18 Kasım 2005
TARİH: 12 Kasım Cumartesi.<br><br>Başbakan Erdoğan’la Katar yolunda uçakta konuşuyoruz.<br><br>Konumuz: AİHM’nin verdiği türban kararı. Başbakan’ın uçakta yaptığı açıklamadan yola çıkarak yazdığım haber, 13 Kasım Pazar günkü Hürriyet’te yayınlanıyor.
Haberde Erdoğan’ın açıklaması şu şekilde yer alıyor:
‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği karara üzüldüm. AİHM’nin başörtüsüne bakışını anlayamıyorum. AİHM ‘başörtüsü’ tarifi yapıyor. Bunu AİHM yapamaz. Bunu ancak İslam dinini bilen alimler yapabilir.’ (Hürriyet - 13 Kasım)
Erdoğan’ın bu açıklaması olay olmadı, tartışılmadı, dahası es geçildi.
Ancak...
Kopenhag’da yaptığı açıklama büyük olay oldu.
Peki neden?
***
Sorunun yanıtını bulmak için Erdoğan’ın Kopenhag’da ne dediğine bakmak gerekir.
Anadolu Ajansı’ndan aynen aktarıyorum:
‘Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.’
Sadece bu iki cümleyi okuduğumuzda ne anlıyoruz?
Tabii ki şunu:
Erdoğan, türban konusunda AİHM’nin söz söyleme hakkı olmadığını, kararı ulemanın vermesi gerektiğini savunuyor.
Oysa ben de konuşmanın yapıldığı o salondaydım.
Erdoğan’ın konuşmasını baştan sona dinledim ve konuşmadan böyle bir anlam çıkarmadım.
Neden?
Çünkü bu iki cümlenin ardından gelen başka bir cümle daha vardı ve o cümlenin altını çizmek gerekiyordu.
Onu da Anadolu Ajansı’ndan aktaralım:
‘Bu alanda (yani din alanında A.H.) hiç alakası olmayanların, İslam dininin aydınlarına sormadan böyle bir kararı farklı bir yere çekmek suretiyle vermesi yanlıştır diye düşünüyorum’.
Bu cümleden çıkan anlam ise şudur:
Erdoğan, ‘Türban konusunda AİHM karar veremez, kararı ulema verir’ demiyor.
‘AİHM, kararını oluştururken İslam alimlerine sormalı’ diyor.
Yani uçakta daha ‘sorunsuz’ bir şekilde ifade ettiği görüşünü, Kopenhag’da biraz karmaşık bir şekilde ortaya koyuyor.
***
Hadi konuyu biraz daha açalım.
Hem uçakta, hem Kopenhag’da yaptığı değerlendirmelerin bütünlüğünü gözeterek, ‘Erdoğan ne demek istiyor?’ sorusuna yanıt bulalım.
Yanıt şudur:
‘Mahkeme ‘İslam’da türban yoktur’ şeklinde bir görüş ortaya koyamaz. İslam’da türbanın yerinin olup olmadığını ancak din alimleri bilir. Mahkeme bu konuda hüküm koymak yerine dinin hükmünü bilenlere sormalıdır.’
***
Bu alıntıların ardından raconu kesebiliriz:
‘Kararı ulema verir’ cümlesinden yola çıkarak Erdoğan’a yöneltilen eleştiriler geçersizdir.
Çünkü Erdoğan öyle dememiştir.
‘AİHM kararını oluştururken İslam alimlerinden görüş almalı’ cümlesinden yola çıkılarak yapılan eleştiriler ise geçerlidir.
Çünkü Erdoğan, tam da bunu demiştir.
Kıssadan hisse şudur:
Erdoğan’ı eleştirelim ama doğru yerden...
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2005
ERTUĞRUL Özkök dünkü yazısında Erdoğan’ın söylemlerinde son günlerde ortaya çıkan ‘İslami ton’a dikkat çekiyor ve şu soruyu soruyordu:<br><br>‘Acaba Başbakan’ın yakın çevresinde bir değişiklik mi var?’ Erdoğan’ın epey elektrikli Katar-Bahreyn ve Danimarka gezisinde yaptığım gözlemden yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim:
Yakın çevrede herhangi bir değişiklik yok.
* * *
‘Yakın çevre’ye tek tek bakalım:
Akif Beki görevinin başındadır.
Hem de organizasyonun her aşamasında çok etkin olarak...
Ömer Çelik’in pozisyonunda bir değişiklik yoktur.
O da görevinin başındadır.
O kadar başındadır ki, NATO Parlamenterler Asamblesi toplantısında diplomatik teamülleri epey zorlayarak kürsüdeki Erdoğan’ın yanına kadar gitmiş, eliyle mikrofonu kapatıp Erdoğan’ın kulağına bir şeyler fısıldamıştır.
Yani Çelik, işine devam etmektedir, hem de görev alanının sınırlarını fazlasıyla zorlayarak...
Egemen Bağış ise ‘çevirmen’ olarak değil de ‘danışman’ olarak etkinliğini korumaktadır.
Devam edelim:
Nabi Avcı son gezinin kritik aşamasında Başbakan tarafından telefonla aranacak kadar etkin gözükmektedir.
Yalçın Akdoğan, ekibin ‘sakin güç’ü olarak sessiz ve derinden gitmektedir. O da ekibin önemli bir parçası olarak son gezide yer almıştır.
Ahmet Davutoğlu, gezinin Katar ve Bahreyn ayağında Başbakan’ı enforme etme görevini yerine getirerek pozisyonunu sürdürdüğünü fark ettirmiştir.
* * *
Yani...
‘Batı cephesinde değişen bir şey yok.’
Peki madem öyle, o zaman Ertuğrul Özkök’ün işaret ettiği değişimi nasıl açıklayacağız?
Ben bu sorunun yanıtını şöyle veriyorum:
Değişimin nedeni siyasidir.
Türban konusunda bu zamana kadar somut bir adım atamayan Başbakan Erdoğan, AİHM kararıyla umutların tükenebileceğini fark etmiş durumda.
Umutsuzluğun ‘beklenti içindeki taban’a sirayet edebileceğini gördüğü için de yaptığı çıkışlarla umudu diri tutmaya çalışmaktadır.
Ancak söylemdeki değişimin icraata yansıyacağı düşünülmemeli.
Çünkü Erdoğan, türban konusunda yaptığı en şaşırtıcı açıklamaların ardından bile ‘kurumlar arası mutabakat’ şartının altını çizmeye devam etmektedir.
Bunun anlamı şudur:
Kurumlar arası mutabakat sağlanmadan bu konuda adım atılmayacaktır.
Yani asayiş berkemaldir ve telaşa mahal yoktur.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2005
KOPENHAGÖnce olayı anımsayalım: Bir süre önce Danimarka basınında Hz. Muhammet karikatürleri yayınlanmıştı. Duruma itiraz eden aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bazı İslam ülkelerinin Danimarka büyükelçieri, Danimarka Başbakanı’na ortak bir mektup yazarak duyulan rahatsızlığı ortaya koymuşlardı.
Mektup yazan İslam ülkeleri büyükelçileri arasında Türkiye’nin Danimarka Büyükelçisi’nin de yer alması, en çok Danimarka Başbakanı Rasmussen’i rahatsız etmişti.
Rasmussen, ‘Türkiye bir yandan Avrupa Birliği’nin değerlerine bağlanmaya çalışıyor, bir yandan da ifade özgürlüğünün kullanılmasından rahatsızlık duyuyor’ diyerek olaya tepki göstermişti.
***
Başbakan Tayyip Erdoğan, Danimarka’da kendisini, gündemdeki yerini koruyan bu tartışmanın ortasında buldu. ‘Avrupa Hareketi’ adlı düşünce kuruluşunda bir konuşma yapan Erdoğan’a dinleyicilerden biri şu soruyu sordu:
‘Sizce hangi kutsal daha önemli: İslam Peygamberi’nin resminin gösterilmesi mi, yoksa Avrupa Birliği’nin kutsal saydığı ifade özgürlüğü mü?’
Erdoğan’ın bu soruya yanıtı net oldu:
‘Kutsallarıma saygı daha önemlidir. Ben kimsenin kutsalına ifade özgürlüğü adına saldırmam. Biz Hz. İsa’ya da, Hz. Musa’ya da inanırız, saygı gösteririz. Herkesin de bizim kutsallarımıza saygı göstermesini bekleriz.’
Erdoğan, bu yaklaşımını ‘dostum’ dediği Rasmussen’e de ileteceğini söyledi.
Korsan soruya
anında yanıt
ERDOĞAN, ‘Avrupa Hareketi’nde yaptığı konuşmada tam da herkesin kutsallara saygı göstermesi gerektiğini anlatırken, dinleyiciler arasında yer alan bir kişi, ‘Peki siz Kürtlere neden saygı göstermiyorsunuz?’ dedi.
Bu ‘korsan soru’ya anında yanıt veren Erdoğan, ‘Biz Kürtlere saygı gösteriyoruz. Kürtlerle herhangi bir sorunumuz yok. Ama biz PKK’ya saygı göstermiyoruz’ dedi.
Orhan Pamuk’un yazdığı
‘eser’ mi yargılanıyor
BAŞBAKAN Erdoğan, NATO Parlamenterler Asamblesi’nin açılışında bir konuşma yaptı. Fazla köşeli olmayan, ortalama bir konuşmaydı bu...
Ancak sıra sorulara gelince ortalık karıştı.
Bir üye, Ermeni sorununu gündeme getirdi.
Bir başka üye ‘Hıristiyan ruhanilerin Ayasofya’da ne zaman ayin yapacağını’, yani Ayasofya’nın ne zaman kiliseye dönüştürüleceğini sordu.
NATO’da sorular bitmiyordu...
Bir üye ise Heybeliada Ruhban Okulu’ndan bahis açtı.
Ve sonunda beklenen soru da geldi:
İngiliz üye Orhan Pamuk hakkında açılan davayı sordu. Bunun Avrupa Birliği’ne girmek isteyen bir ülkeye yakışıp yakışmadığından söz etti.
Ve sıra Erdoğan’a geldi...
Erdoğan, Ermeni meselesinde ‘Arşivleri açtık, incelensin dedik, ama Erivan yanaşmıyor’ dedi.
Ancak ‘Bizim ecdadımız böyle şey yapmaz’ tarzı bir yaklaşımla soykırım iddialarına da açıktan cephe aldı.
Ayasofya sorusuna ise Atina’da harabeye dönen camileri örnek göstererek yanıt verdi.
Heybeliada Ruhban Okulu meselesinin ise siyasileştirildiğini söyledi.
Ve sıra geldi Orhan Pamuk’a...
Başbakan, ‘Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün idolü’ diye tanımladığı Ziya Gökalp’in şiirini okudu diye hapse atıldığını söyledi ve ardından ekledi: ‘O zaman hiçbiriniz benim haklarımı aramadınız?’
Yargının bağımsız olduğunu, hükümetin yargıya karışmadığını da söyleyen Erdoğan, ‘Henüz karar verilmemiştir. Söz konusu eserde bir suç olduğu ortaya çıkmamıştır’ dedi.
Bu cevap akıllara şu soruyu getirdi:
‘Acaba Başbakan, Orhan Pamuk’un yazdığı bir kitap nedeniyle yargılandığını mı düşünüyor, yani bir bilgi yanlışı mı söz konusu, yoksa Pamuk’un bir gazeteye verdiği demeci ‘eser’den mi sayıyor?’
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2005
DİKKAT... Dikkat... ‘Başbakan’ın uçağıyla dış gezilere katıldık’ diye hava atan gazetecilere lütfen inanmayın... Ne söylenirse söylensin, bilin ki yaşanılan şudur: Bir ülkeden diğer ülkeye koşturma ve otel lobilerinde sefil olma. Yani heves edecek bir durum yoktur. Yolculuk güzergáhımızın ilk durağı, sıcak, ruhsuz ve eğlencesiz iki Körfez ülkesi... Yani Katar ve Bahreyn... İkinci durak ise Danimarka... Yani soğuk ve eğlenceli bir Batı kenti... Düşünün: Bavulunuzda kışlık giysiler ile yazlık giysiler kavga etmeden bulunacak.
Bu geziyi en çekilir kılan unsur, meslek büyüğümüz Serdar Turgut’un geziye katılan gazeteci grubunun lideri olmasıydı. Katar caddelerinde bir ‘yabancılaştırma efekti’ gibi dolaşan Serdar Turgut, kendisinden beklenen espriler ve kendisinden beklenmeyen gazetecilik hevesiyle hem güldürdü, hem düşündürdü. Allah razı olsun diyoruz.
Başbakan Erdoğan’ın moralinin, futbol karşılaşmalarında Türkiye’nin aldığı olumsuz sonuçlar karşısında nasıl da çöküntüye uğradığını bu gezi sayesinde yakından gözlemleme fırsatını bulduk. Dev ekrandan seyredilen maçın ardından en fazla yıkılan kişi Erdoğan oldu. Bunu hızla salonu terk etmesinden anladık.
Dünyanın en sıkıcı kentinin Doha olduğunda karar kılınmıştır. Yolu Doha’ya düşeceklere şimdiden söyleyelim: Eğlence için yegane imkan City Center adlı bir alışveriş merkezidir. Orayı ise şöyle tarif edebiliriz: Heyecansız ve neşesiz bir Akmerkez.
Erdoğan’ın sık seyahate çıkması sonucu ekibinin dış gezi organizasyonlarında ustalaştığını söyleyebiliriz.
Gezide yer alan ‘önemli kişiler’ arasında iki bakan da vardı: Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen. Her iki bakan da nedense fazla ilgi odağı olamadı. Bu durum karşısında yapılan saptama şu oldu: Bir yerde Başbakan varsa bakanların ilgi çekmemesi normaldir.
‘Çağrı’ ve cinayet
İSLAM adına hareket ettiğini söyleyen katil sürüsü, şimdi de ‘Çağrı’ filminin yönetmeni Mustafa Akad’ı katletti.
Merak ediyorum:
Gurur duymuşlar mıdır acaba?
İslam’a büyük şeref kazandırdıklarını filan mı düşünmüşlerdir?
‘Gazamız mübarek olsun’ diyerek birbirlerini kutlamışlar mıdır?
Ya da...
Bu cinayetin ardından cenneti garantilediklerini mi sanmaktadırlar?
O ‘katil sürüsü’ ne düşünürse düşünsün, yalın gerçek şudur:
On binlerce kişinin İslam’dan olumlu bir şekilde etkilenmesini sağlayan ve ana mesajı ‘İslam bir barış, esenlik ve eşitlik dinidir’ olan bir filmin yönetmenini katlederek İslam’dan ne kadar uzak olduklarını belirginleştirmişlerdir.
Nasıl bir zalimlik yaptıklarına dair bir kanıt daha sunmuşlardır.
Onlar için ancak şunu söyleyebiliriz:
Zalimler için yaşasın cehennem.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2005
YARGIÇLAR, hem de en Avrupalı yargıçlar raconu kestiler. Türbanıyla üniversiteye gitmek isteyen Leyla Şahin’e dediler ki:
‘Boşuna heveslenme hemşire hanım! Olmaz, olamaz! Hadi sen git işine. Laik bir devlette türbanınla üniversiteye giremezsin. Git kendini dövdürmeden.’
Gerçi tınısı bir parça şark kokuyor; ama son tahlilde bu ‘karar’, Avrupalı bir karardır.
Ve bu nedenle ‘söz söylenmez bu sözün üzerine’...
Peki ne denir?
‘İş bitti’ denir, ‘Defter kapandı’ denir, ‘Türban yasağı hak ihlali değildir’ denir, ‘AKP kafası duvara tosladı’ denir, ‘Mahkeme son sözü söyledi’ denir...
Yani yapacak bir şey yoktur.
Leyla ‘devlet dersi’nde sınıfta kalmıştır.
Ya boyun eğip başını açacaktır, ya da ‘Hadi gel köyümüze geri dönelim’ türküsünü çığırıp Fadime’nin düğününde halay çekecektir.
Yani türbansızların sınıfına atlama hayalinden vazgeçecek ve gidip kendi sınıfıyla kaynaşacaktır.
* * *
Evet, son söz söylenmiştir.
Hem de ‘Avrupa değerleri, bugün insanlığın ulaştığı en yüce insanlık değerleridir’ denilerek, ‘adalet’ dilenilen anlı şanlı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ‘Büyük Dairesi’ tarafından...
Bu durumda akıllı uslu, uzlaşmacı, Avrupacı, demokrat, itaatkár bir insan ne yazar?
Ne yazacak?
Tabii ki şunları:
‘Sevgili türbanlı kızlar... Bakın işte Avrupa son sözü söyledi. Öyle inatçılık yapmayın. Lütfen kıyafetlerinizi yargıç kararlarına ayarlayınız.’
Ve fakat...
İşte bir kez daha pratik, teoriye uymuyor.
Deli gönül uslanmıyor, her zaman olduğu gibi arıza çıkarıyor.
* * *
O halde çıkan arızayı üç maddede özetleyelim:
BİR: Üniversite okuma hakkını kazanmış yetişkin bir genç kızın okula giderken istediği kıyafeti seçemeyeceği, Avrupalı yargıçlar tarafından tescillenmiştir. Bu da bizim üniversitelerimize giden öğrencilerin ‘yetişkin’den sayılmadığı gerçeğini belirgin kılmıştır.
İKİ: Avrupa üniversitelerinin hiçbirinde türban yasağı yok... Ama AİHM, türbanın laikliğe aykırı olduğunu, bu nedenle yasaklanmasında sakınca görmediğini söylüyor. Bu durumda Avrupa üniversitelerinin laiklik konusunda duyarsız olduğu sonucuna varabiliriz.
ÜÇ: Büyük toplumsal sorunların mahkeme kararıyla çözülmesi gerçekten iyi olurdu. Ancak acımasız gerçek şudur: Yargıçlar karar vermiştir; ama sorun maalesef devam etmektedir.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2005
EY bana ‘10 Kasım’da neden Atatürk’ü yazmadın Ahmet Hakan?’ diye mesaj atan hanımefendiler, beyefendiler. 10 Kasım günü Atatürk üzerine yazı yazmayan nice anlı şanlı kalem erbabı orada öylece dururken, hesap sormak için beni gözlerine kestiren abiler, ablalar.
Gerekli gereksiz her konuda laf söyleme gayreti içinde olan benim gibi birinin, 10 Kasım günü Atatürk’ü es geçmesini manidar bulup kinaye dolu mesajlar gönderen baylar, bayanlar...
Aşağıdaki ‘Yazmadım, çünkü...’ başlıklı gerekçeler, sizin için yazılmıştır.
Ama başkalarının okumasında da bir sakınca yoktur.
***
Yazmadım, çünkü: Ne kadar içten olursam olayım, Atatürk’le ilgili yazacağım olumlu şeyler, kaçınılmaz olarak, önyargılarla örülmüş çok kavi bir duvara toslayacaktı. Ardından da ‘Hadi ordan takıyyeci!’ diye gürleyen öfkeli sesler çıkacaktı. Yani içtenliğimin sorgulanmasını istemediğim için yazmadım.
Yazmadım, çünkü: ‘Koruma Kollama Kanunu’nu bir kontrol mekanizması olarak algılayan ve o mekanizmadan kurtulmak maksadıyla ‘Atatürk yaşasaydı bizim gibi olurdu’ tarzında cambazlıklarla işi geçiştirmek isteyen uyanık tüccarlar gibi algılanacaktım. Atatürk’le aramda oluşan sahici ilişkinin bu şekilde zedelenmesine gönlüm razı olmadığı için yazmadım.
Yazmadım, çünkü: Toplumun tüm kesimlerinin üzerinde ittifak kurmaları gereken bir ‘ulusal değer’in, bazı kifayetsiz muhterisler tarafından nasıl da ‘bölünme’ aracı haline getirildiğinin herkes gibi ben de farkındayım. Ne yazarsam yazayım ben de o oyunun bir parçası haline getirilecektim. İşte bu yüzden hiçbir şey yazmamayı tercih ettim.
Yazmadım, çünkü: Yükselmek için çabalayan memur, gecekondusunu yıktırmak istemeyen adam, terfi bekleyen bürokrat, oy kapmak isteyen siyasetçi... Hepsi onun adını ya da resmini kullanarak, çekiştirerek ve göstererek bir yerlere gelmek istiyor ya... İşte onlardan biri gibi algılanmak istemediğim için yazmadım.
Yazmadım, çünkü: Atatürk ‘İnatçı bir direnişin destansı adıdır’ desem, biliyorum ki fazlasıyla klişe kaçacak. ‘Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde hutbe okumuştur’ desem, onu tam olarak anlatmış olmayacağım. Sözde ‘İnsan Atatürk’ü anlatmak adına Latife Hanım’dan, bahtsız Fikriye’den filan söz etsem, lüzumsuz bir işe girişmiş olacağım. ‘Son zamanlarında çok yalnızdı’ diye yazsam, abartılı ve yapay bir samimiyet gösterisine girişmiş gibi olacağım. ‘Başımıza gelen bütün iyilikler Gazi’den, bütün kötülükler ise İsmet Paşa’dandır’ diye yazsam Attila İlhan kolaycılığına kaçmış olacağım. İşte bu yüzden ‘En iyisi hiç yazmamak’ dedim ve yazmadım.
Yazmadım, çünkü: Toplumun geniş kesimlerinin oyunu alamayan adamların, kendilerine yönelik her haklı itirazı savuşturmak ya da başarısızlığı unutturmak için Atatürk adını kullanmalarından bıktım. Onların karşısına ‘En hakiki Atatürkçü benim’ diye çıkarak, Atatürkçülük yarışı yapmak istemediğim için yazmadım.
Yazmadım, çünkü: Bir eylül günü Pera Palas’ın soğuk ve kasvetli salonunda okuduğum Falih Rıfkı’nın ‘Çankaya’sında anlatılan o sarsıcı hikáyenin kahramanının bendeki izdüşümünden söz etmek isterdim. Başarılan büyük işin, bu toplumun her ferdi tarafından neden gurur vesilesi olması gerektiğini anlatmak isterdim. Ama görüyorum ki, bunun vakti gelmiş değil. İşte bunun için yazmadım.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2005
ASLINDA Kadir Topbaş kimsenin içine tam olarak sinen bir isim değildi.<br><br>Ama gelin görün ki: Adaylar içinde Kadir Topbaş’ı sollayacak şöyle okkalı, güçlü bir isim çıkmamıştı.
Ayrıca...
Eğer aday gösterilmezse ‘Kadir Abi’ küsebilirdi.
Ve bir çıkış yolu bulundu.
Formül şuydu:
‘Kadir Abi başkan, İdris Güllüce de onun ‘güçlendirilmiş vekili’ olsun. Böylece hem İdris Güllüce memnun edilir, hem de Kadir Abi’nin eksikleri giderilmiş olur.’
Formül, seçimden önce Kadir Topbaş’a tebliğ edildi.
O zaman ‘Ne olursa olsun, yeter ki başkan olayım’ havasında olan Topbaş, ‘Tamam’ dedi, hiç itiraz etmedi.
***
Sonra olanları biliyorsunuz.
Tam bir ‘Ali yazar, Veli bozar’ oyunu oynandı.
Şöyle ki:
İlk günler Güllüce, Topbaş’ın kendisine yetki vermediğinden yakındı.
Bunun üzerine Topbaş, ‘seçim öncesi verdiği sözü’ anımsayarak yetkiyi artırdı.
Ama bu sefer de başka tür bir ‘arıza’ çıktı.
Çünkü yetkiyi alan Güllüce, ‘Kadir Abi’sine haber vermeden’ bazı kararlar aldı.
Kadir Topbaş ise kendisinden habersiz bir şekilde alınan kararları kamu önünde savunmak durumunda kaldı.
Yani tam anlamıyla ‘Bir ülkede iki kral’ sendromu baş gösterdi.
***
Operasyondan önce manzara-i umumiye şöyleydi:
İstanbul’a,
- Başbakan karışıyordu.
- Bakanlar karışıyordu.
- İdris Güllüce karışıyordu.
- Sorunlar büyüyor ve Topbaş hep savunmada kalıyordu.
- Atamalarda Topbaş son sözü söyleyen isim olamıyordu.
- Belediye bürokratları arasında uyum yoktu.
Genel olarak ‘inisiyatifsiz’ ve ‘idare-i maslahatçı’ bir yönetim sergileyen Kadir Topbaş, sonunda bu duruma daha fazla dayanamadı ve isyan etti.
Böylece operasyon gerçekleşti.
***
Kim ne derse desin, ben bu operasyonu sonuna kadar destekliyorum.
Kadir Topbaş, isyan ederek doğrusunu yapmıştır.
Çünkü tarihin bize öğrettiği en büyük gerçek şudur:
Bir ülkede iki kral olmaz.
İstanbul halkından oy alan Topbaş’ın yetkisine sahip çıkması gerekiyordu.
O da kendisinden beklenmeyen bir performansla yumruğu masaya vurdu, ‘Kral benim’ mesajını verdi.
Yani artık Topbaş ipleri eline geçirmiştir.
Yetkili odur. Sorumlu da odur.
Ve her şeyden önemlisi artık mazereti kalmamıştır.
Kürt dergisi ‘Esmer’ Hülya’yı kapak yaptı
HÜLYA Avşar olayı, ‘Kasede alınan horlama seslerinin gazetecilere dinletilmesi’ gibi mevzularla iyice irtifa kaybederken bir Kürt dergisi olan ‘Esmer’, Hülya Avşar’ı kapak yapmasın mı?
Ferzende Kaya imzalı ‘Aşiret Kızı’ başlıklı yazıda Hülya Avşar’ın, ‘Kürt sorunu’yla ilintisi ortaya çıkarılmış.
Şöyle ki:
60’lı yıllarda Emral isminde Balıkesirli bir hemşire staj için Kars’a gider. Emral Hanım’ın yanında staj yaptığı doktor, daha sonra ‘49’lar davası’ olarak adlandırılacak Kürt aydınlarının tutuklanması olayıyla tanınan Fevzi Avşar’dır. Emral Hanım, Kars’ta doktorun kardeşi Celal Avşar’la tanışır ve birbirlerine aşık olurlar ve evlenirler.
(Öykünün devamını ve Hülya ile ilgili lirik yazıları Esmer’de bulabilirsiniz.)
‘Esmer’deki yazıların ardından şu temennide bulunmaya karar verdim:
Horlama filan haberleriyle Feraye’yi uyuz etmeyi başaran müthiş strateji dehası Hülya Avşar, Kürt sorununu çözmek için harekete geçse...
Ve amcasının davasına hizmet etse...
Ne dersiniz, bizim ‘Aydın Grubu’ndan daha etkili olmaz mı?
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2005
HADİ gelin de 1871’in Paris’ini anımsamayın! Hani şu meşhur Paris Komünü’nü. Paris barikatlarında sokak sokak savaşanlar tarihteki ilk proletarya diktatörlüğünü kurmamışlar mıydı? Marx, Paris barikatlarında savaşanlar için ‘Cennetin fethine gitmişlerdi’ dememiş miydi? Proletarya iktidarı sadece iki ay sürmemiş miydi? Hadi anımsayın ama. Ne demiş Başbakan Erdoğan: ‘Fransa türbanı yasakladığı için bu olaylar oldu.’ Gerçekten böyle olmuş olabilir mi? Gerçekten temel motivasyon türban mıdır? Biz en iyisi raconu şöyle keselim: Yüz etken varsa, belki türban, o yüz etkenden biridir.
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan Bey. Lütfen olağanüstü bir basın toplantısı düzenleyip şu açıklamayı yapınız: ‘Türk vatandaşlarının Paris’e gidip tatil yapmasında sakınca görüyoruz. İkinci bir açıklamaya kadar bu kente gidilmesin.’
Paris’te isyanın başladığı ‘Clichy’ semti ile bizim İstanbul’un varoşlarını karşılaştırsak, fazlasıyla ‘münasebetsiz’ kaçar. ‘68 baharı’, ‘çiçek çocukları’ filan desek, fazlasıyla ‘hafif’ kaçar. ‘Araba yakmaya dayalı yeni bir eylem biçimi’nden söz etsek fazlasıyla teknik konuşmuş oluruz. ‘Onların polisi de copluyor’ diye bir çıkış yapsak fazlasıyla intikamcı olur. Vallahi ne diyeceğimizi şaşırdık.
Bayram tatilini Paris’te geçiren Seda Sayan ile Seda’nın Banderas’a benzediğini iddia ettiği sevgilisi, Paris ayaklanmasının tam ortasına düşmüşler. Bir de bakmışsınız Seda, ‘Mağripli çocuklar’ ile hükümet yetkilileri arasında arabuluculuk işine soyunmuş! Ne şamata olur ama değil mi?
Son haber şudur: ‘Paris’in banliyö semtlerinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi.’ Evet. Demek ki Paris örfi idareyle tanışıyor. OHAL filan durumları yani. Madem öyle teklifimizi sunalım: Hayri Kozakçıoğlu Paris’e ‘Süper Vali’ olsun. Mehmet Elkatmış da gidip ‘insan hakları’ açısından uygulamaları denetlesin.
Fransa bu işi halleder. Değil mi ki orada ‘Cumhuriyet’ numaralandırılmıştır. O halde yapılacak olan şudur: ‘Beşinci Cumhuriyet’ yıkılır, yerine ‘Altıncı Cumhuriyet’ kurulur. Böylece işler yoluna girer. Hadi gelin de şimdi ‘Yaşasın Numaralı Cumhuriyet’ demeyin.
Gitti binlerce emekçi otomobili. Ve gitti emekçi halkın yararlandığı güzelim kamu binaları. O halde gelin hep birlikte İsmet Özel takılalım: ‘Vandal yürek! Görün ki alkışlanasın / Ez bütün çiçekleri kendine canavar dedir / Haksızlık et, haksız olduğun anlaşılsın / Yaşamak bir sanrı değilse öcalınmak gerektir.’
Bu da bir başka İsmet Özel şiirinin son iki dizesidir: ‘Bir şehrin uzak semtleri gibidir gözlerin / Üzgün, kara, ayaklanmaya hazır.’
Rize milletvekili: Linç girişimine karşıyım
RİZE Milletvekili Abdülkadir Kart bir açıklama gönderdi.
Kart’ın açıklamasında ‘Linç girişimini tasvip etmiyorum’ mesajı veriliyor.
‘Bu mesaj önemlidir’ diyor ve açıklamayı aynen yayınlıyorum:
‘Sayın Ahmet Hakan. Benim olayla ilgili yaptığım açıklama şöyledir: ‘Bu bir provokasyondur. Geçen yıl Trabzon’da da benzer olaylar olmuştur. Karadeniz’de F tipi cezaevi yoktur. Rize’de normal cezaevi bile yoktur. Bunlar Rize’ye gelip de ne hakkı arıyorlar? Gerçekten niyetleri hak aramak ise F tipi cezaevleri olan yerlere gitsinler. Adalet Bakanlığı’na gitsinler. Biz de yardımcı olalım. 60’tan fazla insanını teröre şehit veren Rize ili ve Karadeniz insanı, devletine, milletine, vatanına, bayrağına bağlıdır. Bu tip olaylara prim vermez. Umarım bir daha Rize’ye gelmezler.’ Benim açıklamam budur. Sözlerimde herhangi bir linç girişimini tasvip anlamına gelecek bir ifadem olmamıştır. Ayaküstü bir soruya verdiğim cevabın bütünüyle ve maksadına uygun aksettirilmemesinden kaynaklanan yanlış anlaşılmalar olabilir. Ancak sizin de eleştiri üslubunuzu paylaşmadığımı belirtir, en azından bana telefonla ulaşıp doğrusunu yazmanızı beklerdim.’
Yazının Devamını Oku