Ahmet Hakan

Fransız gözüyle 24 saat İstanbul

19 Eylül 2005
<B>EN </B>meşhur geyiklerimizdendir.<br> Yolu herhangi bir Batı ülkesine düşen ‘modern’ kızımız, Türkiye’ye döndüğünde yaşadığı büyük hayal kırıklığını hevesli bir şekilde anlatmaya başlar:

‘Ay vallahi bizi tanımıyorlar şekerim... Düşünebiliyor musun? Bizim develerle seyahat ettiğimizi zannediyorlar. Türkiye’de herkesin kara çarşaflı olduğunu filan sanıyorlar. Benim Türk olduğumu öğrendiklerinde inanamadılar.’

Bu yakınmanın ardından da feci sıkıcı bir ‘Kendimizi tanıtmalıyız’ geyiği başlar ki aman Allah korusun!

Bu konuda bazı kızlarımız ise ‘bireysel yırtma’ peşindedir.

Mesela bir ‘manken’imizin, bir ‘Hollywood starı’yla yaptığı röportajda şöyle eğlenceli bir bölüm vardı:

Hollywood starı: Hiç Türk’e benzemiyorsunuz.

Mankenimiz: Öyle mi? Çok teşekkürler.

Gördünüz mü?

Türk’e benzetilmemek, nasıl da ‘zarif bir iltifat’ olarak algılanıyor.

Aslında o ‘manken’imizi hor görmemeliyiz.

Çünkü kendisi Türklerin ulus olarak yanlış tanınma sorununu aşamayacağını fark etmiş ve ‘bireysel kurtuluş’ yoluna sapmış bir bireyimizdir.

Ve fakat...

Devasa sorun şudur:

‘Ah şu çılgın Türkler’, yani ‘Büyük kara kalabalık’ kendisini nasıl kurtaracak?

Hemen söyleyelim:

Onların kurtuluşu hálá ‘tanıtım’dan geçmektedir.

***

İşte bu yüzden Fransız TV 5 Kanalı’nın ‘24 Saat İstanbul’ başlıklı yayınına büyük önem atfettim.

Dikkatle izledim.

Benim çıkardığım sonuç şudur: ‘Türklerin kurtuluşu tanıtımdan geçer’ yargısını bir daha düşünmeliyiz.

Nedenini tuttuğum notlar aracılığıyla anlatmaya çalışayım:

BİR: Tamam, 24 saatlik yayında deve yoktu, kara çarşaflı kadınlar yoktu, çöl yoktu, Arap havası yoktu... Ama epey gıcık ve rahatsız edici bir Fransız bakış açısı vardı. Her karesinde ‘Türkler bizden farklıdır’ mesajı nasıl verilebilir kaygısıyla hazırlanmış belgeseller sinir bozucuydu.

İKİ: ‘İstanbul’un vapurları’ dendi mi bizim aklımıza Melih Cevdet Anday’ın şiirinden Sezen Aksu’nun yaptığı beste gelir. Yani ‘Simitçi, kahveci, gazozcu / Şinanay da yavrum şina şinanay / Şinanay da şinanay hoppa şinanay’ diye özetleyebileceğimiz ferah, eğlenceli, hayat dolu bir hava. Fransız ise ‘İstanbul’un vapurları’nı, alabildiğine kasvetli, ruh sıkıcı ve karanlık yansıtmış. Kamera vapurda gülmeyen insanlara odaklanmış. Gülen iki kişi var: Biri kahveci, diğeri simitçi... Ama Fransız yönetmen, onlara da ‘kasvetli vapurların soytarıları’ rolünü vermiş.

ÜÇ: Fransızların ‘Türk kadını türbanlı olur’ yargısını pekiştirmek için gösterdikleri olağanüstü çaba, ‘türban’ konusunda ‘özgürlük’ dışında bir çözüm yolu görmeyen beni bile çileden çıkarmıştır. Düşünün: İstiklal Caddesi çekimlerinde bile türbanlı olmayan kadın yok gibiydi.

DÖRT: Tamam, İstanbul bir çelişkiler kentidir. Ama durum böyle diye, İstanbul’un bir ‘balet’ ile ‘piyangocu kız’ aracılığıyla tanıtılmaya kalkışılmasının bir ‘Fransız zorlaması’ ve bir tür ‘çelişki avcılığı’ olduğunu söylemekten kaçınamayız.

BEŞ: ‘Mustafa Kemal Atatürk’ belgeselinde Atatürk’ün ender yayınlanan görüntülerinin bir bütünlük içinde ve sesli olarak sunulması, Fransızların başarısı değil, arşivindeki Atatürk görüntülerini doğru dürüst yayınlamayan Türklerin ihmalkarlığıdır.

ALTI: Gelin-kaynana programları konusunda Seda Sayan’ın analizlerine yer verilmesinin ardından şu soru kafalara takılmıştır: Fransızlar Seda’yı sosyolog filan mı sandılar?

Sarıgül ‘hayatım’ dedi

FRANSIZ TV 5’in ‘24 Saat İstanbul’ yayınında balet Tan Sağtürk ile Mustafa Sarıgül arasındaki muhabbetin sonu şöyle bitti:

TAN SAĞTÜRK: Teşekkür ederim başkanım.

MUSTAFA SARIGÜL: Hayatım, sendeki gözlerin güzelliği bende olsa dünyayı fethederdim.

TAN SAĞTÜRK: (Mahcup bir şekilde) Teşekkürler, sağ olun.

MUSTAFA SARIGÜL: Ya vallaha, şu gözlerin güzelliğine baksana. Ha! Ha! Ha!.

Evet. Bu muhabbet, Sarıgül’ün şakacıktan Tan’ın göbeğine vurmasıyla bitti.

Şimdi bu olay da bir ‘yanlış tanıtım’ olarak değerlendirilemez mi?

Tamam, bizim için çok sıradandır, geleneksel sıcakkanlılığımızı yansıtır filan ama bizim kültürümüze yabancı Fransızlar ne derler bu işe?

Dedik ya: Şu ‘tanıtım’ gerçekten belalı iş.
Yazının Devamını Oku

Savcı göreve

18 Eylül 2005
<B>NE </B>yani...<br><br><B>‘Türksolu’</B> Dergisi’nde Türk-Kürt düşmanlığını tahrik ederek, <B>‘En yakın ve de en açık tehlike’</B>ye neden olan <B>Gökçe Fırat </B>isimli şahsın kışkırtmalarına karşı oturup yüksek fikirler mi ileri süreceğiz? İşimizi gücümüzü bırakıp, ‘Türk oğlu... Türk kızı... Kürtler senin düşmanındır...’ diye özetlenebilecek ‘faşist manifesto’yu, yani o kaba ve dangalak metni tartışmaya mı açacağız?

Tabii ki bunları yapmayacağız.

Çünkü:

Ortada fikir filan yok.

Çünkü:

O ‘faşist manifesto’yu hangi hukukçuya göstersek aldığımız yanıt aynı:

‘Burada açık suç var.’

O halde yapılması gereken şudur:

Savcılar harekete geçmelidir.

Yani...

Gün, sözde ‘Türksolu’ provokatörlerinin yaptığı gibi ‘Ordu göreve’ pankartı açma günü değildir.

Gün, ‘Savcı göreve’ pankartını yükseltme günüdür.

‘Savcı göreve’ pankartını açalım ki:

Bu topraklarda bir daha hiç kimse, milleti birbirine kırdırmayı amaçlayan kaba tahrikçilik işine soyunmasın.

‘Savcı göreve’ pankartını yükseltelim ki...

Bu ülkede hiç kimse, ‘Ben Kürdüm diyen herkes potansiyel PKK’lıdır’ diye yazma cüretini kendisinde bulamasın.

Ayasofya ile ilgili kişisel notlar

70’li yılların ortaları...

İstanbul Bayrampaşa’daki Yeşil Cami Kuran Kursu’nda ‘leyli’ olarak öğrenim gören küçük bir çocukken, hayatımın ilk politik eylemine tanık olmuştum.

Yatakhanelere doluşan benden yaşça büyük Kuran kursu öğrencileri, hep birlikte ‘Zincirler kırılsın! Ayasofya açılsın!’ diye slogan atıyorlardı.

Şaşırmıştım.

Çünkü ilk kez ‘Slogan atma’ eylemine tanık oluyordum.

Ayrıca dile getirilen talebi de anlayamamıştım.

‘Zincir’ neydi?

‘Ayasofya’nın açılması’ ne demekti?

Bilmiyordum.

Ama sonra işin farkına vardım ve şunları gördüm:

İslami kesimin kültür dünyasını şekillendiren muazzam bir ‘mahzun mabet’ edebiyatı vardı.

İslami camianın yayınlarında Ayasofya’ya ‘Ey ibadete kapatılmış gözyaşı döken mahzun mabet’ diye sesleniliyordu.

Yenilmişliğin acısı, hesaplaşmalar, heyecanlar, yeniden atağa kalkma hevesleri...

Bütün bunlar, Sultanahmet Meydanı’nda hüzünlü mü, mağrur mu olduğuna ilk bakışta karar veremeyeceğiniz o eski ‘yapı’ üzerinden ifade ediliyordu.

‘Ayasofya açılsın’ diyenler, aslında ‘Ayasofya müze olmaktan çıkarılsın, cami olsun’ demekten çok şu iki temel isteği seslendiriyorlardı:

BİR: Fatih’in İstanbul’u fethettiği o muhteşem günlerin rüyasını yeniden görmek istiyoruz.

İKİ: Batı’ya yöneliş adına yapılan uygulamalara itiraz ediyoruz.

Ayasofya, ‘rüya’nın ve ‘itiraz’ın odaklandığı bir mabetti.

Dönem, İslami cenahın çokça millici, Osmanlıcı, anti-komünist olduğu dönemdi.

Sonra 80’ler geldi.

‘Siyasal İslam’ anlayışı, Ayasofya türünden mevzularla ilgilenmeyi gereksiz görmeye başladı.

Osmanlıcılığa tavır almalar başladı.

Anti-komünizm yapmak, saçmalık olarak görüldü.

‘Müslüman neden sağcı olsun ki’ türünden tartışmalar başgösterdi.

Ve bugün...

İşte 2005 yılında Ayasofya, yeniden gündemde.

Papa gelecekmiş, Ayasofya’da ayin yapacakmış. Bu çok önemli bir olaymış, geçit verilmemeliymiş falan filan.

‘Ulusalcı’ kanat sert ve haşin.

Peki ‘İslamcılar’ ne álemde?

Gördüğüm şudur: 70’li yıllara dönüş var.

Yani ‘mahzun mabet’ edebiyatına kalındığı yerden devam ediliyor.
Yazının Devamını Oku

Bakan Çelik: O müdür görevden alınır

16 Eylül 2005
<B>ÖNCE </B>skandalı anımsayalım:<br><br>İstanbul Gazi Mahallesi’ndeki Gazi İlköğretim Okulu Müdürü, bir öğrenci velisinin gizli kamerayla kaydettiği görüntülerde, <B>‘Kayıt parası vermeyen velilerin çocukları sadece okuma yazma öğrenir’</B> diyordu. Okul Müdürü Cevat Şahin’in bu cümlesinden yola çıkılarak, okulda ‘özel bir sürgün sınıfı’ oluşturulacağı sonucuna varılmıştı.

Yani ‘zorunlu bağış’ rezaleti, sonunda işte bu noktaya kadar varmıştı.

Vicdanları isyan ettiren bu ima, bir anda günün konusu oluverdi.

***

Dün Hürriyet’i ziyaret eden Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’le yaptığımız sohbette öncelikli konu tabii ki bu skandal oldu.

Olayı televizyonlarda izlediğini söyleyen Bakan Çelik, ‘Hemen soruşturma başlattım’ dedi, ardından da, ‘Söyledikleri ortada... Bunlar yenilir yutulur sözler değil. Bu durumda o müdür görevden alınır’ değerlendirmesini yaptı.

Bakan, özellikle okul müdürünün ‘özel sürgün sınıfı’ imasına karşı öfkeliydi.

Yaklaşımını şu cümlelerle ortaya koydu:

‘Parasına göre, imkánına göre, bağışına göre sınıf diye bir şey olmaz. Eğitimde birinci mevki, ikinci mevki kabul edilemez.’

Müdür Cevat Şahin’in okulda iyi işler yaptığına dair bilgi aldığını söyleyen Bakan Çelik, iyi işler yapmanın tek başına anlamlı olmadığını da söyledi ve ekledi:

‘İyi bir müdür olabilir; ama demek ki akıllı bir müdür değilmiş.’

***

Bakan Çelik, ayrıca ‘zorunlu bağış’ rezaletine son verecek yeni bir modeli, önümüzdeki yıl hayata geçireceklerini de açıkladı.

Buna göre özellikle metropol kentlerde her okulun bir hinterlandı olacak.

Okullar için sokak sokak ayrıntılı haritalar çıkarılacak.

Böylece:

Örneğin, Şişli’deki bir okula kaydını yaptırabilecek öğrenciler baştan belli olacak.

Amaç: Herhangi bir semtteki herhangi bir okulun önündeki yığılmaları ortadan kaldırmak.

Bakan Çelik, belirli okullar önündeki yığılmaları, bağış taleplerinin nedenlerinden biri olarak görüyor.

Çelik: Okula 50 milyon vermiyorlar ama dershaneye 3 milyar veriyorlar

‘ZORUNLU bağış’a kökten karşı olduğunu söyleyen Bakan Çelik, ‘Bağış dediğin gönüllü olur. İşin içine zorunluluk girerse onun adı bağış olmaktan çıkar’ diyor.

Zorunlu bağışa şiddetle karşı çıkan Bakan Çelik, aynı zamanda velilerin tutumunu da eleştiriyor.

Milli Eğitim Bakanı, Türkiye’nin bugünkü koşullarında öğrenci velilerinin okullara katkı sağlamaktan kaçınmamaları gerektiğini de söylüyor.

İşte bakanın, velilerin ‘çelişkili’ tutumuna işaret eden sözleri:

‘Diyelim ki bir okul müdürü, daha kaliteli bir eğitim için öğrenci velilerinden 50’şer milyon lira talep etti. Bu durumda veliler, hemen isyan ediyorlar. Öğretimin parasız olduğunu filan söylüyorlar. Uygulamanın zorunlu bağış anlamına geldiğini söylüyorlar. Ama bir bakıyorsunuz, aynı veliler, çocuklarını dershaneye yazdırıp hiç gocunmadan 3 milyar lirayı yatırıyorlar. Halbuki okulların kalitesinin artması, dershaneye talebi azaltacaktır.’

Dershane sisteminden yakınan Bakan Çelik, dershanelere bir yılda giden paranın miktarını da ‘2.9 milyar dolar’ olarak açıkladı.
Yazının Devamını Oku

Birand’a dost tavsiyeleri

15 Eylül 2005
<B>MEHMET Ali Birand’</B>ın Kanal D Haber’de başarılı olmasını içtenlikle arzu ediyorum. Yani ‘düştü/düşecek’ diye tempo tutanların safında değilim.

Daha önce de yazmıştım:

Sonuçta yapılan iş, bir televizyon kanalında ‘ana haber bülteni’ sunmaktan ibarettir.

Telaşlanmaya, itidali kaybetmeye, olaya olduğundan daha büyük anlamlar yüklemeye gerek yok.

Ve fakat...

Böylesi bir duyarlılık içinde olmak, yapılan vahim yanlışlara işaret etmekten kaçınmak anlamına gelmemeli.

O halde bir ‘örnek olay’dan yola çıkarak biraz acı şeyler söyleyelim...

Belki böylece dostluğumuz belli olur.

***

Geçen akşam Kanal D Ana Haber’i izliyordum ki o flaş altyazıyla karşılaştım:

‘Gamze Özçelik, ilk kez canlı yayında Mehmet Ali Birand’ın sorularını yanıtlayacak.’

‘İşte’
dedim, ‘Olay kadın ve usta röportajcı karşı karşıya. Daha ne olsun!’

Hemen harekete geçtim:

Etraftakileri susturdum, televizyonun sesini açtım, ekrana biraz daha yaklaştım.

Ve sonunda sıra büyük röportaja geldi.

Ama keşke gelmez olaydı.

Zaten haber bülteninin başından beri Birand’ın o manasız ve tuhaf telaşı nedeniyle gerilen sinirlerim, Gamze Özçelik röportajıyla birlikte tel tel dökülmeye başladı.

Çünkü Birand, ‘olay kadın’ın karşısında acayip tedirgin ve gergindi.

Olaya nasıl gireceğini bilemiyor, sohbeti sürdüremiyor, mevzunun etrafında dolaşıyor, doğru dürüst soru soramıyordu.

Ve çok geçmeden bunun nedeni anlaşıldı:

Meğer Gamze Özçelik, Kanal D’de yayınlanmaya başlayan yeni dizi nedeniyle ekrana çıkmaya ikna edilmiş.

Yani çerçeve belli: Gamze ile dizi konuşulacak.

Zaten Gamze’nin sağında ve solunda dizinin diğer oyuncularının yer alması da bunu gösteriyordu.

Ama Birand, daha önce çizilen çerçeveye karşın, ‘esas konu’ya dalmaya çalıştı.

Hem diziyi konuşuyor gibi yapmak, hem de ‘çaktırmadan’ esas konuya dalmaya çalışmak!

İşte bu durumun getirdiği tedirginlik, her şeyi berbat etti.

Sonuçta ne doğru dürüst dizi konuşuldu, ne de ‘asıl konu’ kurcalanabildi.

Üstelik usta haberci, Gamze Özçelik tarafından birkaç kez ‘duyarlı’ olmaya davet edildi.

***

Madem ki niyetimiz halistir.

O halde hem bu ‘örnek olay’dan, hem de Birand’ın genel gidişatından yola çıkarak hazırladığımız dört maddelik ‘Kıssadan hisseler’ paketini takdim edelim:

BİR: Birand çok telaşlı. İlk günler için telaşın nedeni olarak üzerindeki inanılmaz baskıyı gösterebilirdik. Ancak öyle görülüyor ki, bu telaş katlanarak büyüyecek ve alıp başını gidecek. O halde tıpkı karşıtlarına yaptığımız gibi Birand’a da ‘Sakin ol’ çağrısı yapalım.

İKİ: ‘Doğal olmak’ ile ‘Bakın ben ne kadar doğalım’ diye bağırmak arasında çok büyük fark vardır. Birand doğalmış gibi yapmak yerine doğal olmalı. Unutulmamalı ki televizyon, samimiyeti de samimiyetsizliği de abartarak yansıtır.

ÜÇ: Birand’ın Gamze Özçelik ile röportaj yapma isteğini tabii ki anlayışla karşılıyoruz. Ancak bunun için Gamze’nin rızası şarttır. Ortada rıza yoksa, nafile çaba içine girmek, en başta soruyu soran tarafı yıpratır.

DÖRT: Ana haber bültenlerinde ‘hayatın her alanına’ işaret etmenin gocunulacak bir tarafı yoktur. Dolayısıyla ‘magazin dünyası’ndan bir haberi sunarken de, siyaset dünyasının ayrıntılarını yansıtırken de, dünyanın en makul işi yapılmaktadır. Birand’ın işte bu durumu içselleştirmeye ihtiyacı vardır.


Profesöre yanıt


ÜMİT Özdağ adlı profesör, yazdığı bir yazıda Başbakanlık’ta Kürtçülük yapan bürokratlar olduğunu yazmıştı.

‘Bir berber bir berbere demiş ki...’ üslubuyla yazılan yazıda Başbakanlık’ta Kürtçü bürokratların gemi azıya aldıklarından dem vuruluyor ve bazı anekdotlar aktarılıyordu.

Ben de Ümit Özdağ’a ‘Kim bu bürokratlar?’ diye sormuştum.

Ve yanıt geldi...

Ümit Özdağ şöyle diyor:

‘Bu soru ahlaki değildir. Bir yazara kaynak sorulmaz.’

Ben hayatımda böyle saçma bir cevap görmedim.

Sanki ben Özdağ’a, ‘Kaynağını açıkla’ demişim.

Oysa benim sorduğum soru çok açık:

‘Başbakanlık’ta o konuşmaları yapan bürokratlar kimlerdir?’

Bu soru kadar ahlaki başka bir soru olamaz.

Siz oturacaksınız, ‘Başbakanlık’ta bazı bürokratlar Kürtçülük yapıyor’ diye vahim bir iddiayı yazacaksınız.

Biz de ‘Kimmiş bu bürokratlar?’ diye soramayacağız.

Yani sizin yazdığınızı tartışmasız ‘doğru’ kabul edeceğiz.

Üstelik sizin iktidarı yıpratma adına elinden geleni ardına koymayacak bir pozisyonda olduğunuzu bile bile.

Ne diyelim?

Söylenecek çok şey var ama belki de en iyisi şu soruyu sormakla yetinmek:

‘Türkiye’de profesörlük bu kadar ucuzladı mı?’
Yazının Devamını Oku

Bütün meczuplar dinci değildir

14 Eylül 2005
<B>BİR </B>10 Kasım günü Anıtkabir’de yapılan törende devlet erkánının önüne atılıp tekbir getiren adamdır meczup. Ya da beline silahını taktığı gibi, memleketin bir ucundan başka bir ucuna giderek türban yasağını savunan baro başkanını öldüren adamdır.

Demirel’i öldürmeye kalkan eczacı da meczuptur, Anıtkabir’e uçakla saldırı girişimi planlayan şapşal da...

Almanya’nın Köln kentindeki zevksizlik abidesi üç katlı binada, etraflarına topladıkları üç beş gariban ‘gurbetçi’yle güya devlet kurup, adına ‘Anadolu Federe İslam Devleti’ diyen adamlar, eğer şakacı değillerse, tabii ki meczupturlar.

Sözde tarikat liderinin çorabını öpüp koklayarak sevap elde edeceğini düşenen sözde mürit, ‘zararı kendine’ bir meczuptur.

Ama...

Fatih Camii’nin avlusunda toplananları hilafet çağrılarıyla gaza getirmeye çalışan ‘karanlık adam’, eğer ‘maşa’ değilse, topluma zararlı bir meczuptur.

Hepsinin ortak özellikleri şunlardır:

Haşhaş çekmiş gibidirler...

Büyülenmiş gibidirler...

Mantıkları savuşmuştur...

Ve ‘tehlikeli bir kararlılık’ içindedirler.

Hemen söyleyeyim:

Çok tırsarım, çok korkarım bu tür adamlardan.

Çünkü meczup cesaretinin önüne geçilemez.

Çünkü meczubun devreye girdiği anda, ne sözün kıymeti kalır, ne de yazının.

***

Peki, bu örneklerden yola çıkarak, meczupluğun ‘din-iman’ eksenli bir hastalık olduğu kanısına varabilir miyiz?

Hiç sanmam...

Eğer öyle olsaydı...

Solculukla bağlantıları, çıkardıkları dergiye ‘Türk Solu’ adını vermek ve birkaç Deniz Gezmiş afişi bastırmaktan ibaret olan ‘ladini’ grubun, ‘Ey Türk halkı’ diye başlayan ‘cezbe ürünü’ manifestoları için ne diyeceğimizi bilemezdik.

Oysa...

Elimizdeki metin, bal gibi de bir meczup abuklamasıdır.

Düşünün: Vatanını seven, kardeşliği gözeten, sorumluluk sahibi bir insanın aklına şunları yazmak gelir mi?

Her Türk, alışverişini Türk’ten yapmalı. Kürt’e aktarılan para PKK’ya gider.

Her Türk, Türkçe konuşmalıdır. Şehri istila eden Kürtler, kendi dillerini hakim kılmaktadırlar.

Türk, ancak modern şehir hayatında kendini ifade edebilir. Türk medeniyeti, köyden gelen etkilere kapatılmalıdır. Köy, her halükarda Kürtçülüğün yaşam alanıdır.

Türkler, yemeklerine sahip çıkmalıdır. Türk’ün damak tadı, Kürt yemekleri ile yer değiştirmektedir. Türk’ü kebaba, lahmacuna mahkum eden anlayışla mücadele edilmelidir.

Her şeyden önce Türk üremelidir. Artan her bir Türk bebesi, bizi Ergenokan ’dan çıkartacak bir kurtarıcıdır.

Bu ‘meczup abuklaması’nın iki tuhaf tarafı var:

BİR: Bu önerilerin yayınlandığı derginin yazarları arasında, meczup olmağına inanmak istediğimiz Yekta Güngör Özden gibi bir isim bulunmaktadır.

İKİ: Halkı ırk farkı gözeterek açıkça kin ve düşmanlığa sevk eden bu öneriler nedeniyle henüz hiçbir savcı harekete geçmemiştir.

***

Sözde ‘sol’ hareketten meczup çıkar da, ‘Sevr dayatılıyor’ önermesini kesin bir inançla kabul eden ‘aşırı milliyetçi’ kesimlerden çıkmaz mı?

Tabii ki çıkar...

Poşetin içindeki ekmeğe sakladığı silahla başbakan öldürmeye kararlı adam, tipik bir meczup değil midir?

‘Bu ülkede herkes haddini bilecek!’ diye nara atan bu adamın, ‘ürkütücü kararlılığı’ karşısında kanımız donmuyor mu?

Kendisi gibi düşünmeyenlerin hain olduklarına o kadar inanmış ki, iş üstünde yakalandığı halde, sanki kendisine büyük bir haksızlık yapılmış gibi çırpınıyor, bağırıyor, öfkeleniyor.

Tırsmamak elde mi?

Bu tür meczupluklar karşısında, insan ister istemez kendi kendine ‘Aman, bulaşma! Çalıyı dolaş’ diye telkinde bulunur.

Aslında ‘ürkütücü büyülenmişlik’ halini görünce, ben de kendi kendime böyle dedim.

Ama son tahlilde insanız ve bazen olayın üstüne üstüne gitmek gibi tuhaf bir cesarete sahip oluruz.

Benim durumum budur.

Yani...

Meczuplardan fena halde tırsmakta olan yazarınız, cezbeye gelmiş gibi olayın üstüne balıklama atlamıştır.

Ve şimdi korkak bir şekilde ‘Dur bakalım ne olacak?’ diye beklemektedir.
Yazının Devamını Oku

Madem profesörsün

12 Eylül 2005
<B>SAYIN Ümit Özdağ.<br><br></B>Eğer profesör olmasaydınız...<br><br>Eğer televizyonlara çıkıp <B>‘PKK hareketi’</B>, <B>‘Kuzey Irak’taki gelişmeler’</B> gibi önemli konularda soğukkanlı ve makul yorumlar yapan bir bilim adamı olmasaydınız... Eğer MHP’ye genel başkan olmak için çaba sarf etmeseydiniz...

Eğer benzerlerinizden farklı olarak bir ‘kavramsal çerçeve’ye sahip olmasaydınız...

İnanın iddialarınıza takılıp kalmazdım.

Ama madem ki ‘profesör’sünüz...

Ve madem ki sizi ciddiye almak için elimizde bir hayli done var...

O halde ortaya attığınız ‘vahim iddia’nın peşine düşmek boynumuzun borcudur.

Ne yazmıştınız?

Hatırlayalım:

Güya Başbakanlık’ta bir bürokrat, telefonda Kürtçe konuşmuş.

Bunu gören, sizin tabirinizle ‘bayan’ bürokrat, ‘Sen ne konuşuyordun?’ diye sormuş.

Kürtçe konuşan Başbakanlık bürokratının yanıtı şu olmuş: ‘Siz Türkler kendi ülkenizde azınlıkta kaldınız.’

Ve Başbakanlık’tan aktardığınız bir başka anekdot...

Bir Başbakanlık bürokratı, bir başka Başbakanlık bürokratına şöyle demiş: ‘Bu ülkeyi 80 sene siz Türkler yönettiniz, artık biz yöneteceğiz.’

Sayın Özdağ...

Memleketin içinde bulunduğu şu kritik dönemde bu anekdotları anlatarak neyi amaçladığınız üzerinde durmayacağım.

Çünkü sonuçta olgulardan söz ediyorsunuz ve sonuçları ne olursa olsun olgulardan söz etmek tabii ki hakkınızdır.

Ama...

‘Olgu’ların doğruluğundan kuşku duymak da bizim hakkımızdır.

O zaman soralım:

Sözünü ettiğiniz Başbakanlık bürokratları kimlerdir?

O konuşmaları ne zaman yapmışlardır?

Konuşmaların tanıkları kimlerdir?

Lütfen açıklayın...

Lütfen açıklayın da hep birlikte o Başbakanlık bürokratlarının yakalarına yapışalım...

Ve onlara ‘Nereden güç alıyorsunuz?’ diye soralım...

Ama...

Eğer o isimleri açıklayamazsanız, o zaman size ağzımızı doldura doldura bir şey söyleme hakkımız doğar...

O hakkı kullanmak için acele etmeyeceğim.

Yani sizden bürokrat ismi bekliyorum, Sayın Özdağ...

Yeni başlayanlar için 12 Eylül sözlüğü

KARIŞTIR BARIŞTIR:

12 Eylül’den önce sokaklarda çatışan sağcı ve solcu militanlar, 12 Eylül’den sonra Mamak Cezaevi’nde aynı koğuşlara yerleştirilmiştir. Militanları barıştırmayı hedefleyen bu tuhaf uygulamaya ‘Karıştır / barıştır’ adı verilmiştir.

OUR BOYS HAVE DONE IT:

‘Darbenin arkasında Amerika var’ iddiasına kanıt olarak gösterilen tarihi cümle... Darbe haberi alındığında ABD Konsolosu’nun Pentagon’a, ‘Our boys have done it’, yani ‘Bizim çocuklar yaptı’ diye bir mesaj geçtiği rivayet edilir.

MUSTAFA KAMİL ZORTİ:

Kenan Evren’in Atatürk’e aşırı derecede öykünmesinin mizah dünyasında yarattığı elektrik sonucu ortaya çıkmış bir anti-kahramanın adıdır. Mustafa Kamil Zorti adlı tip ile, Evren’in Atatürk’e öykünme çabasının başarısızlığına vurgu yapılmıştır.

NETEKİM:

O zamanlar Kenan Evren’in eleştirilmesi teklif dahi edilemezdi. Ancak fırlama mizahçılar, çok geçmeden çıkış yolunu buldular. Kenan Evren, ‘Nitekim’ yerine ‘Netekim’ diyordu ya... İşte bundan yola çıkan mizahçılar ‘Netekim Paşa’ diye bir şifreyi devreye soktular.

HASAN MUTLUCAN:

Darbelerin şarkıcısıdır... 12 Eylül’de ‘sol popüler kültür’ün ürettiği erkeksi marşların yerini, Hasan Mutlucan’ın seslendirdiği, ‘Yine de şahlanıyor kolbaşının atları / Görünüyor bize sefer yolları’ ya da ‘Estergon Kalesi’ gibi kahramanlık türküleri almıştır. Hasan Mutlucan’ın sesi zihinlere öyle bir kazınmıştır ki, aradan geçen uzun zamana rağmen, ne zaman bir Mutlucan türküsü duysak, tank sesi duymuş gibi oluruz.

DEPOLİTİZASYON:

12 Eylül’den önce ‘Ne sağcıyım, ne solcu’ diyenler küçümsenirdi. Dönem, politik tutum almayanların adamdan sayılmadığı bir dönemdi. 12 Eylül’den sonra ise olay tersine döndü. Yeni kuşak politikadan hızla uzaklaştırıldı. Ve böylece ‘depolitizasyon’ sözcüğü, gündemimize olanca ağırlığıyla oturdu.

ASMAK / BESLEMEK:

3 Ekim 1984... Yer: Muş Meydanı... Kenan Evren Muş halkına hitap ederken aynen şöyle diyor: ‘Hainleri asmayıp da besleyecek miyiz?’. Dönemin ruhuna aykırı kaçmayan bu cümle, hem dönem, hem de ruh değiştiğinde olanca acımasızlığıyla algılandı...
Yazının Devamını Oku

Sağdan soldan estarabim

11 Eylül 2005
<B>BEN </B>istemez miydim, şu güzelim pazar günü için şöyle dört başı mamur espriler patlatmayı? ‘Birinci Cihan Harbi’nde Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık’ diye yaygın olarak bilinen o tarihi ve de anlamsız cümleyi, ‘Hülya ile Kaya boşanınca hepimiz boşanmış sayıldık’ şekline dönüştürmeyi...

Bu tarz sersem ve matrak oyunlar oynamayı...

Ama gelin görün ki, Hülya ile Kaya’nın boşanmasına acayip alaka gösterenler, aynı zamanda ‘Kardeşim, memleketin bunca önemli sorunu varken bize ne Hülya ile Kaya’nın boşanmasından. Bırak magazini de bize faydalı şeyler anlat’ diye köşe yazarlarına fırça atanlardır.

Bu mürailik, bu ikiyüzlülük, bu sahtekárlıkla mücadele etmek hiç de kolay değildir.

Ya bu ikiyüzlülüğe teslim olursunuz, ya da mücadele edersiniz.

Bugün benim mücadele edecek enerjim yok.

Bu yüzden, şu güzelim pazar günü için dört başı mamur espri patlatma arzumu erteliyor ve ikiyüzlülüğe prim vererek ‘önemli memleket sorunları’na eğiliyorum.

* * *

Efendim, ‘memleket sorunu’ şudur:

Ülkemiz bir ‘Türk-Kürt çatışması’na doğru hızla sürüklenmektedir.

Bu konuda PKK ve PKK çizgisini sürdüren Kürt siyasetçiler, ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Amaçları nedir?

3 Ekim’e giden yolu mu kesmek istemektedirler? Irak’ta meydana gelen gelişmelerden mi cesaret almaktadırlar? Yoksa ‘Bitişin ve tükenişin son çırpınışları’ içinde midirler?

Bilemiyoruz.

Ama...

Madem ki bir terör örgütünden ve onun destekçilerinden ‘sorumluluk’ talep etmeyi ‘nafile bir çaba’ olarak görecek kadar izanımız vardır...

O halde PKK çizgisine ‘Bu yaptığınız sorumsuzluktur’ filan diye çıkışmayı bir tarafa bırakalım.

Bunun yerine güya ‘vatansever cephe’nin sağında ve solunda oluşan sorumsuzluklarla ilgilenelim.

* * *

İşte onlardan bir demet:

SAĞDAN: BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, ‘Devlet, sorumluluğunu yerine getirmezse millet kendi güvenliğini sağlar’ demiş. Muhsin Bey’in, 12 Eylül’den önce sözde ‘komünizm tehlikesi’ne karşı, millet adına güvenliği nasıl sağladığını hatırlayanları dehşete düşüren bu açıklamayı ‘varan bir’ olarak kayda geçirelim.

SOLDAN: Adı ‘Türk Solu’ olan bir dergi ise açık provokasyonu yapmış. Türk-Kürt çatışması tezgáhı kuran dergi, şu önerileri dile getiriyor: ‘Türkler, Kürtlerden alışveriş yapmasın’, ‘Kürt şivesine geçit vermeyelim’, ‘Kürt mutfağına hayır, Türk mutfağına evet! Kahrolsun lahmacun, yaşasın hünkárbeğendi’, ‘Kürtçe müzik yerine Türkçe müzik’, ‘Kürtler ürüyor, Türk milleti boş durma, sen de ürü’. Bu çok komik ama çok tehlikeli öneriler için de ‘Varan iki’ diyelim.

SAĞDAN: MHP genel başkan aday adayı Prof. Ümit Özdağ ise şunları yazmış: ‘Başbakanlıkta telefonda Kürtçe konuşan bir bürokrat, ‘Sen ne konuşuyordun?’ diye soran bayan bürokrata, ‘Siz Türkler kendi ülkenizde azınlıkta kaldınız’ cevabını verebilmektedir. Bir başka başbakanlık bürokratı, diğer başbakanlık bürokratına ‘Bu ülkeyi 80 sene siz Türkler yönettiniz, artık biz yöneteceğiz’ deme küstahlığında bulunmaktadır.’ Adının başında ‘Profesör’ unvanı bulunan Ümit Özdağ, o ‘bürokrat’ın, o ‘bayan bürokrat’ın ve o ‘diğer bürokrat’ın adını neden vermiyor? Çünkü uyduruyor! Özdağ’ın yaptığı tahrik için de ‘Varan üç’ diyebiliriz.

* * *

İşte, güya ‘vatansever’ cephemizin hali pür melali...

İşte kızıl elmacılarımızın sağlı sollu durumu...

O halde yazının başlığına dönebiliriz.

‘Estarabim’ adlı şarkısında ne diyordu Erkin Baba?

‘Çok memleketler gezdim / Neler gördüm görmedim / Şu kocaman dünyada / Senin gibi görmedim...’

Duruma uygun olsun diye son dizenin ‘Bunlar gibisini görmedim’ diye değiştirilmesi hususunda önerge veriyorum.
Yazının Devamını Oku

İtidal çağrısı

9 Eylül 2005
<B>EY </B>medyamızın <B>‘cefakár’, ‘vefakár’, ‘kanaatkár’ </B>ve de <B>‘vurduğu yerden ses getiren’</B> müthiş insanları...<br><br><B>Ey sevgili dostlar, aziz arkadaşlar...</B> Lütfen biraz sakin olun, biraz durun ve de durulun.

Çünkü olay, ayıp sınırlarına dayanmıştır.

Unutmayalım ki:

Son tahlilde ‘Sayın seyirciler... Bugün Türkiye’de ve dünyada şunlar ve bunlar oldu’ diye yapılan bir işten, yani ‘haber sunuculuğu’ndan söz ediyoruz.

Ne ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ filmi çekiliyor, ne arenada gladyatör dövüştürülüyor. Öyleyse ip üstündeki cambazı ‘düştü/düşecek’ diye izleyenlerden ve zevklenenlerden olmayalım.

Ne yani?

Her şeyi ‘izlenme oranı’ adı verilen o kıytırık ölçüte dayayıp, ‘vahşi rekabet’in türküsünü mü çığıracağız?

‘Başarı’ dediğimiz şey neyin başarısıdır Allah aşkına?

Can Tanrıyar’ın yıllardır ‘Reyting kralı’ olduğu bir álemde, ‘Bir numara’ olsan ne olur, ‘33 numara’ olsan ne olur?

Yok, Mehmet Ali Birand, Ali Kırca’yı dövermiş...

Yok, Ali Kırca, Birand’ı iki seksen uzatırmış...

Ne oluyor yahu!

Türkiye’de ‘Televizyon haberciliği’ dendiğinde akla gelen ilk iki ismi bu şekilde harcayacağız da elimize ne geçecek? Sanki her akşam ‘ana haber bültenleri’nde ‘hayatın sırrı’ filan açıklanıyor!

Son tahlilde yapılan iş ortadadır.

Yani demem o ki sevgili dostlar, lütfen şu ‘abartma’ huyumuzdan vazgeçelim...

Ve bırakalım da adamlar işlerini yapsın.

Müslüman virüs: ‘Yusufali’

CİHAT şuuruna sahip bir Müslüman ‘hacker’ kardeşimiz, adına ‘Yusufali’ dediği ‘anti-porno’ bir virüs geliştirmiş.

İnternet áleminin ilk ‘Müslüman virüsü’ olan ‘Yusufali’, nefsine yenik düşüp porno sitelerine dadadan ‘bedbahtlar’ı yola getirmeyi amaçlıyormuş.

Diyelim ki ‘Yusufali’ virüslü bilgisayar kullanıyorsunuz ve porno sitelerine girdiniz.

‘Porno, erotik, seks’ gibi sözcükleri tanıyan ‘Yusufali’, hemen harekete geçiyor ve ekranı Kuran’dan ayetlerle kaplıyormuş.

Ekranı kaplayan ayetlerden biri şuymuş: ‘Allah sizin her hareketinizi görür.’

Dünyanın önde gelen internet güvenlik şirketlerinden Sophos’tan Graham Cululey, olay karşısında afallamış ve şu açıklamayı yapmış: ‘İlk defa bu tip bir ‘ahlak zabıtası’ virüs ile karşılaşıyoruz. Bu sanal cihattır.’

Ne diyelim?

‘Tipik bir din zabitliği vakası’ vurgusu mu yapalım?

Yoksa...

‘Bu olay, Allah’ın kullarına tanıdığı ‘günah işleme özgürlüğü’nü, Allah adına kullarına tanımayan bir kulun kalın kafalılığıdır’ yorumunda mı karar kılalım?

Belki de en iyisi gülüp geçmektir.

‘Altın Portakal’ı çürütmeyin

‘ALTIN Portakal’ın Türk sinemasına sağlayacağı katkıdan umudumuzu keseli çok olmuştu.

Adam kayırmacalar, al takke ver külah ilişkiler, alaturkalıklar, organizasyon bozuklukları, tartışmalar falan filan.

Tam da ‘Buradan bir şey çıkmaz’ diye alıp başımızı gitmeye kalktığımız anda, Antalya’nın genç ve çağdaş Belediye Başkanı Menderes Türel’in olaya el atmasıyla umutlanıverdik.

Ancak görüyoruz ki boşuna umutlanmışız.

Çünkü ‘42. Antalya Altın Portakal Film Festivali’, daha başlamadan bir skandalla çalkalandı.

Efendim olay şu:

Bu yıl, başvuran tüm filmlerin festivale kabul edilmesi kararı alındı.

Ancak Yönetmen Olgun Arun’un ‘Tramvay’ adlı filmi bu kararın dışında tutuldu.

Neymiş, Film geçen yılki festivale başvurmuş, sonra da geri çekilmiş.

Gerekçe bu...

Ancak...

Festival yönetmeliğinde ‘Daha önce festivale başvuran ya da başvurup kabul edildiği halde geri çekilen filmler festivale katılamaz’ diye bir madde bulunmuyor.

Yani alınan karar tam bir keyfilik örneği.

Hem Antalya Belediyesi’nin, hem de organizasyonu yapan TÜRSAK Vakfı ve AKSAV’ın, bu keyfiliğe son vermesini bekliyoruz.

Çünkü ‘Antalya Film Festivali’ için yeşeren umudumuzu korumak istiyoruz.
Yazının Devamını Oku