Ahmet Hakan

Hepimiz ademoğluyuz

8 Eylül 2005
<B>ACABA </B>hangisinin annesi Ermeni?<br><br><B>Konyalı </B>ve <B>CHP’li</B> eski Diyanet İşleri Başkanı <B>Lütfi Doğan’</B>ın<B> </B>mı? Yoksa...

Gümüşhaneli ve ‘Milli Görüşçü’ eski Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan’ın mı?

Evet, Almanya’da ikamet eden bir Ermeni Başpiskopos’un ortaya attığı iddianın ardından şimdi bu sorunun yanıtını arıyoruz:

Acaba hangisinin annesi Ermeni?

‘Konyalı’ ve ‘CHP’li’ Lütfi Doğan ‘Ben değilim’ diyor...

Annesinin adının ‘Pullu Hatun’ olduğunu söylüyor...

Ve ‘Yedi göbek sülalesinin nereden geldiğini’ dramatik bir şekilde açıklamaya çalışıyor...

Bütün bunları anlattıktan, yani kendisini ‘temize çıkardıktan’ sonra da şöyle diyerek büyük bir ayıba imza atıyor:

‘Ermeni arıyorsanız Gümüşhane’ye bakın.’

‘Milli Görüşçü’ ve ‘Gümüşhaneli’ Lütfi Doğan ise, ‘Böyle bir şey olamaz. Bu bir iftiradır’ diye söze başlıyor.

O da annesinin adını veriyor.

O da ‘Ben değilim’ vurgusu yapıyor.

***

Ve bütün bu açıklamaların ardından, bana da ‘saçımı başımı yolarak’ şöyle haykırmak düşüyor:

Yahu ne oluyor size böyle?

Hepimiz ‘ademoğlu’ ya da ‘ademkızı’ değil miyiz?

Annemiz ya da babamız Ermeni olsa ne olur, olmasa ne olur?

Annemizi ya da babamızı seçebiliyor muyuz?

Annesi Ermeni olan Müslüman olamaz mı?

Daha sonra Müslümanlığı seçemez mi?

Ve daha da önemlisi birine ‘Senin annen Ermeni’ demek hakaret midir?

Büyük iftira mıdır?

Eğer hakaret ise annesi Ermeni olanlar ne yapacak?

Kendilerini sefil yaratıklar olarak mı görecekler?

Keşke iki Diyanet İşleri Başkanı da, ‘Evet, ikimizin annesi de Ermeni kardeşim. Var mı bir diyeceğiniz?’ deseydi de, hem hepimizin ezberi bozulsaydı, hem de köken avcılığı meraklılarına sıkı bir ders verilseydi...

‘360’ta kilolu balet muhabbeti

VAY be...

Meğer ne de çok ‘Kilolu balet’ varmış memleketimizde...

Olay o kadar büyüdü ki, neredeyse ‘En kilolu baleti ortaya çıkarma’ hususunda Babıáli tarihinin en büyük medya kavgası çıkacak.

Gazetelerdeki haberleri okudukça, adını ‘Uyuyan bakan’a çıkardığımız Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un, aslında ne ‘uyanık’ bir adam olduğunu da anlamış durumdayım.

Çünkü:

Tam da ‘Devlet tiyatroları ayaklandı’ haberlerinin manşetlerden inmediği bir dönemde, Bakan Atilla Koç, Özalvari bir kıvraklıkla ‘kilolu balet’ iddiasını ortaya attı ve gündemi bir anda değiştiriverdi.

Görüyorsunuz işte:

Son birkaç gündür ‘Devlet tiyatroları ayaklanması’ feci demode hale gelirken, gazetelerde ‘Benim kilolu baletim, senin kilolu baletinden daha kilolu’ haberlerinden geçilmiyor.

Yani kilolu baletler, gündeme olanca ağırlıklarıyla oturmuş durumdalar.

***

Geçen akşam, İstanbul’un ‘in’ mekanlarından 360’ta Bakan Koç’la bir akşam yemeği yedik.

(Durun, hemen ‘Seni özenti seni... Safran’dan sonra şimdi de 360 ha!’ filan diye laf geçirmeye çalışmayın. Çünkü Atilla Koç’la yemeğe sağlam bir ‘suç ortağı’yla birlikte katıldım. Suç ortağımın adı: Fehmi Koru’dur. Ayrıca Fehmi Bey’in, 360’ın ambiyansına benden daha fazla hasta olduğunu vurgulamalıyım. Belki bir dikkat dağılması söz konusu olur da bu işten yırtarım.)

Neyse...

Yemekte söz döndü dolaştı, ‘kilolu balet’ konusuna geldi.

Bakan, sadece ‘bir balet’ten söz ettiğini vurguladı ve o baletle ilgili iki önemli ipucu verdi:

BİR: Söz konusu baletimiz, 115 kilo imiş.

İKİ: Söz konusu baletimiz, tiyatroyla ilgili bir derneğin başında imiş ve televizyon programlarında Bakan aleyhine epey söz sarf etmiş.

Yani...

Bakan’ın asıl işaret ettiği ‘kilolu balet’, henüz ortaya çıkarılamadı.

İz sürmeye meraklı cevval meslektaşlarımıza duyurulur.

6/7 Eylül 1955 6/7 Eylül 2005

1955’teki olaylar, yoğun olarak İstanbul Beyoğlu’nda geçmişti.

2005’teki sergi basma olayı da İstanbul Beyoğlu’nda geçti...

1955’te dükkanlar yağmalanmıştı.

2005’te fotoğraf sergisi yağmalandı.

1955’te saldırganlar ‘Türkiye Türktür Türk kalacaktır’ sloganı atmışlardı.

2005’te de aynı slogan atıldı.

1955’te saldırganlar öfkeliydi... Heyecan gelmiş, mantık savuşmuştu...

2005’te de aynı öfke vardı... Ve yine heyecan geldi, mantık savuştu...

1955’te trajik olaya neden olanlar, kendilerine bayrakları kalkan yapmışlardı.

2005’te sergi basanların ellerinde de bayrak vardı.

1955’te saldırıya uğrayan azınlıklara ‘Ya sev, ya terk et’ denilmemiş, yani seçenek bile sunulmamıştı.

Ama 2005’te sergi basanlar lütfedip ‘Ya sev ya terk et’ dediler.

1955’te saldırganlar, dış saiklerin etkisine kapılmışlar ve provokasyona gelmişlerdi.

2005’te sergi basanlar ise kendi kendilerini gaza getirmişlerdir.
Yazının Devamını Oku

Hepimiz ademoğluyuz

8 Eylül 2005
ACABA hangisinin annesi Ermeni?Konyalı ve CHP’li eski Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan’ın mı?Yoksa...Gümüşhaneli ve ‘Milli Görüşçü’ eski Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan’ın mı?Evet, Almanya’da ikamet eden bir Ermeni Başpiskopos’un ortaya attığı iddianın ardından şimdi bu sorunun yanıtını arıyoruz:Acaba hangisinin annesi Ermeni?‘Konyalı’ ve ‘CHP’li’ Lütfi Doğan ‘Ben değilim’ diyor...Annesinin adının ‘Pullu Hatun’ olduğunu söylüyor...Ve ‘Yedi göbek sülalesinin nereden geldiğini’ dramatik bir şekilde açıklamaya çalışıyor...Bütün bunları anlattıktan, yani kendisini ‘temize çıkardıktan’ sonra da şöyle diyerek büyük bir ayıba imza atıyor:‘Ermeni arıyorsanız Gümüşhane’ye bakın.’‘Milli Görüşçü’ ve ‘Gümüşhaneli’ Lütfi Doğan ise, ‘Böyle bir şey olamaz. Bu bir iftiradır’ diye söze başlıyor. O da annesinin adını veriyor. O da ‘Ben değilim’ vurgusu yapıyor.***Ve bütün bu açıklamaların ardından, bana da ‘saçımı başımı yolarak’ şöyle haykırmak düşüyor:Yahu ne oluyor size böyle?Hepimiz ‘ademoğlu’ ya da ‘ademkızı’ değil miyiz?Annemiz ya da babamız Ermeni olsa ne olur, olmasa ne olur?Annemizi ya da babamızı seçebiliyor muyuz?Annesi Ermeni olan Müslüman olamaz mı? Daha sonra Müslümanlığı seçemez mi?Ve daha da önemlisi birine ‘Senin annen Ermeni’ demek hakaret midir?Büyük iftira mıdır?Eğer hakaret ise annesi Ermeni olanlar ne yapacak? Kendilerini sefil yaratıklar olarak mı görecekler?Keşke iki Diyanet İşleri Başkanı da, ‘Evet, ikimizin annesi de Ermeni kardeşim. Var mı bir diyeceğiniz?’ deseydi de, hem hepimizin ezberi bozulsaydı, hem de köken avcılığı meraklılarına sıkı bir ders verilseydi...‘360’ta kilolu balet muhabbetiVAY be... Meğer ne de çok ‘Kilolu balet’ varmış memleketimizde...Olay o kadar büyüdü ki, neredeyse ‘En kilolu baleti ortaya çıkarma’ hususunda Babıáli tarihinin en büyük medya kavgası çıkacak.Gazetelerdeki haberleri okudukça, adını ‘Uyuyan bakan’a çıkardığımız Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un, aslında ne ‘uyanık’ bir adam olduğunu da anlamış durumdayım.Çünkü:Tam da ‘Devlet tiyatroları ayaklandı’ haberlerinin manşetlerden inmediği bir dönemde, Bakan Atilla Koç, Özalvari bir kıvraklıkla ‘kilolu balet’ iddiasını ortaya attı ve gündemi bir anda değiştiriverdi.Görüyorsunuz işte:Son birkaç gündür ‘Devlet tiyatroları ayaklanması’ feci demode hale gelirken, gazetelerde ‘Benim kilolu baletim, senin kilolu baletinden daha kilolu’ haberlerinden geçilmiyor.Yani kilolu baletler, gündeme olanca ağırlıklarıyla oturmuş durumdalar.***Geçen akşam, İstanbul’un ‘in’ mekanlarından 360’ta Bakan Koç’la bir akşam yemeği yedik.(Durun, hemen ‘Seni özenti seni... Safran’dan sonra şimdi de 360 ha!’ filan diye laf geçirmeye çalışmayın. Çünkü Atilla Koç’la yemeğe sağlam bir ‘suç ortağı’yla birlikte katıldım. Suç ortağımın adı: Fehmi Koru’dur. Ayrıca Fehmi Bey’in, 360’ın ambiyansına benden daha fazla hasta olduğunu vurgulamalıyım. Belki bir dikkat dağılması söz konusu olur da bu işten yırtarım.)Neyse...Yemekte söz döndü dolaştı, ‘kilolu balet’ konusuna geldi.Bakan, sadece ‘bir balet’ten söz ettiğini vurguladı ve o baletle ilgili iki önemli ipucu verdi:BİR: Söz konusu baletimiz, 115 kilo imiş.İKİ: Söz konusu baletimiz, tiyatroyla ilgili bir derneğin başında imiş ve televizyon programlarında Bakan aleyhine epey söz sarf etmiş.Yani...Bakan’ın asıl işaret ettiği ‘kilolu balet’, henüz ortaya çıkarılamadı.İz sürmeye meraklı cevval meslektaşlarımıza duyurulur.6/7 Eylül 1955 6/7 Eylül 20051955’teki olaylar, yoğun olarak İstanbul Beyoğlu’nda geçmişti.2005’teki sergi basma olayı da İstanbul Beyoğlu’nda geçti...1955’te dükkanlar yağmalanmıştı.2005’te fotoğraf sergisi yağmalandı.1955’te saldırganlar ‘Türkiye Türktür Türk kalacaktır’ sloganı atmışlardı.2005’te de aynı slogan atıldı.1955’te saldırganlar öfkeliydi... Heyecan gelmiş, mantık savuşmuştu...2005’te de aynı öfke vardı... Ve yine heyecan geldi, mantık savuştu...1955’te trajik olaya neden olanlar, kendilerine bayrakları kalkan yapmışlardı.2005’te sergi basanların ellerinde de bayrak vardı.1955’te saldırıya uğrayan azınlıklara ‘Ya sev, ya terk et’ denilmemiş, yani seçenek bile sunulmamıştı. Ama 2005’te sergi basanlar lütfedip ‘Ya sev ya terk et’ dediler.1955’te saldırganlar, dış saiklerin etkisine kapılmışlar ve provokasyona gelmişlerdi. 2005’te sergi basanlar ise kendi kendilerini gaza getirmişlerdir.
Yazının Devamını Oku

Masumiyetin tükenişi

7 Eylül 2005
<B>EY </B>Diyarbakırlı, Bitlisli, Bingöllü gariban vatandaşları otobüslere doldurup Gemlik’e doğru yola çıkaranlar... Ey barışın ve özgürlüğün yolunu küstah bir zorbalıkla İmralı’dan geçirmeye kalkışanlar...

Ey şiddetle arasına mesafe koyup kendi toplumunun çıkarları için mücadele etmek yerine, şiddet uygulayıcılarının siyasal alandaki maşası konumuna düşmeye razı olanlar...

Ey cesaretsizler, ey korkaklar.

Şunu bilin ki:

Masum değilsiniz.

Buna karşılık:

Devletin güvenlik güçleri ve kolluk kuvvetleri orada dururken ‘Gemlik’e gidenler’i linç etmeye kalkışanlar...

Yani galeyana kapılanlar...

Yani tahrik olanlar...

‘Vatan sevgisi’ adı altında tehlikeli bir oyununun figüranı durumuna düşüp, vatana en büyük kötülüğü yaptığının farkında olmayanlar...

Sizler de masum değilsiniz.

***

Ve siz DEHAP Genel Başkanı Tuncer Bakırhan...

Olayları yatıştırmak, toplumsal barışı yeniden sağlamak adına sorumluluk duygusuyla hareket etmek yerine, barış sürecini sabote ettiğiniz için...

Olayların ardından yaptığınız ‘Üç beş taş karşısında demokrasi ve barış mücadelemizden vazgeçmemiz mümkün değil’ açıklamasıyla yangına körükle gittiğiniz için...

Enerjinizi hak, hukuk ve adalet arayışına harcamak yerine, Öcalan’ı serbest bıraktırmak gibi bir hayalin peşinden koştuğunuz için...

Masum değilsiniz.

Buna karşılık:

Siz MHP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Şandır...

Vatandaşa ‘Linç kültürüyle, galeyan haliyle hiçbir şey elde edilemez. Vatana en büyük kötülük, bu ruh halinden gelir’ demek yerine, ‘Vatandaşın sabrı taşıyor’ diyerek linç kültürüne cesaret verme yolunu seçtiğiniz için...

Yani galeyan haline, linç psikolojisine göz kırptığınız için...

Siz de masum değilsiniz.

***

Ve siz...

Olup bitenler karşısında etkili önlemler alıp, dinamik biçimde toplumu yönlendirmek yerine seyirci kalmayı tercih eden...

Kitlelerin ruh halini iyi okuyup tedavi edici adımları atmak yerine birkaç hamasi nutukla işi idare etmeye kalkan...

Yani yaklaşan tehlikenin büyüklüğünün ayırdına varamayan...

‘Düşük yoğunluklu savaş’ döneminde bile karşı karşıya gelmemiş toplum kesimlerinin, provokasyonlarla birbirine düşürülmeye çalışıldığını görmeyen...

Bu pis oyunu bozacak bir stratejiye sahip olmayan...

İktidar yetkilileri...

Masum değilsiniz.

Buna karşılık:

Gemiyi batıracak tehlikeli gelişme karşısında, ‘Gemi batarsa batsın, yeter ki iktidar yıpransın’ tutumu alan...

Yani şu karanlık süreçten iktidarı vuracak malzeme devşirmeye kalkışan...

Siyasal istikbal elde etmek amacıyla vatanın ve toplumsal barışın zedelenmesine göz yuman...

Muhalefet odakları...

Sizler de masum değilsiniz.


Helal olsun Ali Bulaç’a


HİZB-UT Tahrir adlı örgütün Fatih Camii avlusunda yaptığı şaklabanlık ve maskaralığın ardından hemen Yeni Şafak, Vakit, Zaman, Milli Gazete gibi gazetelere dikkat kesildim.

(Dikkat: Yazarınız ‘dinci basın’ tabirine itibar etmemektedir).

Bu gazetelerde, şöyle okkalı bir ‘Hizb-ut Tahrir kritiği’ ya da şöyle okkalı bir ‘Bu maskaralık da nereden çıktı’ feryadı bulmayı umut ediyordum.

Fakat, heyhat!

Bırakın kritiği ya da feryadı, olay bazı gazetelerde haber bile yapılmamıştı...

Belli ki olayı büyütmeme ve görmezden gelme taktiği uygulanıyordu.

Peki neden?

Bu gazetelerde yazıp çizen arkadaşlar, Hizb-ut Tahrir saçmalığına bir yakınlık mı duyuyorlar?

Hiç sanmam...

Öyleyse neden güçlü bir reddiye ortaya konmadı?

Ben bu sorunun yanıtını şöyle veriyorum:

- Müslüm Gündüz denilen adam Fadime Kalkancı ile basıldığında neden susulduysa aynı nedenle susuldu.

- Ali Kalkancı rezaleti patlak verdiğinde neden geçiştirildiyse o nedenle geçiştirildi.

- Güneydoğu’da camiden çıkanları satırla doğrayan Hizbullah olayına neden bulaşılmadıysa aynı nedenle bulaşılmadı.

Yani...

Biraz özeleştiri kültürünün oluşmamasından, biraz hesaplaşmaya yatkın olmamaktan, biraz aşırı ihtiyatlılıktan, biraz inisiyatifsizlikten, biraz ‘Camiayı ürkütmeyelim’ tedirginliğinden, biraz da kendine güvensizlikten...

Oysa...

Bu gazeteler, aynı gün manşetlerinden ‘Bu provokasyondur’ diye bağırsalardı...

Bir daha ne Fatih Camii’nin avlusunda bu tür provokasyonlar olabilirdi, ne de o provokatörler cami cemaatini etraflarında bulabilirlerdi.

İşte bu yüzden ‘8sutun.com’da İslamcı aydın Ali Bulaç’ın yaptığı çıkışı önemsemeliyiz.

Bulaç, ‘Geçtiğimiz cuma günü Fatih Camii’nde yapılan gösteri eyleminin, PKK’nın etnik temeldeki eylemleriyle bir arada düşünüldüğünde, irtica ve bölücülük konusunda son derece hassas kesimleri harekete geçirmek için düzenlenmiş eylemler olduğunu söylemek mümkün’ diye yazarak sorumluluğunu yerine getirmiştir.
Yazının Devamını Oku

Döneklik çıtası

5 Eylül 2005
<B>KAYNAĞIM Bedri Baykam</B>’dır.<br><br><B>Bedri </B>Bey, sağ olsun, yememiş, içmemiş, bir kuyumcu titizliğiyle araştırmış ve İşçi Partisi Lideri <B>Doğu Perinçek</B> hakkında <B>‘Eskiden ne demişti, şimdi ne diyor?’ </B>başlıklı fevkalade yararlı bir rapor çıkarmış. Böylece Perinçek’in ‘eskiden söyledikleri’yle ‘şimdi söyledikleri’ arasındaki muazzam fark ortaya çıkmış.

Ama ne fark!

Benim gibi bir döneğe bile ‘Olmaz ki kardeşim, bu kadar da dönülmez ki! İnsan biraz tutarlı olmalı’ filan dedirtecek türden.

***

İsterseniz hemen örneklere geçelim ve de kafamızı bulalım:

ÖRNEK BİR: Hani bir süre önce ta Lozan’a kadar gidilmiş ve kent ahalisinin şaşkın bakışları altında, ‘Lozan’a dokundurtmayız’ diye bayrak açılmıştı ya. Peki ‘Lozan mücahitleri’nin başında ‘Ak tolgalı beylerbeyi gibi ilerleyen’ kimdi? Kim olacak? Tabii ki Doğu Perinçek. Peki aynı Perinçek, geçmişte Lozan hakkında ne diyormuş? İşte o cümle: ‘Ankara hükümeti, Lozan’da emperyalistlerle anlaştı.’

ÖRNEK İKİ:
Peki bugün ‘Kürt sorunu’ filan denilince ‘tüyleri diken diken olangiller’den Doğu Perinçek, geçmişte bu konuda ne diyormuş? Buyurun: ‘Kürt milleti, kendi kaderini tayin etme hakkına sonuna kadar sahiptir.’

ÖRNEK ÜÇ:
Doğu Perinçek, Lozan’da ‘Ermeni soykırımı yoktur’ dediği için polis tarafından gözaltına alınmış mıydı? Alınmıştı. Savcı tarafından sorgulandıktan sonra ‘aslanlar gibi’ havasını atmış mıydı? Atmıştı. Peki aynı Perinçek, bu konuda geçmişte ne diyormuş? Buyurun, okuyun: ‘İttihatçı kompradorlar, yüz binlerce Ermeni’yi katletti.’

Aynı çarpıcılıkta en az beş örnek daha verebilirim ama herhalde maksat hasıl olmuştur.

***

Benim bu konudaki ‘kısa’ yorumum şudur:

Döneklik çıtası, Perinçek sayesinde acayip yükselmiştir. Bu nedenle, bundan sonra kim benim için ‘Yuh! Dönek!’ filan derse, bilsin ki kendisine en kibarından ‘Hadi oradan be’ diyeceğim.

İki film, iki fiyasko

TATLI CADI: 1970’li yılların sonunda Yozgat’ın Sorgun ilçesine bağlı Külhöyük köyünde ‘Çedene Abdullah’ lakaplı bir vatandaşımız, dünyaya gelen bebeğine ‘Tatlı Cadı’ dizisinin ‘Samantha’sının adını vermiştir. Nüfus memuru nasıl ikna edildi bilmiyorum ama ben nüfus cüzdanında ‘Samanta’ yazısını gördüm. Yani ‘Tatlı Cadı’ dizisinin Türkiye hafızasındaki yeri işte böyle bir şeydir. Bu bilincin verdiği gazlamanın etkisinde kalarak, ‘Yağmurda yürümenin keyfini çıkarmak’ yerine, tuttum, ‘Tatlı Cadı’ filmini izlemek için sinemaya gittim. Hay gitmez olaydım! Bütün nostalji keyfim kaçtı. Nasıl kaçmasın? Zorlama mı zorlama bir senaryo... Nostalji keyfini tuzla buz eden bir anlatım. Hem dizideki saflık gitmiş, hem de yeni bir çıkış yolu bulunamamış... Belki eski güzel günleri anarız diye bu filme gitmek isteyenlere şunu söyleyebilirim: Siz en iyisi Digitürk’ün ‘Retromax’ adlı kanalında bugünlerde yayınlanan orijinal ‘Tatlı Cadı’ya takılın.

BANYO: Sayın ‘Banyo’ adlı filmin yönetmeni Mustafa Altıoklar Bey. Tamam, ‘dar mekanda, sınırlı imkanla iyi film çıkarma’ hevesinizi anlıyorum. Ama... İnsan bu kadar da inatçı olmaz ki. Bir Fransız filminden bire bir kopyalama yoluyla çektiğiniz ‘Asansör’ adlı filmin akıbetinden hiç mi ders almadınız? Esinlenme filan değil ‘karbonlama’ yöntemiyle çektiğiniz ve sadece bir asansörde geçen o filminiz, Türk sinema tarihinin ‘Sarı Tebessüm’den sonraki en büyük fiyaskosu olmadı mı? Oldu. Ama siz ne yaptınız? Sanki hiçbir şey olmamış gibi bu kez banyoda geçen bir film çektiniz. Sonuç ne oldu? Filmi seyrederken hepimiz ‘Bu kez fiyaskoda ‘Sarı Tebessüm’ü de sollamış’ yorumunu yaptık. Yani demem o ki Mustafa Bey, tez elden geniş mekanlara geçin. Mesela şu ‘İstanbul İşgal Altında’ adını verdiğiniz projenize hemen başlayın. Yoksa hem bize, hem size yazık oluyor vallahi.

Sen derviş olamazsın

AHMET Taşgetiren,
‘Ahmet Hakan şöyledir, böyledir’ diyerek hakkımızda atıp tutmaya devam ediyor.

Hem de ‘derviş meşrep’ kişiliğine hiç de yakışmayan bir tarzda...

Kendisine bir kez de ‘Yunus’ diliyle seslenelim, belki bu sefer bir etkisi olur:

‘Derviş bağrı taş gerek / Gözü dolu yaş gerek / Koyundan yavaş gerek / Sen derviş olamazsın. Dövene elsiz gerek / Sövene dilsiz gerek / Derviş gönülsüz gerek / Sen derviş olamazsın. Dilin ile şakırsın / Çok maniler okursun / Vara yoğa kızarsın / Sen derviş olamazsın.’
Yazının Devamını Oku

Hizb-ut Tahrir şaklabanlığı

4 Eylül 2005
<B>FATİH </B>Camii’nin avlusundaki şaklabanlıktan hareketle yapılmaması gerekenler şunlardır: - O kadim ‘Hilafet’ münakaşalarını yeniden gündeme getirmek.

- ‘İslam’da hilafet kurumu var mı yok mu?’ sorusunun işaret ettiği teorik tartışmaya girişmek.

- Hizb-ut Tahrir adlı örgütün oluşumunda İngiliz Gizli Servisi’nin oynadığı rol konusuna değinmek.

Çünkü...

Bu konuları gündeme getirmek, toplumsal arka planı ve desteği ‘sıfır noktası’nda olan bu şaklabanlığa prim vermek anlamına gelir.

Ne yani?

Bunca görmüş geçirmişliğimizin ardından, şu devirde hálá bir avuç ‘Menemen provokasyoncusu’nun oyuncağı mı olacağız?

Birilerinin maşası olduğu anlaşılan ‘Aczmendi’ tarzı acemi yapılanmaların kışkırtmalarına mı geleceğiz?

Yapılması gereken şudur:

Polis, derhal olaya el koymalıdır.

Cami avlusunda kürsü kurup 25 sayfalık bildiri metni okuyarak kör kör parmağım gözüne ‘korsan gösteri’ yapan o adamı bulup, şu soruları sormalıdır:

‘Sen kimsin? Saf mısın? Uyanık mısın? Ne yaptığının farkında olmayan uçuk kaçık bir adam mısın? Yoksa ne yaptığını iyi bilen bir maşa mısın? Bu adamları ve kadınları etrafına nasıl topladın? Onları bu saçmalığa nasıl ikna ettin? Ne iş yaparsın? Parayı nereden kazanırsın?’

Bu soruların cevabı ortaya çıkınca, ‘Rejim elden gidiyor, işte şeriatçı kalkışma’ filan demenin anlamsızlığı da gün yüzüne çıkacaktır.

AKP’nin rakibi: Kararsızlar

GEÇEN akşam bir gazeteci dostum, ‘Son zamanlarda yapılmış herhangi bir araştırma sonucu gördün mü?’ diye sormuş, ben de ‘Hayır’ yanıtını vermiştim.

Gazeteci dostum, ‘AKP’nin oy oranının düşmeye başladığı’na dair bir sezgisi olduğunu belirtiyor ve ‘Keşke elimizde bir veri olsa’ diyordu.

Beklenen ‘Veri’, ertesi gün geldi.

Yaptığı anketlerde isabet kaydeden ‘KAMAR’ adlı araştırma şirketinin son anketi, belirsizlikleri gideriyor.

‘KAMAR’ anketinin sonuçlarına göre AKP, oy oranını koruyor ve açık ara önde.

İkinci sırada ise yüzde 24.53’lük ‘Kararsızlar’ grubu var.

‘Kararsızlar’ın oy oranının bu kadar yüksek olması bize iki şeyi gösteriyor:

BİR: AKP oy oranını koruyor ama bir ‘çekim merkezi’ durumuna da gelemiyor.

İKİ: AKP’ye yönelmekte kararsızlık gösteren seçmen, nereye gidileceği yönünde karar veremiyor. Yani Türk siyasetinin bir süredir yaşadığı ‘Alternatifsizlik sorunu’ hálá yürürlükte.

Anket, CHP’nin oylarının trajik biçimde düştüğünü gösteriyor. İyice gerileyen CHP’nin yeri, barajın biraz üstü. Oy oranı yüzde 11.58.

Baraj altındaki partilerin durumu ise şöyle:

MHP: 6.42, DEHAP: 5.72, DYP: 5.68, SP: 5.05, ANAVATAN: 1.81...

Sonuç şudur:

AKP büyük bir yükseliş trendinde olmasa da gücünü koruyor.

Buna karşılık AKP dışında bir ‘çekim merkezi’ hálá oluşmuş değil.

Olayın daha çarpıcı tarafı ise şu:

İktidar gücünü korurken, anamuhalefet eriyor.
Yazının Devamını Oku

Fethullah Hoca uçmaz İhsan Kalkavan uçurur

2 Eylül 2005
<B>MESELEYE </B>soru-cevap faslıyla başlayalım: Soru: Fethullah Gülen Hoca uçabilir mi?

Cevap: Teknik olarak uçamaz.

Soru: Peki uçurulabilir mi?

Cevap: Tabii ki uçurulabilir.

Soru: Peki bu iş nasıl olur?

Cevap: Şeyhin uçma yeteneği yoktur; ama müritlerin uçurma yeteneği epey gelişmiştir. Yani ‘Şeyh uçmaz ama mürit uçurur’. Hem de acayip uçurur...

***

Eskiden bu ‘uçurma’ eylemi şöyle gerçekleşirdi:

Bir mürit çıkar, ‘Bizim şeyh deryayı yürüyerek geçti’ derdi.

Buna mukabil, ‘rakip tarikat’ın müridi, karşı atağa geçer, ‘O da bir şey mi canım... Bizim şeyh her gece Mekke’ye gidip geliyor’ deyiverirdi.

Böylece ‘Bizim şeyhin kerameti, sizin şeyhin kerametini ona katlar’ savaşı, alır başını giderdi.

Ve fakat...

Postmodern dönemlerde işin rengi değişmiştir.

Artık, ‘Yürüyerek derya geçmek’ ya da ‘Gece olunca hiçbir teknik yardım almadan Mekke’ye gidip gelmek’ gibi iddialar feci demode.

Artık müritler, şeyhlerini ‘Bizim şeyh, filanca futbol kulübünü şampiyon yaptı’ filan diyerek uçuruyorlar.

***

Bu ‘teorik çerçeve’yi, İhsan Kalkavan’ın, Fethullah Gülen’le ilgili sözlerini yorumlamak için çizdim.

İhsan Kalkavan da kim mi?

Hálá tanımayan kaldıysa portresini belirgin kılan özellikleri sıralayayım:

- İşadamıdır. En son yayınlanan ‘Yüz Türk Zengin’i listesinde, alt sıralarda da olsa yer alabilmiştir.

- Beşiktaş’ta yöneticilik yapmıştır. Futbol dünyasının içindedir.

- Denizler hákimi olmak amacıyla teknesiyle dünya turuna başlamış ancak ‘ilahi ikaz’ nedeniyle yolculuğunu yarım bırakmıştır.

- En son Çin’de geçirdiği feci kazayla gündeme gelmiştir.

Aslında modern, kalender, sonradan dindar, iyi huylu, hırssız, aykırı bir işadamıdır.

En önemli özelliği ise Fethullah Gülen’e duyduğu yakınlıktır.

İşte bu İhsan Kalkavan, Gülen’le ilgili öyle hikáyeler anlatıyor ki, Gülen’in bir tarikat şeyhi olmadığını bildiğimiz halde, aklımıza ‘Şeyh uçmaz, mürit uçurur’ sözü geliveriyor.

***

Hikáyelerden biri şöyle:

Hocaefendi, bir gün dostlarına ‘Ömründe sadece bir kez maça gittiğini, o maçın da Galatasaray maçı olduğunu, bu yüzden gönlünün Galatasaray ile meşgul olduğu’nu söylemiş.

Bunun üzerine orada bulunanların çoğu, hemen tuttukları takımı bırakıp Galatasaraylı oluvermişler!

Buraya bir ‘mim’ koyalım ve hemen diğer hikáyeye geçelim:

Galatasaraylı futbolcular, Gülen’i ziyarete gitmişler.

‘Hocaefendi’, o günlerde takımda hiçbir teknik direktörün göremeyeceği sorunu görmüş.

Takımdaki nifakı, oyuncuların birbirine pas vermemesini filan...

Ve futbolculara şöyle demiş: ‘Her sahaya çıkan kendine değil, arkadaşına dua etsin, arkadaşının başarısını istesin.’

Buradaki ‘kapalı uyarı’yı, ‘Bireysel oynama, pas ver’ şeklinde futbol diline çeviren Galatasaraylı futbolcular, Gülen’in taktiğini uygulamışlar ve UEFA şampiyonu olmuşlar.

***

‘Kıssanın hissesi’ne gelince...

Fethullah Gülen, İslami cemaat önderleri arasında en gerçekçi değerlendirmeleri yapan isimdir. Dünyada olup bitenlerin farkındadır. Barışçıdır. Felsefeyi bilir, mantık okumuştur. Hitabeti etkileyicidir. Uluslararası ilişkileri iyi bilir. Tevazusu herkesçe malumdur.

Bütün bunları biliyoruz.

Ama bakın...

O bile ‘uçurulmaktan’ kendisini kurtaramıyor.

Sanırım, İhsan Kalkavan’ı, ‘Keşke öyle şeyler söylemeseydin İhsan’ diye uyarmıştır.

Uyarmış mıdır acaba?
Yazının Devamını Oku

Ah güzel Ahmet abim benim

1 Eylül 2005
<B>HANİ </B>Edip Cansever, <B>‘Mendilimde Kan Sesleri’</B> şiirinde <B>‘Ah güzel Ahmet abim benim’</B> diye hayali bir ‘<B>Ahmet Abi</B>’ye hitap eder ya...

Aslında hepimizin vicdanlı, klas duruş sahibi, sonuna kadar güvenilir, halim selim, anlayışlı, kalender, tevazu sahibi bir ‘Ahmet Abi’si vardır.

Benim için Yeni Şafak Gazetesi yazarı Ahmet Taşgetiren, bir parça işte böyle bir şeydi.

Ve fakat.

Artık onun, böyle bir şey olmadığını üzülerek fark etmiş bulunuyorum.

***

Elinden kalemi alınmış bir yazar hakkında söz söylemenin ne kadar zor olduğunu takdir edersiniz.

Bu yüzden, eline geçen her mecrayı hakkımda yakışıksız sözler sarf etmek için kullanan Ahmet Taşgetirene cevap vermek istemedim, görmezden geldim.

Ama o, internet sitelerine filan yaptığı açıklamalarda, söylenmesi ayıp kaçacak her şeyi söyledi ve söylemeye devam ediyor.

Yazının Devamını Oku

Bak Hıncal Usta

31 Ağustos 2005
<B>Sana</B> sadece şunları söyleyeceğim:<br><br>Hayatım boyunca görüşlerim değişti, değişiyor ve değişecek... Değişim atının terkisine atlamış, uzak ufuklara doğru mutlu mesut yol almaktayım...

Ve bunu itiraf etmekten de bırak utanmayı filan onur duyuyorum.

Bana belletilenleri sorgulamaktan, tartışmaktan, bu doğrultuda değişmekten ve dönüşmekten neden utanacakmışım?

Ne yani...

Çocukluklarında babalarından işittiklerini sorgulamadan ‘dünya görüşü’ haline getirenler...

40 yıldır takılı plak gibi hep aynı şeyleri söyleyenler...

Bir cemaate yaslanıp kafa konforlarından asla ödün vermeyenler...

Bunlar utanmayacak da, ‘değiştim’ diye haykırdığım için her taraftan gelen saldırıları ve yalnızlaşmayı göze alan ben mi utanacakmışım?

Yani Hıncal Usta...

Bu iş sandığın gibi, bildiğin gibi değil...

Değişmek... Dönüşmek...

Beni asla utandırmaz...

Ancak gururlandırır.

***

Ve fakat...

Bana ‘Ey Ahmet Hakan, her konuda değiştim diyorsun, peki senin hiç değişmeyen bir görüşün var mı?’ diye sorsalar, onlara hiç düşünmeden şu yanıtı veririm:

‘Var... En radikal İslamcı dönemimde de, en ılımlı görüşlere sahip olduğumda da, ikiyüzlü Arap rejimlerinden, onların emirlerinden, şeyhlerinden, krallarından, diktatörlerinden tiksindim. Onların egemenliklerini sürdürmek adına İslami sembolleri kullanmalarından iğrendim. Petro-dolarlarını Amerika’nın emrine sunmalarından nefret ettim. Hama ve Halepçe örneklerinde olduğu gibi gözlerini kırpmadan kendi şehirlerini bombalamalarını Müslümanlık adına filan değil insanlık adına lanetledim. En radikal dönemlerimde de, en ılımlı günlerimde de ‘Suudi rejiminde mi yaşamak istersin Türkiye’de mi?’ diye sorulduğunda ‘Türkiye’ dedim. Çünkü her türlü eksikliğine rağmen burasının demokratik bir ülke olduğuna inandım. Ve en azından burasının ‘eşi başörtülü adam’ın da, ‘eşi başı açık olan adam’ın da başbakan olabildiği bir ülke olmasını önemsedim...’

Yani Hıncal Usta...

Fena halde yanıldın bu hususta...

Bu iş inan ki senin sandığın gibi değil...

Ahmet Hakan, ‘İslam leydileri’ konusunda yazdığın ‘saçmalık’ karşısında şaşkına düşmüş, yazacak hiçbir şey bulamamış, günlerce düşündükten sonra ‘Arap rejimleri kötüdür, bizimki çok iyidir’ şeklinde özetlenecek bir yaklaşımı ortaya koyarak fırıldak gibi dönmüş değildir. Her konuda değiştiğini ve dönüştüğünü açık yüreklilikle ifade eden Ahmet Hakan, bu konuda değişmemiştir.

Kısacası Hıncal Usta...

Senin ‘Görüyor musunuz, adam amma da değişmiş. Ha! Ha! Ha!’ diye sevindirik olman fevkalade yersizdir.

Yani mal filan bulmuş değilsin ey mağribi!

***

‘Seviyesizlik’le itham ettiğin cümlelerime gelince...

Eğer sen yazılarında ‘Sean Connery’e benzediği’ni ima eden bir adam olmak yerine, şöyle ağır, oturaklı bir abi olmayı tercih etseydin...

Eğer memlekette ortaya çıkan her türlü avamlık, sıradanlık, basitlik karşısında sevinçten titreyen bir adam olmak yerine daha seçici olabilseydin...

Eğer sen ‘Ulan herkes öyle diyor, o zaman ben de böyle demeliyim’ diyen yapay bir adam olmak yerine stratejiden uzak sahici bir adam olsaydın...

İşte o zaman ben, o satırları yazmakla ‘rezilce’ bir iş yapmış olurdum ve ‘zavallı’ sıfatını gerçekten hak ederdim...

Ama durum maalesef bu konuda da senin bildiğin gibi değil...

Neyse...

Lafı daha fazla uzatmayayım.

Ama son olarak söylemek istediğim bir şey var:

Hıncal Usta!

Hani ‘Sabah okurları da öğrensin’ diye benim ‘seviyesiz’ yazımı yayınladın ya...

Bu yazıyı da ‘parsel’ine alma ve yayınlama konusunda ne dersin?

Böylece Sabah okurları, benim ne türden bir adam olduğum konusundaki görüşlerini iyice geliştirirler.

Eee, ne dersin bu hususta?

BİR DE ŞU RÜYA GERÇEK OLSA

Kadir Topbaş, önceki gün, 147. kez ‘İstanbul için hayallerim var’ demiş.

Seçim kampanyasında söyledi, anlayışla karşıladık. Seçimden sonra söyledi, sesimizi çıkarmadık. Başkan olduktan sonra her hafta tekrarladı, yine sustuk.

Ama artık ‘Yeter Kadir Abi, lütfen artık şu hayallerini gerçekleştir’ demenin sırası geldi galiba...

Çünkü:

Belediye Meclisi ondan yana...

İlçe belediyeleri onun partisinden...

Merkezi hükümet arkasında...

Başbakan tam destek veriyor...

Ve o hálá ‘hayallerim var’ diyor...

Biz de kara kara düşünüyoruz: Bu hayaller ne zaman gerçek olacak?
Yazının Devamını Oku