8 Eylül 2005
Devlet Tiyatroları’nda <B>Bakan Atilla Koç’un yarattığı kaotik ortam </B>katlanarak büyüyor. İsminin açıklanmasını istemeyen, 20 yıldır Devlet Tiyatrosu oyuncusu okurum, sinirlenip bir e-posta göndermiş. Paylaşmakta fayda görüyorum:
‘Hep televizyonculardan görüş alıyorlar. Tiyatroculardan görüş alan yok.. Zaten sorun orada..
Adam Ankara’da oyuncu kadrosunda ama İstanbul’da oturup 4 senedir dizilerde oynuyor. Görüş verenler hep bunlar. Örneğin Ahmet Mümtaz Taylan..
Öyle örnekler var ki. Bursa’da kadrolu olup 5 yıldır İstanbul’da oturan da var, Adana’da görevli olup Amerika’da yaşayan da, özel tiyatrosu olup kadrolu göreve devam edip 13 yıldır tek oyunda oynamayan da...
Bir de sahneye oyun koyma rezaleti var. Adamını bulup oyun sahneye koyan iki ay çalışıyor 10 ay yatıyor. Sonra gelsin diziler, özel oyunlar... Sonra ikramiyelerle birlikte ayda 2.5 milyar devletten cebe..
İşler karışınca öne hep aynı isimler çıkıyor.
Örneğin Can Gürzap... ‘Özel Tiyatro izleyicisi Türk vatandaş değil mi’ demiş. Vay bee!.. Bar açanlara da kızmayalım o zaman.
Giden Genel Müdür iyi insandı.. Sözümüz yok.
Yerine gelen dramaturg’muş. İtirazlar bu yüzden. Gencay Gürün de dramaturg’du! Trabzon Devlet Tiyatrosu müdürü Murat Gökçer baletti. Gerçekten... Şişman olduğu için, soyadı kontenjanından, baleden ayrılıp tiyatro kadrosuna girdi ve müdür oldu.
Şu anda istifalar falan yok. Sadece müdürlük görevlerini bırakıyorlar. Tekerlerine çomak sokulmasın diye.
Ünlü klip yönetmeni Deniz Akel (Ebru Akel’in ablası) aslında Devlet Tiyatrosu oyuncusu bilir misiniz?
6 senedir kimse neredesin demez.
Mahir Günşiray sadece özel tiyatro patronu değildir. Devlet Tiyatrosu oyuncusudur da. Ama son altı yılda bir kez oyunda rol almıştır.
Bu nedenle herkes oyun yönetmek ve iki ay çalışıp maaşın üstüne yatmak istiyor.
6 yılda 2 ay çalışılıp alınan para neredeyse Tarkan’a yakın. 180 milyar..
Adımı vermeyin. Çünkü tiyatro istila halinde, cadı avı yapılıyor. Herkes kaytarmanın peşinde.
İşin acısı şu ki, her gelen Bakan bu tekere çomak sokmaya çalıştı. Hepsi biliyordu bu işi. Ama medya popüler sanatçıların yanında oldu...’
20 yıllık tiyatro sanatçısı bir de madalyonun diğer yüzünü görmemizi sağladı. ‘Ezildiğini’ hisseden popüler olmayan sanatçıların yüzünü..
Filler tepişiyor, bazıları da ezildikçe eziliyor galiba...
Yalnııız...
İki konuyu birbirine karıştırmamak gerek.
Lemi Bilgin’in ‘Atama taleplerine boyun eğmeyip’ görevden alınması başka bir konu.
Devlet Tiyatroları’nda performansa göre yapılanma ayrı konu.
Devlet Tiyatroları performansa göre yapılansın da, Kültür ve Turizm Bakanlığı yeniden yapılanmasın mı?
Ya TRT?
Üniversiteler? Diğer Bakanlıklar? TEK, Karayolları...
Sadece varlık olarak görev başında bulunmak, ücret almak için yeterli mi? Performansa dayalı ücretlendirme sorunu sadece Devlet Tiyatroları’nın değil, tüm devlet kurumlarının sorunu...
Lemi Bilgin niye görevden alındı diye tartışırken, hedefi şaşırmayalım...
Kutlarım
Tuğçe Kazaz’ın ‘yabancı damatla’ nikahı 15 gün ertelenmiş. Kazaz’ı kutlarım... Gündemde bir 15 gün daha kalmak için bundan iyi yol bulunamazdı. Bence nikahı bir 15 gün daha ileri atarlarsa, karı-kocanın, yeni bir ‘yabancı damat’ dizisinde başrol oyunculuğu teklifi alacakları kesin..
Baydı..
Ahmet Hakan’ın ‘Değiştim, değişmek üzereyim, değişiyorum, değişeceğim’ yazıları resmen baydı. Beğenirim-beğenmem, kızarım-kızmam, o benim sorunum ama ben Ahmet Hakan yazısı okumak istiyorum.
Ahmet Hakan’ın değişmek fiilinin değişik hallerini denediği yazıları değil..
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2005
Sizin de dikkatinizi çekmiştir. Gazete sektörümüzde <B>herkes ‘Hürriyet’ olmak istiyor.. ‘Hürriyet’in en küçük hataları bile abartılıyor. ‘Hürriyet’in köşe yazarları ince elenip sık dokunuyor. Hürriyet’in yenilikleri taklit ediliyor.
Gazete sektöründe bir ‘Hürriyet’ takıntısıdır gidiyor.
Hatta ‘Hürriyet’ imaj, pazar, etkinlik liderliğini inatla sürdürdükçe Hürriyet ‘takıntısı’ takıntının ötesine geçip ‘Hürriyet saplantısı’ hastalığına dönüşüyor.
Anlayacağınız Hürriyet çok bilinen bir reklam kampanyasının sloganı ile anlatırsam ‘çok oluyor’..
Sonuç?
Hürriyet daha da güçlenerek yoluna devam ediyor. Aslı varken kimse ‘Hürriyet gibi’ olmaya çalışanlara prim vermiyor..
Böyle basit bir pazarlama ilkesini niye bazıları anlamıyor ben de bunu anlamıyorum.
Bu kadın müthiş..
Ajda Pekkan’dan söz ediyorum..
Geçen Perşembe akşamı Harbiye Açıkhava’da BKM’nin organizasyonunu üstlendiği Ajda Pekkan ve Yaşar’ın konserindeydim.
Niye yalan söyleyeyim, Yaşar’ı çok severim, konsere Yaşar’ı dinlemek için gittim. Ajda Pekkan’ın sahne performansına karşı oldum olası önyargılıyımdır.
Ne albümünü alırım, ne konserine giderim, konuşmasını yapmacık bulurum, şarkıları duygusuz okuduğunu düşünürüm falan filan..
Daha da ileri gidersem ‘Süperstar’ devrinin bittiğini düşünürüm. Daha doğrusu düşünürdüm.
Perşembe gecesine kadar..
Perşembe gecesi konser bittiğinde Ajda Pekkan’ı avuçlarım patlayıncaya kadar alkışladım..
Kadınlar ‘Kendine bakmak nedir’ sorusuna yanıt arıyorlarsa Ajda Pekkan’ı yakından izlesinler. 56 yaşında..
Sahneye öyle ‘açık’ bir kıyafetle çıktı ki.. Çoğu kadın bu yaşta ne bacağını öyle açabilir, ne göğsünü.. Demek ki açılabiliyormuş.. Taş Ajda Pekkan’ın yanında çatlar.
Şovun bir yerinde Pekkan kırmızı sütyenini bilinçli bir çaba ile olduğu gibi ortaya çıkardı. Müthiş bir görüntüydü.. Bu görüntünün konseri izleyenlerin beyinlerinden uzun süre silineceğini sanmıyorum.
Ajda’nın sahne performansına da hayran oldum. Orhan Gencebay’ın şarkıları Bir Teselli Var’ı ve Dert Bende’yi Gencebay’dan sonra en iyi yorumlayan sanatçı olduğunu bir kez daha kanıtladı.
Birlikte söylenen şarkılarda, Yaşar kusura bakmasın ama, Yaşar’ı ezdi geçti. Arabesk söyledi, Gregorian söyledi, pop söyledi, Fransızca söyledi, İngilizce söyledi..
Sesinin ne kadar güçlü bir ses olduğunu dosta düşmana (düşman burada ben oluyorum) kanıtladı.
Ajda’nın tek sorunu arkasındaki orkestra.. Sezen Aksu gibi bir orkestraya sahip olsa var ya.. Herkesi uçurur, konserlerine bir giden bir daha gider..
Yaşar’a gelince.. Yaşar’ın şarkılarının gücü tartışılmaz. Ama sahnesi sorunlu.. Sahneye ilk çıktığında giydiği kıyafet, kot pantolon gömlek, çok sevimsizdi.
Ajda Pekkan’la sahne aldığında giydiği siyah smokin tarzı takım elbise ise çok yakışmıştı. Çünkü Yaşar’ı en az on kilo zayıf gösteriyordu..
Yaşar sahnede dans etmiyor, sanki Kung Fu yapıyor. Suratı çok sevimli ama Kung Fu yaparken şekilden şekle giriyor, bazen Kuzuların Sessizliği’ndeki Hannibal gibi dişlerini sıkıp sinirli bir görüntü sergiliyor..
Yaşar’ın bir on kilo vermesi şart. Bir de kendine bir ‘imic maker’ bulması.. Bir de sahnedeki hareketleri ve dansları için bir kareograftan yardım alması.
Yaşar’ın önü çok açık..
Şarkılarından etkilenen hayran kitlesi katlanarak büyüyor.. Şarkılarına imajıyla da destek olursa Yaşar’ı kimse tutamaz.. Ya olmazsa? Kayahan kategorisinde kalır.
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2005
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın ‘Ulusa Sesleniş’ programının ciddi takipçisi oldum. ‘Ulusa sesleniş’ dedi mi evde akan sular duruyor. Geçen hafta yine bir tane yakaladım. Soluk soluğa izledim.Başbakan’a önerim bu programın adının ‘İşitme Engelliler İçin Haber Bülteni’ şeklinde değiştirmesi. Yaptığı abartılı el kol hareketleri ile ‘Ulusa Sesleniş’ önerdiğim ismi daha çok hak ediyor.Bir de ışık ve makyaj sorunu var. Bir ışık bir Başbakan’ın suratında bu kadar patlayabilir. Bir makyaj ancak bu kadar kötü olabilir. Işıkçı ve de makyajcı kesinlikle Tayyip Erdoğan düşmanı. Kesinlikle işten atılmalılar.Dekor her zamanki gibi derinliksiz ve demode. Hiç olmazsa haberlerdeki derinlikli çekimler örnek alınsa. Şöyle ultra modern bir arka plan tasarımı yapmak zor mu? Kesin yönetmen de Tayyip Erdoğan düşmanı. Hemen atılmalı.Geçen programı ‘çok rakam söyleniyor, izlemek zor’ diye eleştirmiştim. Bu programda bazı rakamlar ekrana yazı olarak da geldi. Ama nasıl yazı? Demir perde ülkeleri bundan 40 yıl önce kesinlikle daha iyisi yapılabilirdi. Elektronik grafikçi de düşman. Atın.İçerik? Önce ‘Formula 1’i yetiştirdik bazıları şişti’ övünmesi, peşinden ‘ülkeyi duble yollarla ördük’ açıklamaları (Bu arada yapılan bir takım kalitesiz duble yolları ‘aşamalı kalite’ tanımlaması ile aklayan metin yazarını yaratıcı buluşu için kutlarım), sonra ‘yeni eğitim dönemine hazırız’ propagandası. Temmuz ayında Başbakan en çok ‘Kürt sorunu’ ile uğraştı. Niye bu konuda en ufak bir bilgi yok? Hem de Erdoğan’ın yumuşak karnı tam da bu nokta iken. Danışmanları da metin yazarını da atın. Hepsi düşman.Her şeye sıfırdan başlayın Sayın Başbakan. Çünkü ‘Ulusa Sesleniş’in tutulacak hiçbir tarafı yok. Ulusa bu haliyle seslenmeseniz daha iyi.. Şu aşağılık kompleksinden kurtulalımNEW Orleans’daki kasırga felaketi ABD ile ‘gelişmekte olan’ ülkelerin imajını eşitledi. Amerika istediği kadar felaket bölgesinden akan görüntüleri sansürlemeye çalışsın takke düştü kel göründü. Kasırga eşitlik sağladı. Kasırga Süpergüç falan dinlemedi ABD’yi dize getirdi. Varolan yoksulluğu, diğer ülkelerle olan ‘hazırlıksızlık’ eşitliğini ayna gibi ortaya çıkarttı.Ancak kimse ‘Yaşasın! Süper güçten kurtuluyoruz’ diye sevinç naraları atmasın. Amerika çözüm toplumu. Amerikalılar düşünürler, taşınırlar yaşadıkları imaj krizini bir fırsata dönüştürmenin yolunu bulurlar. Gerekirse gelecek başkanı siyah ırktan bile seçerler. New Orleans’ın da en kısa sürede dünyanın en çekici turizm merkezlerinden biri olacağından kimsenin şüphesi olmasın. Hatta Amerikalılar yapacakları iletişim kampanyası ile de ‘New Orleans’ın yeni yüzünü dünyaya ilan edip, Hollywood’un güzel Türkçemize armağan ettiği bir ünlemle hepimize ‘Vaauuvvv’ dedirtirler..Biz kendimize bakalım. Gelişmiş ülkelerin ‘gelişmişlikleri’ karşısında duyduğumuz aşağılık duygusundan kurtulmak en iyisi. Bizde de her şey var. Bu gerçeğe inanmadığımız için helva yapamıyoruz. Önce kendimize, yapabileceğimize, inanmalı çözüm toplumu olmalıyız. Ve de komplo teorisi üretmekten vazgeçmeliyiz. Hiçbir sorunun kökü dışarıda değil. İçeride. İnanırsak çözeriz.Yoğurt nereden çıktıSERTAÇ Oral isimli bir okurumdan dün günün anlam ve önemini belirten bir e-posta aldım. Dün Pınar’ın siyahi tombiş kadınların dansettiği Yoplait reklamını eleştirmiştim ya. Sertaç da bu konuya fikir yürütmüş: ‘Yoğurt gibi Türkiye’nin ülkenin geleneksel değerlerinden birisini pazara sunmak için Pınar’ın Amerikalı bir şirketin (herhangi bir başka ülke de olsa durum değişmezdi) ne gibi bir yardımına ihtiyaç duyduğunu benim aklım almıyor doğrusu. Pınar kendi markasıyla meyveli yoğurt çıkarsa pazara, Yoplait ile ortak olduğu duruma göre bir takım engellerle mi karşılaşacaktı? Hani Amerikan markası Amerika’da ürününü pazarlamak için bir süt ve yoğurt uzmanı Türk firması Pınar’dan yardım istese, orada da ‘İşte yoğurdun anavatanından Pınar’ gibi bir mesajla pazara girse anlarım. Benim tepkim başlangıçta milliyetçi bir yaklaşım içermiyordu açıkçası ama reklamı 1-2 kez izledikten sonra bizim insanımız bu kadar mı vatanından milletinden bunalmış diye bozulmaya da başladım açıkçası. Yurtdışında bir süre çalıştım, son 1 yıldır da İtalya’da idim. İnsanımızın yabancı hayranlığı oralarda kaldığım süreler boyunca bana giderek daha da anlaşılmaz bir konu olarak gelmeye başladı. Hayran olunacak özelliklerin çoğu bizdeyken ve yabancıların da çoğu bize gıptayla bakarken bizim kendimize yabancılaşmamız ve anlamsız yabancı değerlere kendimizi kaptırmamız yanlış geliyor bana Hele de böyle ‘yoğurt’ gibi halis muhlis Türk kökenli bir ürünü pazarlamak için Amerikan markasından destek uman Türkiye’mizin en başarılı şirketleri beni gerçekten çok şaşırtıyor.’Yoo. Serdar. Bence hiç şaşırmamak ve Pınar’a haksızlık yapmamak lazım. Sence değişmesi gereken biz mi? Pınar mı?
button
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2005
<B>AY</B> sonu geldi mi dört gözle TNS Piar’ın <B>‘Liderlerin Form Grafiği’</B> araştırmasının sonuçlarını bekliyorum. Sonuçlar birkaç gün bile gecikse meraktan çatlayacak hale geliyor, TNS Piar’ın Araştırma Yöneticisi <B>Bengi Özboyacı</B>’nın tepesinde boza pişirmeye başlıyorum.Bengi’nin önemli bir özelliği var. Cep telefonunu reddediyor. Bengi’yi mesleğe başladığının ilk günlerinden beri tanıyorum. Ne kadar ısrar ettiysem cep telefonu aldıramadım. Bengi, cep telefonu müessesesini ‘sinir bozucu’ bulduğu için kullanmayı reddediyor. Beni de bu özelliğiyle çileden çıkarıyor. Çünkü cep telefonundan ona ulaşamayınca zırt pırt arayıp ‘Hadi Bengi, nerede kaldı sonuçlar, Türkiye merakta’ diye yeterince taciz edemiyorum.
Neyse ki Bengi bu ay, ben daha ‘taciz’ aşamasına geçmeden ağustos sonuçlarını gönderdi. Anımsarsanız Başbakan Erdoğan, temmuz ayında küçük de olsa bir form artışı yakalamıştı. Ağustosta ise 2002 Kasım ayından bu yana düşmediği bir performans seviyesinin altına düştü. Erdoğan’ın temmuz ayına ait form puanı yüzde 36.5. Bu temmuza göre 7 puanlık bir düşüş demek. Daha doğrusu resmen çakılma.
Erdoğan niye çakıldı? Ağustosda Erdoğan ne yapmıştı? Büyük bir cesaretle ‘Aydınlar’ üzerinden terör örgütü PKK’ya ‘silah bırak’ mesajı vermişti. Başka? Diyarbakır’a gitmiş ve ‘Kürt sorunu’nu meydanlarda dile getirmişti. Erdoğan’ın bu çıkışının daha önce onu onaylayanların bir kısmı tarafından onaylanmadığı ortada.
Bakalım Erdoğan nasıl bir strateji uygulayacak. Sırtını rakamlara dönüp orkestrayı ‘gerçek bir lider’ gibi yönetmeye kalkarsa olacaklar ortada. Yüzünü halka dönerse de... Erdoğan’ın durumu iki uçuna reçel sürülmüş değnek anlayacağınız.. ’Kürt sorunu’ Erdoğan’ın elinde patlayacakmış gibi görünüyor.
Tamam Erdoğan popülarite kaybediyor, AKP’ye de popülarite kaybettiriyor. Peki kim popülarite kazanıyor? Doğruyu söylemek gerekirse hiç kimse... Türkiye’de alternatif lider boşluğu sürüyor. Alternatife alternatifler var. Hálá hiçbiri yeterince onaylanmış görünmüyor. Türkiye liderini arıyor? Yok mu doğru dürüst bir ‘imıc mimıc makır...’
Polaris Gezer’i geçti
MARKA ligimizde bu hafta yine terlikler var. Bu yaz terlikçilerin sesi eski yazlara göre fazla çıkmadı. Biz de ‘marka liginde durum ne’ diye merak ettik. TNS Piar 18 yaş üstü kır-kent, erkek-kadın temsili 2 bin 013 kişiye ‘Aklınıza gelen 3 terlik markası nedir’ diye sordu.
Sonuçlara göre 1594 kişi, yani görüşülenlerin yüzde 79’u en az bir terlik markası anımsıyor. Geçen yılın sonuçlarına göre bu oran yüzde 78’di. Terlik cephesinde, medya planlama terimleriyle ifade edecek olursak ‘ulaşım’ açısından bir değişiklik yok.
Marka ligi değişmiş ama. Polaris bu yıl ünlü kullanmamasına rağmen yüzde 64.1 anımsama oranıyla Gezer’i hafiften sollayıp geçmiş. Geçen yılın sonuçlarına göre Gezer yüzde 66.1 oranıyla ilk, Polaris ise yüzde 53.7 ile ikinci sırada idi.
Terlik kategorisinde akıllardaki ilk dört marka değişmemiş görünüyor. Beşinci ve altıncı sıralara iki marka yerleşmiş. Biri Twigy (yüzde 3.6) bir diğeri Arrow (yüzde 2.1) Arrow’un ‘Tek Benzeri Öteki Teki’nin sloganının bu kategorinin en yaratıcı sloganı olduğunu daha önce söylemiştim. Terliğin en ‘Gerilla Pazarlamacısı’ ise Twigy. Carry Otis stratejisinin kadını harekete geçirip Twigy’yi lige soktuğunu gösteriyor.
Gerilla pazarlaması da ne demek diyorsunuz değil mi? Anlatayım. Gerilla pazarlaması en geniş anlamıyla ‘nerede’ iş yapacağını bilmek demek. Yani herkese her şeyi satamayacağını bilmek. Yani nerede oynayacağını bilmek kadar nerede oynamayacağını da bilmek. Twigy’nin ‘terlik adamlarının’ nerelerde oynadığını izleyin ne dediğimi anlarsınız.
Gerilla pazarlamasını nasıl öğrenebilirim diyenlere Jay Conrad Levinson ve Al Lautenslager’in 2005’te çıkan ‘Gerilla Marketing in 30 Days-30 Günde Gerilla Pazarlama) kitabını öneririm. Yayınevi Entrepreneur Press...
Korkacaksa Kadir İnanır korksun
KADİR İnanır bu kez ‘Asarım, keserim, çok fazla reklamda oynuyorsun diyenin ağzını cart diye yırtarım’ diyen Brillant perde reklamında. Her nedense Brillant reklamı Kadir İnanır’ın perde reklamında oynamasını aklayan bir eksene oturtulmuş. Niye? Anlamak pek mümkün değil. Her ‘markam var oynar mısın’ diyene ‘evet’ diye giden Kadir İnanır. Brillant’a ne oluyor ki! Eğer Kadir İnanır verilecek mesaj, yaratılacak marka özü için doğru ünlü ise yaparsın reklamını, bakarsın işine..
Bu korku niye? Korkacaksa Kadir İnanır korksun. Gerçi onun da korkacağı bir şey yok. ABD’nin ünlü komedyeni Bill Cosby 10’dan fazla markanın reklamında oynadı, karizmasından da hiç birşey kaybetmedi. Brillant’ın ‘esas ikna’ alanını bırakıp tribünlere oynaması yanlış.
’Kadir İnanır’da perdenin devi Brillant da’ mesajı ise iki anlamıyla hoş bir mesaj olsa da kanıttan yoksun. Dolayısıyla bu reklam sadece Brillant’ın farkında olma oranını arttırır. Kadir İnanır’ın ‘haber olma potansiyeli’ ile Brillant biraz gündemde kalır. Artan farkında olma oranıyla birkaç puan pazar payı kazanılır. Uzun süreli ‘iknanın’ gerçekleşmesi ise zor. Hangi kadın Kadir İnanır’ın ‘perde’ uzmanı olduğuna inanır. Ya da Kadir İnanır’ın kullandığı perdeyi bir ‘arzu nesnesi’ haline getirir?
Bu kadarı da Yoo... Yoplait..
PINAR Yoplait Light lansmanı yapıyor. Yoplait, ABD’nin en tanınan meyveli yoğutlarından biri. Reklamda kilolu siyah tenli kadınlar, kilise korosu müziğini andıran bir müzik eşliğinde dansediyorlar. Pınar belli ki, maliyette etkin davranmış, ABD’de yayınlanan reklamları Türkiye’de de yayınlama kararı almış.
Amerika kökenli Yoplait reklamı eğlenceli bir reklam kabul ediyorum ama Türkiye’deki tüketiciyle o kadar ilgisiz ki. Reklam, Yoplait’in ABD’de tanınan bir marka olduğunu söylüyor. Bu konuda sorun yok. Ama bir de markayı kilolu siyahó kadınlara önerilen bir marka yapıyor. Sorun burada. Türkiye’de yiyecek kategorisinde böylesine bir ‘yabancı imaj’ işe yaramıyor. Benden söylemesi. Yerelleşmekte fayda var...
Çekirgelik
Başarının anahtarını nedir bilmiyorum. Başarısızlığın anahtarı ise herkese hoş görünme çabasıdır...
(Bill Cosby)
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2005
Turkcell’in Kardelen Projesi saygı duyulacak bir proje. Güneydoğu’dan, Doğu’dan beş bin kızımıza geleceğin kapılarını aralıyor. Sezen Aksu da çıkardığı albümle, bu projeye sanatçılığına çok yaraşan inanılmaz bir destek veriyor. Turkcell ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin birlikte yürüttükleri Kardelen projesine Sezen Aksu’nun yaptığı bu desteği duymayan kalmadı. Sezen Aksu Turkcell sponsorluğunda il il gezip Kardelen konserleri düzenliyor. Buralarda Kardelen albümünün CD’leri, kasetleri satılıyor (konser başına 600-700 adet albüm satlıyormuş). Sezen Aksu’nun Kardelen şarkıları dilden dolaşıyor. Albüm gelirleri 5000 kızımıza yol, su, elektrik olarak geri dönüyor.
Bu arada Doğan Müzik Company’de Kardelen albümünün dağıtımını üstlenmiş durumda. 150 bin adet albüm Turkcell bayilerine dağıtılmış, 50 bin adet ise müzik marketlere. Turkcell’in önerdiği satış fiyatı 6.5 milyon lira. Şimdi sıkı durun. Bazı müzik marketler, kocaman kocaman hipermarkerler ne yapıyormuş biliyor musunuz. Kardelen’e 10 milyona yakın fiyat koyuyorlarmış. Yuh demek istiyorum. Yuh. Gerçekten yuh. İnsanda biraz sorumluluk duygusu olur. Biraz. Eğer Kardelen’e 10 milyon koyarsanız Kardelen’in satışlarını azaltmaz mısınız? Belki siz az satışla da çok kazanırsınız ama ya 5000 Kardelenimiz? Açgözlülüğün bu kadarı fazla. İndirin Kardelen’in fiyatlarını. Elinizi vicdanınıza koyun. İndirin.
Hürriyet Cuma’nın gücü
Çılgın Türkler’i iki aydır Hürriyet Cuma’da tanıtıyoruz, daha iki ay önceki ilk yazıda ders kitabı olmasını önermiştik. CHP milletvekilleri geçen hafta meclise ‘Çılgın Türkler orta ve ilköğretimde’ ders kitabı olsun diye önerge verdiler. Kitap 50’nci baskıyı zorluyor.
Tan’ın albümünü yorumlarken ‘Yeni bir Tarkan doğuyor’ demiştim. Tan’ın albümündeki ilk şarkı dillerde. Tan yavaş yavaş basamakları çıkıyor. Doğru şarkılarla ikinci albüm gelirse Tan en ‘cool’ popçulardan biri olmaya aday.
Şimdi de diyorum ki ‘Lo Lo Lo’ albümüyle çıkışa geçen Tuğba Özerk’e dikkat. Geçen pazar akşamı Rasim Öztekin’in TRT’deki Gece Dürümcüsü programına birlikte katıldık. Çok sempatik, çok samimi. Öne çıkacak davranışları iyi yönetilirse kesinlikle Türk popunun kendini tekrar ettiği şu günlerde bir umut ışığı olabilir. ‘Lo Lo Lo’ albümü biraz ‘Ne buldunsa koy’ albümü olmuş. Tuğba sesinin her türlü halini şarkılarda denemiş. Bazı şarkılar var ki Tuğba’nın kendi sesine çok iyi gidiyor. Tuğba kendi olmalı, başkalarını asla taklit etmemeli. Bir de ilk günlerde fotoğraflarındaki, klibindeki ‘çıplaklığın’ dozunu iyi ayarlamalı. Çıplaklık çabuk dikkat çeker ama dozu iyi ayarlanmazsa çabuk da tüketir. Aman dikkat...
Bu ne biçim Tatlı Cadı
Tatlı Cadı’ya ne kadar sevinerek gittiğimi anlatamam. Nasıl sevinmem. Televizyonla tanıştığım ilk günlerdeki vazgeçilmez dizim. Beni reklamcılık mesleğinin arka planıyla tanıştıran dizi. Samantha Stephens, Darren, Elenor... Ve de kıskanç komşu Glaydes. Hálá siyah beyaz görüntüleri kafamda. Sıcak, gülümseten görüntüler.
Tatlı Cadı’nın 2005 versiyonu ise bir hayal kırıklığı. Nicole Kidman’ın mükemmel Tatlı Cadı yorumu da filmi kurtarmaya yetmiyor. You’ve Got Mail, Sleeples in Seattle ve When Harry Met Sally gibi romantik komedilerin senaristi Nora Ephron öncelikle senaryoda çuvallamış. Televizyon dizisini sinemaya uyarlamak kolay iş değil. Ephron işin içine romatik aşk falan ekleyeyim demiş ama ortada klasik Tatlı Cadı tadından eser yok. Bazı bölümler sıkıcı. Ephron aynı zamanda yönetmen. Ama yönetmenliğini eleştirmeye gerek yok. Film daha senaryoda çöküyor. Keşke hiç bu filmi çekmeselermiş. Keşke hayallarimdeki Tatlı Cadı ile yaşasaymışım. Filmin sonundan anladığım Tatlı Cadı 2 de çekilecek. Umarım bir kez daha bu kadar kötüsünü çekip Tatlı Cadı anılarımıza ihanet etmezler...
CUMA İTİRAFI
Neden 10; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 39; İl: Bursa
Evliyim. Bir sevgilim var. Onu seviyorum. O da beni seviyor. Çocuklarım var. Bu yüzden, evlenemeyeceğimizi kabul etti. Bu şekilde devam etmeye razı olmasına rağmen, onun hayatına ipotek koymak istemediğim için, kendisine, uygun birini bulmasını tavsiye ediyorum. Benim zorlamam sonucunda ‘Tamam’ dedi; ama bu sefer ben huzursuz oldum. ‘İnternetten olmadık birine takılır’ düşüncesi ile farklı bir hesap yarattım ve başka bir insanmışım gibi kendisiyle yazışmaya başladım. Tüm özelliklerini ve isteklerini bildiğim için etkilemem zor olmadı. Şimdi tanışma aşamasındayız. Tanışma nasıl olacak bilmiyorum. Ayrıca tüm bu olanları en ince detayına kadar bana anlatıyor. Şimdi ben ciddi ciddi kendi yarattığım karekteri kıskanmaya başladım. Ne yapacağımı bilmiyorum. Umarım sonu iyi olur.
Yorum: İnternette aşk ahlakı diye de birşey olmalı canım. Şimdi düşünsenize bu kızcağızın durumunu. Kimbilir ne hayallar kuruyor.Beyaz atlı prensini bulduğundan emin. Düşler aleminde. Bilse beyaz atlı prensinin sütçü beygirine binmiş bir köle olduğunu. İnternetten aşk arayanlar aman dikkat. Karşınızdaki eski sevgiliniz, karınız, kocanız, patronunuz hatta anneniz, babanız olabilir. Yoğurdu üfleyerek yeyin, yoksa olacaklardan sorumlu değilim.
CUMA LAKIRDISI
Hayatım boyunca görüşlerim değişti, değişiyor, ve değişecek.. Değişim atının terkisine atlamış, uzak ufuklara doğru mutlu mesut yol almaktayım...
(Ahmet Hakan)
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2005
<B>Zaman Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı </B>‘dinci gazeteler’ tanımlamasından rahatsız olduğunu geçen gün köşesinde yazdı. Dumanlı’ya göre dünyanın başka ülkelerinde de salt dini yayın yapan gazeteler, televizyon kanalları olduğunu söylüyor.
Türkiye’de ise amaç nitelemek değil kötülemekmiş!
Dumanlı’nın dediği gibi dünyanın başka ülkelerinde de salt din referanslı medya markaları var.
Örneğin ABD’de birkaç dini televizyon kanalı ve gazete var.
Ancak bunlardan hiçbiri her Allah’ın günü Amerikan ordusunu zayıflatmak için bilip bilmeden ‘örtülü’ yayın yapmıyor.
Türkiye’de ise çoğu hedef aşıldı, artık neredeyse tek hedef ordu..
Türkiye’yi ‘daha fazla demokrasi’ kılıfı ile daha İslami bir devlet anlayışına götürmek isteyenler (Bugün birçok bakanlıkta erkekler kadın eli sıkmıyor), önlerindeki en önemli engel gördükleri Türk Ordusu’nu her gün çaktırmadan yerle bir ediyorlar.
Güncel bir örnek vereyim.
Bir ‘dost gazetede’ yer alan eleştirisi köşesi Kronikmedya’da salı günü ‘Türk Ordusu’nun kışlası medyanın yüreğidir desek uygunsuz kaçar mı acaba’ başlıklı bir (sözde) analiz vardı.
Bu analizde, ana akım gazetelerinden birinin Türk Ordusu’nun komutanları ile ilgili bir manşeti yerden yere vuruluyordu.
Habere göre emekli olan komutanlar törende yapmış oldukları konuşmalarda eşlerinin hakkını ‘Onlar olmasa biz burada olmazdık!’ diye teslim etmişlerdi.
Haberi yapan gazeteci de ‘keşke siyasetçiler de askerler kadar eşlerinin hakkını teslim etse’ diye bir dilekte bulunmuştu.
Bu nedenle haberi yapan gazeteci ‘sivil’ olmamakla, alt anlamda da askere yalakalık yapmakla suçlanıyordu..
Dumanlı’nın belirttiği gibi dünyanın başka ülkelerinde de salt din referanslı medya var. Ama hiçbiri Türkiye’deki gibi düzeni din referanslı hale getirmek istemiyor..
Bizde ise bir grup medya, medya eleştirisi yaparken bile hıncını ‘asker’den çıkarmayı ihmal etmiyor..
Doğu’da, Güneydoğu’da terör örgütüyle mücadele eden askerlerin eşlerine moral aşılayacak bir haber bile ‘yalakalık’ olarak nitelendiriliyor.
Bu tür basın salt ‘dinci’ basın diye nitelendirilmiş çok mu?
O gün Medyakronikçilerin kendi gazetelerindeki başlık şöyle: ‘Fabrika kaçırtan katsayı saçmalığı!’
Emekli Sandığı yerli işitme cihazı bedelini düşük katsayı ile hesaplıyormuş da ithal cihaza iki misli kár veriyormuş.
Alt başlık ise aynen şöyle: ‘YÖK’ün katsayısı gibi’..
Söyler misiniz ne alakası var işitme cihazı satın alma katsayısı ile YÖK’ün meslek lisesi katsayısının?.
İnsan aklını dinle bozunca sonuç böyle oluyor işte..
Magazinin de bir namusu var..
Geçen gün Posta’nın magazin haberleri yazarı Halil Kalmuk’un ‘Neler Oluyor Hayatta’ köşesinde ‘Yasemin-Cefi Kamhi’nin küçük kızları’ ile ilgili bir haber vardı. Aynen şöyle:
‘Yasemin-Cefi Kamhi’nin küçük kızı Lara geçtiğimiz gün evde tek başına kalınca sıkılmış. Lara anne ve babasına sürpriz olsun diye hayatında ilk kez mutfağa girip yemek yapmaya kalkmış. Rosto ile mercimek çorbası pişirmek isteyen Lara, mutfağı tanınmaz hale getirmiş. Bununla kalsa iyi.. Lara yemekleri yakmış. Bu arada Lara’nın annesi Yasemin Kamhi de yemek yapmayı bilmiyormuş..’
Magazin haberi artık bu hale mi geldi?
Lara’nın rostosu ile mercimek çorbasına.. İşi buralara getirip daha sonra da niye bizi ciddiye almıyorlar demenin bir anlamı yok..
Magazinin de kendine özgü bir ağırlığı olmalı değil mi?
Yeri gelmişken Posta Gazetesi’nin mucitlerini gerçekten tebrik ediyorum. Posta, gazete işletmeciliğimizin son on yıldaki en önemli başarılarından biri..
Posta günlük ortalama 650 bin tirajı ile 25 kuruşluk kategoride en çok satan gazete..
Az yazı, çok fotoğraf ve bulmaca eki Posta’nın başarısının sırrı..
Bir de hedef kitlesine yönelik haber ve yazı bolluğuyla ‘doyurucu’ hissi yaratması vurucu gücü tabii ki..
Posta’yı her gün satır satır okuyup, Türk halkının belirli bir bölümünün ‘beğeni ve akıl’ düzeyini anlamaya çalışıyorum. Tabii bir de Posta’yı çıkaranların akıl dinamiklerini..
Çok zevkli bir alıştırma..
Size de öneririm..
Cinler, periler olayına daldılar, asla onaylamam mümkün değil. Bizimkiler de ön sayfadan girmişlerdi, bizimkileri de asla onaylamıyorum.
Bazı konular ‘rating’ alsa da nerede duracağımızı bilmek lazım..
İstifa nedeni ‘atama’ baskıları..
Lemi Bilgin’le Devlet Tiyatrosu çok iyi gidiyordu.
Lemi Bilgin’le Devlet Tiyatrosu atağa kalktı, küstürülen tiyatro izleyicisi tanıtım çalışmalarıyla geri kazanılmaya başladı.
Ancak siyaset bir kez daha iyi giden bir şeyi çorbaya döndürdü.
Lemi Bilgin’i arayıp ‘Ne oldu’ diye sordum. Yirmi dakika konuştuk..
İşin özeti şu: Atilla Koç kendi sanat anlayışını (?) Devlet Tiyatroları’na dikte ettirmeye çalışmış.
AKP’li milletvekillerinden gelen ‘atama’ isteklerine karşı koyamamış. Baskılar dayanılmaz hale gelmiş.. O da istifa etmiş..
Lemi Bilgin şimdi hakkında açılan ve açılacak soruşturmalarla, bir takım bürokrasi oyunlarıyla kamuoyu önünde ‘suçlu’ düşürülmekten korkuyor.
Üzüldüm..
Şenol Demiröz’ün de AKP’li milletvekillerinin ‘atama’ baskılarına dayanamadığı için gittiği söyleniyor..
Ne olacak bu Türkiye’nin hali..
Türkiye bilmediği her konuyu yönetme açlığında olan ve her göreve kendi adamlarını yerleştirmek isteyen bu tip siyasetçilerden ne zaman kurtulacak?
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2005
Bülent Ersoy, ‘Avukatlık ücreti’ olayının üzerinden neredeyse 25 yıl geçmiş olmasına rağmen CHP Başkanı Deniz Baykal’la ilgili yaptığı açıklamalarla gündemin tepesine oturdu. Olay sadece ‘Avukatlık ücreti’ olsa neyse...
Bülent Hanım anlatımını öyle vurgularla yaptı ki, insanlar bu vurgulamalar karşısında, ‘Deniz Baykal siyasi nüfuzunu kullanmasının karşılığını istedi’ sonucunu çıkardılar.
Baykal’ın ‘medyaya’ yaptığı ‘açıklama’ hatalarla dolu olunca da, ‘Baykal acaba yapmış mıdır’ tartışmasını alevlendirdi.
Deniz Baykal’ın imajı bu tartışmadan öyle ya da böyle ‘su’ aldı. Bülent Ersoy kafalardaki ‘dönmüş’ imajına rağmen bu olayda ‘Güvenilir’ bir kaynak rolü oynadı.
Bazıları, nasıl oldu da Bülent Ersoy, Deniz Baykal’dan daha ‘güvenilir’ sayıldı, anlamakta güçlük çekiyor. Hele de Ersoy’un ‘unutkanlık sendromu’ herkes tarafından bilinirken. Ersoy çok iyi tanıdığı kimselere bile ‘İsmin neydi senin bakayım çocuğum, daha önce görmüş müydüm ben seni... Ayy çıkaramadım’ şeklinde yaklaşıyor.
Bu kadar unutkan birinin 25 yıl önce Baykal’la arasında geçen bir olayı ‘elbise rengine’ kadar tüm ayrıntılarıyla anımsaması ve peşinden de ‘güvenilir kaynak’ sayılması,beni de oldukça şaşırttı.
Hem de yıllardır ‘dürüstlüğü’ ön plana çıkarılarak pazarlanan koca CHP lideri karşısında.
Ne oldu bu insanlara?
Ne oldu da unutkan Bülent Hanım’ı, koca CHP’nin ‘dürüst’ başkanı karşısında ‘muteber’ saydılar.
Formula 1 kentinde trafik
Geçen hafta cuma gecesi İstanbul’da, saat 10 sularında, Koşuyolu Parkı’nın kenarındaki caddeden Natilius’a doğru arabayla akıyorum.
Sağdan gelen araçlardan biri bana doğru direksiyon kırınca, birden frene bastım ve ‘güüüüm’ diye bir sesle irkildim.
Arabadan inip arkaya dolandığımda, arkadaki aracın ani duruşumdan istifade ederek iki puan almaya çalıştığını anladım.
Arkadaki araçtan da genç bir delikanlı indi. Birlikte araçlarımızı bir sigorta eksperi edasıyla incelemeye başladık.
Benim arabada bir şey yok. Onun tampon, ön taraf ciddi haşat!
Hemen 155’i aradık. Bütün hatlar dolu. Yaklaşık bir 15 dakika ‘doluluk’ devam etti.
Kaza ihbarı yaptığımızda saat tam 22.20 idi.
Tahmin edin bakalım trafik polisi kaçta geldi?
22.30 mu, hayır. 23.00 mü, hayır. 23.30 mu, hayır. 24.00 mü, hayır.
Tam 00.20’de!
Yani tam iki saat sonra.
Bu arada yaklaşık üç kez daha 155’e ulaşıp, ihbarımızı yeniledik.
İki saat ne mi yaptık? İki kazazede birbirimize hayat öykülerimizi anlatıp, akraba olduk.
Üstelik araçlarımızı çekemediğimiz için de dar yolda trafiği epeyce bir aksattık.
Gelen trafik aracının içinden çıkan polis geç kaldıklarının farkında hemen savunmaya geçti:
‘Kusura bakmayın, Kadıköy bölgesine tahsis edilmiş 11 araç var. 4’ü bozuk, parasızlıktan tamir edilemiyor, yatıyor. 3’ünün benzini yok, benzinsizlikten yatıyor. Kalan dört araç ancak bu kadarına yetişebiliyoruz...’
Bir şey diyemedim.
Nedense Formula 1 aklıma geldi. Üstünde ‘İstanbul Kazandı’ yazan afişleri düşündüm.
Doğrudur. İstanbul Formula 1’le imaj kazandı.
Peki ya gerçekler? Acı gerçekler.
Balçıkla sıvanamayan gerçekler.
TRT ‘Gece Dürümcüsü’ne yazık etmiş
Rasim Öztekin’in davetini kıramadım, pazar gecesi Antalya’daki TRT tesislerinden canlı olarak yayınlanan ‘Gece Dürümcüsü’ programına katıldım.
Bana diğer konuğun Yaşar olacağı söylenmişti ama Yaşar’ın son anda konser bağlantısı çıktığı için gelememiş.
Yerine ‘Lo Lo Lo’ albümüyle ünlenen Tuğba Özerk davet edilmiş.
Niye yalan söyleyeyim daha önce Tuğba Özerk, adını duymamıştım. ‘Lo Lo Lo’ albümünden de habersizdim.
Tuğba, çok sempatik, ne istediğini iyi bilen, 25 yaşında biri.
Henüz albümünü can kulağıyla dinlemedim. Dinlemeye hazırlanıyorum ama Tuğba’nın doğru pazarlama ve pazarlama iletişimi etkinlikleriyle hedeflediği kategoride iyi yerlere gelecek bir ‘temele’ sahip olduğunu söyleyebilirim.
Makyaj faslı bittiğinde saate baktım. Neredeyse 01.00’i geçiyordu. Program başladığında ise saat 01.30 olmuştu.
Rasim çok yaratıcı bir ‘tok şov’ formatı oluşturmuş. Açıkhavaya dürüm arabası getirilmiş, orkestra kurulmuş.
Alman dürüm dağıtıcısı, tahta sandalyede konuklar derken ortaya çok sıcak, samimi bir program atmosferi çıkmış.
Rasim’in ‘tok şov’ performansı süper. Her konuğunun yaptıklarını, söylediklerini çok analiz ettiği belli.
Çalıştığı konuları kıvrak zekasıyla birleştirince de program çok güzel bir şekilde akıyor.
Saat kaçta?
Gece yarısı üç buçukta. Evet TRT, Rasim Öztek’in gibi bir sanatçının ‘Gece Dürümcüsü’ gibi bir talk show harikasını gece üç buçuklarda yayınlayıp resmen harcıyor.
Hatta harcamış. ‘Gece Dürümcüsü’ gelecek pazar son kez yayınlanıyor. Gören oldu mu?
Satın TRT’yi.
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2005
DÜNKÜ yazılarımı ilginç kişiliğiyle dijital dünyaya damgasını vuran Steve Jobs’a ayırdım.Steve Jobs’un kurduğu Apple’dan kovulmasından, daha sonra yine büyük bir hırsla Apple’a dönüp dünyaya girişimcilik dersi vermesinden çıkarılması gereken çok ders olduğuna inanıyorum. Jobs hakkında yazılanları okuduğumda arka planda ciddi bir ‘halkla ilişkilerci’ elini de hissetmiyor değilim. Steve Jobs 1976’daki ilk Apple deneyiminden itibaren profesyonel iletişim danışmanlığına çok inanan, sürekli halkla ilişkiler firmaları ile çalışan biri.İcon: Steve Jobs isimli kitabın, kitap çıkmadan önce yayınevi ile yaşanan gerilimin bile bilinçli bir halkla ilişkiler planlamasının sonucu olabileceğini düşünüyorum. Ama Job’sun yaptıkları da ortada..Her yıl brandchannel.com 75 ülkede ‘Hayatınızı en çok etkileyen markalar’ anketi yapıyor. Bu anketin son dört yıldaki sonuçlarını dün tablo halinde verdim. Bu sonuçlara göre Apple son dört yılda sürekli ya ilk ya da ikinci marka.. Dünyanın en ünlü danışmanlık firmalarından The Boston Consulting Group’un 68 ülkede yapmış olduğu ‘Yenilik 2005’ araştırması elimde. 68 ülkedeki 940 üst düzey yöneticinin % 90’ı çalıştığı sektörde ‘tasarımın’ en önemli başarı faktörü olduğunu söylüyor.. 940 üst düzey yöneticinin ‘en yenilikçi’ gördüğü şirketlerin başında ise açık ara Apple geliyor. İkinci sırada 3M geliyor Diğerleri ise sırala şöyle: GE, Microsoft, Sony, Dell, IBM; Google, Nokia ve PG.Yukarıdaki sonuçlara ve büyüme rakamlarına baktığımızda Steve Jobs’ın Ipod’tan yola çıkarak nasıl bir Apple başarısı yarattığı gerçekten ortadaÖBir önceki yıla göre % 75 büyüme az bir şey mi?MEZUNLARA ÖNERİLER Dün saygın iş dünyası dergilerinden Fortune’un yeni sayısını okurken Steve Jobs yine karşıma çıktı. Lise mezunu Steve Jobs’un Temmuz ayında Stanford Üniversitesi mezuniyet töreninde yaptığı konuşma hala Silicon Valley kulislerinde konuşuluyor... Steve Jobs konuşmasında biyolojik annesi tarafından bir avukata ve eşine evlatlık olarak verildiğini açıklamış. Biyolojik annesi lise mezunuymuş, babası ise liseyi bile bitirememiş. Evlat edinen aile Jobs’u 17 yaşında, neredeyse tüm tasarruflarını yatırarak çok pahalı bir üniversiteye göndermiş. Jobs Üniversiteyi bırakmış..Niye? Jobs’a kulak verelim: ‘Altı ay sonra. Eğitimde bir değer göremedim. Hayatımı nasıl yönlendireceğimi bilmiyordum ve aldığım eğitimin hayatımı nasıl yönlendireceğini de.. Üniversiteyi bıraktım. O zamanlar bu karar korkutucuydu. Şimdi geriye baktığımda en doğru kararlarımdan biri olduğunu görüyorum. İlgimi çekmeyen zorunlu dersleri bıraktım ve sadece ilgimi çeken dersleri aldım.’Steve Jobs o dönemde sadece ilgi duyduğu Kaligrafi (yazı sanatı)ve tipografi derslerine girmiş. Bu dersler on yıl sonra ilk Macintosh bilgisayarı geliştirirken çok işine yaramış. Jobs bu dersleri almasaymış asla Mac’ler bugün bu kadar zengin yazı karakteri çeşidine sahip olamazmış. Hatta Windowslar bile..Çünkü Bill Gates Mac bilgisayarlar çıktıktan sonra fontları olduğu gibi taklit etmiş..Steve Jobs’un buradan çıkarak mezunlara ilk önerisi şu: İleriye bakarak noktaları birleştirmezsiniz, noktaları birleştirmenin tek yolu geriye bakmak!Jobs’ın mezunlara ikinci önerisi ise Apple’dan kovulup 13 yıl sonra aynı şirkete CEO olarak geri dönmesiyle ilgili: Yapmayı sevdiğiniz işi yapın. Ona ulaşmak için asla inancınızı yitirmeyin. Bulamadıysanız asla aramayı bırakmayın. Ulaşana kadar vazgeçmeyin!.Jobs’un Stanford mezunlarına üçüncü önerisi ise ölümle ilgili. Jobs bir gün bir yerde ‘Her günü son gününmüş gibi yaşarsan bir gün doğruya ulaşırsın’ şeklinde bir söz okumuş. O günden sonra her sabah aynaya baktığında şu soruyu kendine sormuş: ’Eğer bugün son günüm olsaydı bugün yapmam gereken şeyi yapar mıydım?’. Mezunlara da bu nedenle önerisi şu: Dogmaların esiri olmayın..Kısa süre içinde öleceğinizi düşünmek,sizi bir şeyleri kaybedeceğiniz korkusuyla düşüncelerinizin esiri olmaktan kurtarır!Steve Jobs’un Stanford mezunlarına son önerisi ise çok ilginç. Jobs 17 yaşındayken okumayı çok sevdiği Bütün Yeryüzü Kataloğu’nun (The Whole Earth Catalog) arka sayfasında bir reklam görmüş. Reklamdaki fotoğrafta sabahın erken saatlerinde bir sehirlerarası yol ve otostop yaparak maceraya davet eden unsurlar varmış. Reklamın başlığı da şöyleymiş: ‘Aç kal! Budala kal!’..Yani Jobs’un önerisi şu: Gerekirse dünyanın nimetlerinden vazgeç, okulu falan boşver ama asla maceracı ruhundan taviz verme..Nasıl ama öğütler? Çocuklarınıza böyle öğütler verilse vereni YÖK’e şikayet eder misiniz?TÜRKİYE’DE NE ALEMDE‘İki gündür Apple’ın dünya başarılarından söz ediyorsun Türkiye’de durum ne alemde diyorsunuz’ değil mi? Haklısınız ama bu konuyu geçtiğimiz Ocak ayında ele aldım. ‘Windows İmparatorluğu çöküyor mu?‘ başlıklı yazıda ‘Biz bunları Türkiye’de niye bilmiyoruz? Apple’cılar uyuyor mu?’ diye sordum. Apple’ın Türkiye’deki ortağı Koç grubu bu yazıdan birkaç ay sonra atağa kalktı. Türkiye Microsoft’un önemli pazarlama beyinlerinden Tansu Yeğen’i Bilkom A.Ş’ye Genel Müdür olarak transfer etti. Şu anda Türkiye’nin Steve Jobs’ı Tansu Yeğen anlayacağınız. Yeğen işe Bilkom adından vazgeçip Apple adını kullanmakla başladı. Bilkom’un Apple dışında ürün pazarlamasına son verdi. Son olarak da Apple Store’lar açmak üzere kolları sıvadı.Tansu Yeğen Apple’ın dünyada yakaaldığı başarıyı Türkiye’de yakalayacak mı hep birlikte göreceğiz. Yakında.ÇEKİRGELİKZamanın sınırlı, başkasının hayatını yaşamak için boşa harcamaSteve Jobs
button
Yazının Devamını Oku