Ali Atıf Bir

Bak şu konuşana

19 Eylül 2005
<B>GENELLİKLE </B>bir konuda bugünkü kadar uzun yazı yazmam. Ancak bugün bir istisna yapacağım. Zorunlu olarak. Canınızı sıkarsam şimdiden özür.‘Türk Solu’ dergisinde Gökçe Fırat normal aklın yazamayacağı son derece kışkırtıcı düşüncelere yer vermiş:

‘Her Türk, alışverişini Türk’ten yapmalı. Kürt’e aktarılan para PKK’ya gider.

Her Türk, Türkçe konuşmalıdır. Şehri istila eden Kürtler, kendi dillerini hakim kılmaktadırlar.

Türk, ancak modern şehir hayatında kendini ifade edebilir. Türk medeniyeti, köyden gelen etkilere kapatılmalıdır. Köy, her halükarda Kürtçülüğün yaşam alanıdır.

Türkler, yemeklerine sahip çıkmalıdır. Türk’ün damak tadı, Kürt yemekleri ile yer değiştirmektedir. Türk’ü kebaba, lahmacuna mahkum eden anlayışla mücadele edilmelidir.

Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan her bir Türk bebesi, bizi Ergenokan ’dan çıkartacak bir kurtarıcıdır’

Ahmet Hakan
bu yazı için ‘meczup abuklaması’ diyor ve soruyor: Vatanını seven, kardeşliği gözeten, sorumluluk sahibi bir insanın aklına şunları yazmak gelir mi?

Daha sonra da Ahmet Hakan savcıları göreve çağırıyor ve bir öneride bulunuyor: ‘Bu topraklarda bir daha hiç kimse, milleti birbirine kırdırmayı amaçlayan kaba tahrikçilik işine soyunmasın.’

Gökçe Fırat’ın kışkırtıcı rolü üstlendiği, akıllara kışkırtıcı virüsler gönderdiği o kadar açık ki ilk bakışta Ahmet Hakan’a helal olsun diyorsunuz. Ama sonra düşünüyorsunuz..

1970’lerden bu yana radikal dinci gazete ve dergilerde ‘sadece dindarlardan alışveriş yapın, içki satan kafirlerden alışveriş yapmayın, dindar dershaneleri, okulları, üniversiteleri, bankaları türbanlıları çalıştıranları tercih edin, çok çoğalın Müslüman yetiştirin diyen ve demeye getiren çok sayıda ‘kışkırtıcı’ yazı okudum..

Gelin sonuca bakalım..

Perakende de Kiler, Yimpaş, Çağrı, Mopaş, Kopuzlar, Hatipoğlu, Beğendik, Adese, Afra. Hiçbiri içki satmıyor. Bölümlü mağazada Çetinkaya, Ender, Huzur. Otelde Caprice. Gazetede Zaman, Türkiye, Vakit, Yeni Şafak, Milli, Yeniaysa. Televizyonda Kanal 7, STV, TGRT, Mesaj. Dergide Aksiyon. Radyoda Moral FM. Dershanede Fem, Zirve. Lisede İmam Hatipler, Fethullah Liseleri. Üniversitede Fatih. Finansta Al Baraka Türk, Famiy Finans, Asya Finans. İş ve holding dünyasında MÜSİAD, İhlas, Kombassan.

Daha saymamı ister misiniz? İsterseniz din çağrışımlı yerel markalara da geçelim 32 kısım tekmili birden yazı dizisi olsun..

‘Aaa olur mu, bu yazılarla böyle bir dünya ortaya çıkar mı?’ demeyin. Eğer söylediğim yazılar çizgiler ‘Müslüman tüketim dünyasının’ doğmasında etkili olmamışsa Türk Solu dergisini ne diye savcılığa şikayet ediyoruz? Eğer etkili olduysa o günlerde bu tür ‘kışkırtıcı’ yazılar yayınlanırken neredeydiniz?

Şimdi diyebilirsiniz ki bu markaların hepsi ‘dinci mi?’ Bugünün paradigmaları içinde değil..Bazıları dindar, bazıları muhazakar bazılarının ise, bilerek-bilmeyerek sadece algılanması öyle. Çünkü islami hareket ittire kaktıra zemin kazandı, dindar güdülerle kitle satın alma davranışı yaratıldı ve çeşitlendirildi. Sermaye karlı gördüğü yere akıyor..Sen yeter ki ona karlı alan yarat..

Durum böyleyse. Türkçülerin ve Kürtçülerin kendi cemaatlerini yaratma önerilerini niye kaygıyla karşılıyoruz? Yakında müslüman dünya nasıl kurulduysa Türkçü ve Kürtçü dünyada kurulacaktır. TÜRSİAD ve KÜSİAD iş dünyasındaki yerlerini alacaktır..

(Sakın yanlış anlamayın TÜRSİAD Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği, KÜSİAD’da Kürt Sanayici ve İş Adamları Derneği değil. Biri Türlü Sanayici ve İş Adamları Derneği, diğeri ise Kültürlü Sanayici ve İş Adamları Derneği. MÜSİAD’ın M’si de Müslüman değil Müstakil demek ya.)

Peki vatanını seven, kardeşliği gözeten, sorumluluk sahibi bir insanın aklına topluma dine dayalı kutuplaştırmak gelir mi?

Etnik kökene dayalı ayrımcılık, kışırtıcılık ne kadar tehlikeli ise dine dayalı ayrımcılık da tehlikeli değil mi? Türkiye hem dinle hem de etnik kökenle kutuplaştırmak vatana ihanetin daniskası değil mi?

İnsanların dini tüketim gereksinimlerini karşılamak başka şey, etnik kökene dayalı gereksinimlerini karşılamak başka..İnsanları Türk Kürt, Dinli dinsiz diye kırdırmak, kutuplaştırmak başka..

Gazeteler ayrılsın sesini çıkarma, televizyonlar ayrılsın sesini çıkarma, marketler alışveriş merkezleri ayrılsın sesini çıkarma, dersaneler, okullar ayrılsın sesini çıkarma, oteller, lokantalar ayrılsın sesini çıkarma, insanlar ise alınırken namazlı namazsız diye ayrılsın sesini çıkarma. Sonra ‘Türk Solu’ Kürt-Türk ayrımcılığı yapıyor diye savcılığa şikayet et..

Amaaa. Eğer Ahmet Hakan dine dayalı kutuplaştırmanın bizi nereye getirdiğini ve götürdüğünü görüp de Gökçe Fırat’ın yazısını savcılığa şikayet ediyorsa. Çok haklı. Gökçe Fırat’ın yazısı çok tehlikeli düşünce virüsleri içeriyor. Müdahale şart!

Bambocha ne demek buldum

Mehmet Us isimli okurum Fanta reklamında yola çıkarak sorduğum ‘Bambocha ne ya?’ sorusuna yanıt göndermiş. Diyor ki: ‘İngilizce sözlüğe bakarsanız bulamazsınız. Fransızca sözlüğe bakın.’ Tahsin Saraç’ın Türk Dil Kurumu Yayını, Fransızca Türkçe Büyük Sözlüğü’ne baktım, buldum: La bamboche : eğlenti, yiyip içme, alem. Bambocher: felekten bir gün çalmak. Teşekkürler Mehmet Us.

Zeynep Leylak isimli okurum da diyor ki ’Cola- Turka reklamında Kızkulesi’ne konan gencin üzerinde koyu renkte İngilizce yazılı t-shirt var. Bu nasıl içindeki Turka’yı ortaya çıkarmak.’ Katılmıyorum Zeynep. Bir reklam içimizdeki Turkalığı ancak bu kadar iyi resmedebilir!

Onur Aksu isimli okurum ise Rock an Coke’la ilgili yazım konusunda bana hak veriyor. Diyor ki: ‘..Biz rock severler yumuşak karnımızdan vuruluyoruz. Çünkü oraya gelen grupları istesek de başka yerde izleyemeyiz. Ayrıca müzik artık bizim için Woodstock döneminde olduğu gibi savaşlara karşı, haksızlığa karşı bir duruş değil. Ancak organizasyon biraz daha iyi olmalı. Yağmur çamur olmayacak bir tarihte olmalı. Bir de pişkin pişkin Rock an Coke gazetesi çıkarıp ‘Yağmur ve Çamur’ Rock and Coke’un vazgeçilmezi başlığı atılmamalı.’ Sevgili Onur, büyük rock grupları yaz aylarında Avrupa’da Amerika’da turnede oluyor. Coca Cola ne yapsın? Sen yağmur ve çamura karşı dayanıklılık kurslarına şimdiden yazıl.

ÇEKİRGELİK

Gurur ve zayıflık siyam ikizleridir.

(Lowell)
Yazının Devamını Oku

DYO reklamındaki nanomali

18 Eylül 2005
<B>NANO</B> bir önek... Küçücük, minnacık anlamına geliyor. Nano ölçeğinde de milyarda bir demek... Bilim adamları çalışırken çalışırken maddeyi çok küçük parçalara ayırdıklarında biyolojik, fiziksel ve kimyasal özelliklerinin değiştiğini fark ettiler. Bu fark ediş geleceği şekillendirecek nanoteknoloji çağını başlattı. Nanotekonolji başta elektronik olmak üzere birçok alanda yeni buluşlara yol açıyor.

Nanoteknoloji üretilen mikro kameralarla birçok iç organ görüntüsü daha net olarak alınabiliyor, mikro lazerlerle kanser tedavileri kolaylaşıyor.

Nanoteknoloji’nin gelecekte ülkeler arasındaki rekabetçi üstünlüğün belirleyicisi olacağı kesin... Şu anda üç dört ülke nanoteknoloji yatırımlarıyla ön sırada.

Hangileri? Tabii ki ABD, Kanada, Japonya, Hindistan ve... ve... Çin...

Çin’de halen nanoteknolojik ürünler üreten 800 firma var. 2005 yılı ciroları 5.4 milyar dolar. 2010’da bu rakamın 31.4 milyar dolar, 2015’de 144 milyar dolar olması bekleniyor.

Ya Türkiye? Her konuda olduğu gibi bu konuda da ‘nano’... Amaa...

Yüreğime su serpen iki gelişme var. İlki... 1990 yılından bu yana yayınlanan ‘Nanotechnology’ dergisinin Ekim 2005 sayısında, onlarca Çinli, Japon, Hintli bilim adamı arasında Türkçe bir isme rastlamam.

Hüsnü Emrah Ünalan... Makalenin künyesinde Rutgers Üniversitesi yazıyor. Ünalan, 1980 doğumlu... ODTÜ Metallurji mezunu. Genç bir bilim adamı... Umarım Türkiye Ünalan’ların değerini bilir. Naim Süleymanoğlu’na verdiği şansı onlara da tanır.

İkinci gelişme... DYO nonoteknoloji kullanarak, müthiş bir başarıya imza attı, üç yeni ürün üretti. Çizilmeyen vernik, yanmayan boya ve kendi kendini temizleyen boya.

Boya nasıl kendi kendini nasıl temizler diyorsunuz değil mi? Yaratıcılık ve teknoloji bilgisi burada birleşiyor işte! Boyanın içine mikro mikro metal parçaları katarsanız boyada kendini temizler hale geliyormuş... Nano teknoloji bu... DYO düşünmüş, denemiş bulmuş...

Yeter ki düşünecek beyin, deneyecek para olsun...

DYO Türkiye ve dünya için böyle önemli bir buluşu nasıl duyuruyor? İki ‘kıro’ boyacı, ay ışığında bir boya iskelesinde oturup nanoteknoloji üzerine konuşuyorlar..

Çok sıradan bir ürün üzerine konuşuyorlarmış gibi. Hani ortada milyonlarca Euro’nun yatırıldığı ‘nano’ bir ürün yok da ‘kaybolmayan sakız’ ütopyası üzerine konuşuluyormuş gibi.

DYO kendini uzun yıllar lider yapacak bir fırsatı daha iyi kullanabilirdi.

‘Koç gibi Beko’ kazansaydı

YILINI
anımsamıyorum. Dört beş yıl önceydi. Çok da önemli değil. Beko 6 yıl boyunca oluşturduğu ‘Bir Dünya Markası’ konseptini duyurmuş ‘ikna’ konusunda sorunlar yaşıyor. Bu nedenle reklam ajansını değiştirmek için bir konkur açıyor. Amacı ‘Bir Dünya Markası’ sloganını taşıyan bir reklam diline geçmek.

Bir süre sonra reklam sektörü bomba gibi bir haberle sarsılıyor. ‘Ali Taran’ın Beko konkuruna katılacak!’

Dedikodular doğru çıkıyor, Ali Taran konkur günü, Beko üst yönetimin önündeki yerini alıyor. Herkes Ali Taran’dan uzun bir sunuş yapmasını beklerken o kısa kesiyor: ‘Koç gibi...’

Beko’cular birbirlerine bakıp ‘Sonra?’ diyorlar. Taran niye ‘Koç gibi...’ye açıklık getiriyor ve salondan çıkıyor. Tüm ajanslar sunuşlarını bitirdikten sonra sonuç açıklanıyor. Beko reklam konkurunu Cem Topçuoğlu’nun TBWA reklam ajansı kazanıyor.

Ve biz yıllardır, o konkurda kabul edilen, TBWA’in Beko’ya çizdiği ‘Bir Dünya Markası’ reklam dili ile yaratılmış reklamlarını izliyoruz...

Beko’nun izlediği yol doğru! TBWA’in oluşturduğu reklam dili Beko’yu ve Beko ürünlerini farklılaştırıyor.

Niye bu olayı anımsadım? Koç-Shell ortaklığı Tüpraş ihalesini 4.1 milyar dolara alınca Hürriyet ‘Koç gibi teklif’ başlığı attı ya... Yıllar önce konkurdan ‘Koç gibi... konsepti galip çıksaydı, Beko şu an ne durumda olurdu düşünmeden edemedim.

Kampanya belki kısa süre de olsa Türk halkının hoşuna giderdi ama Koç’un kurumsal imajı ne hale gelirdi? Tahmin etmek zor.

Bu arada Hürriyet yazı işlerindeki arkadaşlarımı da kutluyorum. Başlık bulma konusunda reklamcıları solladıkları için.

Tüpraş fatihi Kara Şimşek

BİRDEN
aklıma bir şey geldi. Opet bir Koç ortaklığı. Tüpraş ihalesinde galip çıkanlarından biri de Opet! Tüpraş sahipliği Opet’i de yükseklere taşıyacak.

Bu arada Cem Yılmaz’lı, Kara Şimşekli, Gitt’li Opet reklamının ikincisini bekliyoruz. Türkiye’nin benzin devi Kara Şimşek komedisi ile halkı güldürecek. Kampanyada izleyiciye geçen duygu ne olacak? Opet’in hizmetleri mi? Vizyonu mu? Misyonu mu? Görkemli duruşu mu? Hayır. Cem Yılmaz mizahı... Peki uzun dönemde Tüpraş fatihi Koç gibi Opet’e ne olacak? Bilinmez... Opet kampanyasının arkasındaki ‘Beyin’lere sormak lazım...

Lüferli dubleks sandalye

PERŞEMBE
günü Art+Decor dergisi ile dDf’in birlikte düzenledikleri, Eski Galata Köprüsü üzerine kurulmuş Design Week’i (Tasarım Fuarı’nı) gezdim. Fuara yurt içi ve yurt dışından çok sayıda ünlü tasarımcı işleriyle katılıyor. Bu sene ana sponsor Lineadecor. Kürator (yani fuarın konseptini oluşturan kişi) mimar Yılmaz Zenger.

Fuara gitmeden önce bu kadar çok şey bulacağımı bilmiyordum. Çok etkilendim. Türkiye’den katılan genç tasarımcıların işlerini görünce de Türkiye adına çok umutlandım.

Örnek... Nilhan Sesalan’ın ‘lüferli dubleks sandalye’sini mutlaka görmelisiniz. Çok komik... Hürriyet’in Görsel Yönetmeni Reha Erdoğan çok güzel bir sandalye konsepti geliştirmiş. O da çok ilginç.

Tasarım Üssü ve Kilit Taşı genç tasarımcıların oluşturduğu tasarım firmaları. Dünya markalarına bile tasarımlar yapıyorlar... Gurur duydum... Feng Shui Mimarları Aslıhan Ekitmen ve Esra Koyuncu’nun köşesi başka bir dünya...

Petrol Ofisi’nin geleceğin benzin istasyonu kışkıtıcı. Cam sanatçısı Hafize Uncuoğlu’nun Wolswagen tosbağayı nasıl camdan oya gibi işlediğini görseniz dudağınız uçuklar... Akvaryum lavabo ise başka bir Hafize Uncuoğlu yaratımı, harika!

Design Week 20 Eylül’e kadar açık. Tasarım Fuarı’nı ne yapıp yapıp gezin. Ufkunuz açılsın. Türkiye’nin geleceği taklitte değil tasarımda... Tasarım Fuarı’na emeği geçen yatırım yapan herkese binlerce teşekkür.

NOT: Yarın 14.00’te ‘Tasarım ve Pazarlama’ konulu bir panele katılmak üzere ben de fuarda olacağım. ‘Saat çalmadı, asansörde kaldım almamam’ orada olun ona göre!

Formula 1, 700 bin dolarlık saat sattırdı

TAG Heuer
ilgi alanıma son yıllarda giren markalardan biri. Niye yalan söyleyeyim kimdir nedir diye pek araştırmadım.

Formula 1 sırasında çevremde bol miktarda Tag Hauer görünce ‘Tag Hauer ne kazandı ki Formüla 1 sponsorluğundan’ diye meraklandım, araştırdım..

Tag Hauer 1996’dan bu yana Türkiye’ye ithal ediliyormuş. Başta İstanbul olmak üzere turistik bölgelerde 50 satış noktasında satılıyormuş. Uzun yıllar Formula 1’in zaman tutuculuğunu yapmış.

Halen de Mc Laren Mercedes F1 Takımı’nın sponsoru. Dünyada sponsorluğunu yaptığı diğer ünlüler teniste Maria Sharapova, golfte Tiger Woods, sinemada Brad Pitt ve Uma Thurman. Tag Hauer’in stratejisi dünya starları ile işbirliği anlayacağınız.

Tag Hauer’in F1 organizasyonundan beklediği açık. Formula 1 itici gücüyle tüketici ve bayilerini etkilemek. Reklamlarda bir ürüne yoğunlaşıp satışları arttırmak.

Neler yapılmış? Temmuz-ağustos aylarında bayiler arasında ‘alım’ yarışması düzenlemiş. Ölçüyü tutturanlara F1 bileti verilmiş. Bayilerde özel vitrin çalışmaları yapılmış. Yarıştan önce ve sonra basın reklamlarıyla F1 sponsorluğu duyurulmuş.

TAG Hauer’in CEO’su Türkiye’ye gelmiş. F1 esnasında Montoya ile özel ropörtajlar yapılmış. Gazetelerde ve CNN’de bu ropörtajlar yayınlanmış..

Bayiler F1’e götürülmüş. Pilotlarla tanıştırılmış. Pilotlarla çekilen fotoğrafları yarıştan sonra bayilere gönderilmiş.

Bir ayda yaklaşık reklam için 75 bin dolar yatırılmış (Tabii ki sponsorluk ve organizasyon ücretleri hariç). Sonuç? Satışlar geçen seneye göre yüzde 150 artmış... İki ayda 700 bin dolarlık Tag Hauer satılmış...

‘Hálá sponsorluk, reklam, halkla ilişkiler de neymiş?’ diyen zihni sinirlere duyurulur...

Çekirgelik

Dünya düşünenler için komedi hissedenler için trajedidir

(Horace Warpole)
Yazının Devamını Oku

Alın size bir James Bond adayı daha

16 Eylül 2005
Bugün size çok ilginç bir film önereceğim: Bir Dilim Suç (Layer Cake). İngilizler’in gangster filmlerinde ne kadar başarılı oldukları tarihi olarak ortada! Ama Bir Dilim Suç anlatımıyla farklı bir film. Eğlenceli, şaşırtıcı ama oldukça karmaşık. Bir kareyi kaçırırsanız diğerini anlamakta güçlük çekiyorsunuz.

Başrolde İngiliz aktör Daniel Craig var. Craig sıkı bir kokain satıcısı. Ünlü uyuşturucu satıcısı Jimmy Price için çalışıyor. Son bir vole vurup, emekliliğini istemek üzere. Ama Price onu anlaşılmaz bir nedenle, yine aynı dünyanın güçlü adamı Eddie Temple’ın kaçırılan kızını bulmakla görevlendiriyor.

İşler karışıyor. Matruşka misali, filmin değişik bir katmanı açıldıkça altından başka bir katman çıkıyor ve kurgu sizi ‘Ne oluyor ya, başka bir konuya mı atladık’ duygusu içinde bırakıyor.

Bir Dilim Suç, İngiltere’de çok satan bir kitaptan uyarlanmış. Başarılı yönetmen Matthew Waughn’ın kitabından. Daha önce yapımcı olarak çalışan Waughn, ilk yönetmenlik denemesinde gerçekten iyi iş çıkarmış.

Başroldeki Daniel Craig’in de ‘cool’ hallerini çok sevdim. Bence çok iyi James Bond adayı olabilir. Biraz sıradışı bir James Bond... Doğrusu James Bond filmlerinin de geleceğe taşınabilmesi değişik bir James Bond yorumuna bağlı. Daniel Craig farklı bir yorum için biçilmiş kaftan. Sinema meraklıları kaçırmasın.

Hıncal Uluç’a katılamıyorum

Sevgili Hıncal Uluç, Bülent Ersoy olayında Deniz Baykal’ın, internet pornosu olayında da Gamze Özçelik’in ‘evet, bendim’ demekte geç kalarak ders aldıklarını söylüyor. Bu yoruma katılmam mümkün değil. İki olayı aynı kefeye koymak çok yanlış!

Her iki olayda ‘suçlananlar da’ yüz kızartıcı sonuçlar üretse de, yüz kızarma nedenleri biraz farklı.

Gamze Özçelik’in suçlanma nedeni irade dışı bir olaya bağlı ve ortada belki de onlarca yıl izleyenlerin kafasından silinmeyecek görüntüler var.

Baykal’ın suçlanma nedeni tamamen ‘irade içi’ ve ortada hiçbir ‘porno’ görüntü yok.

Gamze Özçelik, Sibel Kekilli gibi kendi iradesiyle porno filmlerde oynayan biri olsa anlarım. Ama değil.

Baykal ise kendi iradesiyle avukatlık yapıyor. Sonuçta ikisi de suçsuz olabilir ama olayı kabullenmekteki gecikmelerine aynı anlamı yüklemek yanlış.

Nereden nereye

Bir popüler astroloji dergimiz yoktu, o da oldu galiba. Picus dergisini de çıkaran Epsilon Yayıncılık göndermiş. İsmi Zodiac. Astrolojiye inanmasam da, astroloji dünyasını eğlenceli bulurum. Yapılan araştırmalar da özellikle eğitimli kadınların astroloji ve fal gibi gelecek tahmini. Bu nedenle Zodiac’ı ilk kez gören biri olarak sayfalarını şöyle bir çevirdim. Karşıma İclal Aydın’la yapılmış bir ropörtaj çıktı. Zor okunan bir ropörtaj. Ne dediği çok iyi anlaşılmayan bir ropörtaj. Dergiler, ‘Gazeteler her şeyi kapsıyor, biz o yüzden okunmuyoruz’ diyorlar. Doğru olabilir ama bu kadar zor okunan ropörtajlar yayınlarlarsa, gazetelerin ekmeğine de yağ sürerler. İşte İclal Aydın ropörtajından bir alıntı:

‘Türkiye’de ciddi bir içtenlik paranoyası var. Çok ciddi bir kalabalığın şu içtenlik meselesinde arızalı olduğunu düşünüyorum. Belki de kendilerinde eksikliğini hissettikleri o şeyi başkalarının üzerinden kucaklayarak rahatlıyorlar. Belki herkes içindeki eşcinsel tarafı dile getirse rahatlayacak. Televizyon programlarına bakın. Eşcinsel sunucuların en rahat davrandığı, en avam sunumlar. Bu çok muhafazakar ülkenin gay şarkıcıları baş üstünde tutulmuştur ama herkes kendi çocuğunun gay olmasından korkar. Çok uzun, derin ve kanlı bir yol bu.’ (İclal Aydın, Zodiac Dergisi’yle Eylül Sayısı)

İnsan ‘Nereden nereye’ diyor değil mi? Sorun İclal Aydın’da değil röportajı kaleme alanda.

Kiminki önyargı

Şule Kocabıyık, ‘Direksiyon Cadısı’ isimli kitabında, kadınların otomobil kullanmalarına yönelik önyargılardan çıkarak erkeklere sataşıyor. Diyor ki: ‘Cep telefonuyla konuşan erkek şoför, saatte 95 kilometre hızla arkadan çarpınca, beş araba birbirimize girdik. Trafikten ‘yüzde 100 kusursuzdur’ zaptını alıncaya kadar masum olduğuma inandıramadım.’

Doğrudur. Toplum erkeğe ‘sürücülük erkek işidir’ inancını aşılayınca kadınların otomobil kullanmaları ile ilgili ciddi önyargılar oluşuyor.

Çok sayıda iyi araba kullanan kadın olmasına rağmen ortada dolaşan deneyimli erkek sürücü sayısı deneyimli kadın sürücü sayısından çok fazla olunca da ister istemez bu önyargılar davranışlara dönüşüyor.

Ortalık trafikte kadını suçlayan, kadını hor gören, hatta trafikte sıkıştıran magandadan geçilmiyor. Kadınlar tamamen sürüş özürlü yaratıklar olarak kafalara nakşediliyor.

Yalnıızzz... Bu demek değil ki, erkeklerin hepsi otoseksüel ya da erkeklerin hepsi maganda. Şule Kocabıyık’ın kitabı rahat okunuyor ama kitabın içinde o kadar çok genelleme yapılıyor, o kadar çok erkeklerle dalga geçiliyor ki, sonuçta yapılan iş ‘mizah’ bile olsa ‘yazar ağırlığı’ biraz yara alıyor. Eğer bir mesaj vermek isteniyorsa tabii. Amaç sadece ‘çerezlik’ birşeyler yazmaksa, ’çerezlik’ niyetine okunabilir. Ortaya hafif karışık ‘feminist’ bir yöntemi kabul etmek şartıyla.

(*) Şule Kocabıyık, Direksiyon Cadısı, Neden Kitap, 2005.

CUMA LAKIRDISI

Değiştirebileceğiniz tek kişi siz olduğunuza göre, bütün güzel önerilerinizi kullanabilecek biricik kişi de sizsiniz.

(John-Roger ve Peter Mc Williams)

CUMA İTİRAFI

taklacıcivciv; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 28; İl: Adana

Ben evliyim. O da evli. Üstelik ailece görüşüyoruz. Ve yine üstelik, eşimin en yakın arkadaşlarından biri. Gündüzleri msn’de konuşuyoruz. Bana çok güzel iltifatlarda bulunuyor. Hemen buna son vermem lazım ama benim çok hoşuma gidiyor! Bir araya gelince hiçbir şey olmamış gibi davranıyoruz. Arada göz göze gelince kıkır kıkır gülüyoruz, ki bu daha çok hoşuma gidiyor. Üstelik kocama deli gibi aşığım ama adrenalin işte, şişede durduğu gibi durmuyor.

Yorum: Şimdiiii... Böyle bir durumda bu şişe kimin şişesi? Adamın mı itirafçının mı? Yoksa kocanın mı? Lingo lingo şişeler çamura mı düştün sen bensiz... Ay ay ay... Boynuzum altın olsun, direğim uzun olsun... Ay ay ay... Lingo lingo şişeler...

CUMA TAKINTISI

Bu hafta sonu Yeniköy’de Yelken lokantasını çok ama çok şiddetli şekilde öneriyorum. Bu kadar lezzetli mezeleri uzun süredir yememiştim. Hepsi birer sanat eseri. Balık mantısı, börülce, salata, patlıcan ezme, biber közleme... Böyle bir lezzeti kaçırmayın. Yelken, Yeniköy’ün ortasında, denizin hemen yanında. ’Denizci’ ortamıyla da hoş bir atmosfer. Yelken’in mezelerine takılacak kadar var.
Yazının Devamını Oku

Elden ele kitap gezdirme..

15 Eylül 2005
Amerika’da yeni bir modanın çıktığından söz ediliyor. Birileri <B>kamuya açık alanlara birtakım kitaplar </B>bırakıyorlarmış. <br><br>Diyelim bir parka gidip bir banka oturuyorsun, poponun altında bir kitapla karşılaşıyorsun. Mahallede yaşayan birçok kadının ortaklaşa kullandığı ‘çamaşır yıkama merkezine’ gidiyorsun, makinelerden birinin üstünde bir kitap. Trene biniyorsun, aaa, koltuğunda bir kitap daha..

Roman, şiir, öykü, deneme, artık bahtına ne çıkarsa... Genellikle roman tabii. Bu moda İtalya’da ve Fransa’da da yayılıyormuş..

Fransa’da böyle kitap bırakan dokuz bin kişi varmış daha şimdiden, ortalıkta dolaşan yüzer gezer kitap sayısı da on bini geçmiş...

Kitabı bırakan kişinin tek ricası var, bulanın okuduktan sonra buna benzer bir yere bırakması.. Bu işin öncüsü Ron Hornbaker adında, Missouri eyaletinden bir bilgisayarcıymış.. Bu olaya da ‘bookcrossing’ deniyormuş. Yani ‘elden ele kitap gezdirme..’

Ben bu kampanyayı çok sevdim.. Yarından tezi yok Şu Çılgın Türkler kitabımı uygun bir yerde bırakacağım.. Size de öneririm..

(*) Sevgili polis arkadaşlar! İstanbul’un herhangi bir yerinde tek başına duran bir Şu Çılgın Türkler kitabı bulursanız, lütfen ona bomba muamelesi yapmayın.. Yapmayın ki elden ele kitap gezdirme modası Türkiye’de de yaşasın..

Murat Gökçer: ‘Şişman değildim..’

Murat Gökçer’den de ‘Tiyatroda filler tepişiyor’ başlıklı yazıma aşağıdaki yanıt geldi..

‘8 Eylül 2005 Perşembe günü Hürriyet gazetesi eki olan Kelebek’te, ‘Tiyatroda filler tepişiyor’ başlıklı yazınızda yer verdiğiniz, 20 yıllık Devlet Tiyatrosu sanatçısı olduğunu iddia eden kişinin size yollamış olduğu e-postada ‘Trabzon Devlet Tiyatrosu Müdürü Murat Gökçer baletti. Gerçekten.. Şişman olduğu için, soyadı kontenjanından, baleden ayrılıp tiyatro kadrosuna girdi ve müdür oldu’ şeklinde bir ifade var.

Bu ifade yanlıştır. Kamuoyununu, sizi ve 20 yıldır sanatçı olduğunu iddia eden kişiyi doğru bilgilendirmek istiyorum.

Ben 35 yıldır Devlet Tiyatrosu’nda çalışmaktayım. Sanat hayatıma 1971 yılında Ankara Devlet Konservatuarı’nda bale eğitimi alarak, Türkiye genelinde açılan ve bir ilk olan Devlet Tiyatrosu bünyesinde kurulan ‘Modern Dans Topluluğu’na katılarak başladım.

1983 yılında Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro (Yüksek) bölümünden mezun olarak 23 yıldır Devlet Tiyatrosu sanatçısı olarak görevimi sürdürmekteyim.

Yani ne geçen gün dans ediyordum, ne de dün şişman olduğum için Trabzon Devlet Tiyatrosu müdürü oldum. Kaldı ki biraz araştırma veya biraz bilgi edinilseydi geçmiş dönemlerde Ankara Devlet Tiyatro Müdürlüğü Vekilliği, Müdür Yardımcılığı ve iki dönem yönetim kurulu sanatçı temsilciliği gibi görevler yaptığım da anlaşılacaktı.’

Gördüğünüz gibi Devlet Tiaytrosu’nda önüne gelen birilerini suçluyor ama biraz konular derinleşince doğruların söylenmediği ortaya çıkıyor. Anlaşılıyor ki taraflar söylentilere inanıyor, gözünü gerçeklere kapatıyor. Çözüm 1949’da çıkarılan yasayı değiştirmek! Ama nedense AKP de elindeki oy çokluğuna rağmen bu işi beceremiyor..

Yok mu bu konuda bir Avrupa Birliği kriteri acaba?

Hani 3 Ekim’den önce birileri zorlasa da, o sayede Devlet Tiyatrosu sorununu da çözsek..
Yazının Devamını Oku

Saçmalamanın sınırı..

13 Eylül 2005
Bazıları önünü arkasını düşünmeden ‘Madem tecavüzdü, kendisiydi.. Niye kabul etmek için, mahkemeye girmek için bu kadar bekledi’ diye Gamze Özçelik’i eleştiriyor. Olacak eleştiri değil.. Sanki Gamze Özçelik hırsızlık yaparken yakalandı, görüntülendi de ‘Kasetteki ben değilim’ diye inkar ediyor. Özçelik’in yaşadığı şoku ‘Niye bekledi?’ diye bilmiş bilmiş soranlar, yaşasaydı ne yaparlardı acaba? Hemen üzerine atlayıp ‘Evet, kasetteki benim, daha farklı pozisyonlar da var, isteyenlere gönderebilirim mi!’ derlerdi.. Saçmalamanın da bir sınırı olmalı..

Devlet Tiyatrosu’nda başarı ölçütü

‘Tiyatroda Filler Tepişiyor’ başlıklı yazımda, 20 yıldan bu yana Devlet Tiyatrosu’nda görev yapan bir sanatçının mektubuna yer vermiştim. Bu mektupta Ahmet Mümtaz Taylan Devlet Tiyatrosu dışında işler yapıp, Devlet Tiyatrosu sanatçıları adına konuşmakla suçlanıyordu. Ahmet Mümtaz Taylan aradı. Buluştuk. Bir iki saat sohbet ettik.

Ahmet Mümtaz Taylan, Gazi Üniversitesi İktisat Bölümü, Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı ve Tiyatro Bölümü Oyunculuk Anasanat Dalı mezunu.

1989-93 yılları arasında Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda, ‘1993-94 tiyatro sezonunda Almanya’da Theater an Der Ruhr’da Roberto Ciulli ile çalışmış. 1994’ten başlayarak birçok projede ustası Yücel Erten’le çalışmış. Devlet Tiyatroları’nda çeşitli dönemlerde, Sanat Yönetmen yardımcısı, Sanat Yönetmeni, Genel Müdür Danışmanı gibi idari görevler üstlenmiş. Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği DETİS’in 4 yıl Genel Başkanı olmuş. Halen DETİS’in Genel Sekreteri. Devlet Tiyatrosu oyuncusu ve yönetmeni.

İşte oynadığı oyunlar

Pollyanna (Elenor Porter)

Yunus Emre (Recep Bilginer) 1989-1991

Ada (Athol Fugard) 1990

Misafir (Bilgesu Erenus)1991-92

Mustafa (Orhan Asena)1992

Sarıpınar 1914 (Turgut Özakman)1992-93

Fareler ve İnsanlar (John Steinbeck) 1992

Bernarda Alba’nın Evi (F.G. Lorca) 1993-94

Memuroğlu (Dinçer Sümer) 1995

Azizname’95 (Aziz Nesin) 1995-99

Eşek Arıları (Aristophanes) 2000

İşte sahnelediği oyunlar

Hayvanat Bahçesi (Edward Albee)1988

Ada (Athol Fugard)1991

Cengizhan’ın Bisikleti (Refik Erduran) 1992

Olağan Cinayetler (Jules Feiffer)1999

Misafir (Bilgesu Erenus)2001

Olağan Mucizeler (Kubilay Tunçer) 2002

Scapin’in Dolapları (Moliere)2003

Pabuççu Ahmed’in Garip Maceraları (İskerleç) 2004

Zengin Mutfağı (Vasıf Öngören) 2005

Sinema filmleri

Garson (Yön: Zehra Çelenk) Kısa Metraj

İnşaat (Yön: Ömer Vargı)

Okul (Yön: Yağmur-Durul Taylan)

Yazı Tura (Yön: Uğur Yücel)

Kayıp Aşklar (Yön: Veli Çelik)

One Day İn Europa (Yön: Hannes Sthörn)

Anlat İstanbul (Ümit Ünal-Ömür Atay)

Hırsız Var (Oğuzhan Tercan)

Sen Ne Dilersen (Cem Başeskioğlu)

TV dizileri

Uzaktan Kumanda (ATV)

Yılan Hikayesi (Kanal D)

Kumsaldaki İzler (ATV)

Zeybek Ateşi (Show TV)

Çaylak (Show TV)

Baba (ATV)

Sultan Makamı (Kanal D)

Arap Saçı (ATV)

Kurşun Yarası (ATV)

Çapkın (Show Tv)


Aldığı ödüller

2002 İsmet Küntay En İyi Yönetmen Ödülü (Misafir sahneleyişi)

2004 SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü adayı (İnşaat filmindeki rolüyle)

Ahmet Mümtaz Taylan ismini açıklamak istemeyen ve onu suçlayan oyuncuya soruyor:

‘Başarılıyım, Devlet Tiyarosu’nun bayrağını her yerde gururla taşıyorum ve ona değer katıyorum. Sen ise diyelim ki her gece bir oyunda sahneye çıkıyorsun. Hatta oynadığın oyunlar ilk ayda sahneden kalkıyor, yeni oyun sahneye konuyor. Bu durumda hangimiz Devlet Tiyatrosu’na yararlıyız? Adını bile vermekten kaçınan senin adına da konuşmuşum çok mu?’

n Perşembe günü yine aynı yazıda suçlanan Murat Gökçer’in yanıtını yayınlayacağım.
Yazının Devamını Oku

Rock ve Coke zıtlığı

11 Eylül 2005
<B>COCA</B>-Cola, yine yağmur çamur demeden yaklaşık 50 bin genci, İstanbul’da bir alanda topladı. Yapılan pazarlama yatırımı 7 milyon dolardan az değil. Etkinliğin adı Rock and Coke... Gençler Coca-Cola şemsiyesi altında rock müzik dinliyor, kimlik paylaşıyor. Hangi kimliği? Rockçı kimliği..

1969 yılında 1960’lardaki rock müzik hareketini inceleyen akademisyen T. Rosznak şöyle diyordu: ‘Marksistler, teknokratik Amerika’nın, kendi gençliği içerisinde potansiyel devrimci unsurları üretmesini asla hayal etmemişlerdi. Burjuvalar sınıf düşmanlığını kendi fabrikalarında bulacakları yerde kahvaltı sofralarında kendi ürünlerini çocuklarında bulmuşlardı.’

Rockçı kimlik, 1960’ların mirasıyla, dünyanın her yanında devrimci, değişimci, dün Vietnam karşıtı bugün küreselleşme karşıtı, ‘eşitlik, özgürlük, insan hakları’ndan yana bir kimlik..

Coca-Cola McDonalds’la birlikte küresel kapitalizmin iki önemi sembolü..

Anlayacağınız Rock ve Coke... Oksimoron... Yani zıt kutuplar... Rockçılar 1969’da, New York’un Woodstock bölgesinde 500 bin kişinin katıldığı Vietnam karşıtı müzik festivalini nasıl unuturlar.

Rockçılar potansiyel olarak Coca-Cola karşıtı olma olasılıkları en yüksek grup.

Coca-Cola onbinlerce genci yatırıyor, yediriyor, içiriyor. Cure gibi, Corn gibi rockın dünya devlerini ayaklarına getiriyor. Türkiye’yi ‘Rock and Coke’ diye inletiyor.

Hiçbir bir rockçı çıkıp da ‘Ya bu konserlerin adı niye Pop and Coke?’ diye sormuyor. ’Coca-Cola dünyasına bu isim daha çok yakışır’ demiyor.

Bir diğeri de çıkıp şu yanıtı vermiyor: ‘Popçular zaten Coca-Cola manyağı oğlum sen içmeyenlere bak!’

Coca-Cola’yı verdiği pazarlama dersinden ötürü bir kez daha kutluyorum.

Ünlüne dikkat et yoksa yanarsın

İŞİ
kriz yönetmek olan herkesin okuması gereken yeni bir kitap çıktı. İsmi Talespin. Yazarı BMW, Dunlop, Espri gibi ünü markalara iletişim danışmanlığı yapan Gerry McCuster.

McCuster değişik firmaların yaşadığı iletişim krizlerini bir halkla ilişkiler gözüyle öykülemiş ve bu öykülerden dersler çıkarmış. Okuması çok zevkli çok da öğretici bir kitap.

Michael Jackson’la anlaşması olan Pepsi’nin Jackson ‘sapık’ çıkınca düştüğü kriz ortamını nasıl unuturuz. McCuster’in ‘ünlü kullanımı krizleri’ konusunda verdiği örnekler Pepsi krizini aratacak nitelikte.

Tıraş losyonu Brüt, ünlü İngiliz futbolcu Gascoigne’le reklam anlaşması yapmış. Çok geçmeden Gascoigne şu açıklaması gazetelerde yer almış: ‘Vücudumu tahriş etti. Kadınlar için olmasın!’

Düşük alkollü bira markası Dansk, İngiliz kriket oyuncusu Botham’ı ünlü olarak reklamlarında kullanmaya başladıktan kısa bir süre sonra Botham medyaya şu demeci vermiş: ‘Aslında içtiğin at sidiğinden başka bir şey değil!’

Yardley Kozmetik ürünleri, kendine yeni yüz olarak Helena Bonham Carter’ı seçmiş. Carter kısa bir süre sonra bir dergiye verdiği röportajda şöyle demiş: ‘Asla makyaj yapmıyorum.’

Ne demişler... Böyle ünlü olsun, trilyonlarca borcun olsun. McCuster’in kitabında daha çok örnek var. Zaman zaman paylaşacağım.

(*) Talepsin, Gerry McCuster, Kogan Page, 2005.

Satışa uygun haber

TÜRKİYE
’de AGB panelinin varolan yapısı ile hangi haberin izleneceği belli. Piyasa haberi şekillendirir. Bu gerçeğe karşı koyan ne izlenir ne dinlenir ne de okunur.

Piyasa haberi şekillendirmez diyenlere 2004 yılında çıkan mükemmel bir kitabı öneririm.

‘All the News That’s Fit To Sell’ (Satışa Uygun Haberler). Yazarı bir ekonomist James Hamilton. Hamilton kitabında ABD’de 1900’lerde hakim olan partizan gazeteciliğin bugün yerini ‘soft ve eğlenceli’ haberciliğe bıraktığını kanıtlarıyla ortaya koyuyor.

Türkiye’de durum farklı değil. Reyting mühendisliği yaparak üç aşağı beş yukarı nereyi hedeflersen orayı vurmak mümkün.

Fark yaratan unsur televizyon kanalının genel imajı ve haber sunucunun imajı. İlginç olan da bir süre sonra haberin imajının tüm kanalın imajını değiştirebilmesi. Tersi de mümkün. Kanalın genel imajı haberi de etkileyebilir.

Örnek Cem Uzan olayı. Siyasete girdi. Taraf oldu. Star’ın o dönemdeki eğreti imajını daha da bozdu. Haber reytingleri dibe vurdu.

İkinci örnek Ali Kırca. ‘Yumuşak’ ve samimi sunumu, habere yerli yerinde kattığı vurgular, sorduğu ‘akıllı’ sorular ve karizması ile çok başarılı bir haber sunucusu. ATV’nin tüm imajına katkı yaptığı ortada...

(*) James T. Hamiton, Fit to Sell, Princeton University, 2004.

Utanacaksınız

5
Eylül’de Kanal D ekranlarından ‘merhaba’ diyen Mehmet Ali Birand’a gelirsek. Sunumu Ali Kırca’ya göre biraz daha ‘orta sert.’ O da çok samimi. Güldüğü anlarda çok sempatik. Habere kattığı yorum Ali Kırca’dan daha fazla. Daha vurgulu. Soruları akıllı.

Birand’ı ilk günden ‘nakavt’ ilan edenler, ayıp ediyor. Birand çok başarılı bir ‘Anchorman’. Kanal D’nin genel prestijinden gelen haber taşıma gücü, Mehmet Ali Birand’la daha güçlenecek. Birand ‘vurguları’ ve ‘sempatikliği’ ile Kanal D’nin genel imajında farklılık yaratacak.

Galiba AGB panelini sorgulamanın zamanı da geldi. Örneğin, panelde beş yıl ve daha fazla kalan hane sayısı kaç? Hane değişimlerinde statü, cinsiyet, yaş kotalarına uyulmuş mu? Çalışan kadın çalışmayan kadın ayrımına dikkat ediliyor mu? Evdeki televizyon sayıları ve panel uyumu nasıl? Statüler gerçeği yansıtıyor mu?

AGB’nin software’leri müthiştir. Ölçümlemenin teknik boyutunda hata bulamazsınız. Siz insan elinin değdiği yerlere ve uygulanan denetim modeline bakın.

Analiz potpuri

HSBC’nin ‘Akıllı Limit’ reklamı çok eğlenceli. Tetikçi Ninjalar bir evi basıyor. Ortalığı kasıp kavuruyor. Sonra anlıyoruz ki Tetikçi Ninjalar yanlış ev basmış. Kırılan dökülen eşyalar için çözüm HSBC Akıllı Limit. Kaliteli prodüksiyon. Mesaj geçiyor. HSBC bu reklamla beğenilirliğini artırıyor.

DOĞUŞ ÇAY reklamlarında, fabrika gösteriyor, Rizeli çay üreticilerine oynuyor. Tam da çay alım sezonunda ilginç bir strateji. Çalışma olasılığı yüksek.

ARIEL, Cif’e rakip çıkardı. Mr. Proper Active jel. ’Beyaz dev’ Mr. Proper karakterinin diğer ülkelerde kadınlar üzerinde yapılan araştırmalarda sonuç verdiği ortada. Türkiye için Mr. Proper’in özellikle beyaz kaşlarının pek ‘proper’ (uygun) olmadığını düşünüyorum. Biraz ürkütücü. Katılır mısınız?

Çekirgelik

Gençlikte öğrenir yaşlandıkça anlarız

(M.E. Eschenbach)
Yazının Devamını Oku

Rock ve Coke zıtlığı

11 Eylül 2005
COCA-Cola, yine yağmur çamur demeden yaklaşık 50 bin genci, İstanbul’da bir alanda topladı. Yapılan pazarlama yatırımı 7 milyon dolardan az değil. Etkinliğin adı Rock and Coke...Gençler Coca-Cola şemsiyesi altında rock müzik dinliyor, kimlik paylaşıyor. Hangi kimliği? Rockçı kimliği..1969 yılında 1960’lardaki rock müzik hareketini inceleyen akademisyen T. Rosznak şöyle diyordu: ‘Marksistler, teknokratik Amerika’nın, kendi gençliği içerisinde potansiyel devrimci unsurları üretmesini asla hayal etmemişlerdi. Burjuvalar sınıf düşmanlığını kendi fabrikalarında bulacakları yerde kahvaltı sofralarında kendi ürünlerini çocuklarında bulmuşlardı.’ Rockçı kimlik, 1960’ların mirasıyla, dünyanın her yanında devrimci, değişimci, dün Vietnam karşıtı bugün küreselleşme karşıtı, ‘eşitlik, özgürlük, insan hakları’ndan yana bir kimlik..Coca-Cola McDonalds’la birlikte küresel kapitalizmin iki önemi sembolü.. Anlayacağınız Rock ve Coke... Oksimoron... Yani zıt kutuplar... Rockçılar 1969’da, New York’un Woodstock bölgesinde 500 bin kişinin katıldığı Vietnam karşıtı müzik festivalini nasıl unuturlar.Rockçılar potansiyel olarak Coca-Cola karşıtı olma olasılıkları en yüksek grup.Coca-Cola onbinlerce genci yatırıyor, yediriyor, içiriyor. Cure gibi, Corn gibi rockın dünya devlerini ayaklarına getiriyor. Türkiye’yi ‘Rock and Coke’ diye inletiyor. Hiçbir bir rockçı çıkıp da ‘Ya bu konserlerin adı niye Pop and Coke?’ diye sormuyor. ’Coca-Cola dünyasına bu isim daha çok yakışır’ demiyor.Bir diğeri de çıkıp şu yanıtı vermiyor: ‘Popçular zaten Coca-Cola manyağı oğlum sen içmeyenlere bak!’ Coca-Cola’yı verdiği pazarlama dersinden ötürü bir kez daha kutluyorum.Ünlüne dikkat et yoksa yanarsınİŞİ kriz yönetmek olan herkesin okuması gereken yeni bir kitap çıktı. İsmi Talespin. Yazarı BMW, Dunlop, Espri gibi ünü markalara iletişim danışmanlığı yapan Gerry McCuster.McCuster değişik firmaların yaşadığı iletişim krizlerini bir halkla ilişkiler gözüyle öykülemiş ve bu öykülerden dersler çıkarmış. Okuması çok zevkli çok da öğretici bir kitap. Michael Jackson’la anlaşması olan Pepsi’nin Jackson ‘sapık’ çıkınca düştüğü kriz ortamını nasıl unuturuz. McCuster’in ‘ünlü kullanımı krizleri’ konusunda verdiği örnekler Pepsi krizini aratacak nitelikte.Tıraş losyonu Brüt, ünlü İngiliz futbolcu Gascoigne’le reklam anlaşması yapmış. Çok geçmeden Gascoigne şu açıklaması gazetelerde yer almış: ‘Vücudumu tahriş etti. Kadınlar için olmasın!’Düşük alkollü bira markası Dansk, İngiliz kriket oyuncusu Botham’ı ünlü olarak reklamlarında kullanmaya başladıktan kısa bir süre sonra Botham medyaya şu demeci vermiş: ‘Aslında içtiğin at sidiğinden başka bir şey değil!’Yardley Kozmetik ürünleri, kendine yeni yüz olarak Helena Bonham Carter’ı seçmiş. Carter kısa bir süre sonra bir dergiye verdiği röportajda şöyle demiş: ‘Asla makyaj yapmıyorum.’Ne demişler... Böyle ünlü olsun, trilyonlarca borcun olsun. McCuster’in kitabında daha çok örnek var. Zaman zaman paylaşacağım.(*) Talepsin, Gerry McCuster, Kogan Page, 2005.Satışa uygun haberTÜRKİYE’de AGB panelinin varolan yapısı ile hangi haberin izleneceği belli. Piyasa haberi şekillendirir. Bu gerçeğe karşı koyan ne izlenir ne dinlenir ne de okunur. Piyasa haberi şekillendirmez diyenlere 2004 yılında çıkan mükemmel bir kitabı öneririm.‘All the News That’s Fit To Sell’ (Satışa Uygun Haberler). Yazarı bir ekonomist James Hamilton. Hamilton kitabında ABD’de 1900’lerde hakim olan partizan gazeteciliğin bugün yerini ‘soft ve eğlenceli’ haberciliğe bıraktığını kanıtlarıyla ortaya koyuyor. Türkiye’de durum farklı değil. Reyting mühendisliği yaparak üç aşağı beş yukarı nereyi hedeflersen orayı vurmak mümkün.Fark yaratan unsur televizyon kanalının genel imajı ve haber sunucunun imajı. İlginç olan da bir süre sonra haberin imajının tüm kanalın imajını değiştirebilmesi. Tersi de mümkün. Kanalın genel imajı haberi de etkileyebilir.Örnek Cem Uzan olayı. Siyasete girdi. Taraf oldu. Star’ın o dönemdeki eğreti imajını daha da bozdu. Haber reytingleri dibe vurdu.İkinci örnek Ali Kırca. ‘Yumuşak’ ve samimi sunumu, habere yerli yerinde kattığı vurgular, sorduğu ‘akıllı’ sorular ve karizması ile çok başarılı bir haber sunucusu. ATV’nin tüm imajına katkı yaptığı ortada...(*) James T. Hamiton, Fit to Sell, Princeton University, 2004. Utanacaksınız5 Eylül’de Kanal D ekranlarından ‘merhaba’ diyen Mehmet Ali Birand’a gelirsek. Sunumu Ali Kırca’ya göre biraz daha ‘orta sert.’ O da çok samimi. Güldüğü anlarda çok sempatik. Habere kattığı yorum Ali Kırca’dan daha fazla. Daha vurgulu. Soruları akıllı.Birand’ı ilk günden ‘nakavt’ ilan edenler, ayıp ediyor. Birand çok başarılı bir ‘Anchorman’. Kanal D’nin genel prestijinden gelen haber taşıma gücü, Mehmet Ali Birand’la daha güçlenecek. Birand ‘vurguları’ ve ‘sempatikliği’ ile Kanal D’nin genel imajında farklılık yaratacak.Galiba AGB panelini sorgulamanın zamanı da geldi. Örneğin, panelde beş yıl ve daha fazla kalan hane sayısı kaç? Hane değişimlerinde statü, cinsiyet, yaş kotalarına uyulmuş mu? Çalışan kadın çalışmayan kadın ayrımına dikkat ediliyor mu? Evdeki televizyon sayıları ve panel uyumu nasıl? Statüler gerçeği yansıtıyor mu? AGB’nin software’leri müthiştir. Ölçümlemenin teknik boyutunda hata bulamazsınız. Siz insan elinin değdiği yerlere ve uygulanan denetim modeline bakın.Analiz potpuriHSBC’nin ‘Akıllı Limit’ reklamı çok eğlenceli. Tetikçi Ninjalar bir evi basıyor. Ortalığı kasıp kavuruyor. Sonra anlıyoruz ki Tetikçi Ninjalar yanlış ev basmış. Kırılan dökülen eşyalar için çözüm HSBC Akıllı Limit. Kaliteli prodüksiyon. Mesaj geçiyor. HSBC bu reklamla beğenilirliğini artırıyor.DOĞUŞ ÇAY reklamlarında, fabrika gösteriyor, Rizeli çay üreticilerine oynuyor. Tam da çay alım sezonunda ilginç bir strateji. Çalışma olasılığı yüksek.ARIEL, Cif’e rakip çıkardı. Mr. Proper Active jel. ’Beyaz dev’ Mr. Proper karakterinin diğer ülkelerde kadınlar üzerinde yapılan araştırmalarda sonuç verdiği ortada. Türkiye için Mr. Proper’in özellikle beyaz kaşlarının pek ‘proper’ (uygun) olmadığını düşünüyorum. Biraz ürkütücü. Katılır mısınız?ÇekirgelikGençlikte öğrenir yaşlandıkça anlarız (M.E. Eschenbach)
Yazının Devamını Oku

Affetmek kendinizi ödüllendirmektir

9 Eylül 2005
Birinin bize hakaret ettiğini, haksızlık yaptığını düşünürüz, kırılırız. Bir türlü affedemeyiz. Sonra en yakın dostlarımızla, akrabalarımızla, arkadaşlarımızla müthiş birer düşmana dönüşürüz. Aptalca ve yıkıcı bir süreç başlar. Kendimize engel olamayız. Kırgınlığı sürdürür de sürdürürüz.

Söyleyin böyle yapmaz mıyız? Peki hiç kendinize ‘Niye affedemiyorum?’ diye sordunuz mu? Ya da affetmek için neye gereksinim duyduğunuzu biliyor musunuz?

Örneğin ikiyüz gül sizin affetmeniz için yeterli olur muydu? Bin güle ne derdiniz? İşin şakası ama keşke bütün kırgınlıklar iki yüz gülle bitebilse. Ama bitmiyor.

Barışmaktansa kendi durumumuzu haklı çıkarmak daha baskın geliyor. Enerjimizi aklamaya değil karalamaya harcamak daha kolay geliyor.

Kırgın kalmanın bireysel olarak bize ne kazandırdığı çok açık olmasa da, kırgınlığı yaşam pahasına savunmak yaşam biçimimiz haline geliyor. Yara alıyoruz. Yaşamı kaygılarla, küskünlüklerle yaşıyor, hiçbir zaman da mutlu olamıyoruz.

Oysa psikiyatr Edward M. Hallowal, Affetmek Üzerine isimli kitabında ‘Affetmek kendinizi ödüllenmektir’ diyor. Dargın kalmanın, dargınlığı öfkeyle beslemenin nasıl psikolojik ve fizyolojik sağlığı bozduğunu örneklerle anlatıyor. Affetmek Üzerine’nin sayfalarını çevirdikçe gerçekten de affetmek üzerine daha kapsamlı düşünmemiz gerektiğini anladım. Sadece bizim değil, bir ülkeyi yöneten liderlerin de... Bu ülke iki liderin anlaşmazlığı, birbiriyle dargınlığı yüzünden kaç kez askeri darbenin eşiğine gelmedi mi?

Kafanızdan atamadığınız bir küskünlük varsa, öfkenizi içinizde büyütüyor, dünyayı kendinize dar ediyorsanız Affetmek Üzerine’yi mutlaka okuyun. Hallowal da bir New York Times bestseller yazarıymış ama nedense kitabı oldukça okunulur bir kitap.

(*) Affetmek Üzerine, Edward Hallowel, Dharma Yayınları 2005

İskelet Anahtar klişe ama kaliteli

İskelet Anahtar yabancı olduğumuz filmlerden değil. Bir yabancı, garip işlerin olduğu perili türden bir eve geliyor. Sonra garip olayları çözmeye çalışıyor. Sürprizler, sürprizler, sürprizler...

İskelet Anahtar’ın ‘yabancısı’ iş arayan bir hemşire: Caroline.

Caroline perili bir evde yatalak bir hastaya bakma işini üstleniyor. Ama perili ev perili evliğini yapmakta gecikmiyor. Yatalak adamın karısı bir takım işler çeviriyor havasında olay ağlarını örüyor. Caroline garip olayları çözmeye çalışıyor. Olayın arkası büyü ayinlerine kadar varıyor.

Film, ABD’de, Louisiana’da geçiyor. Amerika’nın Güney’indeki ‘siyahi’ kültürün kökleri bilinirse, filmden daha fazla zevk alma olasılığı yüksek.

Filmin senaryosuna diyecek yok. Halka’nın senaristi Ehren Kruger için bu tür zeki senaryo üretimi standart hale geldi. Filmin son dakikalarında yine sürpriz, zekanızı zorlayacak, keyif alacağınız bir son sizi bekliyor. Aman dalıp kaçırmayın.

Caroline rolünde Kate Hudson gayet iyi iş çıkarmış. Diğer oyunculara diyecek yok. Bazı bölümlerde film ağır ilerliyor. Tek sorun bu.

İşin özeti, bu hafta sonu gerilimseverler için İskelet Anahtar iyi bir alternatif. Gidilsin.

Gidemem dillerde

Sezen Aksu’nun Kardelen albümü dillerde. Özellikle de Gidemem isimli şarkıyla. Benim de favorim. Ne diyor Gidemem: ’Ben bu yüzden gidemem, gitmem. Unutmam, acı tatlı ne varsa hazinemdir. Acının insana kattığı değeri bilirim, küsmem. Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir...’ Muhteşem sözler. Kardelen’i mutlaka alın, Gidemem’i dinleyin, haklı olduğumu göreceksiniz.

Hata

Altın Portakal’da 16 filmi ve oyuncularını birlikte değerlendirmeye almak büyük hata. Bu hatadan dönülmeli...

CUMA TAKINTISI

İstanbul’da Marmaris Büfe çok. Hepsi de en hakiki ‘Marmaris Büfe’ olduğu konusunda ısrarcı.. Geçen hafta Sinpaş’ın Reklam Müdürü Barış Ekinci, tuttu kolumdan Etiler’deki Marmaris Büfe’ye götürdü. ‘Ciğer Amerikan’ isminde bir sandviç ısmarladı. Bir iki ısırık aldım. Sonra Barış’ın Marmaris Büfe ısrarını anladım. ‘Ciğer Amerikan’ çok lezzetliydi. Bir taneyle doymayınca üstüne bir de sosisli cilası yaptım. Sosisli, Ciğer Amerikan’dan da iyiydi. Bu hafta sonu önerim Marmaris Büfe’ye bir uğramanız ve önce Ciğer Amerikan’a sonra da Bir Sosisli’ye takmanız. Fiyat da uygun. Daha ne istiyonuz!

CUMA İTİRAFI

**bayırgülü; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 29; İl: İstanbul

Eltimle 4 yıldır küsüz. Evlerimiz aynı katta ve balkonlarımız bitişik. Geçen gün fark ettim: Çamaşır asarken ne kadar şık kıyafetim, oyalı, cicili bicili örtüm, seksi geceliğim varsa onun balkonunun olduğu tarafa, onun görebileceği şekilde asıyorum. O çamaşır astığında da çaktırmadan nesi var nesi yok inceliyorum.

Yorum: Televizyonda dönen binlerce deterjan reklamına bir bakın. Bu itirafçının yalnız olmadığını göreceksiniz. Kadınlarımızda donla, atletle, çarşafla kıskandırmak standart. Yeter ki iş sapıklık boyutuna varmasın.

CUMA ALINTISI

İntikam için yola çıkarken yola iki mezar kazarak başla. (Konfüçyus)
Yazının Devamını Oku