Ahmet Hakan

Münferit hezeyan

11 Aralık 2005
BU ülkede ‘asker’ ile ‘sivil siyasetçi’ arasındaki maceranın kaderi, zerre kadar değişmeyecek mi? Hep şöyle mi olacak:

Siyasetçi, ‘sözde’ cesur bir çıkış yaparak askerin rahatsız olacağı bir öneriyi ortaya atacak.

Asker bu siyasetçiye ‘okkalı’ bir yanıt verecek ve bu yanıt gazetelerde ‘Aldı cevabı, oturdu aşağı’ edasıyla haber yapılacak.

Siyasetçi ise bu gelişme karşısında hemen geri adım atıp, ‘Memleketimizin göz bebeği askerimizin bu çıkışı bana yönelik değildir. Bu görüşlere ben de katılıyorum’ açıklaması yapacak.

Evet, sayın seyirciler...

Şimdi sorular şunlardır:

Bu devran hep böyle sürüp gidecek mi?

Bir değişiklik, küçücük bir değişiklik de mi olmayacak?

* * *

Cevap şudur: Hiçbir değişiklik olmayacak.

Yani bu devran hep böyle sürüp gidecek.

Neden mi?

Çünkü sivil siyasetimiz bağrında Resul Tosun stilinde birçok milletvekilini taşımaktadır.

Peki ne yapmıştır Resul Tosun?

Ne yapacak? O üç aşamalı meşhur macerayı, bir kez daha yaşamamıza yol açmıştır.

Şöyle ki:

AKP Milletvekili Resul Tosun, durup dururken, ‘Askeri garnizonlar Ankara dışına çıkarılsın’ önerisini dile getirmiştir.

Çoktan beri ‘suskun’ olan Genelkurmay, bu görüşe karşı ‘münferit hezeyan’ diyerek anlayana çok sert bir yanıt vermiştir. Yani ‘Hey sen Resul Tosun! Öyle tek başına oturup ne saçmalıyorsun’ demeye getirerek milletvekilini resmen azarlamıştır.

Bu azar karşısında Resul Tosun, lafı hiç de üzerine alınmayarak, ‘Açıklama bana karşı yapılmadı. Açıklamadaki görüşlere aynen katılıyorum’ filan demiş ve işin içinden sıyrılmaya çalışmıştır.

* * *

İşte buradan isyan ediyorum:

Ben bu maceradan sıkıldım. Gerçekten sıkıldım.

Artık askerden aldığı sert yanıt karşısında elleri titreyerek, ‘Ben demedim, bir köşe yazarının yazısını okudum’ diyen lider görmek istemiyorum.

Artık asker yanıtı karşısında ‘süt dökmüş kedi’ye dönen siyasetçilerin utancını yaşamak istemiyorum.

Artık aldığı ağır yanıt karşısında hiçbir şey yokmuş gibi yapma becerisini gösteren adamların sivil siyaseti temsil etmelerine katlanamıyorum.

Yani demek istiyorum ki:

Ey Resul Tosun!..

Ya arkasında duracağın, devamını getirebileceğin, uğruna her şeyini feda edebileceğin fikirlerinle çık toplumun karşısına...

Ya da sus!

Yoksa Kadirizm’in kanunu mu bu?

VE ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ sahnede...

Sanat yalakası filan değiliz.

Bu yüzden ‘Sahnede devleşen Kerem’ ya da ‘İpek! Sen ne marifetliymişsin kız’ filan diye ‘Hıncalvari’ bir yazı döktürecek değilim.

Zaten projenin bizatihi kendisiyle ilgili pek de hayırhah bir yaklaşımım olmadığını daha önce yazmıştım.

Neyse...

Asıl mevzu bu değil...

Ben olaya ‘daha matrak’ bir taraftan yaklaşacağım.

‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ için bir gala yapılmış...

Haberi Sabah’ın Günaydın ekinde geniş bir şekilde yer aldı.

Aynı sayfada Atilla Dorsay üstadımızın ‘Gençlerin şevkini artıracak’ tarzda kalemle aldığı bir ‘izlenim’ yazısı da var.

Buraya kadar her şey normal. Matraklık bundan sonra başlıyor.

Bakın, Kadir İnanır abimiz oyun hakkında nasıl da zıt fikirler ileri sürüyor!

Önce ‘haber’den okuyalım:

‘Oyunun çok iyi uyarlandığını söyleyen Kadir İnanır: Emek verenlerin, çalışanların hepsinin gözlerinden öpüyorum. Çok duygulandım. Çok başarılılar.’

Şimdi de Atilla Dorsay’ın ‘izlenim’ yazısından iki cümle:

‘Türkan ve Ahmet Mekin oyuna övgüler yağdırıyor. Kadir İnanır ise bana pek beğenmediğini söylüyor.’

Aslında bu işin hakkı ‘Bu ne ikiyüzlülük’ diye haykırmaktır; ama ben biraz daha ince olsun diye ‘Yoksa Kadirizm’in kanunu mu bu?’ demeyi tercih ettim.
Yazının Devamını Oku

Bir ırkçı olarak Abdülmelik Fırat

9 Aralık 2005
GEÇEN geceki Siyaset Meydanı’na kadar, herhangi biri ‘Abdülmelik Fırat’ı nasıl bilirsin’ diye sorsa vereceğim yanıt kesinlikle şu olurdu: ‘O, derinliği olan bir Kürt bilgesidir.’

Bendeki Abdülmelik Fırat imajını belirleyen noktalar şunlardı:

- Ta çocukluğunda ‘Sürülmüşüm ben’ türküsünü söylemeye başlamış olması.

- Yassıada’da ipten dönmesi.

- 90’lı yıllarda ilerlemiş yaşına rağmen eline geçirilen kelepçeyle DGM kapılarında çile çekmesi.

‘Acılar çekmek’ ile ‘olgunlaşmak’ arasındaki o doğal bağlantının farkındaydım.

Fırat’a karşı duyduğum derin saygının temel nedeni buydu.

Ayrıca...

Onun ‘alim’ ve ‘fazıl’ bir kişi olduğuna dair ‘nedensiz’ bir kanaat de vardı bende.

* * *

Ama şimdi işte buradan ilan ediyorum:

Artık Abdülmelik Fırat’a karşı derin ya da yüzeysel hiçbir saygı duymuyorum.

Çünkü ‘mağdur’un da mağdur etme potansiyeli taşıdığını gözlerimle gördüm.

Çünkü ‘mazlum’un açık zulümlere nasıl imza atabileceğini fark ettim.

Fırat, benim nezdimde artık ne alimdir, ne de fazıl.

Ve ne de acılar çekerek olgunlaşmış yaşlı bir Kürt bilgesidir.

Geçmiş olsun.

Son günlerin moda tabiriyle söyleyecek olursak vazo kırılmıştır.

Abdülmelik Fırat, Siyaset Meydanı’nda öyle bir çıkış yapmıştır ki, benim açımdan keskin bir hükmün verilmesi kaçınılmaz olmuştur.

* * *

Olay şudur:

Abdülmelik Fırat, kendisinden hiç hazzetmediğim Türk milliyetçisi Ümit Özdağ ile tartışıyor.

Ve Fırat parmağını sallayarak muhatabı Özdağ’a şunları söylüyor:

‘Sen bir Çerkezsin! Bir de tutmuş Türk milliyetçiliği yapıyorsun. Türk milliyetçiliği yapmak senin gibi bir Çerkez’e mi kaldı?’

Demek ki neymiş?

Kürtlerin ‘ırkçı’ bir kuşatma altında tutulduğunu düşünen ve buna isyan eden Fırat, eline fırsat geçtiğinde ‘köken avcılığı’na soyunabilirmiş.

Demek ki neymiş?

Çerkez isen Çerkezliğini bilecekmişsin. Başka türlü milliyetçiliklere heves etmeyecekmişsin.

Demek ki neymiş?

Koskoca Abdülmelik Fırat, karşısındakinin görüşleriyle ilgilenmek yerine karşısındakinin hangi ırka mensup olduğuyla ilgileniyormuş.

İşte bu yüzden ‘geçmiş olsun’ diyorum.

* * *

Dahası da var:

Yine ‘koskoca’ Abdülmelik Fırat, yine çok sıkıştığı bir anda ‘feodal bir zihniyet’in ipuçlarını da verebildi.

Tartışmanın içine Ümit Özdağ’ın babasını da karıştırdı ve ‘Senin baban 27 Mayıs’ta darbe yapıp bizi Yassıada zindanlarına atmıştı’ dedi.

Babaların suçlarının oğullara yüklenemeyeceği temel ilkesini bir tarafa bırakarak.

O öyle yapınca karşısındaki durur mu?

O da ‘Senin deden de haindi’ diyerek bir toruna dedesinin sorumluluğunu yükleyiverdi.

İşte böyle bir ilkellik yarışması yapıldı ekranda.

(NOT: Ümit Özdağ’ın nasıl bir provokasyon hevesi içinde olduğunu bildiğimiz için, onun Fırat’a dönüp, ‘Eğer Türkiye’de derin devlet olsaydı sen şimdi burada oturuyor olmazdın’ diyerek ima ettiği korkunç tehdidin üzerinde durmaya bile gerek durmuyoruz.)

* * *

Son söz şudur:

Abdülmelik Bey, Kürtlerin siyasal sözcülüğünde ön alma çabası içindedir.

Kurduğu partinin dikkate alınmasını sağlamak için ‘Rakipten daha fazla Kürtçü’ bir pozisyon almaya çalışmaktadır.

Siyaset Meydanı’nda yaptığı çıkışlarla belki bunu bir parça sağlamıştır.

Ama bunu yaparken toplumsal barışa darbe vurmuştur.

Ve bir de benim gözümdeki saygınlığını katletmiştir.
Yazının Devamını Oku

Bu bir perde arkası yazısıdır

8 Aralık 2005
BİRİNİN adı: Turan Çömez.<br><br>Diğerinin adı: Mahmut Koçak.

İkisi de iktidar partisine mensup milletvekili...

İkisi de son günlerde yaptıkları ‘aykırılıklar’ nedeniyle gündemde.

Biri, yani Turan Çömez, partisinin grup toplantısının ‘basına kapalı’ bölümünde yaptığı muhalif, umutsuz ve hepsinden önemlisi ‘yolsuzluk imalı’ konuşmasıyla gündemde.

Diğeri, yani Mahmut Koçak, başkanı olduğu Politika Merkezi adlı dernek adına yaptırdığı anketin sonuçlarıyla gündemde.

Yazının Devamını Oku

Ben kim miyim?

7 Aralık 2005
TAM da ben Hakkári-Şemdinli-Yüksekova hattında ‘ölümcül bir kimliğin peşine düşmüş’ debelenirken... Yalçın Doğan’ın Hürriyet Pazar’da yayınlanan Amin Maalouf röportajına yedirilmiş kocaman bir ‘Siz kimsiniz?’ sorusuyla karşılaşmayayım mı?

Ayşe Arman’dan Zekeriya Beyaz’a, Doğan Hızlan’dan Okan Bayülgen’e herkesin kendi kimliğini tarif ettiği çok eğlenceli, epey öğretici ve dahi kışkırtıcı bir bölüm.

Hakkı Devrim üstadımız haklıdır:

‘Kambersiz düğün olmaz.’

O halde üstümüze vazife olmayan bir işe soyunalım ve bize sorulmamış ‘Siz kimsiniz?’ sorusuna yanıt vererek eğlenceye kıyısından köşesinden biz de bulaşalım.

***

İşte benim altüst olmuş zavallı kimliğim:

Türk’üm. Ama doğuştan kazandığım özelliklerimi bir övünç vesilesi haline getirmekten hazzetmediğim için buna çok fazla vurgu yapmam.

Müslüman’ım. Ama günahlarımı itiraf etmekten kaçınmam.

Tarikatçıyım. Tarikatımın adı: ‘Kafası karışıklar tarikatı’dır. Pirim Cemal Süreya’dır. Şeyhim ise Oğuz Atay.

Döneğin tekiyim. Ama dönekliğim menfaat icabı değildir, çabuk sıkılmamdandır. 40 yıl aynı şeyleri tekrarlayan adamların sabrına hayranımdır.

Özentili bir adamım. Buradayken ‘ora’ya, oradayken ‘bura’ya heves ederim.

Taşralıyım. Ama taşralılığımı alaycılıkla dengelemeye çalışırım.

Doğan Hızlan’ın aksine, hoşlanmasam da bazı ortamlarda sırf ‘incelik’ olsun diye uzun süre kalabilirim. Hatta ben çıktıktan sonra arkamdan konuşmasınlar diye topluluğu en son terk etme huyum bile vardır. Yani bu derece hastayım.

Topluluk içinde gösterilmekten nefret ederim. Ayrıca benim üzerimden espri yapılmasına ifrit olurum.

İtaatsizim. Ama iyilik bilirim.

Uyum sağlama konusunda üstüme yoktur: Belki de bu yüzden 5 yıl önce taşındığım Teşvikiye Hüsrev Gerede Caddesi’nde, ‘Hüsrev Gerede’nin torunu gibi’ dolaşırım.

Dadanmacıyım. Bir şeye dadandım mı uzun süre bırakmam.

En sevdiğim roman kahramanı: Yetenekli Bay Ripley’dir.

Gamzem yoktur.


Hariçten gazel


‘BEN Cumhuriyet’teyken’ filan diye başlayıp ‘İlhan Abi’, ‘Nadir Bey’, ‘Berin Hanım’ anıları anlatacak durumda değilim.

Çünkü Cumhuriyet’in kıyısından köşesinden geçmiş değilim.

Ancak...

1980’li yılların başında cebimde bir ‘kimlik’ gibi gezdirecek kadar takip ettim Cumhuriyet’i.

Düşünün:

Ali Sirmen hapisteyken ‘Samim Lütfi’ diye imzaladığı yazıları kaçırmazdım. ‘Dostum Mozart’ı, ‘Düşünüyorum o halde vurun’u su gibi okumuştum. Hasan Cemal’in ‘Ece Bar’a takıldığından bile haberim vardı.

‘Keşke bizim de Cumhuriyet gibi bir gazetemiz olsa’ dediğimiz günlerdi.

Yani...

Cumhuriyet benim gençlik dönemime damgasını vurmuştur.

Ama yine de her şeyi ‘içeride’ yaşamış gazeteciler ortadayken, benim Hasan Cemal’in ortalığı karıştıran ‘Cumhuriyet gazetesi anıları’ konusunda yazacaklarım bir parça ‘hariçten gazel okumak’ gibi olacaktır.

Bu yüzden söyleyeceklerimi kısacaca, üç maddede özetlemekle yetineceğim:

BİR: Hasan Cemal’in kitabı, ‘mütevazı bir anı kitabı’ olarak vitrinlerde yerini almaya aday bir kitap olacakken, galiba biraz fazla pompalanmanın sıkıntısını yaşıyor.

İKİ: Hasan Cemal’in alaturka bir tavır içine girmeyip, olup bitenleri olanca açıklığıyla anlatması takdire şayandır. Ancak keşke kişiler hakkında olumsuz tanımlamalarda bulunma yolunu seçmeseydi.

ÜÇ: Olumsuz tanımlamalar ve kitabın ölçüsüz propagandası... İkisi bir araya gelince mesela ‘İlhan Abi’ biraz ‘mağdur’ konuma mı düştü acaba? Ne dersiniz?
Yazının Devamını Oku

Hakkari’ye dair gayri resmi notlar

5 Aralık 2005
Hakkari dendiğinde aklımıza üç şey gelir: BİR: Aykırı giden, kafamızı bozan memur ya da amirler için kullandığımız ‘Seni Hakkari’ye sürdürürüm’ şeklindeki o çok yaygın tehdit cümlesi...

İKİ: ‘Hayal kırıklıklarının başkenti’ nitelemesi...

ÜÇ: Hakkari’den çıkıp da yırtmayı başarmış o meşhur sanatçımız. Yani Yılmaz Erdoğan.

Ters açan laleleri, çok katmanlı dağları, Zap Suyu’nu, ‘Kendinin bile ücrasında yaşamak’ dizesini, Şenler Oteli’ni, Avukat Rojbin’i, Rojbin’in Türkçe’yi zor konuşan annesini, sert coğrafyayı ve sert adamları saymıyorum.

Çünkü onlar fazlasıyla yerel kalıyorlar.

***

İstatistiklere soracak olursanız Hakkari, Türkiye’nin eğitim düzeyi en düşük kentidir.

Ama istatistikler her zaman doğruyu söylemez.

Bunu anlamak için Hakkari’de ‘sıradan bir sivil toplum örgütünün herhangi bir yöneticisi’ni üç dakika dinlemek yeterlidir.

Biz öyle yaptık ve şaştık kaldık.

Dertlerini öyle düzgün, öyle diplomatik, öyle sanatlı anlatıyorlardı ki...

Neredeyse ‘Madem Hakkari Türkiye’nin eğitim düzeyi en düşük kentidir... Sen nereden öğrendin bu terminolojiyi?’ diye haykıracaktık.

O kadar afalladık yani...

***

Otomobildeyiz.

Hakkari’nin çevresinde turluyoruz.

Yanımızdan Zap Suyu akıyor.

Ama türküde söylendiği gibi ‘yaman akmıyor’.

Otomobilde birlikte yolculuk yaptığımız Ercan Karakaş, şaşırtıcı haberi veriyor: ‘Şimdi sana Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Zap Suyu’na yaptıkları köprüyü göstereceğim’.

Ve üç dakika sonra ‘köprü’ karşımızda.

Zap Suyu’nun iki tarafına kondurulmuş taştan köprü başları...

Heyecanlı ve atak gençlerin ellerinden çıkma olduğu o kadar da belli ki...

Herhalde ‘Marş söyler gibi’ yapmışlar bu köprüyü.

İmar işine ideoloji karışmış.

Ama yine de ‘çok sevimli bir acemilik’ var her yanında.

İki tarafında köprü başları duruyor ama köprünün kendisi yok.

‘Sonradan hoyrat eller tarafından yıkıldı’ bilgisini veriyor Ercan Karakaş...

Oysa ben dalmış gitmişim.

‘Boğaz’a köprü yerine Zap Suyu’na köprü’ sloganını düşünüyorum.

Bu sloganın tartışmasız yenilgisini...

Ama anlaşılmaz biçimde dudaklarıma anlayışlı bir gülümseme yerleşiyor.

Ve tuhaf biçimde seviyorum Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını...

***

Hakkari’nin tek otelinde, Şenler Oteli’ndeyiz.

‘Hakkari’nin ileri gelenleri’yle İstanbul’dan gelen ‘Aydınlar Heyeti’ toplantı halinde.

Şehrin ileri gelenleri ‘Hakkari’de çok kötü şeyler oldu’ başlığıyla özetleyebileceğimiz hikayeler anlatıyorlar.

Toplantı devam ederken bir adam yanıma gelip şöyle diyor:

‘Ahmet Bey hoş geldiniz. Ben Yılmaz Erdoğan’ın amcasıyım’.

Şaşırıyorum.

Ve çok saçma bir yanıt veriyorum:

‘Öz amcası mı?’.

O da ‘Evet’ demekle yetiniyor.

***

Dikkat... Dikkat...

OHAL kalkmıştır.

Ve fakat.

Aracımız 190 kilometrelik Van-Hakkari karayolunda tam 6 kez çevrilmiştir.

6 kez kimlik kontrolü yapılmıştır.

Ankara’nın ileri gelenleri için kayıtlara geçsin istedim.
Yazının Devamını Oku

Şemdinli notları: Aydının şavkı vurur Şemdinli’nin üstüne

4 Aralık 2005
Dikkat... Dikkat... Kendilerine ‘aydın’ denilmesini istemeyen, ancak bundan bir türlü kurtulamayan ‘heyet’, Hakkári-Şemdinli hattındadır...

HAKKÁRİ’DE BİR GECE  

Gencay Gürsoy, Osman Kavala, Oya Baydar, Ercan Karakaş, Salim Uslu gibi isimlerden oluşan heyet, zorlu bir yolculuğun ardından hava kararırken girdi ‘dağlar şehri’ Hakkári’ye. Vali ve belediye başkanı ziyaretinin ardından Hakkári’nin tek oteli Şenler Oteli’nde ‘aydınlar’ ile ‘Hakkárililer’in buluşması gerçekleşti. Hakkári’nin ileri gelenleri kentte meydana gelen olaylarda güvenlik güçlerinin yanlış tutumunun rol oynadığını söylediler ve ‘Giden Vali’yi eleştirdiler. ‘Gelen Vali’ hakkında ise umut verici açıklamalar yapıldı.

VE ŞEMDİNLİ

‘Aydın Heyeti’ni Şemdinli girişinde ellerindeki pankartlardan hazırlıklı oldukları anlaşılan bir grup vatandaş karşıladı. En dikkat çeken pankart, yerel giysili bir vatandaşın elindekiydi: ‘Aydının şavkı vurur Şemdinli’nin üstüne / Hoş gelmişsiniz başım üstüne’. Bir başka pankartta ise ‘Aydın aydınlatır’ yazıyordu. Karşılamaya gelen grup içinde yer alan bir isim ise son günlerde çok popülerdi. Bombalanan ‘Umut Kitabevi’nin sahibi Seferi Yılmaz, heyet üyelerine ‘İşte bombalanan kitapçı’ diye tanıtıldı.

UMUT KİTABEVİ

Şemdinli’de ilk durak Umut Kitabevi’ydi. Son günlerde ilçeye gelen heyetler tarafından

Yazının Devamını Oku

Vurdukça yükseliyor mu ne?

2 Aralık 2005
EY AKP’nin iktidarda kalmasından hiç de mutlu olmayanlar.<br><br>Ey AKP’ye gıcık olanlar. Ey AKP’nin bir an önce iktidarı kaybetmesini isteyenler.

Size ‘kötü bir haber’im var:

AKP’nin oyu düşmüyor, aksine artıyor.

Bundan önceki araştırmalarda olduğu gibi KAMAR’ın yaptığı son araştırmada da sonuç değişmiyor.

AKP’nin oyu artarken, anamuhalefet CHP’nin oyu azalıyor.

Ve işin tuhafı, ‘İşte alternatif’ diyebileceğimiz türden bir parti de ortada yok...

İşte sonuçlar:

AKP: 35.01, CHP: 13.26, MHP: 6.76, DYP: 5.87, SP: 5.1, DEHAP: 5.1, ANAP: 3.52, DİĞERLERİ: 3.1, KARARSIZLAR: 21.54.

***

Şimdi tekrar başa dönelim ve AKP’ye karşı ‘ödünsüz muhalefet’ sergileyenlere soralım:

Ülkede var olan ‘muhalefet potansiyeli’nin bir türlü oya dönüştürülememesinde bir gariplik yok mu?

Sakın sorun, AKP’ye ‘Normal merkez sağ parti’ muamelesi yapmak yerine, ‘karşı devrimci parti’ muamelesi yapmakta yatıyor olmasın?

Ve sakın yurttaşlarımız, AKP’nin bu muameleyi hak ettiği konusunda derin kuşkular taşıyor olmasın.

O halde 3 yıldır AKP’nin hep aynı yerlerine vurarak çıkış yolu bulamayanların, biraz da başka yerlere çalışması gerekmez mi?

Ve böyle buyurdu Deniz Baykal: Cumhurbaşkanı AKP’li olmamalı

SKYTURK’te Baykal’ı izliyoruz.

Baykal bizleri, ‘Cumhurbaşkanı’nın neden AKP’li olmaması gerektiği’ konusunda ikna etmeye çalışıyor.

Diyor ki:

‘Bunlar rejimle kavgalı. Yargıyla kavgalı. YÖK’le kavgalı. Cumhurbaşkanlığı makamı ise bu kavgaları kaldıramaz. O halde Cumhurbaşkanlığı makamına gelecek kişi, AKP’li olmamalı.’

Güzel...

Hiç değilse, ‘Bunların eşlerinin kıyafetleri o makam için pek uygun değil’ filan demiyor.

Ve fakat...

Bu söyledikleri de sorunlu...

Çünkü zihnimiz binbir sorunun pençesinde kıvranmaktan kurtulamıyor.

Mesela şu soru:

Eğer AKP’liler gerçekten de rejimle kavgalı iseler, onlara başbakanlığı, bakanlıkları niye verdik?

Yani onlara müthiş yetkilerle icra yetkisini neden tanıdık?

Ve başka bir soru:

Erdoğan’ın başbakan olmasında Baykal’ın bizatihi kendisinin katkısı yok muydu? Yani Baykal, ‘rejimle kavgalı bir ismin’ başbakanlığa taşınmasında katkı sunmamış mıydı?

Sorular bitmek bilmiyor:

Baykal’ın bu yaklaşımı nasıl hayata geçecek?

Ne yani?

AKP’liler şöyle mi diyecekler:

‘Bizim rejimle sorunumuz var. YÖK bizi istemiyor, yargıyla aramız iyi değil. Bizim yerimize halkımızdan oy alamayan ama rejim bekçiliği konusunda bizi sollayacak bir CHP’liyi Çankaya’ya çıkaralım.’

Baykal,
AKP’lilerden böyle bir yaklaşım mı bekliyor?

Yoksa Baykal kendini mi kandırıyor?
Yazının Devamını Oku

Kaç göç

1 Aralık 2005
İSLAM dininin iddiası şudur: <br><br>Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Yani... Bir şey İslam’a uygun ise aynı zamanda insanidir de...

O halde raconu keselim:

İslam adına yapılan şeyler, insanları irkiltmemelidir, yadırgatmamalıdır.

Ancak modern zamanlarda durum hiç de böyle olmadı.

Modern yaşam tarzına uyum sağlayamayan yeni İslamcılar, çıkar yolu içe kapanmakta buldular.

Mesela kadın-erkek ilişkilerini doğru dürüst düzenleyemediler.

Bulabildikleri ‘İslamcı formül’ şu oldu: Kaç göç... Yani kadın ve erkeği ayırmak.

Ancak bunun hem teknik olarak imkánsız olduğunu, hem de dinin ruhuna aykırı olduğunu anlayamadılar.

Kadın ve erkeğin temas kuramadığı bir toplum modelinin ne derece hastalıklı olabileceğini, gayri insani olabileceğini keşfedemediler.

Son zamanlarda türbanlı kadınların toplum içinde daha fazla yer almasıyla bu anlayış bir parça aşılabildi.

Ancak...

Ulaştırma Bakanı’nın eşinin ayrı masada yemek yerken çekilen fotoğrafı, o anlayışın tortularının hálá sürdüğünü gösteriyor.

Gamzedeyim

TANRIM!

Biz Brüksel’de kendimizi ‘Türkiye-AB ilişkileri’ne vurmuşken, burada bir büyük aşk tomurcuklanmış da haberimiz olmamış...

‘Overlokçu kızlarımızın bayıldığı’ iki ‘gamzeli’ yazarımız, yani Tuna ile İclal, tutmuşlar, tencerenin kapaklarını yuvarlayıvermişler.

Hadi o klişeyi ödünç alarak ifade edelim:

Aşka bir fırsat vermişler.

Yurdumuzun biricik ‘Sevgi kelebeği’ İclal, sevinçli bir telaş içinde yeni aşkını anlatırken şöyle diyor:

‘İkimizin de gamzeleri var. Ne güzel değil mi?’

Hadi gelin de ‘gam’ ile ‘gamze’ arasındaki ses benzerliğine kafayı takıp, Tatyos Efendi’nin o meşhur ‘Gamzedeyim deva bulmam / Garibim bir yuva bulmam’ şarkısını anımsamayın...

Ne diyelim?

Allah ‘iki cihan saadeti’ nasip etsin.

***

Ve fakat...

Aragon üstadımızın dediği gibi maalesef ‘Mutlu aşk yoktur’.

Ve bu şaşmaz ilke, İclal ile Tuna’nın aşkı için de geçerlidir.

Örnek olayımızda ‘mutluluk öldüren’ unsur, İclal’in eski kocası klip yönetmeni Kemal Başbuğ’dur.

Eski karısının yeni aşkına gıcık olan Kemal Bey, özellikle Tuna Kiremitçi’yi işkillendirecek tuhaf bir ‘saptama’ yapıyor.

Diyor ki:

‘İclal kuşları, böcekleri, herkesi seviyorum der hep. ‘Madem sen böyle bir kadındın, neden eşinden ayrıldın, neden elindeki adamı tutamadın’ derler insana.’

Tamam...

Kemal Bey’in eski karısı hakkında bu şekilde konuşması adaba aykırıdır.

Yine tamam...

Bir kadının ‘elindeki adamı tutmak’ gibi bir yükümlülüğü yoktur. Kemal Bey, bu konuda acayip feodal bir tutum takınmaktadır...

Ancak bütün bunlar, Kemal Bey’in ‘İclal olgusu’ hakkında yaptığı isabetli saptamayı es geçmemize neden olabilir mi?

Tabii ki olamaz.

Ne demiştik aylar önce: İclal’in kuşları, böcekleri, herkesi seviyorum diye etrafa yaydığı sevgi tomurcuklarında yapay bir hava var...

Ve işte bakın Kemal Bey de bizim dediğimize gelmiş durumda...

Aradaki fark şudur: Biz erken fark ettik, Kemal Bey ise geç...

Eh, o kadar fark olacak tabii... Ne de olsa aşkın gözü kördür.
Yazının Devamını Oku