Sizin için gül destesi küçük bir seçki topladım. Yeni dili çözmek istiyorsanız, bu anahtar kavram ve kavramcılar antolojisini mutlaka el altında bulundurun.
Buyurun örnek konuşma parçalarına...
“PKK silah bırakmaz, niye bıraksın? Kürt silah bırakmaz. Türk devleti silahsızlansın...” Bu özlü tahrikin sahibi mesela, barışı her şeyden çok arzulayan Duran Kalkan, bir PKK yöneticisi.
* * *
Bir başkası: “En büyük suç örgütü devlettir. Devlet dolandırıcıdır. Devlet aslında terör örgütüdür. Polisin yetkilerini artırmak katliama davetiye çıkarmaktır... Biz AK Parti teröristlerini bütün Türkiye’den temizleyeceğiz...”PKK’nın bir insani yardım cemiyeti olduğunu siz bilmiyor muydunuz yoksa? Bizi bu hususta aydınlatan da insan haklarının güçlü sesi, özgür iradenin vücut bulmuş hali, ülkeye barış ve demokrasi getirmek için seçime parti olarak giren HDP’nin Eşbaşkanı Sayın Selahattin Demirtaş.
Ve ahlakçılık, içinde bir miktar ahlaksızlık da barındırır. Çünkü ikiyüzlüdür.
Kendi ahlakını bırakıp başkasının ahlakını beklemektir ahlakçılık. O da bizde daha çok ‘avrat ve avret yeri bekçiliği’ şeklindedir.
Güzel ahlak, başkasının uçkurunu dikizleyen, çekiştiren ve yargılayan avret bekçiliğini yasaklar halbuki. Aynı anda hem ahlaklı hem ahlakçı olunamaz...
Madalyonun iki yüzüne de bakalım ama ikisi de ikiyüzlü korkarım.
* * *
Kadına şiddetin kökeninde ne var?
Özgecan’ı katleden canavarda kendi hasımlarının suretini arıyorlar.
TV tartışmalarını izliyorum, gazete yorumlarına bakıyorum.
Konuşan bir feministse topyekûn erkekliği sanık sandalyesine oturtuyor.
Laikliği tehlikede gören biriyse ‘irtica’ olarak bellediği ‘din’ ve ‘dindarlığı’ bu cinayetten mesul tutuyor.
Bir Tayyipfobik ise şayet, Tayyip Erdoğan’ın muhafazakârlığını, 3 çocuk söylemini, kürtaj ve sezaryen karşıtlığını, cinsel özgürlük aleyhtarlığını suçluyor.
Hepsi birdense laf dönüp dolaşıp İslam’a ve AK Parti’nin muhafazakâr siyasetine geliyor.
Sanki AK Parti yenilirse kadına karşı şiddet de yenilecek, o biterse o da bitecek...
Küba’da, Cohiba Oteli’nin önünde topluca araç beklerken beni tanıyan bir Türk turist yaklaştı yanıma ve hararetle elimi sıkarak analizini patlattı:
“Ben benim paramla geziyorum ama siz de benim paramla geziyorsunuz...”
Cumhurbaşkanı’yla
uçtuğumuz için yeme-içme ve konaklama masraflarımızın devlet kesesinden karşılandığını zannediyordu. Zannetmiyor, böyle olduğundan emin...
Dedim ki:
“Hayır, ben senin paranla değil Aydın Doğan’ın parasıyla geziyorum, diğer herkes de kendi kesesinden harcıyor...”
Duraksadı... Kafasında kurduğu senaryo çökmüştü... Ama toparlanması uzun sürmedi. Giderken hâlâ o kazanıyor, ben harcıyormuşum gibi bakıyordu.
“Katolik ve ortodoks kiliseleri açık, Afrika kökenli bir inanış olan Santeria tapınakları açık, Musevi sinagogları açık, neden Müslümanların mabedi de olmasın” havasındalar.
Camiye bir garezleri bulunmadığı gibi, ‘Küba basını’ diye bahsedilecek bir basınları da bulunmuyor. Tek gazeteleri, Gramma.
Üzgünüm, interneti de yok ki memleketin, alıntı yapılacak internet gazeteleri olsun. Gramma’nın bir sitesi var, hepsi o. Diğerleri ya sendikaların ya da mahalle muhtarlarının bülteni. İçerikleri bir yana, ‘Küba basını’ diye başlayan haberler baştan asparagas kokuyor yani...
* * *
İçerik kısmı da ayrı bir facia.
Bir otobüs dolusu gazetecinin önünde bizim mihmandara sordum; yazılı, görsel hiçbir yayında Erdoğan’ın ziyaretinden herhangi bir rahatsızlık imasına rastlamamış.
İddia edildiği gibi “Küba’ya cami yaptırmak için geliyor” diye mızıldanmalar, negatif vurgular filan nerede! Tam aksine, günlerdir ‘hoş gelsin’ yayınları yapıyorlarmış.
Erdoğan, çantasında bir değil, hem de iki cami projesiyle gidiyormuş Havana’ya, korkunun kaynağı bu.
***
Kristof Kolomb’un hiç ayak basmadığı Kolombiya’dan ayrıldık. İlk kez tarafından keşfedildiği halde Kolomb’un esamisi bile okunmayan Küba’ya doğru gidiyoruz.
Latin Amerika seyahat günlüğümüzde yeni bir sayfaya geçiyoruz yani. Bu satırları, Bogota’dan Havana’ya 3 saatlik uçuş sırasında yazıyorum.
Havana’ya intikal eder etmez, Erdoğan’ın ziyareti hakkında çıkan ön haberleri taramam gerek.
Başkent Bogota’nın harika peynirleri de var; yemyeşil dağları, ormanlık bir şehri, cıvıl cıvıl parkları, dereleri-tepeleri, İngiliz mimarisinde kırmızı tuğladan zarif binaları, 11 bin dolar civarında kişi başına milli geliri ve arabika çalısından harikulade kahve çekirdekleri var...
Erdoğan’ın Latin Amerika seyahati için bir seyrüsefer defteri açmıştım, Bogota’nın tüm bu sürprizlerini anlatacaktım bugün size.
Bizim şehirlerimizin hâlâ oturmuş bir mimari tarzı olmadığı gibi... Binalarımızı fosforlu Cevriye rüküşlüklerinden kurtaracak bir renk kodu da yok diyecektim. Bogota başarmış...
Gelin görün ki bunları konuşmaya sıra gelmeyecek yine.
***
The Uçak’tan, Erdoğan’ın hafta boyu sürecek seyahatinin ilk seyrüsefer notlarını bildiriyorum.
Bilinçakışı tekniğiyle döküyorum ortaya, nasıl akıp geldiyse... Aynı tarzda okumanızı öneririm; serbest salınımla, kendinizi tümden akışa bırakarak...
‘Okyanus ötesi’ne doğru süzülüyoruz ama Pensilvanya’yı da içine alan kuzey bölgesine değil, güney taraflarına bu kez.
Gerçi “Yukarısından ne hayır gördük ki Amerika’nın, aşağısından ne görelim” karamsarlığı yok içimde yola çıkarken. Meksika’ya evvelce de gelmişliğim var. Ancak “Bir ömürde bir kere görmek yeter de artar bile” demiştim. O zaman büyük konuştuğuma yanıyorum tek.
***