Ahmet Hakan

Eşinden Bakan Koç’a: Haklıymışsın Atilla

1 Temmuz 2005
<B>DÜNKÜ ‘Atilla Abi’ye Açık Mektup’</B> başlıklı yazımı okuyan <B>Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç </B>aradı. Uzun telefon görüşmesinde anlattıklarını bir cümleyle özetlemek gerekirse o meşhur reklam sloganını yazabilirim:

‘İmaj hiçbir şeydir...’

Yani...

Bakan şunu söylüyor:

‘Ben uyumuyorum. Katıldığım her etkinlik özel olarak gönderilmiş kameralarla izleniyor. Kameraları, fotoğraf makinelerini karşıma koyuyorlar. Gözümü kırptığım anda basıyorlar denklanşöre. Sonuç olarak fotoğraflarda uyuyor gibi çıkıyorum. Kesinlikle kasıt var. Yaptığımız trilyonluk yatırımlarla ilgilenen yok. Kısacası, yansıtılan imaj ile gerçek arasında fark bulunuyor; ama ben imajla ilgilenmiyorum, işin gerçeğine bakıyorum.’

Evet... Bakanın genel mesajı bu...

Ayrıntılara gelince...

Bakan Koç, hakkında çıkan bazı olumsuz haberlerin öyküsünü anlatıp kendisinin bir kabahati bulunmadığını belirtiyor ve sorumluluğu, ‘art niyetli’ olarak nitelediği medyaya yüklüyor.

***

Bütün bunları dinlerken aklıma o meşhur ‘iletişim aforizması’ geldi.

Ne demişler:

‘Ne olduğun önemli değil, nasıl anlaşıldığın önemli.’

İşte bu özlü sözden yola çıkarak Bakan Koç’a, ‘Söylediklerinizi doğru kabul etsek bile bu olumsuz duruma son vermek için mutlaka bir şeyler yapmalı değil misiniz’ filan dedim.

Ama söylediklerim, bakanın pek aklına yatmadı.

Çünkü o ‘imaj’ıyla ilgilenmediğini söylüyor ve hatta bu boşvermişliğiyle gizli bir kıvanç bile duyuyordu.

Ve ‘Nasıl olsa bir gün beni anlayacaklar’ havasındaydı.

***

Ancak... Bakan konuştukça ‘imaj’ın aslında ne kadar önemli olduğu da ortaya çıktı.

Çünkü Bakan Koç’un anlattığına göre, eşi Şadiye Koç da ‘Uykucu Bakan’ haberlerinden aşırı derecede etkileniyor ve rahatsız oluyormuş.

Şadiye Hanım, akşam yorgun argın eve gelen Bakan Bey’e, ‘Neden uyuyorsun? Neden dikkat etmiyorsun? Neden kendine çekidüzen vermiyorsun?’ diye çıkışıyormuş.

Bakan Koç da eşine, ‘Şadiye sen de mi? Ben uyumuyorum. Dayıyorlar kamerayı önüme, gözümü kırptığımda çekiyorlar’ diye durumu izah etmeye çalışıyor, ancak Şadiye Hanım’ı bir türlü ikna edemiyormuş.

Ta ki şu son Sisam Adası etkinliğine kadar...

Biliyorsunuz, bu etkinlikle ilgili haberler, dünkü gazetelerde ‘Bu kez aile boyu uyudular / Bakan ve eşi birlikte uyudu / Sirtaki bile uyandıramadı’ şeklinde başlıklarla yayınlanmıştı.

Fotoğraflarda ise hem bakanın, hem de eşinin gözleri kapalıydı.

Şadiye Hanım haberleri görünce çok şaşırmış.

İlk tepkisi şu olmuş: ‘Ama ben uyumadım ki! Ayrıca Yunanlı Bakan’ın programı 45 dakika erken bitirdiği de yalan.’

Sonra da eşine dönmüş ve şunu söylemiş:

‘Haklıymışsın Atilla... Artık ‘Bakan uyudu’ diye bir haber görsem inanmayacağım. Bundan böyle sana da hiçbir şey demeyeceğim.’

‘Kızım seni Ali’ye vereyim mi?’

ÇOCUKLUĞUMUZUN feci naif ve de muazzam komik türkülerindendi...

Kalın bir erkek sesi ‘Kızım seni Ali’ye vereyim mi?’ derdi.

Sanatçı kızımız da yanıtını yapıştırırdı:

‘İstemem babacığım istemem / Onun adı Ali / Eder beni deli / İstemem babacığım istemem.’

Kızımız Ömer’i ‘döver’ diye, Yaşar’ı ‘Boşar’ diye istemez, iş Engin’e gelince de ‘İsterim babacığım isterim / Onun adı Engin / Babası da zengin’ karşılığını vererek aşırı maddiyatçı bir yaklaşım sergilerdi.

30 yıldır dinlemediğim ve neredeyse unuttuğum bu ‘tuhaf’ türküyü, Proust’un kurabiyesi tadında gündemime sokan isim Ayşegül’dür.

Çıkardığı ‘Güzelleme’ adlı albümlerle türkülerin yeniden ülke gündemine girmesine büyük katkıda bulunan Ayşegül, bu kez gerçekten de unuttuklarımıza el atmış...

‘Bursalı mısın kadifeli gelin / Çaydan mı geçtin’i en son ne zaman dinlemiştiniz?

Ya da ‘Züleyha, geçme kalma ha’yı bir yerlerden anımsıyor musunuz?

Hepsi ve daha fazlası, ünlü klarnetçi Selim Sesler’in de klarnetiyle katıldığı Ayşegül’ün ‘İber Müzik Yapım’dan çıkan yeni albümünde.
Yazının Devamını Oku

Atilla Abi’ye açık mektup

30 Haziran 2005
<B>ÇOK </B>sevgili Atilla Abi...<br><br>Seninle hep <B>‘mesafeli’</B> bir dostluğumuz oldu. Bakan olmadan önce ortak dostlarımız aracılığıyla Ankara’da bir araya geldikçe seni biraz olsun tanıma fırsatı bulmuştum.

Hatırlıyorum:

Senin için ‘Nevi şahsına münhasır bir adam’ yorumunu yapmıştım.

Bir de aykırı yaklaşımlarından etkilenmiştim:

Adın her geçtiğinde ‘Tam kafa dengi’ filan diyordum.

‘Camia’nın önde gelenleriyle ilgili o günlerde kimsenin aklından bile geçirmediği konularda eleştirilerde bulunuyordun...

Daha vitrine bile çıkmamış kitaplardan yakaladığın ince ayrıntıların üzerine gidiyordun.

‘İnce şeyleri’ anlar gibi bir halin vardı.

Velhasıl benim gözümde Atilla Koç şöyle bir şeydi:

Çok okuyan, esprili, eleştirel, kültürlü, itaatsiz bir adam...

Hadi ben ‘biraz uzaktan’ tanıyordum ama inan ki ‘yakından’ tanıyanlar bile senin için bunları söylüyordu...

Sen bizim camianın ‘merkez’e alınmış olsa da biricik Vali’siydin.

Mülkiye’den çıkmıştın ama bir parça ‘imalat hatası’ gibi duruyordun.

* * *

Sonra gün geldi, devran değişti ve ‘bakan’ oldun...

İlk tepkimi soracak olursan hemen söyleyeyim...

Şöyle dedim:

‘Vay... Demek aykırı abimiz ‘Kültür ve Turizm Bakanı’ olmuş... Aman ne güzel!’

Sonra seni tanımayanlar ‘Kimdir bu Atilla Koç?’ diye kapımı aşındırdı...

Onlar için hazırladığım çok güzel bir cevabım vardı:

‘İyidir, hoştur, esprilidir, aykırıdır, çok kitap okur, memlekete yararlı işler yapacaktır’ falan filan...

Ama ‘dakika bir gol bir’ hesabı, daha senin için hazırladığım o güzelim cevabı, seni tanımayan meraklı kulaklara tam olarak fısıldamaya bile fırsat bulamadan, tuttun ilk çamı devirdin ve ‘Ruslar görgüsüzdür’ dedin...

Hissettiğim şey müthiş bir mahcubiyet duygusuydu...

Çünkü ‘Ruslar görgüsüzdür’ tarzında bir kelam ile ‘İyidir, hoştur, çok kitap okur’ tarzında bir izah arasında takdir edersin ki devasa bir fark var.

Ve bu fark, ne yazık ki ‘acemilik’ ile tevil edilemeyecek kadar büyüktür.

Hatırlıyorum:

O zaman yine iyi niyetli davrandım, ‘Neyse’ dedim, ‘Toparlanır’ dedim ve tuttum salak salak umudumu korudum.

Bugün baktığımda şunu rahatlıkla söyleyebilirim Atilla Abi...

Benim için derin bir hayal kırıklığısın.

Hayal kırıklığı o kadar büyük ki, bir zamanlar ‘birçok sayfasını atlayarak’ okuduğum ‘İnsan Tanıma Sanatı’ adlı kitabın başından başlayabilirim.

* * *

Atilla Abi...

Söyle bana:

Ne oldu sana, ne oldu?

‘Bakan’ olmak, o koltuğa oturmak bu derece dönüştürür mü adamı?

Dönüştürmeli mi?

Farkında değil misin?

Artık adın geçtiğinde insanların yüzünde alaycı gülümsemeler beliriyor.

Bir tür Kamer Genç muamelesi görüyorsun Atilla Abi, söyler misin, istediğin bu muydu?

Verdiğin mebzul miktarda malzemeyle senden bir Mail Büyükerman türettiler, memnun musun?

Politik taşlamalarda ‘horlama’ sesi çıkarılıyor ve işin bitiriliyor.

‘Kültür Bakanı yapacak başka birini bulamadınız mı?’ şeklinde kaba çıkışların muhatabı oluyorsun.

Görmüyor musun? Duymuyor musun?

Belki sana ‘Sayın Bakanım, bakmayın siz medyaya, halk sizi çok seviyor, iyi bir yol tutturdunuz, uyku esprilerine devam’ diye gaz veriyorlardır.

Ankara’da makam sahibi adamların etrafına çöreklenenlerin yalakalıkta nasıl da sınır tanımadıklarına yakinen tanık olmuş biri olarak sana şu gerçeği hatırlatıyorum Atilla Abi:

Yakında dizi filmin çevrilecek, gel, yol yakınken çeki düzen ver kendine...

Sana ‘Dost acı söyler’ türü klişeleri hatırlatmaya bile gerek duymuyorum.

Bir beklenti sahibi olmadığım için beni ‘düşman’ olarak bile görebilirsin...

Yeter ki ‘toparla’ kendini...

Gök ekini biçmiş gibi

‘SPİKERLERİMİZ çok çirkin, korku filmi gibi’ tarzında hakikaten faşist bir açıklamanın odağındaki TRTGenel Müdürü Şenol Demiröz, kendisinden beklenmeyen güzellikte bir atak yaptı ve Kazım Koyuncu konserini yayınladı.

Ben de bir yandan konseri izledim, bir yandan da genç yaşta kaybettiğimiz Kazım Koyuncu için dört not aldım.

İşte o dört not:

BİR: Haziran’da ölmek gerçekten de zormuş.

İKİ: Yunus Emre genç yaşta ölenler için ‘Gök ekini biçmiş gibi’ demiş ya... Bu müthiş saptama sanki Kazım Koyuncu’nun ölümü için söylenmiş gibi geldi bana...

ÜÇ: Uzun zamandan beri Karadeniz müziği denilince aklımıza sululuk, basitlik ve gülünçlükten başka bir şey gelmiyordu. Kazım Koyuncu, Karadeniz müziğine yeniden itibar sağlamış bir sanatçıydı ki bu yönü üzerinde hiç durulmadı.

DÖRT: Kazım Koyuncu’nun türkülerini dinlerken ‘Demek ki Karadeniz müziği de adamı esaslı bir hüzne gark edebiliyormuş’ dedim.
Yazının Devamını Oku

Demirel’in ‘Bu bir gasptır’ açıklamasına Ertürk’ten yanıt

29 Haziran 2005
<B>ŞEVKET Demirel’</B>in şirketlerine TMSF tarafından el konması olayıyla Süleyman Demirel’in siyasal gündeme ilişkin yaptığı analizler arasında bir irtibat var mı? Siyasal iktidar, Süleyman Demirel’in açıklamalarına bu operasyonla bir yanıt mı verdi?

Gerçi Demirel’in ‘Eşi türbanlı bir kişi Çankaya Köşkü’ne çıkabilir mi?’ sorusuna verdiği yanıt öyle ustaca kurgulanmıştı ki, o yanıttan hem ‘türban karşıtları’, hem de ‘türban yanlıları’ işlerine yarayacak malzemeyi bulmuşlardı...

Ama son tahlilde ‘Çankaya’da türban’ tartışması ülke gündemine girmişti ve bu işin faili Süleyman Demirel idi...

İşte böyle bir tartışmanın ardından Şevket Demirel’in şirketlerine yönelik TMSF operasyonunun gündeme gelmesi kafaları karıştırdı...

* * *

Dün bu konuyu TMSF Başkanı Ahmet Ertürk’le konuştum.

Ertürk, işin arkasında ‘siyasal neden’ arayanlara net bir yanıt verdi:

‘Bu operasyonları yaparken karşımıza siyasilerin çıkması bizim kabahatimiz değildir. Ortada bir tablo var ve bu tabloyu değerlendirirken karşımıza kimin çıktığına bakmayız. Bizim görevimiz budur. Biz sadece yaptığımız işin hakka ve hukuka uygun olup olmadığına bakarız.’

Ertürk, olayın siyasetle irtibatlandırılmasına da tepki gösterdi ve şu mesajı verdi:

‘Bu iş akçalı bir iştir. Siyasetle ne tür bir ilgisi olabilir ki? Demirel’in siyasal analizleriyle bizim yaptığımız işin hiçbir alakası yok, olamaz. Biz akçalı bir işin üzerine gidiyoruz. Siyasal olaylarla ilgili değiliz. O olaylarda taraf da değiliz.’

* * *

Ve gündemdeki bir başka soru:

Egebank operasyonunun üzerinden beş yıl geçti... Neden beş yıl içinde Şevket Demirel’in şirketlerine yönelik herhangi bir operasyon yapılmadı?

Ahmet Ertürk’ün bu soruya verdiği yanıt şu:

‘Beş yılın bir açıklaması olabilir ama o açıklamayı yapmakla mükellef kişi ben değilim. Biz son bir buçuk yılın hesabını veririz. Bir buçuk yıl önce göreve geldik. Eğer söylentiyle bu işleri yapıyor olsaydık, Egebank’la ilgili söylentiler bir buçuk yıl önce de vardı. Ama biz arkeolojik çalışma yaptık. Yaptığımız çalışmalardan sonra sağlam verilere, hukuki kanıtlara ulaştık.’

Ertürk, ellerindeki belge ve bulgulardan yola çıkarak Şevket Demirel’in şirketlerine el koyduklarının altını ısrarla çiziyor ve ekliyor:

‘Yapılan işlem tamamen hukuka uygundur. Elimizde her türlü belge mevcut.’

* * *

Peki Şevket Demirel’in ‘Oğlumla aramda maddi ilişki yok’ açıklaması...

Ahmet Ertürk, bu konuda da kendinden emin:

‘Şevket Demirel’in şirketleriyle Murat Demirel arasındaki ilgileri tespit ettik. Elimizde bu konuda belgeler var. İlişkileri saptanmıştır.’

Ve bir başka soru:

TMSF ‘operasyon kararı’nı ne zaman aldı?

Ahmet Ertürk bu soruya şu yanıtı verdi:

‘Karar ile icraat arasında ancak bir iki günlük fark var.’

Ahmedinecad çeşitlemeleri

İSFAHAN yakınlarındaki bezgin ve sıkıcı kasabada sessiz-sakin bir manifaturacıyken birden kendisini ‘cumhurbaşkanı’ olarak bulmuş gibi...

Seçim kampanyası boyunca üzerinden çıkarmadığı takım elbise, Tahran Halk Pazarı’ndan hiç denenmeden alınmış gibi...

Beyaz çorap giymenin neden ofsayt olduğuna dair yaşamı boyunca bir dakika bile kafa patlatmamış iken, ‘Amerikan emperyalizmi’ne dair ciltlerce kitap okumuş gibi...

İran Devrimi sırasında Amerikan Elçiliği’ni basıp elçilik görevlilerinin rehin alınması olayında hangi heyecana sahip ise bugün de aynı heyecana sahip gibi...

Uzak bir İran köyünden okumak için Tahran’a gelmiş, Tahran varoşlarında bulduğu bir göz odada sayısız kitap okuyup sabit fikirler edinmiş, ancak bozuk şivesini düzeltmeye vakit bulamamış gibi...

Kara kavruk yüzündeki sabit bakışlar, ‘durmuş oturmuş ülkenin bilge cumhurbaşkanı’ imajından ziyade, ‘kaybedecek bir şeyi olmayan varoş çocuğu’nun macera tutkusunu yansıtıyor gibi...

En radikal mollanın gerektiğinde toleranslı yorumlar yapabileceğini, ancak radikal İslamcı bir mühendisin toleransla hiç işinin olmayacağını kanıtlar gibi...

40 yıl müstahdemlik yaptığı okula ansızın müdür olarak tayin edilen bir adamın mahcubiyetini ve şaşkınlığını taşıyor gibi...
Yazının Devamını Oku

‘Hak dini’ tartışması

27 Haziran 2005
<B>TÜRKİYE’</B>deki camilerde okunan hutbelerde <B>‘İslam yegáne hak dinidir’</B> denilmesi sorun olmuş.<br><br>Hem ABD, hem de AB yetkilileri duruma itiraz etmişler. Rahatsızlıklarını Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’na iletmişler.

‘Laik bir ülkede böyle bir şey olmaz’ demişler.

Falan... Filan...

Dikkat:

İtiraz, ‘Laik bir ülkede Diyanet İşleri Başkanlığı olmaz’ şeklinde değil...

Söyledikleri şu:

‘Laik bir kurum ‘İslam yegáne hak dinidir’ sözünü nasıl savunur?’

***

İşte buraya yazıyorum:

Ben hayatımda böyle saçma, böyle aptalca bir itiraz duymadım.

Ne yani...

Artık camiler de mi ‘kamusal alan’ sayılacak?

Ve hutbeler de mi laik olacak?

Mesela Sultanahmet Camii İmamı Emrullah Hocaefendi, verdiği hutbede şunları mı söyleyecek:

‘Ey cemaati müslimin... Yanlış anlamayın... İslam yegáne hak dini değildir. Yeryüzünde başka hak dinler de vardır. Burası laik bir ülke olduğu için bizim taraf tutmamız yakışık almaz. Tamam, İslam hak dinidir ama hak dini olan başka dinler de vardır. Onlardan birini seçebilirsiniz. Sakın ille de Müslüman olmalıyız filan demeyin. Biraz tarafsız olun.’

Eğer AB ve ABD yetkilileri, camilerde verilen hutbelerin bu şekilde olmasını talep ediyorlarsa, tutarlılık açısından kiliselere de el atmaları gerekir.

Kiliselerde rahiplerin vaazlarında, ‘Hıristiyanlık yegáne hak dini değildir. Hıristiyanlıktan sonra İslam gelmiştir. O da hak dinidir’ filan gibi sözler etmelerini istemelidirler.

***

Hemen hatırlatalım:

Bu saçmalığın bir benzeri, bir süre önce bizde de yaşanmıştı.

Bir televizyon tartışmasına katılan Hıristiyan din adamı, stüdyoda sunucu tarafından sıkıştırılmış ve kendisinden ‘Kuran-ı Kerim Allah kelamıdır, Hz. Muhammed son peygamberdir’ demesi istenmiş, bunu demediği için de ‘dine saygısızlık’ yapmakla itham edilmişti...

Hıristiyan din adamını sıkıştıran sunucunun aklına şu gelmemişti:

Eğer adam, ‘Kuran-ı Kerim Allah kelamı, Hz. Muhammed son peygamber’ dese, Hıristiyan olmasının bir anlamı kalmayacak, kelime-i şahadet getirip Müslüman olacak.

Kısacası, söylemek istediğimiz şudur:

Müslümanlar açısından ‘İslam’ın yegáne hak dini’ olmasından daha doğal bir şey olamaz...

Tıpkı Hıristiyanlar açısından yegáne hak dininin Hıristiyanlık olmasından daha doğal bir şey olmadığı gibi...

Yani saygılı olmak ile ‘başkalarının inançlarını kabul etmek’ durumunu birbirine karıştırmamalıyız.

İnançlara saygılı olmak, her şeyden önce başkalarının inançlarını yargılamamakla başlar.
Yazının Devamını Oku

Titanic davetine açıktan reddiye

26 Haziran 2005
<B>KIYASIYA </B>eleştirdiğim Titanic Oteli’nin sahibinden bir <B>‘Davet mektubu’</B> aldım.<br><br>Mektupta yazılan şunlardır: ‘Sayın Ahmet Hakan... Titanic adını verdiğimiz otelimizle ilgili yazınızı çok beğendim. Alınmadım da inanın. Otelime gelmeden intibalarınızı yazdığınızı tahmin ediyorum. 32 senelik turizmciyim. Titanic kaptanı olarak gemimi size gezdirmek isterim. Bir efsaneyi yaşatmak, başkalarından farklılaşmak çabalarımızı ailenizle beraber gemimizde yaşamanızı arzu ederiz. BÜLENT ÇİMENLİ Titanic Kaptanı...’

Bu nazik daveti ‘yanıtsız’ bırakarak kabalık yapmak istemem.

Madem her şey saydam ve şeffaf cereyan ediyor, o halde ‘Kaptan’a yanıtımı bu sütundan verebilirim:

‘Sayın kaptanım... Öncelikle nazik davetinize teşekkürler. Ayrıca farklılaşmak ya da fark yaratmak arzunuza da derinden saygı duyuyorum. Gelgelim, Titanic denilince benim aklıma 11 Oscar’lı film yerine orada hayatını kaybeden yüzlerce insan geliyor. Bu yüzden eleştirilerimi başkalarının eleştirileriyle karıştırmayınız. ‘Davet edilmeyi garantilemek için zarf atanlar’a benzeyen bir halim mi var? Kısacası davetinize icabet edemeyeceğim. Üzgünüm kaptanım.’

Bağcılar’da bir cumartesi günü

BAĞCILAR Belediye Başkanı Feyzullah Kıyıklık’ın ‘Basınla sohbet’ toplantısına şu iki nedenden dolayı gittim:

BİR: Değişiklik arzusu... İKİ: Teşvikiye kafelerini mesken tutmam nedeniyle bana yönelen eleştirilerin önünü kesme isteği...

İyi ki de gitmişim.

Çünkü ‘cins’ bir başkanı yakından tanıma fırsatı buldum.

Başkan Kıyıklık’la ilgili aldığım şu üç not ‘cins’ sıfatının nedenini açıklıyor:

BİR: Milli Nizam Partisi’nden beri ‘Milli Görüş’ çizgisinde politika yapan ve bugün AKP’li olan Kıyıklık, ilçesinde ‘plan ve proje’ye aykırı yapılan iki camiyi, bütün kışkırtmalara rağmen yıktırmış.

İKİ: İlçeye kazandırdığı gerçekten görkemli bir tür kültür merkezi işlevi görecek merkeze, ‘Bu başkan komünistlik yapıyor’ eleştirilerine karşın ‘Halk Sarayı’ adını vermekte diretmiş.

ÜÇ: Kaymakam ile el ele vererek başlattığı ‘Okuma yazma seferberliği’ ile İstanbul’un göbeğinde okuma yazma bilmeyen binlerce kişinin okur yazar olmasını sağlamış.

Partinin şiiri yazılır mı?

AKP
İstanbul İl Yönetimi ‘Neden AK Parti?’ konulu bir şiir ve kompozisyon yarışması düzenlemiş.

Soru sormayı beceremeyen sunucuların mesela ‘Ataol Bey, neden edebiyat?’ ya da ‘Sayın Latif Demirci, neden karikatür?’ diye olaya giriş yapmalarına alıştık. Bu yüzden konu başlığının ‘Neden AK Parti?’ şeklinde belirlenmiş olmasına kafayı fazla takmadım.

Ama burada benim asıl takıldığım konu şudur:

Hadi kompozisyonu anladık, peki ‘Neden AK Parti?’ konusunda şiir nasıl olur?

‘Şiirin konusu mu olur birader’ filan demiyorum, orayı geçtim, ben sadece ‘Bu iş nasıl olur’ diye safça merak ediyorum.

Mesela şöyle bir şey midir istenen: ‘Koalisyon vardı, kriz çıktı / Memleket karanlıkta kaldı / Bir anda yandı ampul / Türkiye hemen aydınlandı.’

Eğer istenen bu tür bir ‘Yağdı yağmur / Çaktı şimşek’ şiiri ise böylesi çocuksu heveslerle bir siyasi parti nereye varır?
Yazının Devamını Oku

Aklı karışıklar için Antalya kılavuzu

24 Haziran 2005
<B>İŞTEN </B>güçten acayip bunalmışsınız...<br><br>Kolunuzu kaldıracak gücünüz kalmamış... Birazcık daldığınızda gözünüzün önüne ‘havuzdan artistik bir çıkış yapıp kenara bırakılmış meyve kokteyline hamle yapan kız’ görüntüsü geliyor.

Teşhis şudur: Sizin tatile ihtiyacınız var...

Ve fakat...

Tatile gittiğinizde pişman olmayacağınızdan emin misiniz?

Mesela İstanbul’dasınız ve ‘Şimdi Antalya’da olmak vardı anasını satayım’ şarkısını söylüyorsunuz...

Peki Antalya’ya gitmek sorunu çözecek mi?

Ya da şöyle soralım:

Antalya’da hangi şarkı söylenir?

Yazarınız kendini feda etti ve Antalya’nın bu açıdan durumunu sizler için araştırdı...

İşte sonuçlar:

* * *

Atalarımız yaz günlerinin boğucu sıcağında yaylalara çıkar, soğuk kış günlerini ise deniz kenarında geçirirmiş... Antalya’da atalarımızın bu alışkanlığını düşünüp onlarla gurur duymak için bir hayli imkán bulacağınızı şimdiden söylemeliyim.

Antalya’da sakin ve huzurlu günler geçirip geçirmeyeceğinizi bilmiyorum ama ‘Türk turizminin sorunları’ konusunda mutlaka söyleyecek üç-beş cümle biriktireceksiniz. Çünkü Antalya’da komisinden otel genel müdürüne herkesin gündeminde ‘Türk turizminin sorunları’ var. Mesela ‘turizm’ konusunda zırcahil olan yazarınız, Antalya dönüşü ‘Türk turizminin en önemli sorunu her şey dahil sistemidir’ şeklinde bir cümleyi rahatlıkla kurabiliyor...

Rus turistlerin Antalya’yı mesken tuttuğunu, sadece ‘Ruslar’ın sıcak denizlere inme hayali nihayet gerçek oldu!’ tarzında ‘sevimli’ haber başlıklarından ya da Turizm Bakanı Atilla Koç’un meşhur gafından bilenleri uyarıyorum: Rus turist olgusu, ancak yaşayarak öğrenilir. Ve yaşayanlar, isterse dünyanın en ‘siyaseten doğrucu’ adamları olsunlar, sonuçta Bakan Koç’a hak vereceklerdir. Şöyle bir tablo getirin gözünüzün önüne: Açık büfedeki yiyecekleri video kayıt cihazlarına kaydedenler ya da lobideki rahat koltuklara boylu boyunca uzanıp bol horultulu uyku çekenler... Bırr! Aman Allah korusun.

Antalya’da yeni yapılan ve yapılmakta olan kocaman ve tuhaf birçok otel binası sizi bekliyor... Hemen söyleyeyim: Benim favorim ‘Titanic’ şeklinde yapılan otel oldu. İnsanoğlu yüzyıllardır ‘acı hatıralar’dan kaçarken, bu oteli tasarlayanlar ‘acı hatıra’nın üstüne bodoslama gitmişler. Düşünün: Titanic’te eğlencenin dibini bulmuşsunuz, coşmuşsunuz, işte tam o sırada faciada ölen insan sayısı aklınıza geliveriyor... Deruni bir sesin size ‘Ölüm de var’ demesi gibi bir şey. Ya da gece ‘kamara’ şeklinde tasarlanmış odanızda rahat bir uyku çekerken kulağınıza Titanic batarken ölen insanların çığlıklarının gelmesi gibi bir şey. Yani kısaca ‘hay bin kunduz’ durumu...

Titanic Otel’in müşterileri için hazırladığım berbat bir şaka var: Lobinin tam ortasında bir koltuğun üzerine çıkarak şöyle bağıracaksınız: ‘Ey Titanic otelinin müşterileri... Size bir iyi, bir de kötü haberim var... Önce iyi haber: 12 Oscar kazanacaksınız. Ve şimdi de kötü haber...’

Titanic Oteli’nin yönetimi, yaptığım bu olumsuz saptamalar nedeniyle alınmasınlar. Durumu düzeltmek için Hıncal Uluç adında bir şansları var. Kendisini davet edip ‘kaptan köşkü’nde bir güzel ağırlarlarsa, ‘Breh... Breh... Burası ne güzel bir otel böyle? Bu otele mutlaka gidin. Kendinizi Leonardo Di Caprio gibi hissedeceksiniz’ diye döktürmesi garantidir.

Bu arada hatırlatalım: ‘Her şey dahil’ sisteminin anlamı şudur: Antalya’ya geliyorsunuz, otele giriş yapıyorsunuz, bir hafta otelden dışarı çıkmıyorsunuz, sonra Antalya’yı terk ediyorsunuz...

Kısacası, İstanbul’da ‘Şimdi Antalya’da olmak vardı’ diye iç geçirenler, lütfen bu emelinizi bir kez daha gözden geçirin. Çünkü biz Antalya’da üç gün boyunca ‘Şimdi İstanbul’da olmak vardı’ şarkısını söyleyip durduk.
Yazının Devamını Oku

Antalya karikatür kampından notlar

23 Haziran 2005
<B>ÜÇ </B>gündür Antalya’da IC Gren Palace Otel’deyim... Görevim şu:

‘22. Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması’nın jüri üyelerinin yaptıkları çalışmayı yakından izlemek ve çıkardığım sonuçları sizlerle paylaşmak.

Yani bir tür ‘tokmak vurucunun hık deyiciliği’ görevi...

Bir ‘araştırmacı yazar’ asla ‘Ben ne anlarım karikatürden? Benim burada ne işim var?’ diyerek ‘hık’ demeyi küçümsemez ve arıza filan çıkarmaz...

Ben de öyle yaptım...

İşte biriktirdiğim notlar...

***

‘Yazısız karikatür evrenseldir’ sözünün ne denli doğru olduğunu anlamış bulunmaktayım. Çünkü ‘Dilleri var bizim dile benzemez’ 90 ülkeden tam 1199 sanatçının aynı yarışmada yarışabilmesini başka türlü açıklamak zor görünüyor...

Karikatür dünyasına vakıf olanlar jüridekileri bana tanıtırken ‘Şu karşında gördüğün bıyıklı adam, Almanya’nın en ünlü ve en iyi çizeridir’ ya da ‘Yan tarafımızda oturan yaşlı adam Fransa’da bir numaradır’ gibi bilgiler verdiler. Jürinin Türk üyelerini de göz önünde bulundurarak şunu söyleyebilirim: Bu yarışmada tarafgirlik olmaz.

Jüri üyelerini gördükten sonra şuna karar verdim: Karikatür dünyasına yakın olan kişiler, yemek yerken, çay kahve içerken, güneşlenirken ya da denize girerken yani özel hayatlarında hiç de matrak değiller. Hani ünlü karikatüristimiz Cemal Nadir Güler’e ‘Üstat, hem karikatür çiziyorsunuz, hem de ‘Güler’ soyadına sahipsiniz. Soyadınız yaptığınız işle ne kadar da uyumlu’ dediklerinde Üstat’ın yanıtı ‘Hayır, hayır... Yanılıyorsunuz... Unutmayın, ‘Güler’in başında ‘Nadir’ var’ demiş ya... İşte öyle bir şey...

Antalya’da yaptığım gözlemden yola çıkarak ortaya attığım ‘Karikatürcüler özel hayatlarında pek de matrak adamlar değillerdir’ tezinin dengesini bozan tek isim Latif Demirci oldu. Ama istisnalar kaideyi bozmaz değil mi?

Söz Latif Demirci’den açılmışken hemen belirtelim: Press Bey ailesine iki haftadır, ‘eşarplı’ değil düpedüz ‘türbanlı’ genç bir kız katıldı. Adı Hafize... Hafize’nin olaya dahil olmasıyla birlikte Press Bey’in dünyasına da ‘kamusal alan’dan ‘kaçak Kuran kursu’na birçok güncel tartışma konusu girmiş oldu. Latif Demirci’ye ‘Hafize kalıcı mı?’ diye sordum. Yanıtı kısa oldu: ‘Evet, kalıcı...’

Yeniden yarışmaya dönelim ve bir çıkıntılık yapalım: Ben en çok ‘üçüncülük’ ödülünü alan karikatürü sevdim. Mansiyon alan iki İranlı sanatçının eserlerini de gözüm tuttu. Belki eski ideolojik günlerin etkisiyledir, inanın bilmiyorum.

Yazarınız artık çizgi, desen ve karikatür dünyasına kendisini yakın hissetmektedir: Dünyaca ünlü desen sanatçısı Selçuk Demirel, iki yıl önce anılarını okuduğum ünlü karikatüristimiz Semih Balcıoğlu, sanatçı Gürbüz Doğan Ekşioğlu ve tabii ille de Latif Demirci, uzaktan ‘kapalı’ gibi görünen dünyalarını ‘araştırmacı-yazar’ınıza açmış bulunmaktadırlar. Antalya’ya gitmeden önce ‘Bu üç gün nasıl geçecek?’ diyen yazarınız, daha şimdiden seneye yapılacak olan ‘23. Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması’ ile ilgili planlar yapmaya başlamıştır.

Kültür dünyamızın tartışmasız cumhurbaşkanı Doğan Hızlan Bey de, o tatlı müşkülpesentliğiyle ‘karikatür kampı’nı teşrif ettiler. Organizasyon o kadar mükemmeldi ki Doğan Bey gelmeden ‘kuki’ olayı çözümlenmişti...

Antalya Belediye Başkanı Menderes Türel’in karikatür yarışması onuruna verdiği davette hemen herkes ‘Bu başkan güven artırıcı önlemler paketi’ gibi yorumunu yaptı.

Son söz şudur: Aydın Doğan Vakfı’nı uluslararası alanda çok saygın bir yarışmayı düzenli olarak sürdürdükleri için kutlamak boynumuzun borcudur. Tabii bu yıl yarışmaya katılan karikatürlerden oluşan bir albümü merakla beklediğimizi belirterek...
Yazının Devamını Oku

Cihan Kamer: VIP’i kullanmam hataydı

22 Haziran 2005
<B>ATASAY </B>Kuyumculuk’un sahibi <B>Cihan Kamer</B>’den uzun, upuzun bir mektup aldım... Herhangi bir mahkeme kararı filan olmamasına rağmen ‘cevap hakkı’na duyduğum saygı nedeniyle Kamer’in mektubunun önemli bir bölümünü yayınlıyorum.

Kendisini ‘Başbakan’ın arkadaşı’ olarak niteleyen ‘işadamı’ Cihan Kamer, mektubunun en başında VIP’i kullanmasının hata olduğunu belirtiyor ve ‘Yaptığım yanlıştı’ diyor.

İşte mektubun o bölümü:

‘Yazınızda tek doğru var: O da kullanma hakkım olmamasına rağmen VIP Yolcu Salonu’nu kullanmış olmamdır.

VIP salonlarının son düzenlemesinden sonra Sayın Başbakan’ın bu salonu kullanmamamız gerektiğini ifade etmesinden sonra işadamı sıfatımla resmi heyetlerle yurtdışı seyahatleri dışında bu salonu mümkün olduğu kadar kullanmamaya azami özeni gösterdim.

Ne var ki son yurtdışı seyahatimde pasaportumu zayi etmem sebebiyle ilgili ülkenin konsolosluğundan geçici seyahat belgesi düzenletmeme rağmen herhangi bir aksilik olmaması açısından havaalanı idari amirinden VIP’i kullanabilme ricasında bulundum ve girişimi VIP’ten yaptım.

Binlerce açıklama ve haklı gerekçe olabilir.

Ama bunların hiçbiri kullanımı yönetmelikçe belirlenmiş bir yerden hakkım olmadan geçmiş olmam yanlışını değiştirmez.

Ancak hiçbir dönemde, hiçbir yerde Başbakanlık Özel Kalemi benimle ilgili bir talepte bulunmamıştır.’

***

Cihan Kamer, mektubunun bundan sonraki bölümünde ise Rize’nin Güneysu İlçesi’nde yaptırdığı sağlık ocağına Başbakan Erdoğan’ın annesinin adını vermesi olayına değiniyor ve şunu söylüyor: ‘Hangi ahlak sahibi insan, yaptığı hayır hasenatla başka bir insana mesaj verir?’

Kamer’in bu konuda söyledikleri şunlar:

‘Başbakan ile dostluğumuz AK Parti’nin yükselme döneminde değil, sizin gibi insanların kendisinden uzak durmaya özen gösterdiği dönemlere dayanır.

Sayın Başbakan ile yakınlığımı ispat etme gibi bir ihtiyaç içinde hiçbir zaman hareket etmedim.

Çünkü yakınlıklardan menfaat beklentisi olan bir insan değilim.

Aynı zamanda ticaretini bu yakınlıklar üzerine kurmuş bir insan hiç değilim. Atasay Kuyumculuk, 1934 senesinden beri değişik isimler altında hep vardı. Ailemiz hiçbir dönemde siyasetten beslenmedi.

Yaptığım hayır hasenat ile Başbakan’a mesaj vermeye çalıştığımı söyleyebilir misiniz? Eğer zerre kadar vicdanınız varsa, erkekçe çıkın deyin ki Cihan Kamer Başbakan’a şu mesajı vermek istemiştir.

Ama siz, 40 senedir içinde bulunduğunuzu iddia ettiğiniz camiadan çıkma Tayyip Erdoğan’ı tanımaya gayret etmemişsiniz ki, beni tanımaya gayret etmenizi bekleyeyim.

Tayyip Erdoğan hayır hasenat vasıtasıyla hangi yakınından mesaj alır?

Hangi ahlak sahibi insan başka bir insana hayır hasenat ile mesaj verir?’

Cihan Kamer,
mektubuna şu dokunaklı meydan okumayla son veriyor:

‘Ben başkaları gibi hakkımı mahkemelerde arayacağım demeyeceğim. Ben hakkımı Rabbime havale ediyorum... CİHAN KAMER.’

***

Kamer’in mektubunda bana yönelik söylenen her cümleye verecek bir yanıtım var ama Kamer’in beni anlayacağını sanmıyorum.

Bu yüzden nafile bir çaba içine girmeyeceğim.

Kamer’e sadece ‘Rabbe havale’ konusunda şu kısa notu iletmek isterim:

‘Sayın Cihan Kamer... İster havale edilsin ister edilmesin bütün davalar nasıl olsa ‘büyük mahkeme’ye gider. Bu nedenle dünyevi mahkemeyi es geçip meseleyi ‘öteki dünya’ya bırakmak bir yiğitlik nişanesi sayılamaz. Sizden ricam şudur: Öteki dünyada nasıl olsa hesaplaşırız. Lütfen bu dünyada hesaplaşma imkánını elinizin tersiyle itmeyiniz. Beni şikáyet ediniz, dava açınız. Bakalım bu dünyanın mahkemeleri beni mi haklı bulacak, sizi mi?’
Yazının Devamını Oku