Son vaazında küfür ve hakaretlerden yakınırken Hitler ile Lenin’in bile ağızlarını bu kadar bozmadıklarını söylüyor.
Gerçi ikisi de asıl ünlerini ağız bozmakla yapmış değiller, başka özellikleriyle nam salmış şahsiyetler. Fakat ne ziyanı var, örnek örnektir ve meşhurlar üzerinden yürümek her zaman işe yarar...
Hem mesajın özüne inersek, Fethullah Gülen’e katılmamak mümkün mü?
***
Küfre ve hakarete maruz kalmaktan şikâyet bahsine, “Lenin’den bile duyulmadık küfürler” bölümüyle giriyor önce:
Kılıçdaroğlu ise dün itibariyle hâlâ bir şey yokmuş gibi yapıyor.
En son, Habertürk gazetesine şunu söylediği duyuldu:
“Şişli konusunu ben farklı çözeceğim. Nasıl olduğunu şu aşamada söylemem ama yakında çözünce görürsünüz...”
Neylersiniz ki bu müjdeli haberi verdiği gün, yeni başkan Hayri İnönü ile eski başkan Mustafa Sarıgül ve oğlu arasındaki ‘hâkimiyet’ kavgası çoktan kontrolden çıkmıştı.
* * *
UNUTMAYALIM ki, bumerang kendilerine dönünce “En çok tutuklu gazetecisi olan ülke Türkiye’dir” feryadı basanlar, en çok gazeteci tutuklatmaya teşne, gazeteciler tutuklandığında da dünya âleme karşı bunu en çok savunan gazetecilerdi. Başlarına gelince sarıldıkları ‘özgür basın’ sloganları, onun için candan, içten ve inandırıcı görünmüyor, bu bir...
Bugünlerde ‘özgür basın’ kampanyası yürütenler; kitap yazmayı, haber ve yorum yapmayı örgütlü suç kapsamında görebilen, yasakçılığın ve sansürcülüğün dibini bulmuş, daha düne kadar hapsi istenen gazeteciler listesi yayınlayan bir pratikten geliyorlar. Bu iki...
Ağızlarını Kopenhag kriterlerinden, AB standartlarından falan açanlar, paralel yapılanma gibi bir ucubenin hangi AB ülkesinde örneği olduğunu söyleyemiyorlar. Bu da üç...
Bu üç mesele adlı adınca bir yere oturtulmadan tartışma sağlıklı bir zeminde ilerleyemez.
* * *
Ama malum takipçileri, destekçileri olanca güçleriyle tersini ispata uğraşıyor. “Tahşiyeciler adında El Kaideci bir örgütün varlığı kumpas değil gerçek” diye yırtınıyorlar. Gülen’in ‘tuzak’ kehanetini yanlış çıkarmayı göze alarak...
Çünkü kumpas olduğunu kabul ederlerse o kumpası kimin kurduğunu konuşmaya gelecek sıra...
***
“Samimi müminleri terörist gibi göstermek için yarın Tahşiye diye bir örgüt icat edebilirler” mahiyetinde güya farazi şeyler söylendikten sonra gazete yazmış, TV dizisinde karanlık kurullar senaryoyu oynamış, ardından da polis ile savcı devreye girmiş mi?..
Cemaate atıp tutan bir başka cemaatin evine el bombaları konmuş, üzerlerine önceden tasarlanan suçlar atılmış, aleyhlerine düzmece delil ayarlanmış mı?..
Şükür, suç olmaktan çıktı şimdi.
Geçmişte bu suçu bulanlar da, günümüzün demokrasi ve özgürlük kahramanı oldular. Basın özgürlüğü lafını ağızlarına bile alamayacakken şimdi şampiyonluğu kimseye kaptırmıyorlar.
Paralel demokraside yaşamanın güzellikleri hep bunlar.
* * *
Eskiden adamın sabaha karşı evini basıp kirli donlarına kadar didik didik arar, kitap mitap yazan ‘azılı suçlular’ı sıcak yataklarından aldıkları gibi götürürlerdi ve bu işleme ‘şafak operasyonu’ denirdi.
Artık polisin gün ağardıktan sonra kumpas sanıklarının kapısına gelip nazikçe emniyete davet etmesine “Polisin ani baskını” deniyor...
Baskın yiyenler, “Gelin bir bardak çayımızı için hele” diyerek davete icabet etmediklerinde olay daha da büyüyor ve “Zalim polis gazete bastı” vaveylasına dönüşüyor...
‘Basın susturuluyor, medya özgürlüğüne darbe’ diyorlar...
Müsaade ederlerse ben korodan ayrılacağım. Çünkü amacın özgürlük savunusundan çok bir psikolojik baskı ortamı oluşturmak, içeride ve dışarıda siyasi kavgalarına taraftar toplamak olduğunu görüyorum. Zaten başa ne geliyorsa bu kurgu, mizansen ve algı mühendisliği merakından gelmiyor mu?
* * *
Hanefi Avcı, Ahmet Şık ve Nedim Şener’i ‘Cemaat’e dokunan’ kitapları yüzünden yatırdıklarında... ‘Bu kadarı da olur mu’ diye sadece sorguladığım için benle kavga etmişti arkadaşlarımız. Dava arkadaşlığı, kardeşlik hukuku ve benzeri tüm ‘ihanet’ argümanları masadaydı. Karşılıklı sesler yükselmişti...
Yine sesler yükseldi, bu kez “Özgür basın susturulamaz” sloganları yankılanıyor Zaman gazetesinin koridorlarında.
Yazdıklarını sağa sola çekerek artık nasıl bezdirdilerse, perşembe günü Yenişafak’taki yazısına şu başlığı atmıştı:
“Bu sakızı daha ne kadar çiğneyeceksiniz?”
* * *
Sakız dediği, “AK Parti’nin ahlak ile imtihanı” başlıklı daha önceki bir yazısı...
İçinde iktidara açık uyarılar vardı, iktidarla meselesi olanlar da hemen üstüne atladı. Hayrettin Karaman Hoca’nın bile sonunda dayanamayıp patladığı, iktidarı yolsuzlukla suçlamaya başladığı şeklinde yansıttılar...
Galiba çözdüm; HDP yönetimi ortak açıklamayla “Demirtaş’ın arkasındayız” dediğine, Sırrı Süreyya Önder de “Demirtaş’ı yedirmeyiz” diye bas bas bağırdığına göre demek ki Demirtaş’ın bir ‘yenilme’ sorunu var. Ve kolay lokma olmamak için kendine arka bulması gerekiyor. O da sırtını sokağa verdi. Tabiri caizse kendini sokağın sinesine emanet etti.
* * *
Ankara’nın kurtlar sofrasında siyasi entrikalarla boğuşurken başı sıkışan siyasilerin başvurduğu yoldur; yem olmaktan kurtulmak için sine-i millete dönerler...
HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da kendini daha emniyette hissettiği sine-i sokağa dönüyor. Birçokları için tekin olmayan sokaklar, böyle sıkıntılı zamanlarda onun en güvenli sığınağı demek.
Yine de çözülmesi gereken son bir düğüm kalıyor geriye. Yaklaşan tehlikeye karşı sırtını sokağa dayaması çok akıllıca da, Demirtaş’ı ham yapmak isteyen kim?