2 Şubat 2006
Ankara’da bir halk otobüsü Dışişleri Bakanlığı’nın servis aracını biçip 9 kişiyi öldürünce, aklıma İzmir’de gördüğüm tuhaf bir belediye otobüsü geldi. Tuhaf diyorum çünkü ben gördüğümde bu otobüsün arka körüğü hemen hemen yere paralel gidiyordu.
Önce gözlerime inanamadım... Sonra uzun süre bu otobüsün yer çekimi yasalarına nasıl karşı geldiğini düşündüm... İşin içinden çıkamadım.
Öğrendim ki bu otobüsün adı 525’miş. Ege Üniversitesi öğrencileri arasında da bir roman kahramanından daha ünlüymüş.
Düşünün ki Ekşi Sözlük’te 525’le ilgili tam üç sayfa ve 70 giriş var. Bilmiyorum dünyanın herhangi bir ülkesinde üzerine söz söylenen, "fordcularıyla" ünlü başka bir otobüs var mı? Umarım Türkiye bir gün bir Boing 525 faciasıyla sarsılmaz.
Ekşi Sözlük’ten 525 öyküleri
Rallici otobüs
- Özelliği, insanlar balık istifi olana dek otobüs kalkmıyor...
- Otobüse bin, insanlıktan in sloganına sahip aletler.
- Fordistan.
- Ralli yapan otobüs.
- Sonunda içinde vukuat olmuş, fordculuk olayını iş edinmiş bir mahlukun bir kız öğrenciye tacizi ve bu öğrencinin şoförü haberdar etmesi sonucu bir sonraki durakta kapıların kampus güvenliği gelene dek açılmaması ve sonrasında sapığın güvenlik tarafından alınıp götürülmesiyle sonuçlanmış, sapık ruhlara karşı kızı alkışladığımız, güya öğrenci servisi...
- Bazen o kadar kalabalık olur ki, dışarı taşan kollar ve bacaklar sebebiyle otobüsün kapısı kapanmaz. İşte tam bu sırada görevi kapının kapanmasını engelleyenleri otobüsün içine ittirmek olan görevli devreye girer. Ön kapıdaki çocuğu ittirmesiyle en arka kapıdan 4-5 kişinin dışarı yuvarlanması bir olur.
- Bir gün kaza yaparsa kampusun yarısının ölmesine, hatta bazı bölümlerin kapanma tehlikesiyle karşılaşmasına sebep olacak araç. Zira her seferinde içine kampusun yarısını alarak körüğüyle salına salına kampusta dolaşan bir insan konservesini andıran bu araçlar gözüme ölüm makinesi gibi gözükmektedir. Bir konserve içindeki bezelyelerin aralarında bile 525’tekinden daha fazla boşluk vardır diye düşünmüşümdür hep.
- Her dolulukta yolcu alınabileceğini ispatlayan, tahminlerimizin hayal gücümüz ile sınırlı olduğunu gösteren otobüsün numarası.
Öğrenciye işkence etme aracı
- Day’s inn virajını fizik kurallarını altüst ederek dönen, devrileceği günü merakla beklediğimiz beleş kampusiçi ulaşım aracı.
- Öğrenciye işkence etme aracı olarak bir numaraya konulması gereken, dayanma sınırınızın ölçüldüğü Ege Üniversitesi’ni gezen otobüsün numarası.
- Yakında NASA’da astronot eğitiminde kullanılmasını beklediğim, şoförlerinin virajları dönerken üzerinizde müthiş bir "g etkisi" hissetmenize neden olduğu ulaşım aracı.
- Sapıkları, fordcuları, hırsızları, "çıkma-teklif-edicileri" ve bilumum değişik türden insanlarıyla Ege Üniversitesi’nin ulaşımda vazgeçilmezidir. Anlatılmaz yaşanır. Bu otobüsün içinde tabular yıkılır, herkes bir uğurda birleşir.
- Her durakta bütün kapıları aynı anda açılan, şoförlerin ne zaman kapıyı açacakları belli olmadığından yolcuların çoğu zaman düşme tehlikesi geçirdiği, ne olursa olsun Ege Üniversitesi’nin vazgeçilmezi olan araç.
- Yaşanılan heyecan ve korkuyla bir çeşit radarı andıran bir eğlence aracıdır.
- Tek avantajı kalabalık olduğunda tutunacak bir yere ihtiyaç duyulmamasıdır...
Bilgileri okuyanların tepkileri
- Çok merak ettiğim otobüs hattı, İstanbul’da konserve benzeri çok araç var ama bu kadar bahsi geçince neye benzediği merak edilmektedir. Birileri bir fotoğraf linki falan koysun da merakımız giderilsin...
- Hakkında yazılanları okuyunca İzmir’e gidip bir kez olsun binmek istediğim hat. Sağ salim inenlere gazi unvanı da veriyorlar mı acaba diye merak etmiyor da değilim hani...
Sonuç: İzmir Büyük Şehir Belediyesi’ne önerim böylesine ünlü olmuş 525’leri tedavülden kaldırıp turizmin hizmetine "şehir turu" otobüsleri olarak sunmaları. Böylece İzmir’in tüm fordcuları belediyenin 525 hizmetinden yararlanır da tecavüz suçu azalır!
Tırtıl...
Bana tıka basa dolu bir otobüs verin size fordcu kimmiş göstereyim. (Anonim)
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2006
Amerikalılar film yapınca, lisans satıp etinden, sütünden, yününden para kazanmayı da ihmal etmiyorlar. Bir süre önce ABD’de gösterime giren Bir Geyşa’nın Anıları, 100 ürünle, "mörç" (merchandising’in Türkçesi) konusunda resmen Guinness rekorlar kitabına girmeye aday...
Bugüne kadar bir filmle aynı anda 100 bağlantılı ürünün piyasaya çıktığını ne gördüm ne de duydum.
Şapka, bira taşıyıcısı, kupa, kalem gibi ürünlerin "gişe"ye oynayan filmlerle birlikte piyasaya çıkmalarına alışkınız. Bir Geyşa’nın Anıları’nda ise , filmin ruhuna uygun şekilde ürün kapsamı, vücut losyonlarından, kimonoya, ceketten cüzdana, kolyeye, makyaj malzemelerine, ayakkabıya kadar genişlemiş.
Üstelik hepsi de Banana Republic, DK&Co., Fresh gibi "prestij" markaların ürünleri...
Benim en ilgimi çeken, yine bir prestij markası olan The Republic of Tea’nin çıkardığı vişne esanslı geyşa çayı. Film yakında Türkiye’de gösterime girecek.
Bu çayın Türkiye’de de iş yapacağını düşünüyorum. Yapmaz mı?
Ne iş yapar peki? Geyşa fındığı mı? Hani şu aganigi maganigi’ye iyi gelen fındık mı? Olabilir valla. İyi düşündünüz.
Komik transfer haberi..
Turkishtime Dergisi Şubat 2006 sayısında Türkiye’nin en pahalı otel odalarını haber yapmış.
Gecelik 11 bin 600 euro ile Rixos Premium Belek Oteli’nin Hektor villası başı çekiyor. İkinci, geceliği 9 bin 400 euro ile Çırağan Sarayı Sultan Dairesi.
Üçüncü, geceliği 6 bin 500 euro ile The Ritz Carlton’un suite’leri.
Ritz’in en pahalı odasında dünyanın ünlü starları, siyasetçiler ve arap şeyhleri kalıyormuş. Örneğin Tony Blair, Joschka Fischer, Phil Collins, Eva Herzigova, Tarkan veee... Okan Bayülgen.
Otel böyle bir bilgiyi Bayülgen’den izin aldı da mı açıkladı, almadan mı açıkladı bilinmez ama bildiğim bu haberi okuduktan sonra "Bayülgen’in 200 bin dolara Kanal 1’e transferi" haberinin aklımın bir yerlerinde oldukça komik durduğu... Haksız mıyım?
Dünya idrar başkenti
Metis, "Her şey satılık: Dünyanın kaynaklarını kimler kontrol ediyor" başlıklı çok ilginç bir kitabı Türkçeye çevirmiş.
James Ridgeway’ın yazdığı kitapta aklımıza gelecek her türlü malın, hammaddenin kaynağı hakkında geniş bilgi var. Ridgeway, yakıttan metale, gübreden uyuşturucuya, bu kaynakların dünya üstünde nasıl kontrol edildiğini, nasıl sahiplenildiğini, nasıl işletildiğini, nasıl dağıtıldığını uzun uzadıya yazmış.
Kitabın içinde ne var diye şöyle bir bakayım diye elime aldım, elimden bırakamadım. Hele de kitaptan, dünyanın idrar başkentinin Kanada’nın Manitoba eyaleti olduğunu öğrenince tamamını okumak farz oldu.
Menopoz ilacı üreten Wyeth-Ayerst laboratuvarlarında idrar (premarin) elde etmek için yaklaşık 45 bin kısrak kullanılıyormuş. Kısrakların çoğu Kanada’nın dağlık olmayan eyaletlerindeki çiftliklerde besleniyormuş. Manitoba bu nedenle "dünyanın idrar başkenti" olarak adlandırılıyormuş.
Kısraklar her gün litrelerce idrar üretip yılda da 35 bin tay doğuruyorlarmış. 1998 yılında Manitoba’nın gebe kısraklardan gelirinin yaklaşık 43 milyon Kanada Doları olduğu tahmin ediliyormuş.
Kitaptaki ilginç bilgiler kısrak idrarı ticaretiyle bitse iyi. Daha neler var neler. Örneğin ABD’de bir kadavranın fiyatı... Tam 5 bin dolarmış. Ama iyi baş isteyen bir uzman 500 dolar ekstra ödeyebiliyormuş. 2002’de bir ilaç firması bir kutu tırnak için tam 4 bin dolar ödemiş.
İnsan vücudu parça ticaretine ise isterseniz hiç girmeyeyim...
Çinli bir doktor 2001 yılında ABD’den sığınma hakkı isterken 100 kadar idam edilmiş mahkumun derisini yüzdüğünü itiraf etmiş. Bööööhhgg... Midem kalktı, sonrasını ben bile okuyamadım, sayfaları hızlı hızlı geçtim.
Son olarak şunu belirteyim.
Ridgeway’in kitabından sonra anladım ki "yoksul ülkeyiz, moksul ülkeyiz" diye söylenmemek lazım, kafasını çalıştıran kısrak idrarından, insan derisinden, tırnaktan bile para kazanıyor. Yeter ki midesiz olsun!
Tırtıl...
Eğer birine aşıksan bırak gitsin. Eğer dönerse mükemmel. Dönmezse bil ki senden daha çekici biriyle akşam yemeğindedir. (Bill Greiser)
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2006
COCA-Cola Türkiye Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ile birlikte "Hayat Artı" ismini verdiği çok ilginç bir proje yürütüyor. Projeyi ilk günden bu yana izliyorum. Proje için 1,5 milyon dolarlık bir gençlik fonu yaratıldı. Türkiye’ye 16-26 yaş arasındaki 100 gençlik kalkınma projesine 5-15 bin dolar arasında doğrudan katkı yapılacağı duyuruldu. İlk projeler bir seçici kurul tarafından seçildi, ve uygulamalar başladı:
Şimdi ilk projelere göz atalım:
Limitsizsiniz (Trabzon): 20 işitme engelli gence drama eğitimi ve oyun sahnelenmesi.
Kapısı Olmayan Evlerde kapının Arkasındaki Kızlar (Van): 20 genç kıza 4 ay süreli İngilizce, bilgisayar, insan hakları ve kilim dokuma eğitimi.
Turizme Destek (Mardin): 40 gence otelcilik eğitimi.
Tabuları Aşalım (Mersin-Tarsus): 2800 gence cinsel sağlık eğitimi.
Her Köy Bir Sahnedir (Adana): 12 köyde Aziz Nesin’in köy öykülerinden derlenen bir oyunun hiç tiyatro izlememiş gençlerle buluşturulması.
Engelsiz Yaşam İçin El Ele (İstanbul): Engelli 36 gence özel bir kampta atölte etkinlikler düzenlenmesi.
İş Olanakları Yaratalım (Kocaeli/Gölcük): Gençlere bilgisayar eğitimi.
Eğitim Seferberliği (Siirt): Bir mahallede kütüphane ve eğitim salonu yapılması. Liselere ve üniversiteye giriş sınavlarına hazırlık ve hızlı okuma kursları verilmesi.
Siyah Çoraplılardan Okul Sıralarına (Konya). Fair play ruhunu yansıtan bir tiyatro oyunu turnesi gelirle beden eğitimi dersi için malzeme ihtiyacının karşılanması.
Atık Piller Çöp Değildir (Bursa): Atık pil toplamak üzere bilinçlendirme kampanyası ve pil toplama konteynerlerinin kurulması.
İlginç projeler değil mi? Düşünün bir de. Bu projeleri gençler düşünüyor, yapılabilirlik çalışmalarını yapıyor, onaya sunuyor ve uyguluyor. Proje sadece sosyal açıdan katkı yapmıyor aynı zamanda gençlere başından sonuna bir projeyi belirli bütçe kapsamında planlama ve uygulama yeteneği kazandırıyor. Onlara sosyal bir projede çalışmanın keyfini yaşatarak geleceğin sosyal projecilerini yetiştiriyor.
Haydi gençler! Daha onaylanacak 90 proje var. Habitat ve Gündem 21 Gençlik Derneği’nin de uygulamaya yardım ettiği "Hayata Artı" gençlik fonu yeni projeler bekliyor.
Bana sorarsanız bu proje 1,5 milyon dolarla bitmez. 1,5 milyon dolar devede kulak. Eğer çapıcı projeler üretilmeye devam ederseniz Coca-Cola 10 milyon doları da bulur.
Coca-Cola global bir marka olarak şunu çok iyi biliyor: "Sosyal sorumluluk" şirketler için sadece başı ve sonu olan bir takım "sorumluluk projeleri üretmek" anlamına gelmez. Sorumlu davranmak global yerel fark etmez tüm şirketler için işleri yürütme biçimi.
Yaşadıkları toplumdaki yaşam kalitesine önem vermeyen şirketler bugün sorgulanmıyorlarsa yarın er geç sorgulanacaklar, uzun dönemde de tarihin ilgili bölümlerinde yerlerini alacaklar..
Şimdiii... Yukarıdaki yazıyı tekrar okuyun. Bakın bakalım "Hayata Artı"nın Türkiye’deki yaşam kalitesine katkısı ne? Coca-Cola "Mış gibi" mi yapıyor yoksa gerçekten bu toplumdaki yaşam kalitesini arttırmaya mı çalışıyor?
Aynı reklamları mı izliyoruz
DÜN aldığım üç e-posta bana "Aynı reklamları mı izliyoruz" başlığını arttırdı. E-postaları "yorumsuz" yayınlıyor ve sorumu yineliyorum:
KUŞU ÖLDÜRÜYORLAR
Regal reklamında kullanılan şirin kuş reklamın sonunda galiba (görünmüyor ama,seslerden anladığımız kadarıyla) öldürülüyor. Çocuklar bu reklamın sonunda "aaa kuşu öldürdüler kuşu öldürdüler" diye bize üzüntülerini gösteriyorlar. Sizden ricamız bu hayvan haklarına aykırı kötü reklam filminin kaldırılması için elinizden geleni yapmanız. (Gökhan Geze)
PROTESTO EDİYORUM
29 ocak 2006 tarihli köşenizde Digitürk’ün reklamını başarılı bulduğunuz değerlendirmenizi şiddetle protesto ediyorum. Bir işverenin çalışanına karşı takıntığı agresif, şımarık, kapris yüklü itici senaryoya nasıl iltifat edersiniz. Bir işverenin elinde telefon görevini yapmaya çalışan müdürüne sürekli müdahale etmesini "kanalı da satıyorum seni de kovuyorum" ifadelerini nasıl başarılı buluyorsunuz ? Asla başarı söz konusu değildir. Sinan Çetin hep aynı şeyi yapıyor. Ne oldu Cola Turkaya ! Uzun vadede başarı yakalandımı. Asla olmadı. Lütfen yorumlarda dikkat... (Günay Uyar)
BİLİM AŞAĞILANMASIN
29 Ocak 2006 tarihinde Akbank’ın "bir Amerikalı, bir Japon ve bir Türk" reklamını ele aldığının için siz öncelikle kutlarım. Reklam 20 dakikada kredi verme özelliğini vurgulamakla birlikte teknoloji ve bilime inanmış Japon ve Amerikalıyı aşağılıyor. Tabi ki aşağılanan Japon ve Amerikalıdan öte bilime ve teknolojiye inanan insanlar. Amerikalı ve Japon üzerine alınmayacağına göre mesaj bilime ve teknolojiye inanan bizlere gidiyor. Hadi sözünü ettiğiniz gibi reklam mesajı İngiliz, bir Fransız, bir Alman vs. ile başlayan fıkralara gönderme yapılması şeklinde hafifletilse de o fıkralarda da kendi saflığımız ve cahilliğimizi eleştirmiyor muyuz? Ümit ederim, son yıllarda ciddi anlamda dalga geçilen dürüst olmak, namuslu olmak, vatansever olmak, toplumcu olmak (bireyselci olmamak) kervanına bilime inanmak da eklenmesin. Katma değeri düşük ve teknoloji içermeyen ürünler üreterek 20 000 $ GSMH etmemiz mümkün değildir. Bilime ve teknolojiye inanmayanlar veya bilim ve teknolojiye ulaşamayanlar bilim ve teknolojiye ulaşanların ağızlarının içine bakmaktan ve onlara hizmet etmeye can atmaktan öteye gidemeyecektir (Eralp Aytaç).
Çekirgelik
Eğer 20 dakikadan fazla ünlü kalabilirseniz, kendi parfümüzü üretirsiniz. (K.Castle)
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2006
OKURLARDAN son Akbank reklamı ile ilgili çok miktarda mesaj geldi. Diyorlar ki "Amerikalı, Japon teknolojileri ile övünüyor, sıra Türk’e geldiğinde teknoloji yok! Sadece kredi başvurusunun 20 dakika gibi kısa bir sürede, cep telefonu üzerinden sonuçlandırıldığı söyleniyor. Burada bir gariplik yok mu? Aşağılanmıyor muyuz?" Yanıt veriyorum: Yok, aşağılanmıyoruz. Akbank reklamı gördüğünüz gibi "20 dakikada kredi başvurunuzu cep telefonu üzerinden sonuçlandırırız" mesajını kısa sürede öğretiyor. Bunun nedeni reklamın içindeki mizahın çok "içimizden" olması ana satış mesajının da mizahla birlikte üremesi.
Düşünşenize, doğduğunuzdan bu yana kaç adet "Bir Türk, bir Alman, bir Japon bir trenin kompartımanda giderken" fıkrası dinlemişsinizdir. Böyle bir öykünün televizyon versiyonuna kayıtsız kalmak mümkün değil. Üstelik öyküyü başkasına anlatırken "Akbank bir hizmet üretmiş" diye başlayıp "20 dakikada kredi başvurusuna yanıt veriyor" diye ana mesajı aktarmak zorundasınız. Bir reklam daha ne yapsın... Belki Amerikalı ve Japon’un Türklerin "cep telefonu üzerinden kısa sürede kredi başvurusuna yanıt" buluşuna reklamdaki haliyle çok şaşırmaları garipsenebilir ama bu garipliğin de mesajın öğrenilmesine bir zararı yok.
Aşağılanmaya gelince... Reklamdaki Türk "bir cep telefonu ürettim" diye söze başlasa ne kadar inandırıcı olurdu? Var mı herhangi bir Türk cep telefonu markamız? Samsung, Sony, Motorola, Nokia’nın yabancı markalar olduğunu bilmeyen var mı? Ya da bizim teknoloji üretemediğimizi... Gelin ben size bir fıkra anlatayım.
Bir Turk, bir Amerikalı ve bir Japon birlikte bir kompartımanda yolculuk ederken, bip bip bip diye ses duyulmuş. Amerikalı, sağ eliyle sol koluna dokunup, "Çağrı cihazım çaldı. Derimin altında elektronik devre var da" demiş.
Aradan biraz zaman geçmiş, bu sefer bir cep telefonu çalmaya baslamış. Bunun üzerine Japon, sol avuç içini kulağına götürmüş ve konuşmaya başlamış. Görüşmesi bitince, dönüp, "avucumun içinde cep telefonu devresi var da" diye sırıtmış.
Türk "Bana bir dakika izin verin" demiş ve dışarı çıkmış. Birkaç dakika sonra döndüğünde yerine oturmuş, hafiften titremeye başlamış, kalkıp pantolonunu indirmiş, poposunun arasından sarkan tuvalet kağıdını Amerikalı ve Japon’a göstermiş:
- Faks geliyor da...
Bu fıkra yıllardır anlatılır durur. Sizce asıl aşağılayan kim?
Perakendeciler çok büyüyorlar
HİPERMARKET-süpermarket-bakkal yapılaşmasını artık yasalarla düzenlemenin zamanı geldi de geçiyor. Perakende sektöründe "yoğunlaşma" giderek artıyor.
Üreticinin, küçük ve orta ölçekli perakendecilerin ve tüketicinin yararına en iyi sistemin kurulması şart! Tabii ki üretici markalaşmasına özen gösterilmesi de!
Avrupa’da bir çok ülke bu tür yasaları 1970’li yıllarda çıkarmış. Belçika 1975’te Loi Cadenas’la, Fransa 1975’te Loi Royer’le sorunu çözmüş. Yine aynı şekilde İngiltere, Almanya, Hollanda, İspanya, İtalya, İsviçre market büyüklüklerini, yerleşim yerlerini, kontrol ederek "yoğunlaşmanın" önüne geçmişler.
Diğer yandan "market markalaşmasının" yasal sınırlandırma getirerek pazarda yaratılan katma değerin kimler tarafından paylaşılacağına karar vermişler.
Bizde? Carrefour Gima’yı aldı büyüyor. Migros Tansaş’ı aldı büyüyor. Tesco Kipa’yı aldı büyüyor. Metro, her dakika "yer arıyorum" diye açıklama yapıyor, BİM "market markalarıyla" aldı başını gidiyor. Perakende pazarının kimin yararına büyüdüğünü izleyen var mı? Pazarda "güç" kimin eline geçiyor? Dikkat eden var mı?
Bir gün de atı alan Üsküdar’ı geçmeden doğru yasaları çıkarabilsek...
Oyuncuların başarısı
DİGİTÜRK son dönemde çok başarılı bir reklam damarı tutturdu, o damarda da farklı, başarılı yaratıcı uygulamalarla yoluna devam ediyor. Kanal patronunun "kafasına göre program değiştirtemediği için 15 YTL’lik Digitürk’ü tercih ettiği" iki reklam da ana mesajı destekliyor. "15 milyon dolar mı? Oohaaa..." sözü mizahın patladığı nokta...
Hoş bir mizah, reklamın yeniden izlenme değeri yüksek. Aynı zamanda da konuşturtuyor. Digitürk’e olan ilgiyi arttırıyor, fiyatı çekiciliğini kafalara çakıyor. Oyunculuğa özellikle dikkat.. Digitürk’ün son iki reklamlamında da başarıda oyuncuların payı büyük. Tabii ki onları oynatan yönetmenin de... Kim mi? Tabii ki Sinan Çetin. Kutluyorum.
Gülen reformist değilse niye bu pazarlama
ERTUĞRUL Özkök, "Kalvinist (değişimci) Müslüman hareketinin lideri Fethullah Gülen’dir" dedi. Gülen gecikmeden bu saptamaya yanıt verdi: "Ben ne Kalvinist’im ne de reformist."
Fethullah Gülen, "İstediği kadar ben reformist değilim" desin, Gülen cemaatini kendini pazarlama çalışmaları, ABD’de liberal Protestanların ve Baptistlerin dışında kalanların oluşturduğu Evanjelik mezhebinin (neo-muhafazakarlar) çalışmalarına çok benziyor.
Evanjelikler ABD’de mezheplerini yaygınlaştırmak için işletme kitaplarındaki kuralları bir bir uygulayan bir mezhep. Radyoları var, televizyonları var, internet siteleri var, sürekli kitap basıyorlar.
Guruları var, bankaları var, eczaneleri var, yurtları var. Stanford, Harvard mezunları kilise yaygınlaştırma programlarında çalışıyorlar. Sistemli gönüllü kazanma programları uyguluyorlar. Yeni projeleri de, mega kiliseler. 30 bin kişilik kiliseler inşa edip gövde gösterisi yapıyorlar.
Son 25 yılda yaptıkları bilinçli pazarlama programları ile Evanjeliklerin, ABD nüfusu içindeki sayıları ve siyasetteki etkileri hızla artıyor. Bush da bir Evanjelik ama yargıya Evanjelik müdahaleleri ABD’lileri çok fazla ürkütmüyor. ABD’liler günün sonunda laik demokrasilerine güveniyorlar. 2004 verilerine göre Evanjeliklerin oranı yüzde 36, Protestanların oranı yüzde 16, Katolik yüzde 22, dine bağlı olmayan yüzde 16, diğer yüzde 10.
Evanjeliklere bakıp Gülen’e sormak lazım: "Eğer reformist Müslüman hareketinin lideri olduğunu kabul etmiyorsan niye dersane işindesin? Niye FEM dersanelerini pompalıyorsun... 700 okulun, 1000 yurdun, 1000 kreşin arkasında ne var? Yoksa reformist değil, beyin yıkama işinde misin? Niye bu kadar güçlü bir cemaat pazarlaması? Türkiye’yi bir karşı devrime mi hazırlıyorsun? Bu hızla giderse, cemaat kaç yılında Türkiye’yi yönetecek hale gelir?"
Bir de aklıma gelmişken... Niye Amerika’da yaşıyorsun? Samimi Müslüman, samimi samimi Türkiye’de yaşar. Samimi yanıtlar bekliyorum.
Sıkıysa kargoda lider olun
SON iki yıldır kargo sektöründe ilginç bir savaş yaşanıyor... DHL, Fedex, UPS, TNT gibi yabancı markaların ağzı oldukça kárlı buldukları Türk kargo sektöründeki 1 milyar dolara sulanıyor. Bu nedenle Türkiye’de yatırım üstüne yatırım yapıyorlar. Buna karşılık Yurtiçi Kargo, Aras, MNG gibi Türk kargo şirketleri de yeniden yapılanarak, sistem ve süreçlerini yeniden gözden geçirerek, daha iyi pazarlama yaparak, iletişim etkinliklerini arttırarak rekabete yanıt veriyorlar. Yabancılarla, yerliler arasında hedef kitle farkları olsa da yabancıların yerlilerin pazarına daha fazla sulanmaları an meselesi... 2006’da daha büyük bir savaş bekleniyor.
Rakipler baltalarını bilerken TNS Piar, bizim için Türkiye temsili 2006 kişiye "Aklınıza gelen ilk üç kargo şirketi nedir?" sorusunu sordu. Deneklerin yüzde 66’sı en az bir kargo ismi verebildi.
Sonuçlara göre, Aras’ın Yurtiçi’nin ve MNG’nin yabancı ataklarına oldukça ciddi bir şekilde hazırlandıklarını söyleyebiliriz. Yabancılar arasında en iyi durumda olan UPS anımsanma oranı yüzde 4.8.
DHL 0.8, TNT 0.4, Fedex ise 0.3 anımsanma oranlarıyla Aras’ın Yurtiçi’nin, MNG’nin semtine uğrayacak durumda bile değiller... Daha çok "ihtisas kargoculuğu" yaptıklarını kabul ediyorum ama yerel pazara gözlerini dikeceklerse biraz daha bilinme oranlarını artırmalarında fayda var.
Yerellere ise önerim, rehavete kapılmamaları. Bir yandan yabancılara marke ederken bir yandan da hálá otobüs, kamyon gibi geleneksel yöntemleri kullananlara yönelik projeler hazırlamaları. Kargo işinin yüzde 60-70’inin hala "geleneklere" bağlı devam ettiği düşünülürse bu geleneklere yönelik inançları değiştirmekte yarar var. Haksız mıyım?
Çekirgelik
Küçük gemiler kıyılarda dolaşmalıdır
(Franklin)
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2006
Milliyet Sanat’ın tanıtımında "Tiyatro ve eleştirisi"ni okuyunca hemen bir Milliyet Sanat alıp okumak istedim. Sonra unuttum. Sonra yeniden anımsadım. Derken neredeyse şubat sayısı çıkacakken Milliyet Sanat’a ulaşıp "Tiyatro Eleştirisi" dosyasını okudum.
Dosyayı Zeynep Aksoy hazırlamış. Daha doğrusu Zeynep Aksoy; Dikmen Gürün, Hasan Anamur, Işıl Kasapoğlu, Ahmet Levendoğlu, Zehra İpşiroğlu, Seçkin Selvi, Sevda Şener, Sibel Yeşilay, Yıldız Kenter, Sumru Yavrucuk’la görüşmüş ya da onlardan yazılı görüş almış.
Sonra? Sonrası yok. Her görüşe yarım sayfa ayrılmış ama bir sonuç yok. Oyuncular ne düşünüyor, eleştirmenler ne düşünüyor, akademisyenler ne düşünüyor ayrıştırılsa, sonra da Zeynep Aksoy bir sonuca ulaşsa "dosya" tadından yenmeyecek. Ama eksik kalmış işte. Genel olarak tüm dergilerimizdeki hastalık bu. Görüşler alınıp arka arkaya dizildi mi "dosya" yaptık sanılıyor. Oysa her "dosya" çalışmasına bir birleştirici dil lazım. Öyle bir dil ki, bir görüşü alacak, analiz edecek, diğerine bağlayacak, senteze varacak.
Sumru Yavrucuk’u alalım. "Tiyatroya sahip çıkılması, medya ilişkilerinden olabildiğince arındırılması gerekir kanısındayım. Çünkü son yıllarda magazinle prim yaptırılmaya çalışılan tiyatro, bundan bir şey kazanmadı" demiş.
Yıldız Kenter’in bu konudaki görüşü ise şöyle: "Bazen bir oyuna birçok gazetede bu tür bir ilgi gösterilirse neden dolayı bilmiyorum. O piyesin tutma olasılığı artıyor tabii, seyircinin merakı tahrik oluyor."
Buradan bir sonuç çıkarmak gerekmez mi? Örneğin, "Çelişkilere bakılırsa tiyatro tanıtımı oyunculara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir" gibi. Okuyun "Tiyatro ve eleştirisi"ni, ne dediğimi daha iyi anlayacaksınız.
Penguen misiniz tavuskuşu mu
Küçük bir kitap önerisi: Penguenler Ülkesi’nde Bir Tavuskuşu. Yazarları Gallager Hateley ve Warren H. Schmidt.
Hateley, 1980’lerin sonunda ve 90’ların başlarında büyük bir gazetede çalışıyormuş. O dönemde çalıştığı gazetede gazetenin tirajını gözden geçirmek, reklam gelirlerini değerlendirmek ve yeni hedefler belirlemek üzere üst ve orta düzey yöneticilerle düzenli olarak toplantılar yapıyormuş. Toplantılar hep aynı geçiyormuş. Herkes koyu renk takım elbise, beyaz gömlek giyip kravat takıyormuş. Kadınlar bile... Aynı tornadan çıkmış gibi...
Hateley bir gün düşünürken, bu insanları penguenlere benzetmiş. Kendisine bakmış. Üzerinde en sevdiği elbise; parlak çiçekli, kısa, biraz selülitli (ama ince) bacaklarını ortaya çıkaran bir elbise. Ve kendine demiş ki "Bütün penguenler arasında bir tavuskuşu gibiyim!"
Kitaptaki penguen, tavuskuşu metaforu buradan çıkmış. Hateley, zamanla şirkette başka kuşların da olduğunu fark etmiş. Patronlarca saldırgan bulunan Şahin Helen, yeni fikirlere açık ama sürekli engellenen Alaycı Kuş Mike, zeki, kırsal ama cilasız Kartal Edward. Hayalcilikle suçlanan Kuğu Sara.
Yazarlar gerçek kişilerden bir kuş öyküsü yaratmışlar anlayacağınız. Zamanla katı ilkeleri olan şirketten ayrılan kuşlar, yaratıcılıklarını ve cesaretlerini gösterebilecekleri Fırsatlar Ülkesi’ne uçuyorlar. Kendilerine özgü çalışma şartlarını, yaratıcılıklarını takdir eden şirketlere...
Tavuskuşu Perry’nin başına gelenler bugün birçok şirkette yaşanıyor. "Penguenizmin" doruğuna çıkmış şirketlerde değişimi ve risk almayı destekleyen bir ortam yaratılmadığı sürece sonucun hüsran olması kaçınılmaz.
Başarıya ulaşmak için yeni düşünceler peşinde bir tavuskuşu olduğunuzu düşünüyorsanız, Perry’nin öyküsünü mutlaka okuyun, çevrenize de okutun. En fazla bir saatte bitiyor. Küçük, kolay okunan bir öykü.
CUMA İTİRAFI
pambukhatun; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 40; İl: Ankara
"Üç yıldır aynı ağdacıya gidiyorum. Çok memnun kaldım. İş arkadaşlarıma, komşularıma tavsiye ettim. Tavsiye ettiklerimin hepsi aynı ağdacıya gidiyor. Ağda yapan kadın bana, ’Abla biliyor musun, bazı arkadaşların bana senin kutunun durumunu sordu’ dedi!"
Yorum: "Tavsiye" pazarlamacıların en fazla üzerinde çalıştıkları konu. "Tavsiyenin" satın alma davranışı üzerindeki müthiş etkisi nedeniyle neredeyse "kulaktan kulağa pazarlama" diye bir alan, pazarlamadan ayrılıp ayrı bir dal olmak üzere. Diğer bir ismi de viral marketing. Bu konudaki literatürü yakından izlerim, şimdiye kadar "tavsiyenin de bir sınırı var" şeklinde bir saptamaya rastlamadım. Haliyle bizdeki ağda kültürü yabancı ellerde yok. Ağda kültürü olsa, ağdacısını paylaşan kadın kültürü oralarda yok. Ağdacısını paylaşan olsa, birbirinin "kutusunu" paylaşan yok! Ben hep diyorum. Türkiye, bilimsel olgular açısından da oldukça zengin bir ülke ama araştıran yok! İyi ki itiraf.com var da, bilgilere doğal seyrinde ulaşıyoruz. İtirafçının kod adına da dikkat! Takmış kadın.
CUMA TAKINTISI
Bu hafta sonu sizden Dr. Oetker’in bir ürününe takmanızı istiyorum. Çikolata Şelalesi. Özellikle sufle sevenler için. Beş dakikada hazırlanıyor, üç dakikada özel pişirme kaplarına konuyor, fırında sekiz dakikada pişiyor. Yerken "mmmm... mmmmm" deniyor. Çikolata sosunu iyice dibine kadar yedirmeyi unutmayın. Bu kıyağımı da unutmayın. Yiyince ne dediğimi anlayacaksınız.
CUMA ALINTISI
"Her ziyaretçi birbirinden nefret eder, ev sahibi hepsinden nefret eder." (Arnavutluk atasözü)
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2006
Hıncal Uluç’la çektirdiği fotoğraflarla gündeme düşen Ece Gürsel bir süre önce Başka Yerde Yok’a konuk oldu. O güne kadar kafamda "Hıncal Uluç-Ece Gürsel" ilişkisine bir anlam veremediğim için, Ece Gürsel’e olayın perde arkasını açıklamasını isteyen çok sayıda soru sordum. Kaçamak yanıtlar verdi, doğruları söylemedi.
Söylediğinin özeti şuydu: Gündeme geldikçe fiyatım artıyor, gündeme gelmek için de gerekeni yaparım..
Aynı Ece Gürsel şimdi de kalkmış "Beni gerçekten Ece Gürsel olduğum için sevecek, menfaatlerden arınmış bir sevgilim olsun istiyorum. Tanımak istediğim insanlar oluyor ama sonuç yok. Hayatıma girmek isteyen erkeklere bir tavsiyem var. Bana kendilerinden bahseden mektuplar yazsınlar. Bu konuda ciddiyim. Çünkü bir insanın niyetini kaleme aldığı cümlelerden anlar ve karakter analizi yaparım. Niyetini çözerim. Bana mektup yazarlarsa, benimle tanışma fırsatı bulurlar" demiş..
Gördüğünüz gibi "gündeme gelmek" için her yolu deneyen Ece Gürsel şimdi kalkmış "menfaatlerden arınmış" bir sevgili istiyor. "Menfaat" için gerekeni yapacak bir imaj çiz, sonra "menfaatlerden arınmış sevgili iste!"
Kim inanır buna. Her şeyden önce Ece Gürsel inanmaz.. Hiç kimseye, hiçbir erkeğe..
Ece Gürsel’e önerim, oturup önce kendine uzun bir mektup yazması.. Sonra cümlelerine bakıp kendini tanımaya çalışması. Karakterini, hayattan ne beklediğini analiz etmesi..
Boyundan büyük laflar edip, falcılığa soyunup herkesi kendine güldürmemesi.. Varsa bir üretimi konuşması, yoksa ölene kadar susması..
Türkiye’nin ideal kadını..
George Clooney ideal kadını tanımlamış: Nicole Kidman’ın gülüşü, Julia Roberts’ın kişiliği, Michelle Pfeiffer’ın güzelliği ve son olarak da Jennifer Lopez’in ihtirası..
İdeal kadını Türkiye şartlarında tanımlaya çalışsak diye düşündüm birden:
Seray Sever’in gülüşü, Candan Erçetin’in kişiliği, Gülben Ergen’in güzelliği ve Hülya Avşar’ın ihtirası..
Bir de.. Bir de.. Clooney eksik söylemiş..
Banu Alkan’ın zekası.. Nasıl ama?
Çin’den alınacak ders..
53. Miss World finali 2003 yılında Çin’de yapılmıştı.
Bu yarışmadan sonra dünya medyalarında Çin’le ilgili bin makale yayınlandı, 400 olumlu sözcük sarf edildi.
Dünyanın en etkili güzellik yarışması Çin’i gündemin baş sayfalarına çok olumlu şekilde taşıdı. SARS krizinden sonra ciddi yara alan Çin turizmi böylece yaralarını sardı.
Kuş gribinin de Türkiye’ye yönelik turizm hareketini etkileyeceği kesin.. Bu nedenle Mayıs-Haziran-Temmuz aylarında dünya kamuoyunun dikkatini çekecek etkinlikleri Türkiye’de düzenlemek şart. Dünya kamuoyunun ilgisini çekmenin de genetik kodları belli: Magazine yüklenmek! Uyarayım dedim.
Teoman’ın kapağı..
Teoman’ın yeni albümü "Renkli Rüyalar Oteli"ni çıkar çıkmaz aldım. Hangi şarkılar iyi, hangi şarkılar kötü, henüz karar veremedim..
Teoman kürüm henüz sürüyor.
Şu anda söyleyebileceğim, albümün kapak tasarımının ve üstündeki Teoman fotoğrafının çok "ucuz" durduğu..
Ucuz Amerikan komedi filmlerinin afişlerini andırıyor.. Basit bir çözüm ama bıraktığı etki de basit..
Dinlemeye devam edeyim bakayım, şarkılar da basit mi?
Çekirgelik
Üç şey çok zordur: Bir sırrı tutmak, bir yarayı unutmak ve bir boş zamanı değerlendirmek. (Chilo)
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2006
Dün Cengiz Semercioğlu, "Cem Yılmaz ayıp etti" diye yazdı. Nedeni de Cem Yılmaz’ın Öncel Öziçer’e verdiği röportajda "Talk şov yapmaya tenezzül etmem" demesi. Okan Bayülgen’i ve Beyazıt Öztürk’ü de Banu Alkanlarla televizyonda yarım saat konuşacak şey buldukları için eleştirmesi.
Aynı röportajın başlığı benim de ilgimi çekmişti. Daha doğrusu önce Cem Yılmaz’ın her zaman ki sempatik, güleç yüzü dikkatimi çekti. Daha sonra "sekiz sütuna manşet" başlık ilgimi çekti: "Talk şov yapmaya tenezzül etmem..."
Sayfaları çevirip, başladım okumaya. Okuduklarım aynen şöyleydi:
Öziçer: Televizyonda bir şey yapmak istemez misin?
Cem Yılmaz: Daha dün abimle televziyon izliyorduk. ’Ne mutlu ki televizyona bir şey yapmıyorum’ dedim. Yapmayacağım da. Ben televziyonda olacak birisi değilim. Mesela bir talkşov yapacak kabiliyette, tıynette birisi değilim. Ben yarım saat Banu Alkan’la konuşamam...
Öziçer: Tenezzül etmezsin?
CY: Tenezzül değil de tercih meselesi. Ya da tenezzül. Neyse ne... Niye konuşayım ben Banu Alkan’la? Niye şaka yapayım... Ama Okan yapar. Yanına da Hatemiler’i koyar. Hatemilerle de televizyonda konuşmak istemem. Hatemiler’le konuşacağım şeyi evde konuşurum bir gün denk gelirse. Öbür çocuğun, Beyaz’ın yaptığı şeyi de yapamam. Şahan’ın yaptığı şeyi yapmam. Niye yapayım. Öyle şeylerin televizyonda olmasında bir önem göremiyorum.
Öziçer: Sen neler seyrediyorsun peki?
CY: İşte bu çocukların yaptıklarını! (Çok gülüyor)"
Sonra tekrar ön sayfaya başlığa döndüm, tekrar okudum: "Talk şov yapmaya tenezzül etmem..."
Cem Yılmaz böyle mi demiş? Hayır. Öziçer böyle "alçalmam" dedirtmeye zorlamış.
Cem Yılmaz sadece "Tercihim televizyon değil. Okan’ın, Beyaz’ın, Şahan’ın yaptıklarının ben yapamam" diyor.
Yani ayıp eden Cem Yılmaz değil, Öncel Öziçer.
Röportajlarda ünlülerden çekici başlık çıkarmak için zorlama yapıldıkça, söylenenler eğilip büküldükçe ünlüler röportajdan soğuyorlar ona göre!
Kırık Kanatlar’ın müziği
Kırık Kanatlar Kanal D’de "Çılgın Türkler’in dizisi şeklinde" tanıtıldı ama ilk bölümde henüz bir "çılgınlık" göremedik.
Müziğini beğenenler olmuş... Yeniden bir gözden geçirilse iyi olur derim. Bir İstanbul Masalı, Asmalı Konak ve Zerda’nın tutunmasında müziklerinin payı büyük.
Kırık Kanatların ilk bölüm ratingi 6, share’i 15. Ratingi artırtmak için önce ekran başındakilerin Kırık Kanatlar’a yönelmesi lazım. Daha çok insan yönelsin ki, onlar konuşup izlemeyenleri izlemeye davet etsinler.
Ekran önündekileri zaplatmamanın önemli bir yolu da müzik. Bilmem anlatabildim mi?
Helal olsun Haşan Şaş
Galatasaray-Konyaspor maçını televizyondan izledim. Öldüm öldüm dirildim. Neyse son 30 saniyede sahneye genç Aydın çıktı da, bütün geceyi beyin ölümü yaşayarak geçirmekten kurtuldum.
Maçtan sonra oyuncularla canlı röportajlar yapıldı. Oğuz Tongsir konuyu sürekli dönüp dolaştırıp Galatasaraylı oyuncuların paralarını alamamalarına getiriyor.
Konuşulan futbolculardan biri de Hasan Şaş: "Para mara bizi ilgilendirmez. Bizim için önemli olan kazanmak... Çıkar topumuzu oynarız. Bu sezon sonuna kadar böyle olacak... Motivasyonumuzu kimse bozamaz..." Çok takdir ettim Hasan Şaş’ı. İnanarak, kalpten konuşuyordu, yalan söylemediği her halinden belli oluyordu. Duygulandım...
Spor sayfalarını okuduğumda "Galatasaray battı, bitti yok oldu" diyordum.
Hasan Şaş’ı dinleyince 44 puanın sırrını çok iyi anladım. Galasaraylı futbolcular adeta "Kurtuluş Savaşı" veriyor.
Gönülden, karşılıksız, sonuca kilitlenerek. Profesyonellik bu demek. Para sonradan geliyor. Helal olsun Hasan Şaş!
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2006
REGAL’in "pahalı markaları" tercih edenlere "kuş işte" dediği reklamı "reklamı denetleyen ortamların birinde tartışılıyor: - Yine aynı şeyi yapıyor Regalciler. Resmen insanlara kuş beyinli diyorlar.
- Yahu nereden çıkarıyorsun "kuş işte" diyor adam..
- Ne demek istediği önemli. Eğer "pahalısını alıyorsan kuş beyinlisin" diyor.
- Sen böyle anlıyorsun..
- Herkes öyle anlıyor. Niye kuş gibi bir hayvanı seçmişler o zaman?
- Koyun mu olsaydı?
- Daha zeki bir hayvan? Örneğin köpek olabilirdi... Bir Golden mesela.
- Köpek olsa sorun olmayacak mıydı?
- Olurdu, o zaman da köpeklerine beyinsiz dendi diye köpek sahipleri ayağa kalkardı..
- Yani.
- Kuş gribi çok dikkat çekiyor ya o yüzden kuş kullanmış olmasınlar.
- Ben olsam kullanmazdım çünkü reklamdaki kuş sarı bir serçe ve Fenerlileri çağrıştırıyor!
- Kuş beyinli. Heh he...
- Sensin kuş beyinli! Hah ha...
Konuşmalar devam ededursun, Vestel Regal’in "ekonomik ürün" çağrışımlarını mükemmel tutarlılıkla pekiştirmeye devam ediyor. Regal reklamlarla pazardaki konumunu derinleştiriyor.
Futbol, AKP Malatyaspor El Fatiha!
FUTBOL ün, güç ve para getiriyor. Avrupa’da 15 milyar dolarlık bir cirosu var. Türkiye’de 1 milyar dolar dönüyor. Ama etkilediği alanlara, insan sayısına bakıldığında, Mastercard reklamındaki gibi söylersek, değeri paha biçilmez.
AKP "demokrasi de demokrasi" diye diye geldi. Futbol’un "güç ve para" çekiciliğine kapılarak federasyon başkanlığı seçimlerinde bile demokrasiyi katletmek için elinden geleni yaptı.
Yankıları devam ettiği üzere sonuç hezimet! Mağdur yaratıldı, sonucuna katlanıldı.
Spordan sorumlu devlet bakanı Mehmet Ali Şahin olanlardan ders almamış görünüyor ki, "federasyonda darbe" çağrılarını sürdürüyor.
İmam "darbe" deyince tabii ki cemaat de "baltaları kapıp savaşa koşuyor."
İşte açık bir örnek..
Malatyaspor Başkanı Hikmet Tanrıverdi "Haluk Ulusoy’a oy verdi, hatta bir de onun asil listesine girdi" diye Malatyaspor Yönetim Kurulu üyesi Metehan Berktaş’ı Malatyaspordan attı.
Çok demokratik değil mi?
Çooook. Türk tipi demokrasi!
Bizim gibi düşünmeyeni asın,yakın, yok edin!
Siyasetçi olarak futbolu düzenleyeceğin yerde sahaya inip oynamaya çalışırsan olacağı bu.
Sen siyasetçi olarak sahaya inmek istersen, kulüp başkanları da sana yaranmak için asar, yıkar, yok eder!
Meclise çıkmak için.
AKP hata yapıyor. ANAP gibi. Gidişleri tahmin ettiklerinden çabuk olacak.
Üç mükemmel kitap
BU hafta size üç mükemmel kitap öneriyorum. Tembellik yapmayın, mutlaka okuyun...
İlki Stanford’lı iki gencin 1998 yılında kurduğu internet şirketi Google’ın öyküsü. Google Yahoo’yu nasıl yendi öğrenmek istiyorsanız David Vise’ın türkçeye yeni çevrilen kitabını okumalısınız. Google’cılar niye sadece Stanford mezunu,doktorları bilim adamlarını işe alıyorlar acaba?
Bu arada Yahoo’cuların da sadece hackerları, virüs yazıcıları ve şifre kırıcıları işe aldıklarını belirtelim. Aslında Yahoo ve Google’un yok aslında birbirlerinden farkları. Ama Google pazarlamada çok daha iyi. Bu yüzden hepimiz Yahoo’dan Google’a geçmedik mi? (Google, David A. Vise, Koridor 2005)
İkinci kitabın ismi Çin Inc..Her Türk vatandaşının, genci yaşlısı kızıl dev nasıl uyandı, akıl almaz bir hızla nasıl süper güce dönüştü anlaması lazım. Çin Inc’de eski gazeteci Ted Fishman Çin gezisinde çıkardığı sonuçları gözler önüne seriyor. Çin kapitalizmi dünyayı sarsmaya hazırlanıyor. Az kaldı. Darısı başımıza. (Çin Inc, Ted Fishman, Klan, 2005)
Üçüncü kitap penguenler arasından sıyrılıp nasıl tavus kusu olarak rekabet edebileceğimizi anlatıyor. İsmi Mavi Okyanus Stratejisi Öne geçmek için statükocu olmamak şart, her şeyin başı yaratıcılık. İşletmecilik eğitimi almayanlara biraz ağır gelebilir, önceden uyarayım. (Mavi Okyanus Stratejisi, W, Chan Kim&Renee Mauborgne, csa, 2005).
ÇEKİRGELİK
Olanaklı ve olanaksız arasındaki fark kişinin kendini o işe adamasında yatar.
Tommy Lasorda
Yazının Devamını Oku