Bir terslik yok mu bunda?
Var... Var ve adını da koyalım.
‘Barzani gelmesin’ diye kıvranmalarında bu çarpıklığın da büyük payı var...
***
Marx okuyan Kürt’le namaz kılan Kürt’ün arasını nasıl yapacaklarını Öcalan gösterdi halbuki.
İndiğimiz piste, 24 küsur saat önce bir Boeing 737 çakıldı. İçindeki 50 yolcunun 50’si de fücceten can verdi...
Seyahatin iptal edileceğini düşündük. Tatar tarafı, iptalin imasını bile ağzına almadı.
Biz de utanma belasına teklif edemeyince dönemedik sözümüzden, kös kös indik kaza mahalline.
Programda hiçbir değişiklik yok, baştan ne konuşulmuşsa o. Harfiyen geçerli...
***
Babalarının hayrına da vermiyorlardır bu desteği.
Öyleyse ne?
Cemaatle hükümetin arası iyiyken başka konuşuyorlardı. ‘Şu dershanelere ne zaman el atacaksınız, tevhid-i tedrisata aykırı, devrim kanunları çiğneniyor’ çizgisindeydiler.
Ne vakit cemaatle hükümetin arası bozuldu, ağız değiştirdiler. ‘Cemaate darbe vurmak için dershaneler kapatılır mı, çok yanlış’ demeye başladılar.
Gören de koro halinde cemaate geçtiler sanır.
İçlerindeki bu gemlenemez dershane sevgisi, muhabbet fedailiğinden peydahlanmıyor oysa.
Ya nereden? Konjonktürel cemaatçilikten...
Kardeş Türküler konser veriyor, gene aynı soru...
Michael Bolton’la Ferhat Göçer birlikte Sinatra’dan şarkılar söylediklerinde de soru aynı...
Dile kolay, 33 yıldır sürgünde.
Her seferinde içimden diyorum ki, Urfalı dengbejin oğlu Şivan! Sen neden burada değilsin?
Neden Kuruçeşme Arena’da Kardeş Türküler’le birlikte söylemiyorsun?
Senin sözlerinle ‘Keçe Kurdan’ Aynur, hem Türkçe hem Kürtçe ‘Nupel’ dedi, ‘yeni bir sayfa’ açtı.
Sen neden ona eşlik edip sürgününü bitirmiyorsun artık?
Zaten muhafazakârlar, devlet baskısından güç bela kurtarmıştı yakayı.
Muhafazakârların kuracağı devlet baskısı ise bütün o ‘geldi geliyor’ tantanasına rağmen gene gelmedi.
Elde, kala kala baba yadigârı bir mahalle baskısı kaldı.
Onun da durumu karışık.
Devletin sillesini yiyen, mahallenin yolunu tutuyor. Devleti arkasına alansa mahalleye savaş açıyor.
Özgürlük mücadelesi evvela devlete karşı verilir, mahalleye değil. Bizde ise tersi... Sırtını devlete yaslayan, karşısına ilkin mahalleyi alıyor.
İktidardan olunca devletin hışmına uğrayanların dönüp geri geldiği yer de, mahallenin şefkatli kolları yine...
“Adana Valisi Hüseyin Avni Coş’un, 10 Kasım törenlerinde kendisini protesto eden vatandaşlar için ‘Alın şu gavatı’ dediği olayın bir benzeri de Fransa’da yaşandı” şeklinde başlıyor.
‘Bizimkiler de okuyup şu Fransızlardan biraz ibret alsa ne iyi olacak’ diye iç geçirtiyor insana. Adeta ‘demokrasi budur’ dedirtmek için yazılmış bir haber. Devamı şöyle:
“Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, Birinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran 11 Kasım Ateşkes Günü törenlerinde yuhalandı. ‘Hollande istifa’, ‘Sosyalist diktatör’ ve ‘Senin yasalarını istemiyoruz’ sloganları karşısında Hollande’ın tepkisi ise durup vatandaşlarına karşılık vermek değil, tören alanına doğru ilerlemek oldu.”Bakın siz Allah’ınızı severseniz, eleştiriye tahammüle bakın, adamdaki demokratik olgunluğa bakın! Bir gün bize de nasip olur mu ki böyle ileri demokrasi?
* * *
Bozuntuya vermeden akıp gidiyor haberimiz...
“Fransa’nın ‘en istenmeyen cumhurbaşkanı’ olarak gösteriliyor Hollande. Şanzelize’deki askeri geçit töreni başladığı sırada kalabalığın arasından radikal bir grup slogan atmaya başladı. Kortejdeki öfkeli Breton bölgesi işçileri de çevre vergisinden dolayı Hollande’ı ıslıkla protesto etti.”
İçeriden bilenlere kulak kabarttım. Topladığım malumatı yorumuyla birlikte naklediyorum, buyurun:
Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, Başbakanlık tarafından yanıltılmadı, hayır.
Evet, öğrenci evleriyle ilgili ilk haberlerin kısmen yanlış olduğu bilgisi verildi kendisine. Yazılanların, Kızılcahamam kampındaki konuşmaları birebir yansıtmadığı söylendi.
Ama hayır, öyle “Külliyen yalandır, asparagasdır” falan denilmedi. Kısmen de doğruluğu teyit edildi.
Konu bakanlar kurulunda geçmedi, hayır. Arınç, mutat bilgilendirme için basının karşısına çıkmadan önce, Başbakan’a atfedilen sözleri kendisine sorma gereği de duymadı.
Soruları cevaplarken bu haberlerin bakanlar kurulunda gündeme gelmediğini söyleyerek geçiştirebilirdi Bülent Arınç, evet.
Onun yerine kızlı-erkekli öğrenci evlerine ilişkin kulis haberlerini toptan yalanlamayı seçti. Belli ki niyeti, siyaseten tehlikeli bulduğu bir tartışmayı büyümeden kesmek, doğuracağı mahzurları baştan bertaraf etmekti...
Çağdaşlık ülküsüyle büyütülen nesiller bocalıyor. Test kâğıtlarında şu yazıyor: “Anne ben sahiden çağdaş mıyım, mesai arkadaşım başörtüsü takıyor da?” Muhafazakâr terbiyeyle yetiştirilen nesiller tereddüt geçiriyor. Kafalarını bulandıran mesele şu: “Anne ben muhafazakâr değil miyim yoksa, karma öğrenci evlerinin ahlak polislerince basılmasına karşıyım baksana?”Soru soruyu çekiyor: “Gayet de mazbut yaşıyorum ama serbest yaşantılara müdahale ters geliyor bana? Yasakçı değilim, baskıcı değilim... İmanımda, itikadımda bir eksiklik mi var anne?”
Dindarlık, devletin çağdaşlaşma projesine şeklen aykırıydı. Dini hayat, Batılı görüntümüzü bozmamak için bastırıldı.
Ama kamusal görünümlerinin üstü kapatılınca yok olmadı muhafazakârlık, sadece göze batması engellendi.
Türkiye demokratikleştikçe üstündeki baskı kalktı, baskı kalktıkça muhafazakârlık daha görünür oldu, muhafazakârlık görünür oldukça da hatlar karıştı.
Lale Müldür’ün “Anne ben barbar mıyım?” döngüsüne girdik, kendi gerçeğimizle yüzleştikçe gözlerimize inanamıyoruz. Kendimizden şüphe etmeye başladık.
Bizimki yanlış bir çağdaşlaşma modeliydi, şekilciydi, göz boyamaktan ibaretti, çöktü...