6 Haziran 2005
<B>VAY </B>be... Demek 18 yıl olmuş <B>Cahit Zarifoğlu</B> öleli...<br><br>18 yıl önce haziran başında şaşırtıcı bir hızla aramızdan ayrılmıştı. Sanki genç yaşta öleceğini bilir gibi acayip hızlı yaşamıştı.
Yıllar önce ‘Öküz’ dergisine yazdığım yazıda ondan ‘Avrupa’yı otospotla dolaşan ilk İslamcı’ diye söz etmiştim.
Türk şiirinin en önemli isimlerinden birine ‘tanımayanlar’ın dikkatini çekmek için artistlik yapmak zorunda hissetmiştim kendimi.
Çünkü o ‘öbür taraf’ın şairiydi.
Ne tuhaf?
İşte yine aynı artistliği yapıyorum ‘öbür tarafın şairi’ne sizlerin dikkatini çekmek için...
Ama içim rahat.
Çünkü Cahit Zarifoğlu severdi böyle artistikleri...
Ve de acayip kolay bağışlardı.
***
Öyle böyle değil, acayip yakışıklı bir adamdı.
Hızlıydı, esmerdi, kara sakalları vardı, artistikti, ‘tevarüs edilmemiş bir asalet’e sahipti...
Maraş’tan kopup gelmiş bir Anadolu delikanlısı için biraz fazla Batılı özellikler taşırdı:
Mesela konuya direkt girer ve kısa konuşurdu.
Mesela kafası bozulduğunda yolculuğa çıkardı...
Bundan 30 yıl önce ‘Hey dostum’ demeyi becermişti.
Klas bir duruş için her şeyini feda edebilirdi.
Almanya’ya gittiğinde en çok kızların nasıl da bu kadar sarışın olduklarına şaşırmıştı falan filan...
Tepeden tırnağa Doğulu olmasına karşın Doğu’nun büyüsüne kapılmış bir Batılı gibiydi.
***
Cemal Süreya’nın ‘Üstü Kalsın’ şiiri varsa Cahit Zarifoğlu’nun da ‘Seçkin Bir Kimse Değilim’ şiiri vardır:
‘Seçkin / Bir kimse değilim / İsmimin baş harfleri acz tutuyor / Bağışlanmamı dilerim. / Sana zorsa bırak yanayım / Kolaysa esirgeme / Hayat boş bir rüyaymış / Geçen ibadetler özürlü / Eski günahlar dipdiri / Seçkin bir kimse değilim / İsmimin baş harflerinde kimliğim / Bağışlanmamı dilerim...’
Onun için rahmet diliyorum.
‘Üç bakan’ın üç ana günahı
SAĞDA solda şöyle yorumlar duymaktayım:
- Giden üç bakan Abdullah Gül ekibindenmiş...
- Tayyip Erdoğan Gül ekibine darbe vurmak için bu isimleri görevden almış...
- Giden bakanların yerlerine gelenler Erdoğan ekibindenmiş vs...
Bunların hepsinin ‘uydurma’ olduğunu hemen söylemeliyim.
Çünkü Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül arasında, bu tür operasyonları gerekli kılacak türden bir çekişme, en azından şimdilik söz konusu değil..
Ayrıca Güldal Akşit’in bakan olmasında Gül’ün değil, Abdülkadir Aksu’nun etkisi bilinen bir gerçek.Zeki Ergezen’in ise Gül’e özel bir yakınlığı yok. Belki sadece Sami Güçlü’nün Gül’e yakın olduğunu söyleyebiliriz... Çünkü Güçlü bir dönem Gül’e danışmanlık yapmıştı.
Yani aniden gelen ‘kabine revizyonu’nu ‘genel değerlendirmeler’le anlamak mümkün değil. Onun yerine özel nedenlere bakmak gerekir.
O halde Bertolt Brecht’in bir oyununun adından, yani ‘Anna’nın Yedi Ana Günahı’ndan esinlenerek ‘Üç Bakan’ın üç ana günahı’nı saymanın tam sırası:
BİR: Zeki Ergezen her ne kadar gayretli bir profil çizse de Erdoğan’la arasında hep bir uyum sorunu oldu. Frekans uyumsuzluğu zaman zaman tartışmalara bile neden oldu. Buna bir de hep sözü edilen ‘vizyon eksikliği’ eklenince Ergezen, ‘giden bakanlar’ arasında yer aldı.
İKİ: Güldal Akşit görevden alındıktan sonra ‘Sağlık sorunum yok’ dedi ama Akşit’in sağlık sorunları nedeniyle yeteri kadar performans gösteremediği herkes tarafından biliniyordu. Ayrıca Akşit’in bakanlık bürokrasisi üzerinde yeterince hakimiyet sağlayamadığı da bilinen bir gerçekti. Durum böyle olunca Erdoğan, ‘çocuk ve aile’ gibi en fazla önem verdiği alanda bu tür sorunların yaşanmasına daha fazla izin vermeme yolunu seçti.
ÜÇ: Sami Güçlü ise bence ‘tarım’ gibi AB sürecinin netameli alanında görev yapmanın talihsizliğini yaşadı. Samimiyeti vardı, gayreti vardı ama deneyimi yoktu. Deneyimsizliğe bir de koordinasyon kopukluğu eklenince sonuç böyle oldu.
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2005
<B>MUHAFAZAKÁR </B>televizyonlar, malum, <B>‘kalan son ilkeler’</B> nedeniyle <B>‘Televole’</B> tarzı magazin programları yapamıyorlar. Durum böyle olunca da, ‘kimin şık kimin rüküş olduğu’ndan tutun da ‘kimlerin hangi mekánlarda nasıl da pişti oldukları’na dair birçok ‘mühim mevzu’, maalesef bu televizyonlarımızın yayıncılık ilkelerinin kurbanı oluyor.
Salt bu televizyonları seyredenler, ne ‘Bodrum’da açılan turizm sezonunun uçurduğu etekler’den haberdar olabiliyorlar, ne de ‘Hülya ile Kaya boşanacak mı?’ türünden sorunsallarla ilgilenebiliyorlar.
Kaçan reytingler de işin cabası!
Yani ‘sorun’ büyük...
Belki de sorunu çözecek irade ve kararlılık bizimkilerde var ama işte ‘ah kalan o son ilkeler’...
* * *
Üç dört yıl önceydi...
AKP doğum sancıları çekiyor ve 28 Şubat’ın zorlamasıyla İslami kesimde büyük değişimler yaşanıyordu.
İşte böyle bir ortamda, ‘camia’dan matrak bir dostumuz, biraz da durumla kafa bulmak amacıyla boşluğu dolduracak çarpıcı bir öneride bulunmuştu...
‘İslami magazin programı yapalım’ diyordu...
Adını da bulmuştu.
O sıralarda ekranlarda fırtına gibi esen ‘Magazin Forever’ adlı programdan ilham alınarak bulunan isim ‘Gıybet Forever’ idi. Hatırlıyorum:
Bu adı çok tutmuştuk ve bir süre bu adla epey eğlenmiştik.
‘Gıybet Forever’ denilince tabii ki aklımıza, ‘Hacı Mustafa Efendi, bu hafta cuma namazını Üsküdar’daki Pervane Camii’nde eda etti... Çarpıcı görüntüler geliyor’ ya da ‘Hafızlık yarışmasında ilk üçe kimler girdi? Az sonra’ türünden ‘zararsız’ başlıklar gelmiyordu...
Değil mi ki muhafazakárlar değişmişti, o halde ‘Gıybet Forever’, yeni yükselmekte olan ve tuhaf alışkanlıklar edinen yeni ‘muhafazakár elit’in gündelik hayatına ayna tutmalıydı.
‘İslami defile’nin bile en koyu dindar yazarlar tarafından alkışlandığı bir ortamda bence küçümsenmemesi ve dudak bükülmemesi gereken bir öneriydi bu...
Ama olmadı...
Bu ‘program önerisi’, gülümsenip geçilen fırlamaca bir şaka olarak kaldı ve unutulup gitti.
Belki de şartlar henüz olgunlaşmamıştı.
* * *
Dikkat! Dikkat! Bence bugün şartlar olgunlaşmıştır.
İki nedenden dolayı:
BİR: Geçen gün Nişantaşı Beymen’den elinde alışveriş çantalarıyla çıkan ‘türbanlı kadın’, makyajı, kıyafetindeki şatafatı ve dudaklarına kondurduğu ironik kıvrımla, bir ‘Televole’ kamerası arar gibiydi.
İKİ: İslami camiadakilerin yaptıkları genel gözlem şudur: ‘Dedikodu’ anlamına gelen ve İslam’da büyük günah sayılan ‘gıybet’, son zamanlarda camiada ‘milli spor’ haline gelmiş. Gözlemcilerin aktardığına göre iş o kadar büyümüş ki, Ankara’da en yakın dostlarını karalayarak mevki elde edenlerin sayıca ne kadar çok olduğundan söz ediliyor.
Bu koşullar altında biz de ‘Gıybet Forever’ın ne zaman start alacağını merak ediyoruz...
Akif Beki neden atandı?
AKİF Beki’yi yakından tanıyan bir arkadaşı olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Beki’nin ‘Başbakan Başdanışmanı’ olarak atanmasında ne ‘Erdoğan’ın komşusu’ olması etkili olmuştur, ne de ‘Erdoğan’ın Harfleri’ kitabını yazması...
Bu atamanın altında yatan temel neden şudur:
Hükümetin, medya ile ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtmaya ve iletişim kanallarını sürekli açık hale getirmeye şiddetle ihtiyacı var...
Akif Beki, işte bu alanda başarılı çalışmalar yapacak nitelikte ve çapta bir isim...
Yani ‘ihtiyaç’ ile ‘uygun isim’ arasında bir örtüşme olmuştur, hepsi bu...
‘Komşu olmak’ bu işlerde etkili olsaydı, Başbakan’ın şu anda beklentileri karşılanmamış komşularının olmaması gerekirdi...
‘Kitap yazma’nın bir etkisi olsaydı, bırakın öyle ‘kapalı anlatımlı/zor anlaşılır’ bir kitabı, Başbakan’a nameler döktüren nice isim el kapılarında sürünmezdi...
Söylemek istediğimiz şudur:
Peşin hükümler verip damgalamak yerine Akif Beki’nin neler yapacağını beklemek daha doğru olur.
Ben onun potansiyelinin farkında olan bir arkadaşı olarak ‘umutla’ beklediğimi belirtmek isterim.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2005
<B>‘KURAN kurslarında ürperten yemin’</B> diye gündeme getirilen metnin <B>‘uydurma’</B> olduğunu yazmış ve bir <B>‘metin analizi’</B> yapmıştım. ‘Sol görüşlü’ olduğunu vurgulayan bir okurum, yaptığım işin ‘saçma’ olduğunu belirtmiş ve ‘O yeminin sahteliği metin analizi yapılarak kanıtlanamaz’ demiş.
Sanırım okurumun biraz empatiye ihtiyacı var.
O halde ihtiyacı karşılayacak bir çaba içine girmenin tam sırası...
***
Ama önce ‘Kuran Kursu Andı’ olduğu öne sürülen ‘metin’le ilgili bir hususun açıklığa kavuşması gerekiyor:
‘Ben Muhammet Müslüman Ümmetindenim...’ diye başlayan sözde ‘Kuran kursu andı’nda kullanılan dil, üslup ve yaklaşımı incelediğimizde, rahatlıkla, ‘Müslümanlık davası güden birinin elinden böyle bir metin çıkmaz’ diyebiliriz.
Hayır, o metinde dile getirilen duyarlılıkların kendisine ‘Müslümanım’ diyen kişiler tarafından asla paylaşılamayacağını filan söylemiyorum.
Söylemek istediğim şudur:
İslami kültür dünyasına biraz vakıf olanlar dertlerini, o ‘yemin metni’ndeki sözcüklerle, kavramlarla ve üslupla anlatmazlar.
Çünkü o üslup, onların benimsedikleri ve kullandıkları bir üslup değildir.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:
O metin, Kuran kurslarından pek hazzetmeyen biri tarafından uydurulmuştur.
Ve metni uyduran kişi, ‘Şu dinci takım Kuran kurslarında çocuklara herhalde şöyle bir yemin ettirir’ diye kendisini gaza getirmiş ve asla inandırıcılık kaygısı taşımamıştır.
***
Hem ‘Ne demek istediğimi daha iyi anlatabilmek’, hem de ‘sol görüşlü’ okurumun biraz ‘empati’ kurmasını sağlamak amacıyla başka bir örnekten söz etmek istiyorum:
Diyelim ki ‘sola meyilli’ bir derneğin merkezinde yapılan arama sonucu bir ‘yemin metni’ ele geçirildi...
Ve yine diyelim ki ‘ele geçirilen’ metin şöyle bir şey:
‘Ben Marksist Leninist bir komünistim. Kıblem eskiden Moskova idi, şimdi gözüm Küba’da. Amacım tüm Türkiye’de proletarya diktatörlüğünü kurmaktır. Bir sınıfın başka bir sınıfa üstünlüğünü savunuyorum. Önderlerim İştirakçi Hilmi ve Karadeniz’de boğulan Mustafa Suphi’dir. İktidara geldiğimizde bütün camileri kapatıp fabrika yapacağız. Bütün zenginlerin mal varlığına el koyarak bir an önce komünal hayata geçeceğiz. En içten devrimci duygularımla ant içerim...’
Böyle saçma sapan bir metnin doğruluğuna hangi solcu inanır?
Ey ‘sol görüşlü’ okurum, bilmem bu sefer derdimi anlatmayı başarabildim mi?
CHP’ye niyet mafyaya kısmet
GEÇEN hafta Tempo’da yayınlanan 7 sayfalık Tuğba Özay röportajını okurken tam kırk kez ‘Allahım aklıma mukayyet ol’ diye söylendim.
Nasıl söylenmeyeyim?
Düşünün: Bikinili Tuğba Özay fotoğraflarının içinden şu mesajlar fışkırıyor:
‘Geceleri zikir çekerim’, ‘AB’ye karşıyım’, ‘Erdemir kapatılmasın’, ‘Her gün kötülükten ve haram maldan korunma duaları ederim’, ‘Kuvayı Milliye yeniden canlanmalı’ falan filan...
Ha, bir de şu mesaj:
‘CHP, beni kullanamadı.’
Durumun bizatihi kendisi o derece ‘mavra’ idi ki, öylece bırakıp geçmek gerekiyordu.
Ben de öyle yaptım.
***
Ama işte henüz röportajın mürekkebi kurumadan ‘skandal’ da patlayıverdi:
‘Flaş.. Flaş.. Tuğba Özay, mafya lideri olduğu iddia edilen sevgilisiyle aynı evde yakalandı...’
Olayın aslı faslı şudur:
Tuğba Özay kendisini çok yalnız hissettiği bir akşam, tutmuş DVD’den ‘Baba 1’, ‘Baba 2’ ve hatta ‘Baba 3’ filmlerini izlemiş...
Filmlerin etkisi altında kalan zavallı ‘Tuğbacık’, kendi kendine şöyle demiş:
‘Neden yalnızım? Neden benim Al Pacino gibi bir sevgilim olmuyor? Benim neyim eksik? Yetim miyem? Öksüz müyem?’
İşte bu canhıraş feryatlarla geceyi geçiren Tuğba, ertesi gün bir ‘okazyon’da Kürşat Yılmaz’la tanışmış...
Bingo! İşte Türk’ün Al Pacino’su!
‘Ben kadere çok inanırım’cı Tuğba Hanım, kendini bu müthiş rastlantının kollarına bırakmış ve tabii ki yüreğinin götürdüğü yere gitmiş.
Ve şimdi bizim elimizde kala kala ‘CHP, beni kullanamadı’ açıklaması kaldı...
Bence hep birlikte ‘Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi?’ şarkısını söyleyelim ve sorumluluğu Baykal’a yükleyip uzayalım.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2005
<B>‘KİMSE Kızmasın O Kursları Yazdım’</B> başlıklı yazıma gönderilen çok sayıda okur mektubundan biri de <B>Fatma A.</B> imzalıydı. Fatma A.’nın hayli dokunaklı mektubunun muhatabı, hiç kuşkusuz yaşama ‘siyasal cephe savaşı’ olarak bakmayanlardır.
Yaşama ‘siyasal cephe savaşı’ olarak bakanlardan bazıları, Fatma A.’nın ‘karşı taraf’a malzeme verdiğini düşüneceklerdir.
Bazıları da ona ‘itirafçı’ muamelesi çekeceklerdir.
Ama bu iki taraflı kıskaç, Fatma A.’nın insani haykırışının duyulmasına engel olamayacaktır.
Yani Fatma A.’nın sesi kısılamaz.
İşte bu yüzden mektubu yayınlıyorum...
Sadece insani duyarlılığı ön planda tutanlar için işte Fatma A.’nın yazdıkları:
***
‘Sayın Ahmet Hakan...
Kuran kurslarında yaşananların ‘trajedi’ olduğunu bir şekilde dillendirdiğiniz için size teşekkür ediyorum.
11 yaşında kılmadığım ‘Evvábin namazı’ yüzünden 50-60 kişi ortasında kafama yediğim yumruğun acısı geçti sanmıştım.
Çocuk yaşta çarşafın içinden dışarıdaki hareketliliğe merak dolu gözlerle bakıp engellenmişliğin, sindirilmişliğin her şeyden önemlisi korkutulmuşluğun açtığı yara kapandı demiştim.
Yanılmışım..
Ben nadir ağlarım.
Yazdıklarınızı okurken kendime hakim olamadım.
Benim gibi düşünmeyen herkes her an bana bir fenalık yapabilir düşüncesini sonuna kadar özümsemişken, asıl zulmü başında ‘besmele, hamdele, salvele’ olmayan tüm kitapları bana ve kendilerine yasak eden ve de benim gibi düşünen cahillerden görmüştüm...
Ben 4 yaşımda kendi kendime okuma yazma öğrendim, matematik meraklısı bir çocuktum. Anadolu lisesi sınavlarını derece alarak kazandım.
‘Bu beyin İslám’a hizmet etmeli’ deyip, hiç istemediğim halde ‘sana ahirette iki kere ikiyi sormayacaklar’ şeklinde enteresan ikna yollarıyla ilkokuldan sonra bana hafızlık, Arapça okutanlar, şimdi bu beynin internet ve tv karşısında nasıl uyuştuğunu, İslám’a hizmet şöyle dursun, hiç bir işe yaramayışını, zavallılığını görsün isterdim.
Bu beyin neye hizmet edeceğine kendi karar verebilseydi, belki bir matematikçi olmazdım ama en azından ne istediğini bilen ruh sağlığı yerinde bastırılmamış bir Fatma olmanın güzelliğini yaşardım.
İki çocuktan sonra eğitim hakkımı geri alacağım diye böylesine harap etmezdim kendimi.
Okumak bende saplantı olmazdı..
5 günlük bebeğimi bırakıp dışarıdan lise bitirme sınavlarına girmezdim mesela.
Ama ben ulaşmak için delicesine uğraştığım hedeflerime doğru yol alırken doğrularımı çiğnemem gerektiğini görmezlikten gelmişim.
7 ay boyunca kendi başıma ÖSS ye hazırlanmışken, tam da sınava 20 gün varken, ayaklarım geri gidiyor. Deneme sınavlarından bu kadar iyi sonuçlar çıkarırken, sınav esnasında takacağım o itici peruğu düşündükçe boğulur gibi oluyorum. İkilem dedikleri böyle birşey olsa gerek.
Bu zamana kadar çok iyi geçindiğim ders kitaplarımın hepsini kaldırdım. Muhtemelen sınava da girmem...
Sıfırı tükettim.
Bu marazi hál içinde ‘İdealistliğin gözü kör olsun’ bile diyemiyorum..
Bu kadar ácizim işte..
Sağlıcakla kalın..
Fatma A...’
***
Ve son olarak üç uyarı:
BİR: Noktasına, virgülüne dokunmadan yayınlanan bu mektup, ‘içeride kalınarak’ yazılmış bir mektuptur. Öyle olmasa mektubun yazarı, biriktirdiği onca acı hatıraya karşın başörtüsü üzerine taktığı ve ‘itici’ diye nitelendirdiği perukta ısrar etmezdi.
İKİ: Mektubun yazarının meselesi ‘kutsal’la değil, ‘kutsal’ adına iş yapanlarladır. Fatma A., ‘kutsal’ın değil, ‘kutsal’ adına iş yapanların açtığı yaralardan söz etmektedir.
ÜÇ: Mektuptan ders çıkarması gerekenler, sadece ‘kutsal adına hırtlık’ yapanlar değil, ‘kutsal devlet’ adına verdikleri savaşta bireyleri unutan devrim bekçileridir.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2005
<B>ÇOK sevgili Kadir Abi...<br><br></B>Evvela mahsus selamımı gönderir, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim. Kadir Abi... Bu sana ikinci mektubum... Biliyorum, ‘ilk mektup’ nedeniyle kırgınsın bana...
‘Yazı’yla namuslu ilişki kurmaya ahdeden birine, bu tür kırgınlıkların şaşırtıcı gelmeyeceğini bilmeni isterim.
Yazıya kıymet vermesem, ‘Kadir Abi küskün çiçektir, aman arayı açmayalım’ filan derim.
Ama işte görüyorsun: Öyle yapamıyorum...
‘Birinci mektup’un sancısı sürerken, tutup ‘ikinci mektup’u yazıyorum.
Sen bana bakma Kadir Abi, ben iflah olmam.
***
Gelelim bu mektubu yazma nedenime...
29 Mayıs’a birkaç gün kala, yani ‘Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’nin bundan seneler önce atına atlayıp ‘Ya ben bu İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni’ diye haykırdığı günün yıldönümünde, bir öğle vakti, Taksim’den geçerken gözüm meydanın en görünür yerindeki o ‘kıl çadır’a takıldı.
Kırmızılı yörük minderlerinin süslediği o ‘kıl çadır’, İstanbul’un fethi şerefine meydanın en ortalık yerine yerleştirilmişti.
Amaç herhalde, başta turistler olmak üzere meydandan geçen kalabalığa, ‘Osmanlı medeniyeti’nin ne muhteşem bir medeniyet olduğunu göstermekti.
Ve fakat Sevgili Kadir Abi...
Söyler misin ‘Osmanlı’ bu mudur?
Osmanlı kıl çadır mıdır? Renkli macun mudur?
Ya da peynirli gözleme midir?
Nargile ve yer minderi midir?
***
Sevgili Kadir Abi...
‘Fikir bana ait değil’ filan diyebilirsin. Ama unutma ki ‘Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa bir koyunu / Tutar da adl-i ilahi sorar Ömer’den onu’...
Öyleyse bu tuhaflığın hesabını senden sorabiliriz.
Anadolu’dan İstanbul’a göç ettikten sonra uyum sorunları yaşayanların kurdukları ‘hemşeri dernekleri’ndekilerin aklına gelebilecek sembollerle ‘fetih’ kutlaması yapmak da neyin nesidir?
Yaşın genç olsa, sana ‘Yürü hálá ne diye oyunda oynaştasın / Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın’ diye seslenmek isterdim.
Ama neylersin ki durum ortada.
Belki de en iyisi danışmanlardan ‘Osmanlı medeniyetinin sembolleri’ konulu küçük bir ders almaktır.
Ülkücüden Ninja olur mu?
SAKIN içinde ‘ülkücü mafya’ filan geçiyor diye dolmuşa binmeyin.
Ben sizin için kendimi feda ettim ve ‘Kurtlar İmparatorluğu’ adlı parodiyi seyrettim.
Çıkan sonuç şudur:
Filmdeki ‘ülkücüler’ ile gerçek ‘ülkücüler’ arasında uzak yakın hiçbir benzerlik yok.
Filmde anlatılan ‘Bozkurtlar’ adlı ‘ülkücü’ grubun özelliklerini sıralayalım da ne demek istediğimiz anlaşılsın:
1- Grubun silahlı kanadı görüntü olarak PKK militanlarına benziyor.
2- Özel yetiştirilmiş ülkücü suikastçılar, şaşırtıcı bir biçimde ‘Ninja’ özelliği taşıyor.
3- Ülkücü grubun lideri olan şahıs, Devlet Bahçeli ya da Mehmet Gül’den ziyade Hasan Sabbah’ı andıran bir tarikat şeyhi gibi...
4- Ülkücü grup, bir vuruşta dört adamı yere seren kadın militana sahip...
Ve bunlara benzer bir yığın saçmalık.
Kısacası ‘İçinde ülkücüler varmış kardeş, gidip görelim’ diyenler, filmin her karesinde ‘İyi ama bunlar bizim bildiğimiz ülkücüler değil’ diye isyan edecekler.
Peki ‘Gerçekliğe uymayan bölümleri’ görmezden gelip filmi salt bir aksiyon filmi olarak değerlendirirsek ne demek gerekir?
Sözü uzatmaya gerek yok, şöyle bir şey dense yeridir:
Fransızlar bu işi bilmiyor abi, kurban olayım Hollywood’un aksiyon filmlerine...
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2005
<B>BIRAKIN </B>şu rejim kavgalarını, mevzi kazanma ya da kaybetme savaşlarını da, imam-hatip denilen mekteplerde okuyan çocukların yaşadıkları ‘<B>iki dünya arasında sıkışıp kalmışlık</B>’ trajedisine bakın... İşte bunu yazmış ve o ‘trajedi’nin hayli dokunaklı ipuçlarını vermiştim.
Tabii ki kimse tınmadı.
İşte şimdi de başka bir şey yazıyorum:
Kuran kurslarında okuyan çocuklar açısından yaşanan trajedi, imam-hatiptekinden bin kat fazladır.
İmam-hatipler, Kuran kurslarının yanında Robert Kolej gibi kalır.
Uçurum bu kadar büyüktür yani.
Peki neden kimse bunun üzerinde durmaz?
Neden romanı yazılacak bu derin ve acıklı mevzuda tek satır yazı yazılmamıştır?
10 yaşındaki çocukların pedagoji denilen bilimden zerre kadar nasibini almamış hırt hocalar elinde harcanıp gitmesine neden ‘dur’ denmez.
Çünkü memleketimizde bu savaş, çocuklar için verilmez ki...
Bunun adı düpedüz ‘mevzi kazanma’ savaşıdır.
Ne Tayyip Erdoğan ‘Kuran kurslarında öğrenim görüp de ruh sağlıklarını yitirmiş çocukların hesabını kim verecek?’ sorusunu aklına getirir, ne de Baykal ‘Çocuklarına Kuran eğitimi verdirmek isteyen aileler için doğru dürüst bir seçenek hazırlamalıyız’ yaklaşımıyla zerre kadar ilgilidir.
Durum böyle olunca bu kör dövüşü bin yıl da sürer, iki bin yıl da...
***
Oysa gerçek açıktır:
Bir mektepte kutsal kitabın okutulması, o mektebi ‘kutsal’ kılmaz.
Kutsal kitabın okutulduğu mekteplerde yaşanan zulümlerle, anlayışsızlıklarla, cehaletle, sefaletle açık yürekli bir şekilde hesaplaşmak gerekir.
Ve bunu öncelikle hayatının bir dönemini o kurslarda geçirip de ‘acı hatıralar’ biriktirenler yapmalıdır.
Belki bizi ‘Kutsal kitabın öğretildiği mekanlara dil mi uzatıyorsun? Çarpılırsın’ diye tehdit edeceklerdir.
Unutmayalım ki asıl kutsal kitabın öğretildiği mekanlarda işlenen zulümlere duyarsız kalmak çarpılma gerekçesidir.
Çünkü bize ‘Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır’ diye bildirilmiştir.
***
O halde tartışmayı ‘Hizbullah gibi terör örgütlerini doğuracak ortam doğuyor’ ile ‘Siz Kuran’a karşı çıkıyorsunuz’ kıskacından çıkaralım...
İki taraf da resmi ya da gayri resmi o kurslarda okuyan çocuklara önce şefkat duymayı, sonra da o şefkatin gereğini yapmayı ilke edinsin.
Bu sağlıksız tartışmadan çıkış yolu belki buradadır.
‘Cihat yemini’ uydurmadır
NE zaman Kuran kursu tartışması patlak verse gündeme sürülen bir ‘Kuran kursu andı’ var. Güya Kuran kurslarında çocuklara ‘Mustafa Kemal dinsizliğiyle savaşacağıma kasem ederim’ diye yemin ettiriliyormuş.
İşte burada yazıyorum: Bu tamamen uydurma bir yemindir.
İki nedenden dolayı:
BİR: Bu zamana kadar Kuran kurslarında böyle bir yemin ettirildiğine dair tek bir kanıt bile ileri sürülememiştir. Ne mahkeme kararı, ne de herhangi bir belge.
İKİ: Metin analizi yapıldığında bu yeminin uydurma olduğu belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Mesela ‘Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim’ şeklinde bir sözün, İslami kavram dünyasına uygun düşmeyen bir söz olduğunu, İslami kültüre az buçuk vakıf olanlar bilir. Ayrıca ‘Türkiye laik, dinsiz bir memleket haline gelmiştir’ cümlesindeki ‘laik’ sözcüğü de bu düzeydeki bir metinde asla yer almaz. Hele ‘Türkiye’yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için...’ cümlesi ‘Ben uydurmayım’ diye bas bas bağırmaktadır, çünkü İslami kültürde ‘din’ denmez ‘İslam’ denir ve ‘İslam’ dendikten sonra da ‘şeriat’ sözcüğü kullanılmaz. Yeminde Atatürk’ten ‘Kemal Paşa’ diye söz edilmesi ise üzerinde durulmayacak kadar evlere şenliktir.
Kısacası bu uydurma metni artık gündemde tutmasak diyorum
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2005
<B>ATTİLA İlhan’</B>ın şiir kitaplarının sonunda <B>‘Meraklısı İçin Notlar’</B> diye bir bölüm vardır. Üstat bu bölümlerde şiirleriyle ilgili minik ipuçları verir ve bizler böylece o şiirlerin hangi kıza, hangi şartlar altında yazıldığını filan öğrenirdik. Bazı edebiyat eleştirmenlerinin fevkalade yadırgadıkları bu tutum, benim gibi ‘insanların gizli şeylerini fena halde merak eden’ biri tarafından tabii ki saygıyla selamlanırdı.
Hadi inkár etmeyin:
Hepimiz insanız...
Ve ‘gizli şeyleri’ merak etmek, hepimizin en gizli mesleğidir.
Madem Ankara gazetecilerinin bizim gibiler için ‘Meraklısı için notlar’ diye bir kıyağı bulunmamaktadır, o halde bu açığa işaret edecek sorularımızı soralım.
Belki insafa gelirler...
İşte merak ettiklerim:
* * *
Eğer Cemil Çiçek’in son çıkışlarının arka planında ‘Çankaya’ya çıkma arzusu’ yatıyorsa, aynı emeli taşıdığı öne sürülen Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’den de benzer çıkışlar beklemeli miyiz? Acaba Vecdi Gönül ne zaman ‘vatan hainleri’nden söz eden bir demeç patlatacaktır?
AKP içinde ‘Eşi başörtülü olmayan münasip isim’ kontenjanından kaç cumhurbaşkanı adayı vardır? Tayyip Erdoğan, bu ‘münasip aday potansiyeli’nin hareketliliği karşısında kendisini nasıl hissetmektedir?
Bu arada ‘münasip adaylar’ arasında savaş ne zaman başlayacaktır? Mesela Cemil Çiçek’ten Vecdi Gönül’e ya da Vecdi Gönül’den Cemil Çiçek’e salvoları görecek miyiz?
Deniz Baykal’ın Kubbet-üs Sahra’da kıldığı namaz karşısında kendilerinden geçerek ‘İşte samimi namaz’ başlığını atan sağcı-mukaddesatçı çevrelerin ellerinde acaba bir ‘takva ölçer’ makinesi mi vardır? Ve bu çevreler CHP’nin son ‘Kuran kursu’ tartışmasında sergilediği cansiperane muhalefet karşısında ne buyurmaktadırlar? ‘İşte samimi laiklik’ tarzında bir başlık hakkında ne düşünürler?
Nazım’ın ‘vatan haini’ şiirini okuyan delikanlıya yapılanlar karşısında Meclis’in şair milletvekili AKP’li Recep Garip, mesela aynı şiiri Meclis kürsüsünden okuyarak ‘şık bir protesto’ gerçekleştirmeyi düşünür mü? Ya da Süleyman Gündüz böyle bir eylemle memlekete hizmet etmeyi arzu eder mi?
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ile eşi Ahsen Unakıtan arasında gerçekten göz yaşartıcı bir uyum mu var? Yoksa ‘eve gidince’ Kemal Abi, ‘Hanım resepsiyonda çömelmen pek uygun kaçmadı’ diye sitemkár mesajlar mı vermektedir. Yoksa böyle bir sorunsal mevzu bahis değil midir? Yani ‘Kemal Abi’ ile ‘Ahsen Abla’ arasında mükemmel bir uyum mu söz konusu?
DYP’de ‘önemli bir yere’ getirilmediği için istifa eden ‘Dağlar Kızı’ Reyhan Balandı ile Tansu Çiller arasında ‘kırıp dökme’ dışında bir benzerlik var mıdır? Malum Reyhan Hanım, DYP’de ‘önemli bir yere’ getirilmediğini öğrenince hırsını Mehmet Ağar’ın portresinden almış, zavallı portrenin camını çerçevesini parçalamıştı. Tansu Çiller de sinirlendiğinde eline ne geçerse karşısındakine fırlatmaz mıydı? Yoksa ben mi yanlış hatırlıyorum?
AVAM ZEVKLER GURUSU (2)
EY çok sevgili ‘Avam Zevkler Gurusu’...
Bakıyorum da bütün eski moda alışkanlıklarını sergilemeye başladın.
İsim vermemeler, bel altından vurmalar, demagojiye yaslanmalar falan...
Humor duygusundan zerre kadar nasibini almadığın için ‘Yaşasın Cezayir Direnişimiz’ yazısındaki ironiyi de fark etmedin.
‘Fransız yemekli kafeyle Cezayir direnişi mi olurmuş? Yoksa bu Ahmet Hakan benimle kafa mı buluyor ne?’ demeyi aklına bile getirmedin.
O halde seninle vakit kaybetmeye gerek yok. Hadi sen git işine de ‘sözde’ sevgilinin bacaklarının uzunluğunu ölç.
Hadi kolay gelsin.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2005
<B>İSTANBUL’</B>un <B>‘İngiliz çılgınlığı’</B>yla tanışıp şaşkınlıktan küçük dilini yutmasına neden olan <B>‘büyük maç’</B>ı dışarıda izledikten sonra yorgun argın eve gelmiş, <B>‘her kanalda ancak üç saniye durma prensibi’</B>ne dayalı çılgın bir <B>‘zap’</B> olayına girişerek dinleniyordum ki... Birden karşıma git gide ‘üniversite gençliğinden umut kesme’ programı haline dönüşen ‘Abbas Güçlü ile Genç Bakış’ çıktı.
Gecenin üçünde iki anlamlı cümleyi peş peşe kurmaktan aciz üniversite gençliğinin arkaik sloganlarını işitip de moralim bozulmasın diye tam zap yapacakken konuğun Demirel olduğunu fark edince durdum.
Durdum; çünkü benim durduğum sırada kamuoyunda ‘Demirel’in doktoru’ olarak ünlenen ‘Hanımefendi’ konuşuyordu...
İyi ki durmuşum, gecenin üçünde bulunmaz bir eğlence çıktı bana.
***
Tam bir ‘hastasına meftun doktor’ portresi çizen ‘Hanımefendi’, mikrofonu almış eline, ‘Demirel’in bunca yaşına rağmen nasıl dinç kaldığının sırları’nı ifşa ediyordu.
‘Aman kaçırmayayım, belki bana da faydası olur’ diye başladım dinlemeye...
Ancak ‘Doktor Hanım’ öyle bir saptama yaptı ki, ‘Demirel’in sağlık sırları’nın en azından bana hiçbir yararı dokunmayacağı ortaya çıktı.
Şöyle dedi hanımefendi:
‘Sayın Cumhurbaşkanımız özel bir insan. Allah onu özene bezene yaratmış. Bu yaşta dinç kalmanın esas sırrı burada.’
Sık sık başı ağrıyan, midesi bulanan, sırt ağrısı çeken benim gibi biri için bu ‘saptama’nın ne derece sinir bozucu olduğunu bilmem anlatmama gerek var mı?
Tabii ki ‘Doktor Hanım’ı ciddiye alıp, ‘Ulan demek ki benim yaratılışımda sorunlar var’ demedim.
Sonuçta hastası Demirel olduğu için onur duyan şaka gibi bir ‘Doktor’ vardı karşımda ve ben onu ne kadar ciddiye alabilirdim ki?
Ya da Enis Batur’dan ilham alarak sorayım: Ona ne kadar gülebilirdim?
Neyse geçelim...
***
Zaten ‘esas eğlence’ tahmin edilebileceği gibi Demirel konuştukça ortaya çıktı.
Şunu söyleyeyim:
Demirel 45 yıl önce ‘Barajlar Kralı’ olarak lanse edildiğinde nasıl ardı ardına verdiği rakamlarla bu milleti afallatmışsa 45 yıl sonra beni de öyle afallattı.
Akşam yediği yemeği unutmuş benim gibi birini dumura uğratacak öyle rakamlar verdi ki, şaşkınlığa gark oldum.
Sadece bir örnek vereyim:
Avrupa Birliği’ndeki üniversite öğrencisi sayısıyla Türkiye’deki üniversite öğrenci sayısını kıyasladı. Yetmedi: Çin’deki üniversite öğrencisi sayısını verdi. Yetmedi: Avrupa üniversitelerinde kaç Çinli öğrencinin okuduğunu söyledi.
Sadece rakamlar mı?
Araya attırdığı fıkralarla ‘Bal Mahmut’ kıvamında öyle keyifli bir sohbet çıkardı ki vallahi mest oldum.
Saat 04.00’ü geçtiği halde ‘Bitmesin’ diye dua ettim.
Ve ne yalan söyleyeyim: Hiç konuşmayan, konuşunca da ‘erek, gönenç, erinç, yönetsel, bağlaşık, oydaşma’ gibi sözcükler kullanan ‘Onuncu’yla bir kıyaslama yaptım ve ‘Yahu özlemişiz’ deyiverdim.
DEMİREL: ÇANKAYA’DA TÜRBAN OLUR
Demirel aynı programda bence ‘haber değeri’ taşıyan bir açıklama da yaptı. ‘Erdoğan’ın eşinin başörtülü oluşu Çankaya’ya çıkmasına engel olur mu?’ sorusuna kendine has üslupla ‘Neden olacakmış? Yasalar belli değil mi? Çankaya’ya çıkışın şartları belli. O şartlar yerine getirilirse tabii ki olur’ dedi.
Ardından da şu ilginç saptamayı yaptı: ‘Tabii ki Çankaya’da türbana bazı çevrelerin reaksiyonu olur. Bu normaldir. Ama onlar reaksiyon olarak kalır.’
Yazının Devamını Oku