Ali Atıf Bir

Başbakan, Türkiye’yi pazarlamıyor, satıyor

23 Ekim 2005
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, Ofer ve Dubai Prensi ile görüşmesini eleştirenlere ‘Ülkeyi pazarlamak görevim’ dedi.

Ana muhalefet partisi Başkanı Deniz Baykal ise ‘Başbakanlığı Ülker bayiliği ile karıştırıyor, ne kadar komisyon alıyorsun, onu da söyle’ demeye getirdi.

Öncelikle söyleyeyim ne Başbakanımızın ne de ana muhalefet partisi başkanımızın pazarlamanın bilimsel anlamını bilmedikleri ortada. Halk arasında pazarlamanın satış yapma ile aynı şey olduğu konusunda çok yaygın bir inanç vardır.

Hatta Türkiye’de birçok işadamı pazarlamayı satış sanır. Oysa bu işlerin piri Peter Druker der ki: ‘Pazarlamanın amacı satış yapmayı gereksiz hale getirmektir.’Druker haklı, çünkü pazarlamanın görevi karşılanmamış gereksinimleri keşfetmek ve insanlara tatmin edici çözümler sunmaktır. Pazarlama başarılı ise insanlar yeni ürünleri, hizmetleri, düşünceleri beğenirler ve duyduklarında da alırlar.

Dahası, pazarlama yalnızca pazarlama bölümlerine bırakılmayacak kadar da önemlidir. Neden? Rekabet o kadar yoğundur ki bir kurumun tüm bölümleri müşterinin tercihini kazanmaya odaklanmalıdır.

Yazının Devamını Oku

Cuma’nın ‘ilk 10’ jürisini takdir ettim

22 Ekim 2005
Geçen hafta cuma günü en iyi iftar yapılacak lokantalar sıralamasında Çırağan Tuğra birinci gelmişti. O hafta ben de Çırağan Tuğra’da iftardaydım. Jüriyi kutlarım, gerçekten de doğru seçim yapmışlar. Çırağan’ın muhteşem manzarasını bir tarafa bırakacak olursak Tuğra’nın Osmanlı Türk sentezi muhteşem.

Şef Aydın Demir sanat eseri kıvamında yemeklerle ustalığını konuşturmuş. Önce çorba seçiyorsunuz. Kuzu gerdan çorbası ya da şehriyeli ve domatesli tavuk çorbası. İkincisini denedim. Anlatılacak gibi değil, şahane.

Sonra mantı, menemen, kol böreği, erişte ya da sucuklu yumurtadan birini. İtiraf ediyorum ‘hoca’ hakkımı kullanarak iki seçim yaptım, mantı ve sucuklu yumurta... İkisi de bitince yalanmamı görenler, boğazın kedileri ile yakın arkadaş olduğumu bile sanabilirlerdi.

Daha sonra kuzu, tavuk kavurma ve balık alternatiflerimden de ‘Bademli pilavlı çoban kavurma’yı istedim. Sonuç yine muhteşem. Tatlı büfesini, isterseniz hiç anlatmayayım, kafadan gidip büfeye dalabilirsiniz.

Bu arada yemek boyunca çay, yayık ayranı, meyve suyu, nar, vişne ve demirhindi şerbeti, için içebildiğiniz kadar. Ve isteyen boza, sahlep... Daha ne istiyonuz? Falaka! Fiyatı tabii ki Çırağan Tuğra fiyatı.

40 yaşında bakir

‘40 Yaşında Bakir’ filmi bir seks komedisi. İnce mizah içeriyor. Tam benim türüm anlayacağınız. O yüzden de çok sevdim. Çok da güldüm.

Düşünün 40 yaşındasınız ve henüz hiç seks yapmamışsınız. (Benim türüm dediysem bu nedenle değil! Durun biraz. Acaba Amerikan standartlarında mı düşünüyorum ki! Türkiye’de böyle bir durum normal kabul ediliyor olabilir. Türkiye’de sizce kırk yaşına gelmiş ve hiçbir şekilde seks yapmamış kaç erkek vardır ki? Hürriyet’in cinsellik araştırmasını bir inceleyelim ben siz haber veririm.)

İş arkadaşlarınız size mutluluğu tattırmak için hummalı bir yarış içine girmişler. Ama sizin aceleniz yok. Arada sevgi, aşk gibi şeyler olmadan da bakirliğinizi hiçbir kadına vermek istemiyorsunuz. Biraz da bu işi yapıp yapamayacağınız konusunda endişelisiniz. (Konuya bakar mısınız, nerdeee böyle erkekler.)

Birden hayatınıza üç çocuklu dul bir kadın giriyor (Trish) ve onunla ‘bir süre seks yok’ kuralı çerçevesinde çıkmaya başlıyorsunuz. Bu durumdan da arkadaşlarınızın haberi oluyor. Ne yaparsınız? Ya da filmin kahramanı Andy’nin yaptığı gibi çıktığınız ve bir şeyler hissetmeye başladığınız kadınla kaç hafta birlikte olmadan sabredebilirsiniz?

Gördüğünüz gibi senaryo çok ilginç. Başroldeki Steve Carell’in oyunculuğunu da çok beğendim. Ancak senaryo yazarlarından biri olan yönetmen Jude Apatow için aynı şeyleri söylemem mümkün değil. Bu filmin çok daha komik olabileceğini, çok daha iyi anlatılabileceğini düşünüyorum. Örneğin Andy ile Thris’in çeşitli buluşma sahneleri... Andy’nin arkadaşları ile ilişkisini içeren sahneler.... Bunlar yapılmamış, yapılsa daha iyi olurmuş.. Amaaa ortaya da kötü film çıkmamış.

İnce mizahtan hoşlanıyor, seks komedileri sizi rahatsız etmiyorsa mutlaka gidin. Ama yanınızda kimi götürdüğünüze de dikkat edin. 13 yaş altını bence denemeyin bile.

The İmam’ın ablak suratları

Hafta içinde yazdım ama İmam’la ilgili bir iki teknik konuya değinmeden geçemeyeceğim. Yönetmen İsmail Güneş’in temel sorunu televziyon ile sinemayı birbirine karıştırması. Film boyunca bir sürü ablak surat önümüzde dans ediyor. Sanki sinema değil de sıradan bir televizyon dizisi izliyormuşuz gibi. Bazı sahnelerde bu ablak suratlara bir de ilkokul müsameresindeki gibi konuşmalar eklenince filmi izlemek keyiften çok ıstırap vermeye başlıyor. İsmail Güneş sinema yapmak istiyorsa, mesajın büyüsüne kapılıp, sinematografiyi unutmamalı.

CUMA LAKIRDISI

‘Doğru ve iyi olanı bilmek ile doğru ve iyi olanı yapmak arasındaki en önemli bağlantı doğru ve iyi olanı yapacak bir karaktere sahip olmaktır.’ (Russel Gough)

CUMA TAKINTISI

Sevgili Necati Tosuner 1972 ve 2005 yılları arasından Türk Dili, Soyut ve Yaşasın Edebiyat, Virgül dergilerinde değişik aralıklarla yazdığı denemeleri ‘Elde Kitap’ ismiyle kitaplaştırmış. Necati Tosuner’in ‘Sancı. Sancı’sını okuyanlar ne kadar kıvrak bir dile ve beyne sahip olduğunu bilirler. Her bir denemede bu kıvraklık apaçık ortada. Tosuner’in reklamda metin yazarlığı geçmişi olduğunu da unutmayalım. Bazı anılar reklam sektöründen. Umuyorum ki ‘Hopstar’ yazısını benim ‘Bu toprağın türküsü’ jüri üyeliğimi kastederek yazmamıştır. Bu haftasonunu keyifli keyifli düşünerek geçirmek istiyorsanız Tosuner’in denemeleri iyi bir alternatif.

CUMA İTİRAFI

witchhhhh; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 40; İl: İstanbul

Eşimle severek evlendik. Bir gün eve bir telefon geldi. Bir bayandı. Eşimi sıkıştırınca evlenmeden önce beraber yaşadığı kadın olduğunu, tesadüfen karşılaştıklarını ve sadece nasıl olduğunu hatırlamak için beraber olduklarını söyledi. Kabullenmek çok zordu. Sadece kızımla paylaştım. Aradan aylar geçti. Eşime inat olsun diye biriyle tanıştım. Uzaktaydı. Sadece konuşarak kendimce eşimi aldatıyordum. Pazar günü telefon etti ve ‘İstanbul’dayım’ dedi. Dün bütün günü onunla geçirdim ve hayatımda bir daha olmayacağını sandığım bir duyguyu tekrar yaşadım. Ben ona aşık oldum!

Yorum: Bu itiraftaki bayanın ‘sıkışınca’ (ne demekse!) konuşan eşini gerçekten kutlamak istiyorum. ‘Aldatan erkek’ modelinin en önemli kuralını çiğnemiş. Neydi bu kural! Yatakta yakalansan bile inkar edeceksin! Bu kuralı çiğneyen sonuçlarına da katlanır! Sonuç ortada, geçmiş olsun!
Yazının Devamını Oku

Seviyeli ilişkimiz devam edecek

19 Ekim 2005
Pazar günleri ‘dinamik ekonomi’ yazıları yazmaya başladım. Bazıları pazarlamayı, reklamı, popüler hale getirmekle suçladı. Dediler ki ‘İletişim uzmanı, profesörü, dekanısın.. Bu konuların içine mizah katman hoş değil..’

Aradan neredeyse 5 yıl geçti.. O gün yazılarıma karşı çıkanlar, şimdilerde bir akımın öncüsü olduğumu söyleyip, yere göğe sığdıramıyorlar.

Daha sonra Hürriyet Cuma’da yazmaya başladım. Bazı okurlarım ‘Bırak böyle yedim, içtim, gezdim, gördüm yazılarını. Sen ki iletişimin uzmanı dekanı..’ diye e-postalar göndermeye başladılar.

Aradan yaklaşık iki buçuk yıl geçti, aynı okurlar, yazılarımı yere göğe sığdıramıyor, hatta ‘Şunu da yazsan’ diye mesajlar atıyorlar..

Altı ay önce Kelebek’te yazmam istendi. Haftada bir yazarken, ikiye çıktım. Bu kez pazar, pazartesi ve cuma okurlarım ‘Hoca magazin işine de mi girdin, Kelebek senin neyine..’ demeye başladılar.

Hálá Kelebek yazılarıyla ilgili böyle e-postalar geliyor. Ancak sayıları oldukça azaldı. Daha önce ‘hedele hödele’ karşı çıkanlar, şimdi ‘Seviyeli birlikteliğimizden ‘söz ediyorlar.’

Bu sezon Kanal D’de ‘Bu Toprağın Türküleri’ yarışma programında her salı Pakize Suda, Levent Kırca ve Arif Sağ’la birlikte, jüri üyeliği yapmaya başladım.

Yine bazı okurlarım ‘Vayy senin ne işin var Türkü jürisinde’ diye karşı çıkıyorlar.. Tabii ki sonra da ekliyorlar ‘Sen ki iletişim uzmanı, profesörü, dekanısın..’

Yine bu sezon Cine 5’te hafta içi her akşam Seray Sever’le birlikte Başka Yerde Yok’u sunmaya başladım.

Yine karşımdaki aynı okur korosu ‘Ne işin var senin orada..’ diye yaygara koparmaya başladı.

Sakın en başından bu yana, takdir eden mesajlar almadığımı da sanmayın. Bakın henüz dumanı üstünde, Cine 5’teki programı için bile Hülya Vural isimli okurum ne diyor:

‘Başka Yerde Yok’ta çok iyisiniz. Farkınız, danışıklı dövüş içermeyen sorularınız, olaylara yaklaşımınız... Bu yaklaşımınızdan dolayı umarım konuk bulmakta zorlanmaz veya stilinizi değiştirmek zorunda kalmazsınız...’

Sonuç..

Her görüşe saygım sonsuz. Yazılarım ve yazı dışındaki görünen yüzümle ilgili her türlü görüş (hakaret ve iftira içermediği sürece) hoş geldi sefa geldi.

Hepsini tek tek okuyor ve önemsiyorum. Ancak her zaman tekrar ettiğim gibi bir şeyi yeniden anımsatmak istiyorum. Kafalardaki kalıplara uyup Hülya Vural’ın deyimiyle ‘stilimi’ değiştirmem mümkün değil.

Kalıpların dışına çıkarak, her ortamda sizlerle ’Seviyeli ilişkimizin’ bazılarını çatlatırcasına süreceğine emin olabilirsiniz.

Size düşen alışmak... Alışacaksınız... Alışın...

Çocuk yerine koymak

Arkadaşımız Sema Denker, Yeşim Salkım’a sormuş ‘Koltuk üstünde (İlker İnanoğlu ile) oynarken çekilen fotoğraflarınız için ne diyeceksiniz?’

Salkım’ın yanıtı aynen şöyle: ‘O fotoğraflarda çocukluğumuza geri döndük. Bunda ne var, anlamadım!’

Salkım’ın çektirdiği fotoğrafların ne anlama geldiğini anlamamış olması çok ilginç.

Bir kere de ben söyleyeyim, belki anlar. O fotoğraflar Salkım-İnanoğlu ilişkisi medyada yapılandırılsın, gündem işgal etsin diye çekilmiş ve bilerek de dağıtıma çıkarılmış buram buram da seks kokan fotoğraflar..

Kimsenin içindeki çocuğa diyecek bir şeyimiz yok ama kimseyi de çocuk yerine koymamak şartıyla!

(Ben bile zokayı yutup Salkım-İnanoğlu ilişkisini gündeme taşıdım gördüğünüz gibi!)
Yazının Devamını Oku

Biz kime güveneceğiz

17 Ekim 2005
DÜNYA hala ‘ABD’nin Irak’a harekatında sorun nükleer tesisler miydi değil miydi?’ diye tartışıyor. Bu tartışmaya bilgi sağlayacak bir olayı Gerry MCCuster’in Talepsin isimli, dünyadan çeşitli halkla ilişkiler krizlerini anlattığı kitabında okudum. Yıl 1990. İlk körfez savaşı öncesinde George Bush’un Amerikan kamuoyunu savaşa hazırlama politikası başarısız oluyor. Amerika Amerikan askerlerinin Irak’a saldırması konusunda tam ortadan ikiye bölünüyor.

Bunun üzerine Amerikan kamuoyunu askeri harekat yanlısı hale getirebilmek için ünlü Hill & Knowlton halkla ilişkiler şirketiyle anlaşılıyor. Halkla ilişkiler şirketinin ücretini petrol kuyularını Irak saldırılarından kurtarmak isteyen Kuveyt hükümeti ödüyor. Bilindiği üzere o günlerde Kuveytli şeyhler ABD askerlerinin gelip Kuveyt’in bodyguardlığını yapmasını istiyorlardı..

Hill&Knowlton’um önerisiyle 15 yaşında Kuveytli bir hemşirenin görüntüleri Amerikan televizyonunda yayınlanıyor. Nayirah isimli hemşire röportajda Irak askerlerinin hastanede kuvöz içindeki bebekleri merdivenlere atıp ölüme terk ettiklerinde yaşadığı şoku anlatıyor. Nayirah’ın kimliği asla tam olarak verilmiyor, ailesinin ‘güvenlik’ nedeniyle izin vermediği söyleniyor.

Böylesine duygusal bir röportaj yayınlandıktan kısa bir süre sonra Amerikan kamuoyun da Irak’a saldırı yanlılarının sayısı artıyor. ABD Irak’a karşı askeri harekata başlıyor.

İşin doğrusu ise şu: ‘Nayirah’ Kuveyt’in Amerika Büyükelçisi Saud Nasir Al-Sabah’ın kızı ve Hill&Knowlton’un başkanı Lauri Fitz Pegado tanıklığını en iyi şekilde yapması için ona danışmanlık yapmış. Yani, ‘Nayirah’ın öyküsü tamamıyla masa başında uydurulmuş bir öyküymüş!

Nasir al- Sabah diplomatik ayrıcalığını kullanarak konuyla ilgili hiç kimseye konuşmamış ve ailesini de konuşturmamış..Amerikan halkı da savaşa dalıp ‘Nayirah’ı unutmuş gitmiş...

Ne düşünüyorsunuz? ‘ABD’nin Irak çıkarmasında sorun nükleer tesisler miydi değil miydi?

(*) Gerry McCusker, Talepsin, Kogan Page, 2005.

Başbakan Akbank’ı örnek almalı

AKBANK
kurumsal imaj reklamında Türkiye’deki hayatı maraton koşmaya benzetiyor. Yeni hedeflerden söz ediyor, başarmaktan büyümekten söz ediyor. Aynı zamanda da Akbank’ın bu tempoya ayak uydurduğunu çünkü içinde büyük bir coşkuyu barındırdığını söylüyor. Doğru ve güzel bir kurumsal imaj reklamı. İzleyeni içine alıyor ve bir değer katıyor. Onu da gelişme sürecinin bir parçası yapıyor.

Akbank reklamını her izleyişimde ‘İşte Türkiye’nin Başbakanı’nın İcraatin İçinden programı da aynen böyle olmalı’ diyorum. Aynen böyle. Türk insanını çalışmaya güdüleyen, ona hedefler veren, onu da sürecin parçası yapan, tribünlerden sahaya indiren ve bir ‘amaç’ uğruna ulus olarak çalıştığımızı anımsatan bir program.

Başbakan’ın danışmanları otursunlar Akbank filmini iyice analiz etsinler. Bundan sonraki İcraatın İçinden’e de Akbank filminin yarattığı duygulara göre yön versinler. Bana da lütfen artık bir teşekkür göndersinler. Burada işi gücü bırakıp Başbakan’ın danışmanlarına danışmanlık yapmaktan daral geldi. İyi kötü benim de bir coşku duymaya gereksinimim var. Değil mi ama?

The İmam bayıyor

THE İmam
filmi ‘Türk filmi’ sıfatını bile taşıyamayacak kadar çok kötü çekilmiş bir film. Filmden çıktığımda kendime ilk sorduğum soru: ‘Ne anlattı bu film şimdi?’ oldu.

The İmam’ın sorunu bu. The İmam bir şey anlatmıyor. Ortada İmam Hatip mezunu bir kişinin yaşadığı sıkıntılar falan yok, şehirli birinin köy yaşamına uyum sorunları var. Hatta yönetmen anlatacağı şeyi unutup komediye yüklenmiş. Onu da eline yüzüne bulaştırmış. Keşke tüm öykü bir komedi olarak tasarlanıp anlatılsaymış. Belki daha iyi bile olabilirmiş. Köyün delisini her dakika ortaya çıkarıp izleyiciyi bıktırmamak şartıyla tabii ki..

The İmam’da oyuncu seçimi de , oyuncu yönetimi de çok kötü. Senaryonun bazı iyi tarafları var onlar bile kötü oyunculukla ortaya çıkamaz hale gelmiş. Başroldeki İmam, filmin her şeyi, o kadar sıkıcı ve o kadar tek düze oynuyor ki, izlenecek gibi değil. Bir de film boyunca kasksız motosiklet kullanarak gençlere kötü örnek oluyor. İmam kasksız motosiklet kullanırsa cemaat yapar!

Bu arada filmde aralara sıkıştırılmış bir takım yan mesajların ‘Kurtlar Vadisi’nin’ içine sıkıştırılmış sanal reklamlar gibi eğreti durduğunu belirteyim. Eğreti ama çok sinsi. Örneğin bir ara muhtarın kızı Zehra durup dururken ÖSS’yi takmadığını söylüyor. Çünkü kazansa da üniversiteye gidemezmiş..

Birden dikkat ediyoruz ki Zeynep’in başörtüsü var. Filmin o anına kadar dikkatimizi çekmeyen Zeynep’in başörtüsü birden gözümüzde türbanlaştırılıp önümüze sorun olarak getiriliyor..

Ne tesadüf! 1970’lerden bu yana başörtüsü de aynen böyle gözümüze sokulup türbanlaştırılmamış mıydı? Ne yapmak istiyor bu The İmamlar? ’Türban’ sorununu nereye vardırmak istiyorlar?
Yazının Devamını Oku

‘Kürt sorunu’ bitince Erdoğan düzeliyor

16 Ekim 2005
TNS Piar tarafından her ay gerçekleştirilen liderlerin form grafiği araştırmasının eylül ayı sonuçları da geldi. Tayyip Erdoğan’ın formu ağustosta 6.6 puan gerilemişti (resmen çakılmıştı!). Eylülde ise Erdoğan formunu 3.6 puan arttırarak eski güzel günlerine doğru bir çıkış gerçekleştirdi.
/images/100/0x0/55eb2936f018fbb8f8af4435
Peki Eylül 2005’te ne oldu? ‘Kürt sorunu’ daha az konuşuldu, kamuoyu daha çok ‘AB müzakerelerine’ kilitlendi. O halde? Demek ki Tayyip Erdoğan ‘Kürt sorununu’ gündeme taşıdıkça puan kaybediyor, duyurulur.

‘Kürt sorunu’nun gündemden çıkması ile Devlet Bahçeli de eylülde 1.4 puanlık bir form kaybetmiş. Mehmet Ağar geçen aya göre formunu korurken Erkan Mumcu’nun 0.8’lik bir form kaybına uğramış. Ali Talip Özdemir, Nesrin Nas’ın daha önceki performansları düşünüldüğünde Mumcu’nun başarılı bir form grafiği çizdiğini söylemek mümkün.

Özdemir ve Nas’ın formları hiçbir zaman % 7’lerin üzerine çıkamamıştı.

ANAP’ın yeni yeşil logosu

MECLİS’te kurduğu grupla ANAP’ı farklı bir pozisyona iten ANAP lideri Erkan Mumcu’dan yeni bir bomba daha: Logo değişikliği!
/images/100/0x0/55eb2936f018fbb8f8af4437
Mumcu, logo değişikliği için çalıştığı reklam ajansı Fayda’ya brief vermiş. (Fayda’yı değişim amacıyla bir partiyi ikna edebildiği için kutlamak lazım!) Bu brief sonucu ortaya çıkan 122 farklı stilize arı görselinden en dinamiği seçilmiş. Bu arı görseli ile oluşturulan çok sayıda farklı logo içinde de yeşil zemin üzerine ANAVATAN yazılı olanı yeni logo olarak benimsenmiş.

‘Yeşil’ renk seçilirken ‘İslami çağrışımları var AKP’nin oylarına oynuyorlar’ diyeceklerden hiç de umursanmamış. Mumcu ‘Bizim kutsal değerlerle alıp veremediğimiz yok’ deyip kestirip atmış. ‘Dinamizm, gençlik ve sorumluluk. ANAP’ın yeşili bu değerleri çağrıştırıyor’ demiş.

Yeni logo başarılı mı? Gelin bu soruya efsane grafik sanatçısı Bülent Erkmen’in Ocak 2002’de Hürriyet’te yer alan bir açıklamasıyla yanıt vereyim. Erkmen bu açıklamada tüm parti logoları içinde ANAP’ınkini ‘en kötü logo’ olarak seçmiş ve şöyle demişti:

‘Bu logoda her şey birarada. Arı var, altında petek şeklinde bir Türkiye var. Üstte ve altta tamamen uyumsuz Anavatan ve Partisi yazıları. Hatta araya Kuzey Kıbrıs bile sokuşturulmuş. Renkler, harfler ve dış çerçeve birbirine tamamen uyumsuz.

Sadece logo değişikliği ANAP’ı kurtarır mı? Kurtarmaz. Ama ANAP’ın daha dikkatli dinlenmesini sağlar, mesajlarına yeni bir çerçeve kazandırır. Fanatik ve potansiyel ANAP taraftarlarını heyecanlandırır.

Sonrası... Sonrası Erkan Mumcu’lu ANAP’ın ne kadar ‘güvenilir bir alternatif’ olarak algılanacağına ya da algılatılacağına bağlı. Bekleyelim... Görelim...

Benzin sorunu olmasın

YENİ Jetta reklamında adam arabasının güzelliğini göstermek için dönüp dolaşıp aynı benzinciye geliyormuş. Ben de sanmıştım ki Yeni Jetta çok yaktığı için adamcağız benzinciden çıkmıyor. Bu reklamda hafif de olsa bir anlaşılma sorunu var gibi geldi bana. Ne dersiniz?

Haşim Bayram’a üzüldüm

MEHMET Ali Birand ve Rıdvan Akar geçen hafta Kanal D’de yayınlanan 32’nci günde İslami holdinglerin foyasını ortaya çıkardılar. Batık Kombassan’ın kurucusu Haşim Bayram 2005 yılında kameralara ‘Camide para toplamadık’ diye açıklama yaparken 32’nci Gün’cüler yayını kestiler...

1993 yılında bir camide ‘imamın’ yerine geçip ‘Allah adına para isteyen’ Haşim Bayram’ın görüntülerini yayınladılar.1993 yılında ‘Allah adına para toplayan’, insanların dini duygularını ikna çekiciliği olarak kullanan Haşim Bayram 2005 yılına geldiğinde göz göre yalan söylüyordu.

Haşim Bayram’a çok üzüldüm. Bayram’a hiç mi akıl veren yok. ‘Allah’ın adını kullanıp çıkar sağladığını, masum insanları dini çekiciliklerle kandırdığını’ ne diye inkar ediyor ki! ‘Değiştim’ diyecekti, olacak bitecekti.

Deren Çay ve Samur’daki kanıt eksikliği

DEREN Çay diyor ki ‘yüksek bölgeden toplanan çaylar daha kalitelidir.’ Çayların yüksek yerden toplandığını göstermek için de Nasuh Mahruki dağa tırmanırken gösteriliyor. Dağa tırmanış sırasında Mahruki’yi teyzesi arıyor ve ‘Deren Türk Harmanı’ sipariş ediyor. Burada sorun yok. Reklamda hoş bir mizah var. Çayların yüksek tepelerden toplandığı, Deren’in yeni bir harman yaptığı izleyiciye geçiyor. Filmin sonundaki ‘Bu çaydan istanbul’da da var’ esprisi de gayet iyi. Sorun ‘Yüksek yerlerden toplanan çayın iyi çay olup olmadığının’ kanıtının reklamda olmaması. Ya değilse? Deren Çay, ‘kanıt’ sorununu iletişim entegrasyonuyla çözerse yeni çayında çok farklı bir konum yakalar.

Deren Çay’daki ‘kanıt’ sorunu Samur Halı reklamında da var. Genel inanç ‘halı toz tutar’ şeklindedir. Bu toz tutuşun da sağlığa zararlı olduğu düşünülür. Samur Halı reklamında ‘toz tutma’ özelliğini bir avantaj olarak sunuyor. Parke döşenmiş evde toz olursa insanlar bu tozu yutarmış, Samur kaplı evde ise halı tozu tuttuğu için sağlık sorunu olmazmış! Samur’un reklamdaki iddiası çok ilginç geldi bana..İnanmak için daha fazla kanıt gerekiyor..Bence Samur’un da iletişim entegrasyonuna gereksinimi var.

Yalancının kuş gribi

HALKA bir yalan iki yalan söylerseniz üçüncü de size olan güveni kaybolur. Artık doğruyu söyleseniz de ‘yalancı çoban’ örneğindeki gibi size inanmaz. İşte kuş gribi nedeniyle resmi makamların düştüğü durum bu. Geçmiş otuz kırk yılda Türk halkına o kadar çok yalan söylendi ki kuş gribinde doğrular söyleniyor. Kimsenin aldırdığı yok...

Tarım Bakanlığı Manyas’ta, herhangi bir Avrupa ülkesindeki Tarım Bakanlığı gibi son derece başarılı bir ‘Acil Eylem Planı’ uyguluyor. Resmi ağızlar, kuş gribinin henüz insana geçmediğini, geçse de henüz insandan insana yayılma tehlikesinin, beyaz et, süt, yumurta tüketmekle gribin bulaşmasının mümkün olmadığını söylüyor. Başbakan dahil devlet görevlileri ‘tavuk, yumurta’ yiyerek herkesi sakinleştirmeye çalışıyor.

Verilen bilgiler, yapılan işler doğru. Avrupa Birliği temsilcileri de aynı bilgiyi veriyor. Avrupa’da medya da aynı bilgiyi veriyor. Avrupa ülkelerinde henüz beyaz et, süt, yumurta tüketimi etkilenmiş değil. Bizde ise kimse devlet yetkililerine inanmıyor. Çünkü onlara güvenmiyor. Tam bir kaos var. Yalancının mumu yatsıya kadar yanıyor. Olan sağlıklı ortamlarda et, yumurta üretenlere oluyor.

Çekirgelik

Tembellik çekici görünebilir ama çalışmak kadar tatmin edici değildir.

(Anne Frank)

Yazının Devamını Oku

Doğum günü hediyelerim...

14 Ekim 2005
Geçtiğimiz perşembe doğum günümdü. 6 Ekim... (Meraklıları için söyleyeyim Terazi’yim) Yakın arkadaşlarla Yeniköy Yelken’de çok güzel bir parti yaptık (daha doğrusu süpriz parti). Yelken‘in üst katında bu tür partiler için özel bir bölüm var. Orada 24 kişi çok güzel, çok keyifli bir yemek yedik. Yaş ilerledikçe insan dostlarının, arkadaşlarının değerini daha iyi anlıyor. Bu tür partiler de arkadaşlığın, dostluğun cilası oluyor. Gece boyunca arkadaşlıkları dostlukları bir güzel cilaladık.

Mete’nin hediyesi ilginçti. Bir kanuncuyla bir udi. Salim Biçer ve Hasan Vurgun. Bizi gece boyunca nasıl güzel eğlendirdirler, nasıl güzel çalıyorlar, nasıl güzel söylüyorlar anlatamam. Hem de hiç kafa şişirmeden istediğinizde kendilerini unutturarak. Çok beğendim. Gecenin sonunda da ayağa kalkıp ‘Biz Atıf Hoca’nın hayranlarıyız. Hiç bir yazısını kaçırmıyoruz’ deyip Sevenler ve Sevilenler ile Ömür isimli iki de şiir okumasınlar mı? Hatta ‘Sevenler ve Sevilenler’ isimli şiiri ‘Biz de Atıf Hoca’yı severiz’ diye bitirmesinler mi?

Gözüm yaşardı... Ağlamamak için kendimi zor tuttum. İki şiiri de kim yazmış, nerede yazılmış bilmiyorum. Ama çok hoşuma gitti ve sizlerle paylaşmak istiyorum. Salim ve Hasan’ı da böyle partilere çağırmak istiyorsanız bana bir mesaj atın size telefonlarını vereyim, çok seversiniz. Nasıl seviyeli, nasıl beyefendi, nasıl sevimliler anlatamam. İşini böylesine iyi yapan insanları görünce moralim çok düzeliyor. Çok ama...

SEVENLER SEVİLENLER

Beyaz karayı, sinek yarayı, zengin parayı sever

Yemek tuzu, rakı buzu, maymun muzu sever

Ördek kazı, güzel nazı, aşık sazı sever

Kuş darıyı, çiçek arıyı, fener sarıyı sever



Ana çocuğu, çoban gocuğu, yumurta sucuğu sever

Ocak közü, kirpik gözü, ozan sözü sever

Garip sılayı, yiğit halayı, tencere kalayı sever

Davul zurnayı, avcı turnayı, deve hurmayı sever



Kemer belini, cömert elini, cimri dilini sever

Çöl yağmuru, çizme çamuru, oklava hamuru sever

Tembel yatmayı, geveze atmayı, pazarcı satmayı sever

Şişe tıpayı, şarap kupayı, eşek sopayı sever



Ebe bebeği, kahve dibeği, çengi göbeği sever

Memur masayı, ermiş asayı, hakim yasayı sever

Haylaz döveni, dalkavuk öveni, hergele söveni sever

Sarhoş dostunu, ayı postunu, yaşlı bastonu sever

Hatip lafı, suçlu affı, açıkgözlü safı sever

Orman çamı, kedi damı, işçi zammı sever

Acıkan sofrayı, tas kurnayı, müzisyen notayı sever

Mektup pulu, okuyan okulu, tanrı kulu sever



ÖmÜr

Gözümüz saatte söyleştik hep

Koşuşur gibi dinlendik yarışır gibi çalıştık

Hep yetişecek bir yerler vardı

Aranacak insanlar yapılacak işler



Bir sonraki günün telaşı

Bir önceki günün terine bulaştı

Başkalarının hayatı bizimkini aştı



Kuşluk vakti kızarmış ekmek kokusu

Ya da yavuklu busesi ile uyanma düşlerini

Ha babam erteledik durduk

Henüz yirmili yaşlarda iken

Otuzlara kurduk saatin alarmını

Otuzumuzda kırklara belki sonra ellilere



Lakin öyle karmaşık kurulmuştuki hayat

Kuşlukta uyanma fırsatı verdiğinde bize

Artık uyku girmez olmuştu gözlerimize



Bol zamana kavuştuğumuz zamanda ise

Hasret gidermek ve söyleşmek için

Kimsecikleri göremiyoruz yanımızda

Büyük hayallerle sakladığımız

Bir sarı lira gibi ömrümüz

Vakit gelip sandıktan çıkardığımızda

Bir de bakıyoruz ki tedavülden kalkmış


Hoşgeldin üstat

Şu Çılgın Türkler, 160’nci baskıya ulaştı. Korsanları da sayarsanız herhalde bir 300 baskı olmuştur! İnanılmaz bir rakam. Hem de yaklaşık 22 YTL’den. Bu çorbada benim de tuzum olduğu için seviniyorum. Yeni gençlik, bu ülke nasıl kurulmuş, nasıl yoktan var edilmiş çok iyi öğrenmeli. Gençlere bu işi belletmenin en iyi yolu da Çılgın Türkler romanını okutmak. Zaten bir başlasalar ellerinden bırakamıyorlar. İsterseniz deneyin. Alın bir tane, başucuna koyun bir başlasın bakın elinden bırakabiliyor mu! Sakın ‘birinci cumhuriyetçi’ bir düşünceyle Çılgın Türkler kampanyası yaptığımı sanmayın. Ben öyle birinci cumhuriyet, ikinci cumhuriyet anlamam... Bana göre tek cumhuriyet var. Bir de Atatürk’ü yanlış anlayanlarla ‘dinci’lere, ‘demokratik özgürlükler’ söylemi altında bilerek ya da bilmeyerek payanda olanlar.

Çılgın Türkler okunsun istiyorum. Çünkü... Türkiye’nin harcı Atatürk ve Kurtuluş Savaşı. Atatürk’ü, idealini ve Kurtuluş Savaşı’nı gerçekten öğrenen, bu ülke için hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz. Bölmeye, parçalamaya, huzursuzluk çıkarmaya çalışmaz. Tek bir amaç için çalışır. Yüzü batıya dönük çağdaş bir toplum olmak için... Çalışır, projeler üretir, yaratıcı düşünceler geliştirir. Bu arada da yatar kalkar bu ülkeyi kuranlar dua eder.

Bu arada Turgut Özakman aramıza katıldı. Çok sevindim. Turgut Özakman’ın lise yıllarımdan bu yana hayranıyımdır. Sahnelenen oyunlarının tamamını izlemişimdir. Ah Şu Gençler, Resimli Osmanlı Tarihi, Töre, Ocak... Özakman’ın yaratıcı zekasına, tarih bilgisine, dramatik kurgulama yeteneğine hayranımdır. Üstadın yazılarını okumak benim için de büyük keyif olacak. Hoşgeldin üstat! Yanaklarından öpüyorum.

Ne olur terk et beni

Bu hafta size yine çok ilginç bir kitap önereceğim. Konusu çok yaratıcı. Düşünün şimdi 32 yaşında bir kadınsınız. Yaşıtlarınızın çoğu evlenmiş. Hatta evlenip boşananlar bile var. Geriye kalanlar ise evlenmeye hazırlanıyor. Etrafta evlenebileceğiniz bir tane bile adam gibi adam yok. Gelecekte de olma olasılığı çok düşük. Umutsuzluğa kapılmak üzeresiniz. Her yolu deniyorsunuz ama yok işte!

Kaygılarınız ve korkularınız had safhaya varmışken bir anda karşınıza bir adam çıkıyor. ‘Adam gibi bir adam’ değil ama... Bir sürü kızla çıkan, daha sonra hepsini yüz üstü bırakan... Ama bıraktığı her kızın ardından hemen evlendiği biri. Bir çeşit büyü gibi birşey. Oraya buraya çaput bağlayıp, mum yakacağına bu adamla çıkacaksın, ayrılacaksın, sonra koca bulmak şıpın işi.

Bu durumda ne yaparsınız? ‘Durup dururken başıma bela almayayım’ mı dersiniz yoksa ‘Atın ölümü arpadan olsun’ mu? Hangisi? Karar veremiyorsanız Olivia Goldsmith’in Ne Olur Terk Et Beni isimli romanını okuyun. Romanın kahramanı Katherina Sean Jameson ‘Atın ölümü arpadan olsun’ diyor ve...

Çok ilginç bir roman. İnternetten baktım. Romanın yazarı Olivia Goldsmith film senaryoları da yazan biri, birkaç kitabı daha var. Ama sanırım geçen sene estetik ameliyat için yattığı ameliyat masasından kalkamamış. Kadıncağızı tanımasam da üzüldüm. En üretken çağında gel, pisi pisine öl... Olacak iş değil!

CUMA TAKINTISI

Eti’nin yeni çıkardığı lokumlu çikolataya taktım. Kim düşünmüşse çok güzel düşünmüş, ortaya mükemmel bir ürün çıkmış. Doyulacak gibi değil. Bu hafta sonu Eti’nin lokumlu çikolatasına takarsanız pişman olmazsınız.

CUMA İTİRAFI

İncuvaldız; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 24; İl: Ankara

Çok kalabalık bir ailede, evin en küçüğü olarak yaşıyorum. Kaç kardeş olduğumuzu soranlara ‘on’ demek hiç kolay olmuyor! Annem, babam ismimi ilk defada aklına getiremiyor. Yemek zamanı masaya ilk oturduysam şanslıyım, yoksa aç! Banyo, tuvalet, televizyon kavgası çok fazla. Tek başıma nefes alıp verebileceğim, uyuyabileceğim bir odam olmuyor. Babam marifetmiş gibi herkese erkek evlat sayısını söylüyor. Annem tam tersi, sayıyı gizliyor. Abilerimden sürekli sopa yiyorum. Ailede doğum günleri kutlanmıyor, çünkü hatırlanamıyor. Eve misafir geldiğinde ailenin büyük kısmı dışarıda bekliyor! Herkesin giyim tarzı aynı, yoksa giyecek elbise bulunmuyor. Kız arkadaşım asla gelemiyor. Sırf aile ile tanışması yarım saat alır. Tek faydası var kalabalık ailenin, sıkıştığımda ‘7 abim var!’ deyip gözdağı veriyorum!

Yorum: Üç kardeşim, beş kardeşim var diye yakınanlar bu itirafa baksınlar da bir daha da ağızlarını açmasınlar. On iki kişiyi aynı evde düşünemiyorum. Her sabah tuvalet kuyruğunda geçireceğiniz süreyi düşünsenize.. ’Keşke bir çocuk daha yapsalarmış futbol takımı kurarlarmış’ geyiğini de yapmayacağım, ‘on kardeş’ lafını duyan herkes aynı geyiği yapıyordur. Biraz yaratıcılık lütfen. Örneğin ‘Ne güzel sizden iki basket takımı çıkar, karşılıklı maç yaparsınız’ gibi.
Yazının Devamını Oku

Nurgül Yeşilçay’ın eşinden yanıt var

11 Ekim 2005
Nurgül Yeşilçay’ın eşi, Nurgül Yeşilçay’ın oyunculuğunu sorguladığım yazıya yanıt göndermiş.. Hem de eşi Nurgül Yeşilçay ‘Değmez’ dediği halde.. Nurgül Yeşilçay’ın eşini gerçekten takdir ettim. Hatta ‘Bir adam karısına bu kadar sahip çıkabilir’ dedim ve ‘Nurgül Yeşilçay’ın eşidir, duygusaldır, yanlıdır’ falan diye düşünmeden, satır satır gelen e-postayı okumaya başladım..

‘Herhalde bir bunalım halindeyken ya da içkiliyken falan kaleme alındı’ diye düşünürken, ‘Nurgül’ü illa da çıplak görme isteğinizi bilememişler’ kısmına gelince, okumayı bıraktım..

Başka hiçbir şey de düşünmedim. İşte Nurgül Yeşilçay’ın eşinin yanıtı:

* * *

Oyunculuğunu beğenmemek en doğal hakkınızdır.

Bu sizin kişisel tercihinizdir ve kimse aynı düşünmek zorunda değildir.

Ancak Nurgül kötü oyuncu demeye varan bir yargıyı dile getirmek için oyunculuk denen sanatsal bilimi (!) eksiksiz bilmek gerekir ve onun verileri ışığında değerlendirmek gerekir.

Nurgül’ün Eğreti Gelin’deki performansının Asmalı Konak’ın ötesine geçemediğini yazmışsınız.

Nurgül’ün kötü bulduğunuz oyunculuğuna rağmen ‘Belalı Baldız’, bu korkunç reyting savaşlarında bu sezon başlayıp da yayınlandığı günden itibaren hep ilk üçte olma başarısını elde eden tek dizi olmayı nasıl becermiştir?

Acaba oyuncularımızı da her şeyde olduğu gibi tek bir kalıp ve kategoride görmek isteyip farklı davranmalarını yadırgıyor olabilir miyiz?

Yazınızı okuduğumda Atıf Yılmaz’ın sinema ve oyunculuk, anlatım, aktarım konusunda sizin kadar bilgi, beceri ve yetenek sahibi olmadığı kanaatine kapılmam, itiraf edeyim ki beni şaşırttı.

Sizin Nurgül’ü ille de çıplak ve sevişiyor görme isteğinizi bilememişler.

Belki de Deniz Akkaya’yı tercih ederdiniz.

Üstelik filmde, filmin ihtiyaç duyduğu muhteşem bir sevişme sahnesi vardı. Oldukça da erotikti. Çünkü, sevişmeler olmadığı için aşk vardı. Hem sizin elbiselerinizi tamamen çıkartmadan seviştiğiniz olmadı mı hiç? Altın Portakal’a gelince; ben sonuçları konusunda karşı çıkanların (birkaç marjinal dışında) ilk defa böyle bir konsensus oluşturduklarını gördüm.

Sizin gibi popüler olmak için böylesine çabalayan birinin aynı zamanda marjinalim de demeye çalışması yeni bir kavramı bize tanıtıyor:

‘Tam olmamış popüler’ (ya da yarı popüler de diyebiliriz). Yani Antalya’daki jürinin bir kısmı gibi.

Okuyup da anlayamadıklarınıza gelince; Nurgül, festivalin, daha doğrusu jürinin popüler film festivaline ters düşen ödüllendirme mantalitesine karşı, oradaki çelişkiyi vurgulamaya çalıştı.

Hiçbir yerde ve satırda ‘Ödül benim hakkımdı, onların değildi’ falan demedi. Tam tersi o Meltem Cumbul’un alacağını umduğunu söyledi.

Bir sanat abidesi Sezen Aksu, Nurgül’ü beğenerek oyunculuktan anlamıyor, siz anlıyorsunuz.

Halk çılgınca alkışlayarak anlamıyor, siz anlıyorsunuz.

Altın Koza jürisi anlamıyor siz anlıyorsunuz.

Oyunculuk konusunda hocalık da yapmış olan ben, tanımadan öncesinden beri oyunculuğuna hayran olarak ve ülkenin evrensel ölçülerde en iyi oyuncusu bularak anlamıyorum, siz anlıyorsunuz.

Evlilik ve bebek olayına gelince; ‘Bana Allah en büyük ödülü verdi. Bir insan sağlıklı bir bebekten daha mucizevi ne üretebilir ki? Mutluyum’ demek istenmiş.

Röportajı yapan anlamış, duygusallaşmış, siz anlayamamışsınız.

Mutlu ve sağlıklı günler diler, uzmanı olmadığınız konuda fikir beyan etmekle yargıda bulunmak arasındaki farkı artık anlamış olduğunuzu umarım.

Saygılarımla, Cem Özer..
Yazının Devamını Oku

İbrahim Tatlıses’in hocalığının perde arkası

10 Ekim 2005
İBRAHİM Tatlıses’in Bahçeşehir Üniversitesi Plato Uygulama Merkezi’nde ‘hoca’ olması haberine İbrahim Tatlıses bile şaştı. Tatlıses televizyon kameralarına şöyle diyordu: ‘Ne ders vereceğim orada ben ya... Benim ders almam gerekirken...’ İbrahim Tatlıses’in bile şaşırdığı habere başkalarının da şaşırması, eleştirmesi çok normal. Peki İbrahim Tatlıses niye şaşırmış, ‘hoca’ olduğundan haberi yok muymuş? Bilinmiyor...

Sinan Çetin ‘ulvi’ bir düşünceyle Plato Film Stüdyoları’nın yanında dört katlı bir bina alıyor ve burayı sinema, müzik, dans sevdalılarının ‘yaparak-öğrenecekleri’ bir uygulama merkezine dönüştürüyor. Çetin, eğitim programlarını tasarlamak için Bahçeşehir Üniversitesi’nin çevre eğitimi sertifika programları uygulayan kurumu Sürekli Eğitim Merkezi (BÜSEM) ile işbirliği anlaşması yapmak istiyor.

Anlaşma imzalanırsa Plato’nun ismi BÜSEM Plato Uygulama Merkezi olacak. Buraya kayıt olan öğrenciler de Plato’da uygulama merkezinde senaryo yazarlığı, ışıkçılık, kameramanlık, yönetmenlik, ses sanatçılığı, dans gibi konularda sertifika programlarına katılacaklar. Anlaşma imzalanma aşamasında iken nasıl oluyorsa oluyor, (Sinan Çetin ‘benim bilgim dışında’ diyor), İbrahim Tatlıses’e biri gidip ‘gelip birkaç saat katılımcılarla deneyimlerini paylaşır mısın?’ diye soruyor. Bu soru dönüp dolaşıp ‘İbrahim Tatlıses Bahçeşehir Üniversitesi’ne hoca oldu’ haline geliyor.

Sonuç? BÜSEM ile Plato Uygulama Merkezi arasında imzalanacak anlaşma askıya alınıyor. Artık Plato Uygulama Merkezi’nin önünde iki yol var. Ya başka bir üniversitenin Sürekli Eğitim Merkezi ile işbirliği yapacak ya da Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sertifika programları için izin alacak.

Ya İbrahim Tatlıses? Plato Uygulama Merkezi’ndeki ‘hoca’ rolü devam edecek mi? Bu, bazılarının bu olaydan aldığı ‘derse’ bağlı...

Tarım Bakanlığı’na ne gerek var

TARIM ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, tarım sektörünün AB ile müzakerelere hazırlığı konusunda ‘Kapıdan süt alma alışkanlığını örnek göstermiş ve demiş ki: ‘Benim hazır olmam değil toplumun hazır olması lazım. Yani apartmanda bile hala kapıdaki sütçüden süt alıyorsanız sorun devam ediyor demektir.’

Tarım ve Köy İşleri Bakanı Eker haklı. Sorun ‘açık süt’ konusunda devam ediyor. Türkiye’de satılan sütün neredeyse yüzde 75’i hálá açık süt. Bu orana da, neredeyse 75 yılda geriledik.

Açık kırmızı et, açık tavuk, açık hindi konusunda da sorun devam ediyor. Bu ürünlerin de hala yüzde 75’i hijyenik olmayan ortam ve yöntemler satılıyor.

Sorun sokakta, marketlerde, bakkallarda satılan diğer açık ürünlerde, hatta ne idüğü belirsiz ‘ruhsatsız’ ürünlerde de sürüyor.

Sorun otellerin, lokantaların ‘ruhsatsız’ ürünleri alıp insanları kandırmaları konusunda da devam ediyor. Tarım Bakanı, bu sorunların çözümünü topluma bıraktığına göre, sorunlar bir yüz elli yıl daha devam edebilir. Belki iki yüz elli yıl daha...

Sorunları toplum kendi başına çözecekse, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’na ne gerek var?

Giresunlular çok kızgın

CUMARTESİ, pazar Giresun’dayım... Fındık üreticileri neredeyse üzerime saldıracak. Çok kızgınlar... Bir kısım basının fındık üreticilerini ‘uluslararası birkaç fındık simsarı’ karşısında yalnız bıraktığını hatta yanlı davrandığını düşünüyorlar.

Geçen sene Giresun’da don olduğu için bir avuç bile fındık alınamamış... Bu yıl da ‘uluslararası simsarların lobi faaliyetleri’ ile fındık fiyatları düşme eğilimine girince moraller iyice bozulmuş. Fındık fiyatları dünya piyasasında belirlense, Giresun’lu fındık üreticileri de Fiskobirliğe yüksek fiyattan fındık satmış olsalar, bu nedenle de ‘kazıkçı’ olarak suçlansalar bir şey demeyecekler.

Onları kızdıran Türkiye’nin dünya fındık fiyatlarını belirleme gücüne sahip olduğu halde ‘sadece kendi cebini düşünen simsarlar’ sayesinde düşük fiyata mahkum edilmeleri. Aralarındaki konuşmalardan anladığıma göre Giresunlu fındık üreticileri basına karşı bir eylem hazırlığı içinde. Dilim döndüğünce yatıştırmaya çalıştım ama dinleyecek gibi görünmüyorlar. Bekleyelim görelim bakalım.

Sanal reklamlar da ‘doğal’ olmalı

KURTLAR Vadisi içine yerleştirilen Çaykur ve Pepsi Cola’nın sanal reklam uygulamalarını beğenmedim. Çok ‘kör gözüm parmağıma’ olmuşlar. Bu kadar ‘gözüne sokarak’ yapılan sanal reklam ‘bumerang’ etkisi yapabilir, markaya zarar bile verebilir. Zaten reklam özünde ‘doğal’ olmayan bir olgu, bir de ‘kabak gibi’ göze sokulunca itici oluyor. Daha ‘doğal’ olmak lazım.

Bu arada ‘sanal reklamların’ düzenlenmesi konusunda Avrupa Birliği ülkelerinde de, Türkiye’de de yasal bir boşluk olduğunu söyleyelim. Sanal reklamlara bir düzen getirmek isteyen sektörlere çok zarar vermeden teknolojiyi nasıl yönetebileceğini bilen yok.

Garanti’den toz bezli anımsatma

GARANTİ Bonus uzun süre kartını kullanmayanlara küçük bir toz bezi göndermiş. Kartlarının tozunu alsınlar diye. Çok zeki bir iletişim... Kartını kullanmayanlara ‘sıkı’ bir anımsatma... Bonus Card sahibi Melih Zafer Arıcan’ın da ‘espri’ hoşuna gitmiş... Ama ‘Bana niye gönderdiler anlamadım?’ diyor. Arıcan, üç ay önce kartını kaybettiğini Garanti’ye bildirmiş, yeni kartı eline ulaşmadığı için de kullanması mümkün değilmiş... Buradan ne sonuç çıkarıyoruz? Doğrudan pazarlama uygulamalarında hedef yığın olarak seçilse de ayrıntıya inip tek tek müşteri analizi yapılması şart! Siz insanları ‘yığın olarak görebilirsiniz’ ama onlar kendilerini asla o yığının parçası olarak görmüyorlar. Aman dikkat!

ÇEKİRGELİK

Çıkar at peçeyi, yeri göğü aydınlat, bu maddi dünyayı cennetten daha çok parlat.

(Zeyneb Hatun)
Yazının Devamını Oku