Paylaş
Deniyor ki nerede kaldı kılık kıyafet serbestisi, nerede kaldı yaşam tarzlarına karışmama taahhüdü?
Derim ki mahalleye güvenmezseniz olacağı buydu.
Laikliğin bizdeki başlıca işlevi, mahalle baskısını ortadan kaldırmak değil miydi?
Mahalleyi kendi haline bırakırsanız ya yobazlığa varırdı ya bağnazlığa. Gericilik kapıda beklerken ne yapacağı belli olmazdı...
‘Endişeli modern’ aydınımız, mahalleye bu gözle baktı hep. Değerlerine güvenmediği için, toplumu kendisiyle baş başa koymaya yanaşmadı. Her an irticaya kaçabilirmiş gibi...
Başörtüsü yasağı da yıllarca bu gerekçeyle savunulmadı mı?
Örtünmeyenler üzerinde zımnen ‘Siz ne biçim Müslümansınız’ baskısı kuracağı için, tesettürün özgürlüğe aykırı olduğu iddia edilmedi mi?
Kapalıların varlığı, başı açıkların çağdaş yaşam biçimine bizatihi bir müdahale gibi gösterilmedi mi?
Devir değişti ama mahalleye güvensizlik devam ediyor işte. Tersine döndü sadece. Bu kez de ekranda dekoltenin abartıya kaçması, mahalleliyi bozacağı endişesiyle muhafazakâr siyasete konu ediliyor.
Halbuki giyim kuşam baskısı, mahallenin mevzusudur esas, devletin ya da siyasetin değil.
Hüseyin Çelik’in asıl yanlışı da, muhafazakâr siyasetin eskiden beri savunageldiği bu basit kuralı atlamasıdır.
Mahalleye bırakıldığında sessiz sedasız hallolacak işleri büyütür siyasi baskı, çığırından çıkarır. Ayıklayın ayıklayabilirseniz pirincin taşını...
Meğer ne haksızlık etmişiz bu kavrama, şimdi anladınız mı?
Şerif Mardin Hoca, 2007’de ortaya attığında tahmin bile edemezdi. Bambaşka manalara çekildi. Karalandı, kötülendi, öcüleştirildi. Hâlâ da saptırılıyor.
Hoca, düzeltmeye uğraştı ama nafile. Çok endişeli aydınlarımıza söz dinletemedi.
Ne zamanki siyasi baskı onlara döndü, arar oldular mahalle baskısını.
Mahallenin baskı aracı gözdür, bakıştır çünkü Hoca’nın orijinal tarifinde. Başka cezalar değil.
Utandırarak cezalandırır mahalle, ayıplayan bir gözle, kınayan bir bakışla.
Fransızların Şarivari’si gibi komşunun kapısına dayanıp tencere-tava çalarak da yapmaz. Utandırmak, rezil etmek değildir.
‘Aşırı dekolte’ tartışması,
‘Mahallenin sağduyusuna güvenmek gerekirmiş’ dedirtir mi nihayet?
‘Siyasetin karışmasındansa mahalle baskısı yüz kere evladır’ dedirtir mi?
Düğünle cenaze arasında Balyoz
BALYOZ davası kararları, Yargıtay’da nihaileşti. Bende uyandırdığı duygu şu: Ne düğün bayram, ne cenaze matemi.
Bir yanım yaprak döküyor, çünkü mahkûmiyet alanların ocağına acı düştü. Onlar ve aileleri için dramatik bir gün.
Bir yanım bahar bahçe. Çünkü demokratikleşme maceramızda en kritik eşiği geçtik. Darbelerle mücadele tarihimizde geri döndürülemez bir noktaya geldik. Darbeye teşebbüs suçunu cezalandırmayı başardık. Demokrasimiz ve hukuk sistemimiz adına büyük bir gün.
Demokratik olgunluk, böyle zamanlarda zaferle yenilgi arasında durmaktır. Ne davayı yere batıran inkârcı bir karamsarlık, ne de yüzlerce kişi hüküm giyerken sevinçten havalara uçmak. İkisi de değil, arada bir yer...
İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal, bu demokratik olgunluğu gösteremeyenlerden maalesef.
İlk tepkisine bakın: “Bu davanın hukuki olduğuna asla inanmadım. Çıkan karara bakıyorum, bir planı gösteriyor... Türk Silahlı Kuvvetleri’ni temsil eden kuvvet komutanlarının mahkûmiyeti onanmak suretiyle TSK’nın darbe teşebbüsünde bulunduğu böylece tescil edilmiş oluyor...”
Sanırsınız hiç darbe yapmamış bir orduya kasten iftira atmak için kumpas kurulmuş, yoksa dava hikâye... Yakışıyor mu taşıdığı unvana?
Paylaş