para yok ki, elimizden bir şey gelmiyor’ diye yakınacaksın. Bina İmparatorlukları görmek isteyenler Oda’lara, Oda Birlikleri’ne baksın. Sonra da bu Oda’ların, Oda Birlikleri’nin ne işe yaradıklarını gözden geçirsin. Sonuç? Hiç iç açıcı değil.
Ne yazarsak yazalım
İrem Turan isimli okurumdan sürekli AKP’nin kafasını türbana, imam hatiplere takmasını eleştirdiğim için eleştiri alıyorum. Geçenlerde dayanamamış aşağıdaki e-postayı göndermiş:
‘Evet şu AKP’nin kafayı takma meselesine gelelim. Kafayı takan AKP mi yoksa sizin gibi türbanı siyasi simgedir kılıfına uydurarak yasakları onaylayanlar mı? Kafayı takan AKP mi yoksa durup durup gerekli gereksiz İHL, başörtüsü konusunda akla beyne zarar yazılar yazanlar mı? Ama AK Parti sizin gibi boş şeylere kafasını takmadığı ve boş düşünmediği için Türkiye’nin bir numaralı partisi. Ve siz çatlasanız da patlasanız da gelecek seçimlerde de bir numara olacak...’
Gördüğünüz gibi bazı okurlarımızı ne yazarsak yazalım düşündüklerini etkilememiz mümkün değil. Bu okurlarımız bize rağmen istedikleri gibi düşünmeye devam ediyorlar. Özellikle de inandıkları konunun kökleri derindeyse. Hele de dini inançlardan kaynaklanıyorsa. Ne yazsanız AKP’nin kafayı türbana, İHL’lere taktığını görmeleri mümkün değil.
Benim de kafayı türbana, İHL’lere takmam bu yüzden. Bazıları kafayı bir şeylere taktığında, bu takıntıyı görebilen insanların sayısı azalmasın istiyorum. İnançlı minançlı kayırmadan.
Bilmeden alkol alanlar
Gıda Mühendisi Ayhan Keskin isimli okurumdan bir mektup aldım. Keskin son günlerin ‘sindirime yardımcı’ moda içeceği hakkında bir iddiada bulunuyor. Keskin söz konusu içeceğin yapım ve bekletme şartlarına göre yüzde 0.5 ile yüzde 1.5 arasında alkol içeren bir içecek olduğunu söylüyor. Hatta bekletilirse alkol oranı yüzde 3-4’e kadar çıkıyormuş. Zaten içeceğin isminin anlamı da keyif veren madde anlamına geliyormuş.
Peki nasıl oluyor da bu içeceğin üreticisi, içeceğin içerdiği alkolü etiketinde belirtmiyor? Nedeni gıda kodeksi. Türk Gıda Kodeksi etiketleme tebliğine göre yüzde 1.2’nin altında alkol içeren içeceklerin bu alkol içeriklerini etiket üzerinde belirtmeleri zorunlu değil.
Gıda kodeksine yüzde 1.2 oranını yazanların bir bildiği var kuşkusuz. Yüzde 1.2 oranı Avrupa standardı. Anlaşılan o ki, Avrupa standardı bazılarımızı çaktırmadan günaha sokuyor.
‘Yüzde 1.2 alkol oranından bir şey olmaz’ demeyin. Yediğiniz bir şey de yüzde 1.2’nin altında domuz yağı olduğunu ve sizin de bu gerçeği bilmediğinizi düşünsenize. Türbanın, imam hatiplerin, izinsiz kuran kurslarının ‘devlet’ eliyle yaygınlaştırılıp, islamın siyasallaştırılmasına engel olalım derken işin özünü gözden kaçırmayalım. İnançlara saygılı olmak zorundayız. Gıda kodeksinin ilgili maddesi gözden geçirilse iyi olur.
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2005
<B>SANAT,</B> tasarım, mimarlık alanlarının ünlü yayıncısı, Almanya kökenli <B>Tacshen</B> yayıncılık 25’inci yıl şerefine bir dizi kitap yayınlamış. Bunlardan biri de <B>Fashion Now... (Şimdiki Moda gibi çevrilebilir.) Fashion Now’da Terry Jones ve Avril Mair dünyanın en önemli 150 tasarımcısını seçmişler, onların yaşamöykülerini ve tasarım anlayışlarını kısaca özetlemişler. Kimlermiş bu dünya modasını etkileyen 150 dahi diyorsunuz değil mi? İşte listeden bazı isimler:
Nigo, Haider Ackermann, Miguel Adrover, An Vandevorst & Filip Arickx, Joesph Corre&Serena Rees, Azzedine Alaia, Jean Touiou, Giorgio Armani, Christopher Bailey, Richard Bengtsson&Edward Pavlick, Antonio Berardi, Dirk Bikkembergs, Manolo Blahnik, Hardy Blechman, Veronique Branquinho, Zowie Broach&Brian Kirby,Barbara Bui, Burberry, Cacharel, Ennio Capasa, Pierre Carrilero, Roberto Cavalli, Celine, Chanel, Chloe, Benjamin Cho, Susan Cianciolo, Jean Colonna, D&G,Diesel, DKNY, Alber Elbaz, Eley Kishimoto, Emporio Armani, Tom Ford, Givenchy, Gucci, Hermes, Tommy Hilfiger, Kenzo, Michael Kors, Sophia Kokosalaki, Lacoste, Helmut Lang, Lanvin, Levi’s, Marcus Lupher, Marni, Stella Mccartney, Missoni, Miu miu, Issey Miyake, Anna Molinari, Kostas Murkudis, Nina Donis, Rick Owens, Pierrot, Prada, Carlo Rivetti, Emanuel Ungaro, Dirk Van Saene, Yoji Yamamoto, Milan Vukmiroviç, Donatella Versace, Louis Vuitton, Hüseyin Çağlayan.
Bazı isimler tanıdık, bazıları Türkiye’de hiç duyulmadık... Eee son sayımlara göre tüm dünyada her yıl moda okullarına kayıt yaptıranların sayısının on bin kişiye ulaştığı düşünülürse birçok moda tasarımcısının ismini bilmememiz normal.
Normal olmayan, tekstil ülkesi olmakla öğünüp, bu listeye tek Türk sokamamamız. Hüseyin Çağlayan mı? Fashion Now’da Hüseyin Çağlayan’ın özgeçmişinde şöyle yazıyor: ‘1970 doğumlu Çağlayan İngiltere’de ortaya çıkan en orijinal moda tasarımcılarından biri...’
Dünya modasını etkileyen 150 tasarımcı arasında tek Türk yok. Dolayısıyla dünya modasına damgasını vuran Türkiye’den ortaya çıkan bir dünya markası da yok... Modada ‘marka’ olmak için istediğiniz kadar pazarlama stratejilerini kullanın, istediğiniz kadar reklama para yatırın eğer orijinal fikirlere sahip tasarımcılarınız yoksa sonuç sıfırdır Şekil birde görüldüğü gibi sıfır...
Çözüm? Moda tasarım okullarımızda türbanı serbest bırakmak... Ya da imam hatiplileri bir katsayı düzenlemesiyle moda tasarım okullarına öncelikle almak... Süper olur. Gelecek on yıl içinde bu listeye tesettür mayoları isim yapmış bir türbanlı, bir de imam hatip mezunu tasarımcı sokmazsak ne olayım.
Acıbadem’den Koç’a
GEÇEN salı Acıbadem Hastanesi’nden perşembe sabahına ‘endoskopi’ için randevu aldık. Çarşamba akşamüstü cep telefonuna mesaj geldi: ‘Yarın 9.30’da endoskopi randevunuz var. Bekliyoruz... Gelemeyecek olursanız lütfen haber verin.’
İyi bir CRM (Müşteri İlişkileri Yönetimi) uygulaması. Küçük bir anımsatma ama verilen hizmete büyük değer katıyor, tüketiciye dokunuyor, markayı tüketiciyi ‘önemseyen’ marka haline getiriyor. Hem de zaman satan bir işletmede ‘boş zaman’ kullanımının önüne geçmeye çalışıyor. Acıbadem yöneticilerini kutlarım.
Asıl değinmek istediği ise Koç Holding ve CRM uygulamaları... Yıllardır Arçelik kullanırım, Migros’tan alışveriş ederim. Her seferinde kimlik bilgilerim alınır, Migros kart çekilir, benimle ilgili bilgi biriktirilir de biriktirilir... Sonuç? Bugüne kadar ne Arçelik’ten ne Migros’tan ne de herhangi Koç markasından ne bir mektup aldım, ne bir mesaj ne de bir e-posta. Bugüne kadar ‘Lütfen gelin şunu şu fiyata alın... Ya da şunu alırsanız şu da hediyesi’ diyen hiçbir Koç mesajı bana ulaşmadı.
Bildiğim Koç Holding’in CRM amaçlı Bilgi İşlem altyapısına çok fazla önem verdiği. Bu konuda en iyilerden biri Koç. Koç Ailesi de bu konuda yatırım yapmaktan kesinlikle kaçınmıyor. Koç hep bu konuda ilkleri deniyor. Ama sonuç? Bilgi toplanıyor... Belki analiz de yapılıyor. Ama helva yapan yok. Neden? Gerçekten merak ediyorum neden? Merak ediyorum, yoksa birileri CRM yapıyormuş gibi yapıp birileriniyanlış mı yönlendiriyor?
Yazının Devamını Oku