Deniyor ki nerede kaldı kılık kıyafet serbestisi, nerede kaldı yaşam tarzlarına karışmama taahhüdü?
Derim ki mahalleye güvenmezseniz olacağı buydu.
Laikliğin bizdeki başlıca işlevi, mahalle baskısını ortadan kaldırmak değil miydi?
Mahalleyi kendi haline bırakırsanız ya yobazlığa varırdı ya bağnazlığa. Gericilik kapıda beklerken ne yapacağı belli olmazdı...
‘Endişeli modern’ aydınımız, mahalleye bu gözle baktı hep. Değerlerine güvenmediği için, toplumu kendisiyle baş başa koymaya yanaşmadı. Her an irticaya kaçabilirmiş gibi...
Başörtüsü yasağı da yıllarca bu gerekçeyle savunulmadı mı?
Örtünmeyenler üzerinde zımnen ‘Siz ne biçim Müslümansınız’ baskısı kuracağı için, tesettürün özgürlüğe aykırı olduğu iddia edilmedi mi?
Grup grup İslami cihatçılar, Kürt partisi PYD’nin silahlı kolu vesaire.
İyi-kötü hepsinin hikâyesi anlatıldı, Türkiyeli Şebbiha’lar hariç.
En az bildiklerimiz onlar, Esad için savaşmaya gidenler. Onların hikâyesi henüz doğru dürüst anlatılmadı.
Aslı Aydıntaşbaş, Milliyet’te yazana kadar ben de üzerinde düşünmemiştim. Fark ettim ki evet, haklı!... Esad için kurşun atan Türk savaşçılar ihmalden öte göz ardı edilmiş medyamızda, göz ardından öte görmezden gelinmişler.
El Kaide bağlantılı Nusra cephesine katılan cihatçıları biliyoruz. Özgür Suriye Ordusu içindeki diğer gruplara dağılan unsurları da. Sayıları, kim oldukları, nereden gelip nereye gittikleri, irtibatları, örgütsel iltisakları hep malum.
Ağırlıklı olarak Adıyaman, Adana ve İstanbul’dan çıkıyorlar. Yaşadıkları travmayı teşhir eden röportajlar yapılıyor aileleriyle. Çarşaf çarşaf...
PYD güçlerine dahil olan Türkiyeli Kürtleri de biliyoruz. PKK’nın silahlı kadrolarına mensuplar, Kandil üzerinden Suriye’ye geçiyorlar. Hâkimiyetlerindeki bölgeleri harita üzerinde işaretleyebilir herhangi birimiz, o kadar vakıfız.
Nasıl mest olmasınlar, dünya olayımıza hayran!
New School diye bir yerdeymiş konferans... Duymamış olmalısınız, ziyanı yok, ben de duymamıştım. Bir uçtan bir uca, 3 binden fazla ‘think tank’ ile 5 binden fazla üniversiteleri var. Amerikalıların da haberi olmamıştır bu curcunada.
New York’ta ama kendi aramızda geçiyor konuşma, biz bize. Yine de yetiyor içimizin yağlarını eritmeye.
Ona benzemesin, yeni bir bilgiye ulaştım. CIA, Gezi’nin sırrını araştırıyormuş.
Paul Pillar adındaki eski bir CIA analisti, The National Interest dergisinde masaya yatırmış.
Kafasını kurcalayan soru şu:
“Neden sokak isyanları görüyoruz demokrasilerde?Hedeftekiler, özgür tercihlerle demokratik olarak seçilmiş hükümetler... Oy pusulası ve bir sandıkla değiştirmek varken neden sokak?”Thomas Friedman’ın, New York Times’daki eski bir yazısı sayesinde haberdar oldum.
İşte Amerikalılar!...
Gezi olaylarında ‘yöneten demokrasi’ olma beceresini sergileyemediğimiz için, işitmediğimiz laf kalmamıştı.
Bakın şu işe ki bizde kınadıkları her ne varsa hepsi, daha senesi çıkmadan başlarına geldi.
New York Times’ın, New York Times’dan da meşhur yazarı Thomas Friedman’ı bilirsiniz.
Bu zat, 3 ay öncesine kadar, işaret parmağını Ankara’ya doğru sallayıp “Demokrasi sadece sandık demek değildir ha” diyordu.
Sokağın tepkisini, iktidardaki ‘çoğunlukçu yönetim’ anlayışına bağlıyordu ki bu sakat anlayış bizim gibi çakma demokrasilere mahsustu.
Liberal, yani gerçek demokrasilerde her şey sandıktan ibaret olmazdı.
Faal mi faaller, cevval mi cevval.
Hakları geçmesin, delifişek gibi doludizgin de gidiyorlar.
El atmaya görsünler, altından girip üstünden çıkıyorlar meselenin.
Daha dün, Gezi Parkı eylemlerinin zorbalıkla bastırıldığına dair raporlarını açıkladılar.
Velakin, Af Örgütü’nün temel prensiplerine ters düşüyor bazı hareketleri.
80 küsur ülkede ofisi var Af Örgütü’nün. Merkezi de Londra’da.
Bu 80 küsur ofis, bildiğim kadarıyla şöyle bir prensibe göre çalışıyor:
Zor durumdaydılar, tutunacak fazla bir yerleri kalmamıştı. Hükümetle araları giderek açılıyordu. Son demokratikleşme paketiyle yeniden dirildiler.
Yeminli Erdoğan karşıtları hariç, özgürlükçü liberal kesimler bu işten mutlu oldu. Hükümete de kendilerine de yeniden güvenleri geldi.
Onlar değilmiş demek ki...
Peki en çok kimler sevmedi bu paketi?
Yargıçlar Sendikası Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nı göreve çağırdı.
Haksız da değil.
AK Parti, başörtüsünü serbestleştirmeyi en son denediğinde kapatılmaktan kıl payı kurtulmuştu.
Kimin payına daha az demokrasi düşüyorsa ona çok, kim hak ve hürriyetlerden daha çok nasipleniyorsa ona da az verilecekti ki bir dengeye gelsin.
Yeni pakette dağıtılan demokrasi, eşit paylaşıma yaklaştırıyor bizi. Ama orada değiliz henüz.
Cemevleri ile Heybeliada Ruhban Okulu’na da bir şeyler söylenseydi, adil bölüşüm beklentisine ‘cuk’ oturacaktı.
Kamuda başörtüsüne serbestlik dışında, doğrudan muhafazakârlara yönelik bir adım yok.
Buna mukabil, gösteri ve protesto hakkından Kürtçe siyasi propagandaya kadar bir dizi reformla muhalefet rahatlatılıyor.
Hükümet komiserliği sizlere ömür, ‘andımız’ tarih oluyor... Klavye Kürtçe seslere kavuşuyor, anadilde eğitime bir adım daha...
Hazine yardımının yaygınlaştırılması, partilere eşbaşkanlık imkânı ve seçim barajı önerileri, BDP, CHP ve MHP’ye AK Parti’den daha çok yarıyor.
Havasından mı suyundan mıdır, çok fazla kıskançlık çekiyor Hürriyet’te yazmak.
Bay Deki’nin ilk birkaç günlük deneyimini özetleyecek tek kelime, ‘haset’. Üç kelime ise ‘haddinden fazla haset’.
Hayır, itikadına ters düşmese kurşun döktürecek. Ama ters...
Bay Deki krizine girenler içinde en acıklı olanı da Emin Çölaşan’ın durumu. Atlatamıyor, ‘Niye ben değil de o’ bunalımından çıkamadı.
Hürriyet, bir saplantı olmuş onda.
Aydın Doğan kazara ‘gel gel’ mimiklerini oynatsa, ‘Beni çağırıyor’ diye koşacak. Can atıyor geri dönmeye, lakin nerede!
Kaç yıl oldu, Hürriyet kompleksini aşamadı.