BEN ki ‘Vahdettin hain değildir’ diyenler ile ‘Vahdettin haindir’ diyenler arasında sıkışıp kalmış bir çocukluk ve ilk gençlik yaşamış biriyim.
Biraz anlatayım:
Hiçbir şeyin farkında olmayan ‘saf’ bir çocukken, okulda ‘Vahdettin haindir’ derler, ‘özel alan’da ise ‘Sen okulda öğretilenlere kulak asma... Başta Vahdettin olmak üzere bütün padişahlar iyidir...’ diye konuşurlardı.
Yani...
‘Sıkıcı müfredat’ programlarına tabi ‘okul’ ne söylüyorsa, biraz ‘kafasına göre’ takılan ‘özel alan’ onun tam tersini söylüyordu...
Meraklı bir çocuktum.
İki tarafın sıkıştırmalarının verdiği şaşkınlıktan kurtulmak için mevzuya daldım.
Özellikle ‘özel alan’daki maceramı bir parça derinleştirdim:
Kadir Mısıroğlu filan okumaya başladım.
Onun Vahdettin için, ‘Ah ulu hakan Sultan Vahdettin Han’ diye iç geçirmelerine tanık oldum...
Mustafa Müftüoğlu’nun ‘Yalan Söyleyen Tarih Utansın’ adlı beş ciltlik kitabı ise bana ‘Mustafa Kemal, Anadolu’ya Vahdettin tarafından gönderilmiştir’ bilgisini fısıldayıverdi...
Sonra Necip Fazıl’ın ‘Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu: Sultan Vahidüddin’ adlı kitabı geçti elime.
Ben ‘özel alan’da bu macerayı yaşarken ‘okul’ ise kendinden emin bir şekilde bildiğini okumaya devam ediyor ve yüksek sesle haykırıyordu:
‘Vahdettin haindir.’
Çelişki büyüktü ve işin içinden çıkamamıştım.
70’li yıllardı...
Ecevit de başbakandı...
Ve zavallı ben ‘okul’ ile ‘özel alan’ arasında sıkışıp kalmıştım.
***
Sonra biraz büyüyüp etrafı kolaçan etmeyi öğrenince şunu fark ettim:
Çelişki sadece ‘Vahdettin’ konusunda değildi...
Yakın tarih yüzünden memleket resmen ikiye bölünmüştü:
- Bir taraf ‘İstiklal Savaşı’nı sarıklı mücahitler kazanmıştır’ diyor, öbür taraf ‘Ne alakası var’ tepkisi koyuyordu.
- Bir taraf Atatürk’ün dindar olmadığını söylüyor, öbür taraf hemen Atatürk’ün Balıkesir’de camide verdiği hutbeyi ortaya çıkarıyordu...
- Bir taraf ‘Lozan zaferdir’ diyor, öbür taraf ‘Ne zaferi kardeşim, bunun adı hezimettir’ diyordu.
- Bir taraf İkinci Abdülhamid için ‘Kızıl Sultan’ diyor, öbür taraf ‘Ulu Hakan’ saptamasını yapıyordu.
- Bir taraf ‘Ali Şükrü Bey cinayeti’ni gündemde tutmaya çalışırken, öbür taraf hemen ‘İzmir suikastı’ kartını ortaya çıkarıyordu.
- Bir taraf ‘Ah Menemen, vah Menemen’ diyor, öbür taraf ise ‘Menemen’de ayaklananlar birkaç esrarkeş ile ayyaştır. Olayın dindarlarla bir ilgisi yoktur’ savunmasını yapıyordu.
- Bir taraf ‘İsmet Paşa bizi savaşa sokmadı, o büyük bir devlet adamıydı’ diyor, öbür taraf ise ‘Bırak İsmet Paşa’yı... Mareşal ne güne duruyor’ diye karşılık veriyordu.
- Bir taraf ‘Atatürk’ü Samsun’a götüren kırık dökük bir tekneydi’ diyor, öbür taraf ‘Ne teknesi. Ne kırık döküğü... Kocaman ve sapasağlam bir gemiydi’ saptamasını yapıyordu.
Ve liste uzayıp gidiyordu.
Tabii benim şaşkınlığım da giderek büyüyordu...
***
Ve şimdi soruyorum:
Kimdir bu işin sorumlusu?
Bana ve benim gibi binlerce insana bu şaşkınlığı yaşatan kimdir?
‘Vahdettin haindir’ diyenlerin ‘solcu’, ‘Vahdettin hain değildir’ diyenlerin ‘sağcı’ sayıldıkları ortamda gıkı çıkmayan Ecevit, bu işin sorumlularından biri değil midir?
Çalışma Bakanı iken sus, CHP Genel Sekreteri iken sus, İnönü’ye bayrak açarken sus, CHP’ye genel başkan seçilirken sus, başbakanken sus, 12 Eylül’den sonra sus, DSP’yi kurarken sus, yeniden başbakan olurken sus...
Ve tam ununu eleyip askıya asmışken konuş...
Benim itirazım işte buna.
Ve şimdi diyorum ki:
Ey Ecevit, madem akrabanız Vahdettin hain değildi, o halde beni çocukluğumdan bu yana neden şaşkına çevirdiniz?