20 Haziran 2005
<B>40 </B>yıldır <B>‘camia’</B>nın içindeyim.<br><br>Mesela <B>Topbaşlar </B>nereye düşer, çakarım. Albayraklar’ın nereden gelip nereye gittiklerine dair esaslı bilgilerim vardır.
Ülker Grubu’nun camiaya karşı bir yandan soğuk ve mesafeli, bir yandan da ‘irtibatı koparmayan’ tutumundan haberdarım.
Kemal Unakıtan’ın sakallı ve tespihli Albaraka günlerini anımsarım.
Kayserili muhafazakar Boydak biraderlerin ekonomide nasıl da agresif olduklarını yakından izlerim.
TÜSİAD’a bulaşmış Erol Yarar’ın MÜSİAD’ı kurmasının ve o dönemki iddialarının kısa romanını yazabilirim...
‘Faizsiz bankacılık’ sisteminin yarattığı yeni ‘Müslüman bankacı’ tipolojisine dair iki çift lafım vardır.
Ama gelin görün ki:
Atasay Kuyumculuk’un sahibi Cihan Kamer mevzusunda acayip bilgisizim.
Bilgisizliğimin bütün sorumlusu ise bizatihi Cihan Kamer’dir.
Çünkü bu ‘işadamı’nın, ‘camia’ ile bağlantısı nedense AKP’nin yükseliş döneminde ortaya çıkıverdi.
***
Bir devrimcinin hazırlığı olan ‘merak’ duygusuyla dopdolu bir şekilde yaklaşık üç yıldır Cihan Kamer’i izliyorum.
Elime geçenler şunlardır:
‘İşte Başbakan’ın yakın arkadaşı! O bir kuyumcu’ başlığıyla yayınlanan birkaç tanıtım haber.
Erdoğan’la yan yana çekilmiş fotoğraflarda halinden memnun birkaç Cihan Kamer gülümsemesine maruz kalma.
Bir de Rusya’daki tartışmalı ‘armağan takı’ işinde yaptığı bilirkişilik.
***
Eğer son bir hafta içinde farklı gazetelerde yayınlanan iki ayrı haber olmasaydı, Cihan Kamer olayı benim için muamma olmaya devam edecekti..
Ama o iki haber sayesinde sis dağıldı.
İşte o iki haber:
BİRİNCİ HABER: Atasay Kuyumculuk’un sahibi Cihan Kamer, ünlü futbolcular Emre Belözoğlu ve Orhan Ak ile VIP’ten geçti. Konuyla ilgili olarak açıklama yapan Atatürk Havalimanı Mülki İdare Amiri Vedat Müftüoğlu, ‘Başbakanlık Özel Kalemi’nin Cihan Kamer’in VIP’i kullanmasıyla ilgili özel talebi var. Bu yüzden geçmesine izin veriyoruz’ dedi.
İKİNCİ HABER: Cihan Kamer, Rize’nin Güneysu ilçesine yaptırdığı sağlık ocağına Başbakan Erdoğan’ın annesi Tenzile Erdoğan’ın adını verdi.
***
Evet, bu iki haberle birlikte benim için Cihan Kamer portresi de az çok tamamlanmış oldu.
İsterseniz o portrenin unsurlarını sayalım:
BİR: Başbakan’la yakın olduğunu vurgulamak açısından fotoğraf karelerinde birlikte görünmek için verilen azami gayret.
İKİ: VIP’i kullanmak için Başbakanlık Özel Kalemi’nden çeşitli havaalanlarının yetkililerine telefon açtırmak..
ÜÇ: VIP’i kullanmak kendisinin en doğal hakkıymış gibi iki futbolcunun daha bu ayrıcalıktan yararlanmasına ön ayak olmak.
DÖRT: Yaptığı bir hayır hasenat işinde dolaylı filan değil doğrudan Başbakan’a mesaj göndermek.
***
Dedim ya, 40 yıldır camianın içindeyim...
İşte buraya yazıyorum:
Benim tanıdığım ‘camiaya yakın’ patronların birçok kusuru vardır ama hiçbirinin Cihan Kamer’inkine benzer hevesleri olmamıştır.
Yoksa, yoksa... ‘İşte AK patronlar’ filan diye takdim edilen yeni iktidarın yeni işadamı tipolojisi böyle bir şey oldu da haberimiz mi olmadı?
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2005
Geçen gün gazetelerde <B>‘Kadınların duymak istedikleri yedi iltifat’</B> başlığıyla yayınlanan listeyi inceleyince, hemen memleketimizin en <B>‘ünsüz’</B> komplo teorisyeni <B>Erol Mütercimler’</B>e öykündüm ve aynen şöyle dedim: <B>‘Hımmm... Bu liste olsa olsa kadınları küçük düşürmek isteyen bir kadın düşmanının işidir.’</B> Çünkü hiçbir kadın, ‘Bacaklarının nerede bittiğini görmek için gökyüzüne baktım’ ya da ‘Sen olmasaydın seni icat etmek isterdim’ tarzında abuk sabuk iltifatlara kanacak kadar salak değildir. Hele hele ‘Parmaklarını kahvemin içine sokar mısın? Şekerim yok da’ diyen bir erkek, en hafifinden ‘Bırak dalga geçmeyi, kolpacı!’ tepkisini göze almak zorundadır. O halde yaşamlarını bu tür listelere göre dizayn etmeye meraklı hemcinslerimizi uyaralım: Aman bu listeden uzak durun ve sakın denemeye kalkmayın!
İstanbul’un en kalabalık ve en mutena semtlerine bakıp, ‘Eskiden buralar meyve bahçeleriydi’ ya da ‘Ben şu apartmanda doğmuşum’ filan diye iç geçirecek durumda değilseniz İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Taşraya Bakmak’ adlı kitap, tam da size göre. Tanıl Bora’nın derlediği kitapta, yolu bezgin kasabalardan geçmiş bir grup aydının ‘taşra’ üzerine nefis denemeleri var. Kitap; sıkıcı, kasvetli, tekdüze, saf, samimi, boğucu, asude, bağnaz, kavruk taşra günlerimize saygı duruşu yapıyor. Nuri Bilge Ceylan’ın müthiş fotoğrafları da cabası... Dikkat: Özellikle Yozgat’taki Çamlık Otel’de ya da ‘Çifte bedestenli koca Kayseri’de okunursa etkisi daha büyük olur.
Tiyatro karşısındaki tutumum, Perihan Mağden’in ‘anti-tiyatro’ tezlerinin etkisi altındadır. Bu yüzden hiçbir güç beni, hele sıcak yaz günü, tiyatro salonuna sokamaz. Bu nedenle ‘Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda Yılmaz Erdoğan’ın ‘Haybeden Gerçeküstü Aşklar’ oyununa gitmiş olmam, tiyatro karşısındaki genel duruşuma ihanet sayılamaz. Gelelim oyuna: Konu kadim, espriler kıvamında, oyunculuk süper vs... Ve bütün bunların üzerine oyunu ön sıralarda izleyen İstanbul Valisi Muammer Güler’in, hava biraz serinleyince boynuna bir atkı almasına ve yanındakilere dönüp ‘Boynumuzda kireçlenme var, kendimizi korumazsak ağrı çekiyoruz’ diye dert yanmasına tanık olmak... Kısacası güzel bir geceydi...
Siz de Haşmet Abimiz gibi hislendiğinizde arabaya atlayıp ‘Ver elini Alaçatı’ diyenlerdenseniz işte tam size göre bir yol müziği: Kardeş Türküler’in ‘Bahar’ adlı albümü çıktı. İçinde ‘Çerkesçe’ bir türkü var, bir Yunus Emre ilahisi var, ‘Hem okudum, hem yazdım / Yalan dünya senden bezdim’ türküsü var, unutulmuş Diyarbakır türküsü ‘Bahçada yeşil çınar’ var... Yani kaçırmayın. Ama eğer şiarınız ‘Ne mozaiği ulan’ ise ‘Başbuğ’un kemiklerini bir de siz sızlatmayın ve bu albümden uzak durun.
Türkiye’de ‘belgesel’ denilince akla uzun süredir ‘Genizden gelen sesle okunan şiirsel metinlerin üzerine bindirilen görüntüler’ geliyordu. Fatih Akın’ın çektiği ‘İstanbul Hatırası’ adlı belgesel, birçok güzel tarafının yanı sıra ülkemizdeki ‘tekdüze ve içli belgesel çetesi’ne de bir yanıt oluşturdu. Ne diyelim: Devam inşallah!
Bayburtlu sendromu
BAYBURT’ta klasik müzik konseri dinlemek zorunda kalan ‘zavallı’ Bayburtlunun, ‘Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi’ şeklinde özetlediği o meşhur duyguyu şimdi daha iyi anlıyorum.
Çünkü ‘Doğu’nun Kadınları Festivali’nin Cemal Reşit Rey’deki ‘Kapanış Konseri’nde İranlı kadın sanatçı Susan Deyhi’yi dinlemek durumunda kaldım ve bir büyük zulmün cenderesi altında inim inim inlemek neymiş öğrendim.
O halde zalimin zulmünü tek tek sıralayalım:
1- Daha salona girer girmez burnumuz bol baharatlı etnik parfüm kokusuyla doldu.
2- Konser tam da Doğu’ya özgü ‘Ne acelemiz var abiler’ havasında tam 35 dakika geç başladı.
3- İranlı sanatçı Deyhi, transparan sarı kıyafeti ve kıyafeti tamamlayan başındaki kukuletasıyla ‘Bin yılın rüküşü’ gibiydi.
4- Henüz otantik İran müziğine bile aşina olmamış kulaklarımız, İran müziğinden yola çıkılarak geliştirilen ‘Deneysel İran Cazı’ karşısında ne yapacağını şaşırdı.
5- İranlı sanatçının sahnedeki dansı, şarkıcı olmaya özenen evde kalmış kızların ellerindeki tarağı mikrofon yapıp ayna karşısında yaptıkları dansa benziyordu. Yani o derece sinir bozucuydu.
Bütün bunların üzerine bir de bozuk ses sistemi nedeniyle keman sesine eşlik eden feci gıcırdamalar ilave edilmeli ki ‘zulmün boyutları’ tam olarak belirebilsin.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2005
<B>YAŞAR Kemal </B>yıllar önce Çukurova’dan İstanbul’a geldiğinde bir gazetede iş bulmuş ama <B>‘Babıáli’nin oyunu çoktur, ne olur ne olmaz’</B> filan diyerek tutmuş Sirkeci’de bir de arzuhalci dükkanı açmış... Şöyle bir görüntü gelsin gözümüzün önüne:
Eski tip bir daktilo...
Yaşar Baba tıkır tıkır çalıştırıyor daktiloyu...
Gündüz ‘arzuhal’ yazıyor, gece ‘İnce Memed’...
Fonda ise ‘Kátip arzuhalim yaz yare böyle’ türküsü...
İşte böylesine destansıdır bizim Yaşar Kemal...
***
Ama işe bakın ki yıllar önce ‘Babıáli’nin oyunları’na karşı önlem almak zorunda kalan Yaşar Kemal, hálá kendi ülkesinde ‘tetikte’ olmak durumunda.
Bu memleket böyledir işte...
Romanları kuşakları etkileyen bir yazar olsa da..
‘Umut’ gibi güzelim sözcüğü Türkçe’ye kazandırsa da...
Kitapları Fransa’nın en ücra köy kütüphanelerinde bulunsa da...
‘Ak káğıt üstünde’ tanınan bir adam olsa da...
Herhangi bir Avrupa ülkesinin sokaklarında yolu çevrilip ‘Siz meşhur Türk romancısı Yaşar Kemal değil misiniz?’ şeklinde sorulara muhatap olsa da...
Durum hiç değişmez...
Yaşar Kemal’e rahat yoktur...
Hep tetikte, hep dikkatli, hep savunmada olacaktır.
Ve hep ‘tetikte’ olmayı salık verecektir.
İşte kanıtı:
Geçen gün karşılaştığımızda ilk sözü şu oldu:
‘İyi gidiyorsun, dikkatli ol.’
***
Yıllar önceydi...
‘Gruplar üstü entellektüel’ havalarında dolaşırken köy enstitüsü çıkışlı yaşlı komşumuzun evindeki kitaplıkta bulduğum ‘Sarı Sıcak’ı, can sıkıntısından okumaya başladığımda çarpılmıştım.
Efsanelerden kovulmuş ruhum yeniden aslına dönmüştü sanki.
Sonrası geldi...
‘Demirciler Çarşısı Cinayeti’, ‘Ölmez Otu’, ‘Yılanı Öldürseler’ ve tabii ille de ‘İnce Memed’.
‘Yarpuz’ diye bir sözcüğü öğrendim.
‘Anavarza’yı, ‘Akçasaz’ı bildim.
Bir kez daha anladım su insanı boğar, ateş de yakarmış...
Dilimi sevdim, halkımı anladım, doğaya döndüm.
Düşmanın bile mağrur olduğu zamanlardaki zarafeti ve güveni kavradım.
Ama sonunda belki de türlü ideolojik nedenlerle Yaşar Kemal defterini küstah bir edayla kapatıverdim...
***
Ta ki ‘Karıncanın Su İçtiği’ adlı kitaba kadar...
Okumaya başladığımda şaşırtıcı biçimde ‘Postmodern metinlerin kirlettiği zihnim’in temizlendiğini fark ediverdim...
Sonra da büyük bir ‘yaz temizliği’ için ‘Bir Ada Hikáyesi’ serisinin diğer iki kitabını da ‘Bitmesin’ temennileriyle sular seller gibi okudum.
Ve şu kararı verdim:
Yaşar Baba bu memleketin birbirine en uzak kesimlerinin bile ortak paydasıdır.
Yani Yaşar Kemal Türkiye’dir...
***
Ama işte eğer ‘Yaşar Kemal Türkiye’dir’ diyorsak, 2005 yılında ona getirilen sansürü de anlayışla karşılamamız gerekir...
Çünkü Türkiye böyle bir memlekettir.
Koca koca adamların kendilerini ‘Bu nasıl baş bağlama’ türküsüne vurup ciddi ciddi tartıştıkları bir memlekette adı Türkiye ile özdeşleşmiş efsane yazarın sansüre uğramasından daha doğal ne olabilir ki?
Bu nedenle sansür hikayesinin Yaşar Kemal’i hiç şaşırtmadığından eminim.
Çünkü o hep tetiktedir.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2005
<B>CHP </B>Genel Başkanı <B>Deniz Baykal </B>ile görüştüm...<br><br>Baykal, öncelikle benim CHP hakkında <B>‘Sadece laiklik konusunda duyarlılar’</B> şeklinde özetlenebilecek eleştirime cevap verdi. Dedi ki:
‘CHP’yi sadece kılık kıyafet konusunun motive ettiğini söyleyerek bize haksızlık ediyorsunuz. Benim grup konuşmalarımı dikkatle izleyin. Göreceksiniz ki biz toplumdaki haksızlıklara, adaletsizliklere en güçlü şekilde itiraz ediyoruz.’
Benim ‘CHP’nin imajı’yla ilgilendiğimi, aslında gerçeğiyle ilgilenmem gerektiğini de söyleyen Baykal, şöyle bir dokundurma yaptı:
‘Yazılarınızı dikkatle takip ediyoruz. Mesela sizin de bir imajınız var ama biz sizin imajınızla hiç ilgilenmiyoruz.’
Baykal bu sözleri söylerken, ‘İyi ki siyasete heveslenmemişim, yoksa imajımla ilgili hesap vermek durumunda kalacaktım’ diye içimden geçirdim...
***
Ve sıra geldi esas mevzuya...
Baykal, Erzurum Atatürk Üniversitesi’ndeki olayla ilgili olarak net bir mesaj verdi ve ‘Bu olay kabul edilemez’ dedi.
Baykal’ın bu konuda mesajı şuydu:
‘Hiçbir tereddüde yer yok. Bizim tavrımız açık. Yetkili arkadaşlarımız olayı öğrenir öğrenmez açıklama yaptılar, tavır koydular. Erzurum’daki olayı kabul etmemiz mümkün değildir. İnsanların kendi doğal yaşamları içindeki kılık kıyafetleriyle çocuklarının mezuniyet törenlerine katılması karşısında devletin tedirginlik içine girmesine gerek yok. Kimsenin günlük yaşam içindeki kılık kıyafetleriyle uğraşmayız. Bir diploma törenine o kıyafetle katılmak, siyasi açıdan da, insani açıdan da, hukuki açıdan da sakınca taşımaz.’
Baykal, bu açıklamanın ardından ‘türban’la ilgili duydukları kaygının nedenlerini de sıraladı.
Altını çizdiği noktalar şunlardı:
‘Biz kimsenin türbanına karışmak istemiyoruz. Ancak türbanın altında tartışmaya açık olmayan bir taraf var. Biz işin bu tartışmasız tarafının zamanla resmiyet kazanmasından, türban dışındaki giyim tarzlarına müdahale etmesinden kaygı duyuyoruz. Bizim kaygımız budur. Yoksa kendi özel dünyalarında insanların giyimiyle uğraşmıyoruz.’
Rektör ‘gizli dinci’ olabilir mi
ERZURUM Atatürk Üniversitesi Rektörü Yaşar Sütbeyaz’ın ‘annelerin başörtüsü’ne yönelik akıldışı tutumu karşısında insan ister istemez ‘Bu rektör acaba takıyye yapan gizli bir dinci mi?’ sorusunu sormadan edemiyor.
Bence üzerinde durulması gereken bir konu bu... Çünkü Rektör, toplumun tüm kesimlerinden büyük tepki almış ve ‘türban özgürlüğü’nü savunanların sayısının artmasına müthiş bir katkı sağlamıştır.
O halde YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, bu olaya derhal el koymalıdır.
Yapılması gereken şudur:
YÖK bünyesinde ‘irtica avcıları’ adlı bir ekip kurulmalı ve bu ekip Erzurum’a giderek Rektör’le ilgili araştırmalara başlamalıdır.
***
‘İrtica Avcıları’ ekibi için bir yol haritası çıkartmış durumdayım... Bu kıyağımı kabul etmelerini dilerim.
İşte yapılması gerekenler:
Rektör Sütbeyaz’ın geçmişinde bir ‘imam hatip durağı’ yer alıyor mu? Öncelikle buna bakılmalı...
Çocukluğunda mahalle imamından ders almış mıdır? Eğer almışsa o imamla ilgili derin araştırmalar yapılmalı.
Yakın akrabaları arasında ‘dine biraz fazla meyilli’ biri var mı? İrticaya heveslenme konusunda yakın akraba faktörü her zaman çok önemlidir.
Kadiriler’in zahiri zikirlerine ya da Nakşiler’in ‘Hatme havace’ adını verdikleri gizli ayinlerine filan katılmış mı? Yani bir tarikat bağının söz konusu olup olmadığı araştırılmalı...
Kütüphanesinde ne tür kitaplar bulunuyor? Mesela kütüphanesinin zulasında Seyyid Kutup’un ‘Yoldaki İşaretler’ ya da Said Havva’nın ‘Dava Erine Mektuplar’ adlı ‘devrimci’ kitapları var mı? Geceleri gizli gizli bu kitapları okuyor mu? İncelenmeli...
Öğrencilik döneminde bir süre ‘Nur dershaneleri’nde kalıp, sabah namazına ‘Şakirt! Şakirt! Hadi kalk!’ diye uyandırılmış olabilir mi? Etkisi ömür boyu süren böyle bir süreçten geçip geçmediğine mutlaka bakılmalı...
Evinin gizli bölmelerine ‘Bir takıyyecinin dikkat etmesi gereken 10 prensip’ türünden emirnameler asmış olabilir. Bununla ilgili titiz bir çalışma yapılmalı...
Eşine dikkat edilmeli: Erkek eli sıkıyor mu ya da gizli gizli türban takıyor mu?
Rektör Sütbeyaz, YÖK’ün ‘laiklik’ ve ‘irtica’ gibi konulardaki ‘uyanık bekçileri’ni atlatarak ‘Rektörlük’ makamına kadar yükselmiş olabilir. Sızmaları önleyecek yeni çalışma esasları belirlenip uygulamaya sokulmalı..
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2005
<B>SAYIN Baykal...<br><br></B>Sizi geçen pazar CNN Türk’te izledim.<br><br>‘Başbakan Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkma ihtimali’ konusunda konuşuyordunuz. Söz döndü dolaştı, Erdoğan’ın eşi Emine Hanım’ın türbanına geldi.
Birden öfkelendiniz, birden hararetlendiniz...
‘Sosyal demokrat’ bir partinin liderinin, gelir dağılımındaki eşitsizlikler, adaletsizlikler ya da yoksulluk karşısında değil de ‘kadın giysisi’ konusunda öfkelenmesindeki çarpıklığa tabii ki takılmadım.
Çünkü bizim memlekette ‘sosyal demokrat parti’ demek, ‘kafayı kadın giysisine takan parti’ demektir ve bu konuda yapacak bir şey yoktur.
Yani amacım sizinle ‘kadın giysisi’ üzerine bir tartışma yapmak filan değil Sayın Baykal...
***
Ben daha çok o programda dile getirdiğiniz bir konudan söz etmek istiyorum.
Hani uzun uzun ‘başörtüsü’ ile ‘türban’ arasındaki farkları anlatmıştınız ya... İşte o konudan söz etmek istiyorum...
Sayın Baykal...
Sizin teziniz şöyle bir şeydi:
‘Türban’, siyasal bir simgedir. ‘Türban’ takan kadınların bir amaçları vardır: ‘Türban’ı devleti ele geçirmenin bir aracı olarak kullanmaktadırlar.
Buna karşılık ‘başörtüsü’, çok güzel bir şeydir. Temizdir, saftır. Annelerimizin, babaannelerimizin ve de anneannelerimizin başlarına örttüğü başörtüye bu ülkede hiç kimse bir şey dememektedir.
Başörtüsüyle her yere girilebilir ama türbanla asla....
Evet... Teziniz aşağı yukarı böyle bir şeydi...
***
Sayın Baykal...
Lütfen bu köşede yayınlanan fotoğrafa biraz yakından bakın...
Bu fotoğraf, sizin CNN Türk’teki konuşmanızdan bir gün sonra, Erzurum’da Atatürk Üniversitesi’nin mezuniyet töreninde çekildi...
Fotoğrafta gördüğünüz başı bağlı kadın, başı açık kızının mezuniyet törenine gelmiş...
Ama kapıdaki görevli onu içeri almıyor.
Görevli, ‘yaşlı kadın’dan başındaki örtüyü çıkarmasını istiyor.
Emekli emniyet amiri baba, duruma isyan ediyor...
‘Böyle saçmalık olur mu? Bu yaştaki kadına nasıl müdahale edersiniz? Ben hepinizden daha fazla Atatürkçüyüm’ filan diyor ama kimseyi ikna edemiyor.
Sonra anne, baba ve ‘okul üçüncüsü’ kız, orayı terk ediyorlar.
Dışarıda gözyaşları sel oluyor...
***
Sayın Baykal...
Lütfen söyler misiniz?
Bu kadının başındaki örtü ‘türban’ mıdır? Yoksa ‘annelerimizin başörtüsü’ müdür?
Eğer ‘türban’ ise, ‘annelerimizin başörtüsü’ dediğiniz şey nasıl bir şeydir, lütfen açıklar mısınız?
Yok eğer ‘başörtüsü’ ise bu uygulama da neyin nesidir?
Nasıl olur da ‘annelerimizin temiz ve saf başörtüsü’ne böyle bir uygulama yapılabilmektedir?
Bu konuda ortalığı ayağa kaldırmayı düşünür müsünüz?
Erzurum Üniversitesi Röktörü’nün, ‘annelerimizin başörtüsü’ne karşı yaptığı bu harekete karşı, hadi öfkeli olmasa da olur, şöyle yumuşağından küçük bir demeç verebilir misiniz?
Eğer bunu yaparsanız, sizin kendi mantığınız içinde ‘tutarlı’ olduğunuza inanacağım...
Yapmazsanız, sizi ‘annelerimizin başörtüsü’nün düşmanı ilan edeceğim.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2005
<B>TAM </B>da <B>‘Büyük şair ve fikir adamı Sezai Karakoç’u unuttular... Ne ayıp şey’</B> diye bir şeyler karalayacaktım ki <B>‘güzel haber’</B>i aldım: Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, Sezai Karakoç’u evinde ziyaret etmiş...
Ezberinde en az beş Sezai Karakoç şiiri bulunduğuna inandığım Bakan Koç’un bu ziyareti ‘vefa’ adına iyi bir başlangıç...
Umarım bundan sonra ‘İkinci Yeni’nin her daim küskün şairi, daha çok hatırlanır.
Böylece belki onun son zamanlardaki muazzam susuşunun yarattığı öksüzlük hissinden de kurtulmuş oluruz.
Çünkü bu milletin Sezai Karakoç’un sesine gerçekten ihtiyacı var.
Ne diyordu Mehmet Emin Yurdakul?
‘Şairleri haykırmayan bir millet, sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.’
***
Kimdir Sezai Karakoç?
Cemal Süreya’nın saygı duyarak sevdiği yakın arkadaşıdır. Bir yanıyla ‘İkinci Yeni’nin içindedir, ama bir yanıyla da Necip Fazıl’ın izindedir.
Doğu’nun onurlu çocuğudur. Dünya nimetlerinden uzak durarak yakaladığı erdemle gururumuzu okşar. Kırılgandır, sıkılgandır.
Yönünü doğu’ya çevirmiştir... ‘Diriliş’ adını verdiği tezle yeniden ayağa kalkmanın ve onuru yakalamanın işaret fişeğini atmıştır.
Çıkardığı dergilerle, yazdığı kitaplarla, insanı ta derinden yakalayan şiirlerle dört başı mamur bir ‘eski zaman entelektüeli’dir ve bütün eski zaman entelektüelleri gibi o da tam olarak anlaşılamamıştır.
Ama o hiçbir zaman çıkıp da ‘Beni hiç kimse anlamadı, anlaşılamadım’ diye ağlamamıştır.
Her yenilgide biraz inziva! Sonra toparlanıp hiçbir şey yokmuş gibi yola devam!
Onun taktiği budur.
***
Ta 1950’lerde yazdığı ve fotokopileri elden elde, kuşaktan kuşağa dolaşan o efsanevi ‘Monna Rosa’ adlı şiir kitabı bile tek başına onun ne kadar büyük bir şair olduğunun kanıtıdır.
Sezai Karakoç, tam 50 yıl boyunca yayımlamaktan kaçındığı ‘Monna Rosa’ adlı kitabını ancak 2 binli yıllarda yayımladı.
Ama zaten o kitap bir rekoru kırmıştı: Yeryüzünde hiç yayımlanmamış, sadece fotokopiyle çoğaltılarak bu kadar çok kişiye ulaşmış bir başka kitap var mı bilmiyorum...
Şimdi bile ne zaman eski günlerden, unutulmuş aşklardan, efkárdan, melankoliden söz açılsa hemen topluluk içinden biri sessizce ‘Monna Rosa’nın başlangıç dizelerini okumaya başlar:
‘Monna Rosa, siyah güller, ak güller / Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak / Kanadı kırık kuş merhamet ister / Ah, senin yüzünden kana batacak / Monna Rosa, siyah güller, ak güller...’
Bir başkan, bir vali
BAŞKAN: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş şimdi de Çin’deymiş.
İstanbul’a bir ‘sembol’ arayışı içinde olan Başkan’ın Çin Seddi’ni inceledikten sonra ‘Bunun aynısını İstanbul’a da yapabilir miyiz?’ diye düşünüp düşünmediğini bilmiyorum. Çünkü konumuz bu değil... Konumuz ‘Başkan baba’mızın yurtdışı seyahatleri. Merakım şudur: Acaba Sayın Başkan, göreve geldiği günden beri kaç ülkeyi gezdi? Görevde bulunduğu sürenin kaçta kaçını İstanbul’da geçirdi? Belediye’nin ‘Basın Merkezi’ bu konularda beni aydınlatabilir mi?
VALİ: Orhan Boran için düzenlenen gecede Yılmaz Erdoğan, ‘bir hoşluk olsun’ diye İstanbul Valisi Muammer Güler’in taklidini yapmış. Tamam, ‘taklit’ üzerine kurulu espriler feci demode, ama Vali’nin bu taklit karşısında gösterdiği tepkiye ne demeli? Yeni komedyenler nezaket ölçüsü bilmiyormuş, Orhan Boran bu ölçüyü iyi bilen eski isimlerdenmiş falan filan... İlahi Vali Bey... Neden kendinizi bu kadar sıkıyorsunuz? Lütfen tüm şöhretlerini yaptıkları Demirel taklitlerine muhtaç nice komedyeni düşünün ve rahatlayın.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2005
<B>CHP </B>Grup Başkanvekili <B>Kemal Anadol</B>, Başbakan <B>Erdoğan’</B>ın Amerika’da öğrenim gören iki oğlundan söz ederek şunu söylemiş: <br><br><B>‘Oğulları neden ABD’de okuyor? Onlar da mı türban gerekçesiyle ABD’de?’</B> Bu ‘alaycı’ dokundurmaya içerleyen Erdoğan’ın oğlu Necmettin Bilal, Kemal Anadol’a bir mektup yazarak kişisel durumunu anlatmış...
Mektupta kendisinin imam hatip mezunu olduğu bilgisini veren Bilal, ‘İmam hatiplilerin üniversiteye giriş sınavında yaşadıkları zorlukları’, özellikle de ‘katsayı haksızlığı’nı medeni bir üslupla anlattıktan sonra şu saptamayı yapmış:
‘Doğrusu ben imam hatip mezunları içindeki şanslı azınlıktaydım. Benim için bir kapı kapandı, başka bir kapı açıldı. Ancak arkadaşlarımın çoğu için başka bir kapı açılmadı...’
* * *
Bilal’in bu cümlelerini okurken canımın fena halde sıkıldığını fark ettim.
‘Eşitlik’ fikrine kafayı takmış biri olarak ‘şanslı azınlık’ vurgusunun bu kadar rahat dile getirilmesi karşısında içim acıdı...
Şunu düşündüm:
Demek ki Bilal, ‘kendisi için açılan kapı’ ile ‘babasının pozisyonu’ arasında herhangi bir bağ kurmuyor...
‘Açılan kapı’yı tamamen ‘şans’ faktörüyle açıklıyor.
Oysa insanlık tarihi bize bu işlerin ‘piyango’ usulüyle yürümediğini gösterir.
İnsanlık tarihine baktığımızda şunu görürüz:
Babalarının pozisyonu ya da serveti nedeniyle bazı Bilal’ler doğuştan şanslıdır.
Bazı Bilal’ler ise doğuştan şanssız...
Kapılar bazı Bilal’ler için ilelebet kapalı kalmaz. Onlar hep kapanan bir kapının ardından açılan onlarca kapıyla karşılaşırlar.
Ancak kapılar bazı Bilal’ler için hep kapalıdır: Ne kadar zorlarlarsa zorlasınlar, kapıyı yerinden milim oynatamazlar. Değil mi ki babaları sıradan bir adamdır, onların kapalı kapıların karşısındaki çaresiz ve umutsuz bekleyişleri ilelebet sürecektir.
* * *
Benim kişisel olarak kendimi ‘solcu’ diye nitelemem, sanılanın aksine ‘özenti kişiliğimden’ değil, işte bu açmazdan kaynaklanıyor.
Solculuk en genel anlamda ‘mevcut adaletsiz yapıyı veri kabul etmemek’ değil midir?
Solculuk yine en gelen anlamda ‘bütün kapıları herkes için açmak’ değil midir?
Evet, öyledir...
O halde ‘babalarının pozisyonu’ ne olursa olsun bütün Bilal’ler için bütün kapıların sonuna kadar açılması gerektiğini haykırmamız gerekir.
Aksi takdirde ‘tipik sağcı’ diskura yaslanıp Orhan Veli’nin ‘Ahmetler’ adlı şiirini okur dururuz:
‘Kimimiz Ahmet Bey,
Kimimiz Ahmet Efendi...
Ya Ahmet Ağayla Ahmet Beyefendi?’
* * *
Bir de şu var:
Eğer Bilal’in babası, ülkenin başbakanı olarak ‘imam hatiplere uygulanan haksızlığı’ ortadan kaldıramıyorsa ve oğlu Bilal, kapanan o kapıyı bırakıp açılan ABD kapısından içeri giren ‘şanslı azınlık’tan biri oluyorsa...
O halde hayatları boyunca ‘bütün kapılar kapalıydı’ vaziyetinde olanlar, şu imam hatip seçeneğini bir süre paranteze alabilirler diye düşünüyorum.
Bilmiyorum, ‘yeşil sarıklı ulu hocalar’, bu günahkár kulun cüretkár fetvasına ne derler?
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2005
<B>GEÇEN </B>akşam Star’da, <B>Ayşe Önal</B> ile <B>Mehmet Altan</B>’ın sunduğu <B>‘Z Raporu’</B> programında izledim seni... Yüzünü kapatmışlar, sesini değiştirmişler...
Çünkü tanınmak istemiyormuşsun...
Senin çığlığını bu sütunlara taşıdığım için bana gelen tepkilerdeki o duyarsız ve anlayışsız havayı gördüğüm için seni anlıyorum...
İhtiyatlı olmakta tabii ki haklısın.
Sen öyle bir çığlık attın ki cepheleşmenin rahatlık verici atmosferine kendilerini kaptırmışları darmadağın ettin.
Onlar şimdi ‘rahatı kaçan ağaç’ gibi oldular.
* * *
Oysa mutlu mesut yaşıyorlardı.
Bir taraf, ‘Biz çocuklarımıza Allah’ın kitabını öğretmek istiyoruz, buna engel olamazsınız, önümüze geçemezsiniz’ diye bağırıyor, diğer taraf ise ‘din eğitimi’ gibi bir ihtiyacın karşılanması zorunluluğu ile zerre kadar ilgilenmeden ‘laiklik’ diye haykırıyordu...
Ve bu kavgada, olan çocuklara oluyordu.
Çünkü bu ‘çocuklar aşkına’ yapılan bir kavga değildi... Bu kavganın adı: Siyasal mevzi kazanma kavgasıydı.
Sen işte bu oyunu bozdun.
Çıktın, ‘Durun’ dedin, ‘Ben Kuran kursunda okudum. Ama okuduğum o kursta anlayışsız hocalar ve yetersiz koşullarda hayatım karartıldı. Cehaletin elinde kaldım’.
Bununla yetinmedin.
Şunu da söyledin:
‘Ama ben Kuran kursunda gördüğüm zulüm yüzünden inançlarıma düşman olmadım. Oradaki uygulamanın inancımla bir ilgisi olmadığını biliyorum. Bunun cehaletten kaynaklandığının farkındayım. Kuran kursundan sonra inancımı yaşayarak başka okullara gitmek istedim ve yine engellendim...’
Söylediklerin ‘iki taraf’ın da işine yaramadı.
Bu yüzden ‘derin bir sessizlik’ ile karşılaştın...
* * *
Ayşe Önal’ın ‘anlamaya çalışan ve yargılamayan’ sorularına cevap verirken dinledim seni...
Düşüncelerini ve duygularını yazarak ifade etmekteki yeteneğin kadar, konuşarak ifade etmekteki yeteneğinin de farkına vardım.
Sana şunu söylemek isterim: Bu anlayışsızlar seni yıldırmamalı.
Sen bir ‘itirafçı’ değilsin. Tüm yaşadıklarına rağmen dindar kimliğini koruduğun için sana ‘Ne yaptığını bilmez’ muamelesi de yapılamaz.
Sen Kuran kurslarında karşılaştığın cehaletle hesaplaştın. Unutma ki çocuklar aşkına savaş böyle verilir. Ve tabii Kuran’a hizmet asıl böyle olur.
Aldırma Fatma... Ve yıkılma sakın...
‘Oval Ofis’te atsineği
HABERİ okuduğumda ‘Yok artık’ dedim ve ekledim: ‘Bu kesin şakrak bir meslektaşın sıkıcı Amerika gezisine biraz renk katmak için uydurduğu bir yalandır.’
Haber şu:
‘Oval Ofis’te tam ‘heyetler arası görüşme’ye geçildiğinde içeriye güya bir atsineği dalmış... Bush ve Erdoğan kısa bir süre sineği takip etmiş... Bunun üzerine ABD Dışişleri Bakanı Rice, elindeki defterle sineği öldürmek için bir operasyon yapmış... Olmamış... Bu kez Abdullah Gül devreye girmiş ve zavallı sineği haklamış... Bütün bunlar olup biterken de Ortadoğu’daki olası operasyonlar konuşuluyormuş falan filan...’
Bu epey matrak haberi kim uydurmuş olabilir?
Bu sorunun yanıtını düşündüm ve Beyaz Saray’daki görüşmeleri takip etme hakkını elde eden meslektaşları değerlendirdim.
Sonuç şudur:
Erdoğan’ı izleyen gazeteciler arasında mizah duygusu en güçlü isim hiç kuşkusuz Fehmi Koru’dur.
Bu matrak haberin kaynağı o olabilir.
Ama bir dakika!
Fehmi Bey’in mizah anlayışı, nasıl söylesem, biraz fazla alaturkadır.
Sakın bu hikáyeyi o değil de ‘Amerikan espri tarzı’na yatkın bir ‘danışman’ uydurmuş olmasın...
Yazının Devamını Oku