Mucize; tabiatüstü hadiseler, fevkalade haller, aklın alamayacağı olağanüstülükler için kulllanılır.
Darbe davaları sürecinde, ‘Hayatın olağan akışına uygunluk’ diye bir hukuk terimi de öğrenmiştik.
İki aralık arasında, Aralık 2013’le Aralık 2014 arasındaki son bir yılda, hayatın olağan akışının dışında öyle çok olağanüstülük gördük geçirdik ki... Hepsine birden ‘Paralel mucize’ diyorum.
* * *
Mucizeler yaygın olmaz, ender rastlanır, az görülür, istisnai durumlarda ortaya çıkar.
Eserleri, komşum Ertuğrul Özkök’ün bile yazılarına daha sık girmeye, referanslarına daha çok konu olmaya başladı.
Yeni yılla ilgili ilk beklentim, işte Nursi’nin risalelerinde geçen bir sözün tam manasıyla karşılık bulmasıdır.
Şöyle bir söz: “Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve layık değildir.”
* * *
İkinci beklentim; çocuklar arasında ayrım yapmaya bu sene son verilmesidir...
6-7 Ekim provokasyonundan sonra, Şırnak’ın Cizre ilçesinde ‘Kendi kendini yöneten mahalleler’ için düğmeye basmışlardı.
Ben de bıyık altından gülerek şöyle çıkışmıştım: “Yahu sandıkta bütün ilçeyi kazanmışsınız, BDP yüzde 80 oyla belediyeyi almış, hepsi sizin olmuş zaten, daha ne istiyorsunuz, mahalleyi silahla zapt edip de ne yapacaksınız, zorunuz ne...”
Kafaları karışık, çözüm sürecine adaptasyon sorunları yaşıyorlar, henüz uyum sağlayamadılar da ondan bu şaşkınlıklar zannediyordum.
Ne kadar saf olduğumu şimdi anlıyorum.
Meğer ince hesap işi bir proje varmış arkasında, ne yaptıklarını gayet iyi biliyorlarmış.
Resim netleşiyor...
Gençlerin, devrimcilik oynama merakına bağlı romantik zikzaklar, mantıksız gelgitler vesaire yok ortada. PKK sempatizanı olmayan Kürtlere karşı korkunç bir ‘tehcir’ siyaseti, bilinçli bir ‘göçe zorlama’ uygulaması kendini alttan alta ele veriyor...
* * *
Ben ise nerede felsefe yapmak, şarkı sözü bile yazılamayacağı görüşündeyim.
Şöyle söylemiştim tartışma başladığında: “Popçu Sinan Akçıl’ın ‘Tabi Tabi’ adlı hit parçasını alın da ‘Senin bu aşkın uzayıp gidiyo, kalbim sana atmıyo’ gibi sığ, güdük, çocuksu ve yavan sözlerine bakın bir... Bir de Atatürk’ün sevdiği şarkılarda kullanılan Türkçeye, onun müzikalitesine, derinliğine, zenginliğine ve şiirselliğine. Osmanlıca, yani eski Türkçe bilenle bilmeyen arasındaki farkı anında anlarsınız...”Tartışmayı yeni bir eşiğe taşıyorum.
Meğer değil şarkı, Aydınlık gibi ulusalcı bir gazeteye haber metni, TGB’lilerin pankart ve dövizlerine Atatürk sözleri filan dahi yazılamazmış popüler Türkçeyle.
* * *
Aydınlık gazetesinin bir haberini okurken fark ettim bu gerçeği. İnanmazsanız siz de okuyun:
Hem kumpas iştirakçisi hem yolsuzluk mücahidi olunmaz. Eşyanın tabiatına aykırıdır, doğa kanununa ters. Yuvarlak bir kare, güneşli bir gece, yıldızlı bir gün, çocuklu bir bakire ya da kuru bir derya ne kadar mümkünse böylelerinin şövalyeliği de ancak o kadar gerçektir.
‘Dürüst kumpasçı’, ‘kahraman kalleş’, ‘yiğit pusucu’, ‘harbi münafık’, ‘mert yalancı’, ‘samimi riyakâr’ ya da ‘cengâver düzenbaz’ terkiplerini kâğıda yazsanız kusacakken hangi fıtrat kabul eder?
Kişi ya ikiyüzlü, sinsi bir hilekâr ya da bölünmüş kişilik psikopatı değilse aynı anda ikisi birden olamaz.
Mutlaka biri yüzüne taktığı maske, diğeri de içyüzüdür.
* * *
Gerçek yüzünü kendinden bile saklayan, içi-dışı birken ayrı, böyle
Yani ‘suç türü’ tartışması açarak en kullanışlı nitelendirmeyi arıyorsanız, kararınızı çoktan vermişsiniz demektir. Çekinmeyin, saklamayın, ben de kararımı verdim.
Yaygın deyişle ‘4 eski bakan’, ister Yüce Divan’a sevk edilsin ister edilmesin... İster yargılanıp aklansın ister suçlu görülüp mahkûm edilsin...
Sizin de benim de haklarında peşinen verdiğimiz karar neyse değişmeyecek.
* * *
Soruşturma Komisyonu, onları Yüce Divan’a gönderse de göndermese de mutlu olmayacağız. ‘Niye şu kadarı değil de bu kadarı gönderildi, niye hepsi yollandı ya da hiçbiri’ diye tutturacağız...
Sık gittiğim bir restoranda, gazete takımına uzandım geçen gün; içinden bir değil, üç tane Zaman çıkmasın mı! Alın size bela bir güçlük...
“Hayırdır, dayanışma filan mı” diye takıldım şefe. Cevabı, “Yok vallaha, kapıya bedava bırakıyorlar, sayı birken ikiye, üçe çıktı, sormayın” oldu.
Fethullah Gülen’in Necip Fazıl’dan aktardığı ‘Süper kâfir bir gazete’ anekdotu gelmez mi sizin de aklınıza?
Hani şöyle diyordu Gülen:
“Yalan bir kâfir sözüdür...Necip Fazıl, bir gazete için ‘Süper Kâfir’ derdi. Süper kâfir bir yalan, bir lafz-ı kâfir ortaya atınca, diğerleri hemen onu paylaşırlar.... O jurnal (gazete), o günkü tirajıyla 70-80 bin, belki de bazıları günümüzde bir kısım jurnaller için yapıldığı gibi, bedava kapı altlarından içerilere atılıyordu, böylece sun’i bir tiraj yüksekliği sağlanıyordu... Bir lafz-ı kâfir milyonlara ulaşıyordu...”‘Kapılara atılan gazete’ için bu söylediklerini şimdi nereye koyacağız? Çıkın bakalım içinden.
***
Kastettiği, Tahşiye yalanları: Çelişkiler, tutarsızlıklar, saklama telaşına verilebilecek suçlama taşkınlıkları, abuk sabukluğa varan abartılı ve zorlama iddialar, kuşku sektirme çırpınışları...
O yazılarda, Zaman ve Bugün gazetelerinden güncel örnekleri ele alıyor.
Zaman’dan seçtiği bir haber şu mesela:
“Tahşiye operasyonunu hükümet yaptı; Erdoğan, ABD’ye ‘El Kaide’ diye pazarladı.Geçmiş belge ve konuşmalar bu operasyonu ‘Erdoğan hükümetinin ABD’ye karşı pazarlık malzemesi’ olarak kullandığını gösteriyor...”Bu da Bugün’deki bir yayını irdelediği bölümden:
“Vicdanlar Kanadı’ başlıklı manşet, bir metnin içine en çok yalan sığdırma dalındaki bütün rekorları altüst edebilir...Şöyle başlıyor:‘Bir yanda silahlar ve patlayıcılarla yakalanan El Kaide Bağlantılı Tahşiyeciler Örgütü... Diğer yanda terörün her türlüsüne cephe alan Fethullah Gülen Hocaefendi. Gülen’i terör örgütü kurmakla suçlayanlar Tahşiyeciler’i aklamaya çalışıyor.’Altında ‘İşte Tahşiye operasyonunda ele geçirilen silah ve patlayıcılar’ yazan fotoğrafta gerçekten çok sayıda silah var. Kanaslar, G3’ler, Kaleşler, tüfekler, tabancalar ne ararsan var.Halbuki... Fotoğrafta cephaneliğin sergilendiği masanın arkasında İstanbul İl Jandarma Komutanlığı yazıyor.22 Ocak 2010’da İstanbul’da ve tüm Türkiye’de bu operasyonu Jandarma değil, polis yaptı yahu! Bu ne acemilik!...”
***