24 Ekim 2005
Refahyol hükümetinin kurulduğu yani Erbakan’ın Başbakan olduğu günün akşamıydı...<br><br>Bütün dikkatlerin Erbakan’a çevrildiği günün akşamı. Erbakan, o kritik günde, bizim televizyon programımıza çıkacaktı.
Hazırlıklarımızı yaptık ve Balgat’taki konuta gittik.
Konuta ulaştığımızda tam bir sürprizle karşılaştık.
Erbakan, programa tek başına değil eşi, oğlu, kızları ve damadıyla birlikte çıkma kararı almıştı.
Peki neden böyle bir karar alınmıştı?
Bu sorunun yanıtını merak ettim ve programdan önce Erbakan’a sordum.
Verdiği yanıt şu oldu:
‘Yıllar önce Uğur Dündar benimle ‘İşte Hayatınız’ adlı bir program yapmıştı. O programın olumlu etkisi hálá sürüyor. O kadar çok kişi ‘Biz sizi böyle tanımıyorduk’ diye övgüde bulundu ki...’
Yani Erbakan, Başbakan olduğu günün akşamı, ailesiyle birlikte kameraların karşısına çıkarak, ‘siyasetçi Erbakan’ın değil, ‘insan Erbakan’ın fotoğrafını vermek istiyordu.
Ancak bizim programdan Erbakan’ın istediği türden bir sonuç çıkmadı. Çünkü:
Erbakan, başbakanlık koltuğuna oturduğunda, uzun bir dönemdir devam eden ‘Laik-İslamcı’ gerilimi de en üst noktaya ulaşmıştı.
‘Meydan okuma’ üzerine kurulu siyaset anlayışı o kadar içselleştirilmişti ki, toplumun ortak noktalarına vurgu yapma imkanı ortadan kalkmıştı.
İşte bu yüzden o akşamın mesajları, arzu edilenin aksine, ‘insani’ olmaktan ziyade ‘siyasi’ oldu.
***
O akşam Nermin Erbakan’a dikkat kesilmiştim.
Tedirginlik içinde sorularımızı yanıtlıyordu.
Dikkat ettim:
Gündelik hayattan, yemek içmekten, dostluklardan söz etmek yerine siyasetten konuşmayı tercih ediyordu.
Resmi bir havası vardı.
Aşırı ciddiydi.
Ve gülmüyordu.
‘First lady olmak’ ile ilgili ‘ortamı yumuşatıcı’ sorularımızı geçiştiriyor, konuyu hep ‘dava’ya getiriyordu.
O akşam aklıma ‘Odalar Birliği Başkanı Erbakan’ın modern görünümlü sekreteri Nermin Hanım’ olgusunu filan getirmiştim.
Ama o olguyu soru haline dönüştürüp gündeme getiremedim. ‘Nasıl değiştiniz?’ filan diye sorular soramadım.
Dedim ya:
O zaman başka bir zamandı.
***
Ölüm haberini ilk duyduğumda gözümün önüne, hayatımda ilk ve tek kez, o televizyon programında karşılaştığım ‘dava delisi’ Nermin Hanım geldi.
Necmettin Erbakan gibi müthiş başat bir karakterin eşi olmuş, ona biat etmiş ve tüm dünyasını onun etkisiyle dönüştürmüş bir kadın...
Erbakan’la birlikte yaşadı, Erbakan’la birlikte dönüştü, Erbakan’la birlikte alaya alındı, Erbakan’la birlikte yükseldi, Erbakan’la birlikte düşüşü gördü.
Ama şundan eminim:
Bilinç kazanma dönemi, belki eş durumundan başlamıştır ama sonrası onun iradesiyle oluşmuştur.
Neyse... Biz en iyisi ‘Allah rahmet etsin’ diyelim ve onu hayırla analım.
Lider eşleri ne kadar politik
RAHŞAN ECEVİT: Politika ile gündelik hayat arasında ayrımın kalmadığı bir yerdedir. Bu yönüyle Nermin Erbakan’a benzer. Ecevit’in, taziye için Erbakan’ı ilk ziyaret eden siyasetçi olması bu açıdan şaşırtıcı değil.
NAZMİYE DEMİREL: Politikaya uzak, Demirel’e yakındır.
SEMRA ÖZAL: Politikanın teorik çerçevesinden ne kadar uzaksa, pratik çerçevesine o kadar yakındır.
BERNA YILMAZ: Politika yapmak yerine eşinin politik çizgisine uygun bir vizyon oluşturmak konusunda mahirdir.
EMİNE ERDOĞAN: Apolitik değil ama politika dışı alanla da yeterince ilgileniyor. Hem eşinin politik çizgisini içselleştirmiş, hem de ‘eşine yardımcı eş’ görüntüsü veriyor.
OLCAY BAYKAL: Görünür olmaktan o kadar uzak ki, bu gizemli hal nedeniyle şu iki yorumu da yapabiliriz: ‘Acayip politik’ de olabilir, ‘fevkalade apolitik’ de...
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2005
RAMAZAN Toprak adlı AKP milletvekili, çok önemli bilimsel bir gezi için Almanya’ya gitmiş. Gezinin amacı şuymuş:
ATOM düzeyinde yeni üretim biçimlerinin şekillendirildiği ‘nano teknoloji’ alanındaki son gelişmeleri incelemek...
Ramazan Toprak Bey, yaptığı incelemeler sonunda, insanlığın teknoloji alanında nerelere ulaştığını yakından görmüş ve tabii durumdan acayip etkilenmiş.
Herhalde ‘Gávurlar yapıyor abi’ filan diye bir tepki de koymuştur, artık orasını bilemiyorum.
* * *
Bu acayip bilimsel gezinin ardından Ramazan Toprak, Münih’te Goethe Otel’de Türk sivil toplum temsilcileriyle bir görüşme yapmış.
Konu Türkiye’deki ‘Rektörler ayaklanması’na gelmiş.
‘Bizimki’, burada yaptığı ‘aydınlatıcı’ konuşmada şunları söylemiş:
‘Yüz rektör Van’a yürüyecekmiş. Ermenilerin göz diktiği Van’a biz Ermeni kökenli Yücel Aşkın’ı rektör atıyoruz...’
Bu arada AKP Isparta Milletvekili Emin Bilgiç de üniversitelerde bilim yerine siyaset üretildiği saptamasını yaptıktan sonra şunları söylemiş:
‘Hiçbir devlet üniversitesinde geleceğin teknolojisi olarak görülen nano çalışması yok. YÖK ve rektörler bilimsel üretim yerine Van’a giderek bağımsız yargı üzerinde baskı oluşturma gayreti içinde.’
Emin Bilgiç haklı.
Gerçekten de bizim üniversitelerimizde ‘nano teknoloji’yle filan ilgilenilmez.
Fakat bunun tek sorumlusu YÖK ve rektörler midir?
Şu sorunun yanıtını verelim:
Parlamentosunda köken avcılığı yapan milletvekillerinin bulunduğu bir ülkenin üniversitesinden ne beklenir ki?
Ne yani?
Bir milletvekili, bir rektör için ‘Ermeni kökenli’ diyecek...
Ya da...
YÖK Başkanı çıkıp ‘Rektörü savunmak cumhuriyeti savunmaktır’ diye tuhaf tepkiler ortaya koyacak...
Ve böyle bir ortamdan ‘atom düzeyinde yeni üretim biçimlerinin şekillendirildiği ‘nano teknoloji’ alanında gelişme’ filan çıkacak.
Ne demişti İsmet Paşa?
‘Hadi canım sen de.’
Karısına kafa atan DOÇENT
HAYIR, hayır... Doçent Deniz Gökçe’nin karısına kafa atmasıyla, İbrahim Tatlıses Bey’in vukuatları arasında bir kıyaslama yapıp, ‘Doçentler de karılarını dövüyor birader. Demek ki meselenin eğitimle bir ilgisi yokmuş’ tarzında demode bir saptama yapmayacağım.
Ya da...
Bu trajik olaydan yola çıkıp sözü, Tatlıses’in, ‘Kadınlar... Bizim kadınlarımız... Yemek tuzlu olduğunda tabağı kafasına fırlattığımız kadınlarımız...’ diye döktürdüğü o hisli makalesine getirip, Deniz Gökçe Bey’den de ‘Kadınlar... İcabında kafa attığımız kadınlar... Bizim kadınlarımız’ diye makale yazmasını istemeyeceğim.
Yani olayı makaraya sarmayacağım.
Bunların yerine sadece bir bilgiyi aktarmakla yetineceğim:
Efendim, iktisat doçenti ve aynı zamanda spor yorumcusu olan Deniz Gökçe Bey, ‘Eurobasket 2001’ finallerini izlerken, bir fotoğrafçıya kafa atmış.
Aşağıdaki satırlar, olaya tanık olan Emre Alkış’ın 2001 yılında kaleme aldığı ‘İzlenimler’den alıntılanmıştır:
‘Deniz Gökçe, Almanya maçının sonlarına doğru, önünde bir poz çekmek için ayaklanan fotoğrafçıya diklendi. Bir sonraki enstantanede ise ekonomi profesörü unvanlı bu ‘spor adamı’nın, fotoğrafçıya kafa attığını gördüm!’
Yani?
Deniz Bey’in ‘Kafa atarak can acıtmak’ gibi bir hobisinin olduğu saptamasını yapabilirmişiz gibi geldi bana.
Siz ne dersiniz?
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2005
BUGÜN Gazetesi köşe yazarı İbrahim Tatlıses, bir güzel hislenmiş ve tutmuş ‘Kadınlarımız’ı anlatmış. Hem de ne anlatma!
Bir ‘zihniyet’, Názım Usta’nın ‘Kuvayı Milliye Destanı’ndaki ‘Kadınlarımız’ bölümünü okuyup, ‘Ulan! Şair ne de güzel anlatmış. Yetim miyim? Öksüz müyüm? Ben niye bizim kadınlarımızı anlatamıyorum ki?’ filan diyerek, neleri yazabilirse onları yazmış.
Yüreğiniz kaldırabilirse, mideniz tutmazsa.
Lütfen, tamamı korkunç yazıdan şu küçük bölüme bir göz atıverin:
‘Kadınlarımız... Yemek tuzlu olduğunda tabağı kafasına fırlattığımız kadınlarımız... Dışarıda kızgınlığımızı atamadığımız zaman eve gelince kendilerine patladığımız kadınlarımız... Hıncımızı onlardan aldığımız, icabında dövdüğümüz, sövdüğümüz kadınlarımız... Hevesimizi aldıktan sonra türlü bahaneler uydurup tek celsede boşadığımız kadınlarımız... Kadınlar, bizim kadınlarımız.’
Nasıl buldunuz?
Özellikle ‘İcabında dövdüğümüz’ cümlesini okuduğunuzda, ‘Tatlıses’in dövdüğü kadınlar’ sizin de gözünüzün önünden resmi geçit yaptı mı?
Gözü morarmış Perihan Savaş’ı anımsadınız mı?
Havaalanında sıkıştırılan Asena’yı?
Ve siz de benim gibi, ‘Allah Allah bu nasıl hislenmek’ diye haykırdınız mı?
Yoksa...
‘Seviyoruz ulan! Seviyoruz işte’ diye haykırdıktan sonra sevdiği kadını öldüresiye döven, ‘pek hisli’ adamları mı aklınıza getirdiniz?
Benim anlam veremediğim çelişki şuradadır:
Her türlü kötülüğü yapabilen bir adam, nasıl oluyor da, dinlediği ‘uzun hava’nın daha ilk nağmelerinde gözyaşlarına boğulabiliyor?
Neyse... İşin bu yönünü daha fazla kurcalamayalım.
Ve şu hükmü vererek, bu hiç de eğlenceli olmayan konuya noktayı koyalım:
Magandalığa meşruiyet kazandırmaya yönelik sözde felsefi ve edebi ataklara geçit vermeyelim.
Oyuna gelmeyelim.
Bunun Orhan Pamuk’la bir ilgisi yok
1964 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Jean Paul Sartre, ‘yazar bağımsızlığı’nı koruma adına ödülü almayı kabul etmedi.
Nobel güzellemelerinin yapıldığı şu günlerde Nobel’i elinin tersiyle iten bir filozoftan söz etmek insana rahatlık veriyor.
Tabii onun şu sözünü kayda geçirmeden de edemiyoruz:
‘Hayatta yapılacak o kadar çok hata var ki, aynı hatayı yapmakta ısrar etmenin bir anlamı yoktur.’
Yargı neden susuyor?
BİR hukuk hocası olan YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç, aynen şöyle diyor:
‘Van Üniversitesi Rektörü, siyasi baskılar sonucu tutuklanmıştır. Rektörü savunmak laikliği ve cumhuriyeti savunmaktır.’
Bu açıklamanın neyi ima ettiğini açıkça ortaya koyalım da durumun vahameti anlaşılsın.
Teziç şunları demek istiyor:
- Rektör’ü tutuklayın diyen savcı, siyasi baskı altındadır.
- Tutuklamaya itirazı kabul etmeyen mahkeme, bağımsız değildir, hükümetin emrindedir.
- Hem savcı, hem de mahkeme laik cumhuriyet karşıtı akımların etkisi altındadır.
Bence bu çok ağır suçlamaların hedefi, sanıldığının aksine, siyasi iktidar değil, yargıdır.
Ve işte bu nedenle şimdi konuşması gereken hükümet yetkilileri değil, yargı mensuplarıdır.
Yargının tepesindekiler, iki şeyden birini yapmalıdır:
Ya YÖK Başkanı’na karşı çıkıp ‘Yargı bağımsızlığına gölge düşürülemez’ diye gürlemelidir, ya da ‘Evet, baskı altındayız’ demelidir.
Unutulmamalı:
Her şeyin başı yargıya duyulan güvendir ve o güven yitirilirse dirlik düzenlik kalmaz.
Yazının Devamını Oku 20 Ekim 2005
BAĞIRSAK enfeksiyonu tanısıyla hastaneye kaldırılan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, hastaneden taburcu edildi.<BR><BR>Kendilerine can-ı gönülden ‘geçmiş olsun’ diyoruz. Ve tabii hemen ekliyoruz:
Aman sayın bakan... Lütfen kendinize dikkat ediniz.
Daha toplanacak o kadar çok vergi, babalar gibi satılacak o kadar çok zararda devlet malı ve posta konacak o kadar çok muhalif var ki...
Hem unutmayınız:
Madem doktorlarınız, ‘Oruç tutmanız sakıncalı’ diyorlar, o halde tutmayabilirsiniz.
Endişelenmeyiniz: Bu fetvanın patenti Zekeriya Beyaz’a ait değildir. Ciddi ilahiyatçılar da benzer görüşler ileri sürmektedir.
***
Madem bakana ‘Geçmiş olsun’ diyerek insanlık görevimizi hakkıyla yerine getirdik, o halde asıl önemli konuya dalabiliriz:
Efendim, konumuz, Ahsen Hanım’ın, eşi Kemal Bey’e karşı hissettiklerinin sorgulanmasıdır.
Sakın, ‘Ne ayıp! Kardeşim sana ne?’ filan diyerek ahlakçı bir pozisyon almayın.
Zira canlı yayında, kameralar karşısında haykırılan hisler, artık bir parça ‘kamu malı’ haline gelmiştir ve üzerinde yorum yapma hakkı doğmuştur.
Biz de bu hakkımızı kullanıyoruz.
Ana haber bültenlerinde ‘Love story’ eşliğinde defalarca gösterilen o görüntüleri mutlaka görmüşsünüzdür.
Hani Bakan Unakıtan, ‘Tedavim süresince beni hiç yalnız bırakmayan eşime teşekkür ediyorum’ demiş, o ana kadar gözyaşları içinde Kemal Bey’i dinlemekle yetinen Ahsen Hanım, birden en aşkın taşkın haliyle bakana arkadan sarılmış ve kameralara dönüp aşkını tüm dünyaya ilan etmişti ya...
İşte o görüntülerden söz ediyorum.
***
Ben aslında politikanın aşırı ciddi ve kontrollü koridorlarında dolaşmaktan feci sıkılanlardanım.
Bu yüzden asık yüzlü ‘formel hava’yı bozanlara, arıza çıkaranlara bayılırım.
Ve fakat...
Ahsen Hanım’ın tutumu, bende bu duyguyu yaratmadı.
Neden mi?
Çünkü Ahsen Hanım, kameraları kolaçan ettikten sonra aşkını aynen şu cümleyle ifade etti:
‘Seni çok seviyoruz Sayın Bakan.’
Dikkatinizi çekiyorum: Duygularınız en üst seviyeye çıkmış. Kuralları filan takmadan basın açıklaması yapan eşinize sarılıyorsunuz. Kameralar karşısında gözyaşı dökmekten kendinizi alamıyorsunuz. Yani... Aşıp taşmışsınız.
Ama böyle bir halet-i ruhiye içinde bile eşinize ‘Seni seviyorum Kemal’ filan demek yerine ‘Sayın Bakan’ diye hitap etmeyi atlamıyorsunuz.
Şundan eminim: Kemal Unakıtan, ‘genel müdür’ olsaydı, Ahsen Hanım ‘Seni seviyorum sayın genel müdür’ diyecekti. Olay bu kadar tuhaftır yani.
Kıssadan hisse şudur:
Bir aşk, eğer maşukun makam ve mevkisini unutturursa gerçek aşktır.
Rektör tutuklamaya benim de itirazım var
TAMAM... YÖK denilen kurum, kurulduğu günden beri nice öğretim üyesini, nice öğrenciyi yargısız infazdan geçirmiştir. Sorgusuz sualsiz işine son verilen, ocağı karartılan nice hoca tanırız.
Yine tamam... Bugün hak, hukuk, adalet diye ortalığı ayağa kaldıranlar, dün başkalarının hak ve hukukunu çiğnemekten kaçınmamışlardır.
Ancak...
Bu gerçeklere rağmen, bir üniversite rektörünün yaka paça gözaltına alınıp tutuklanmasındaki sakatlığı görmezlikten mi geleceğiz?
‘Dün biz çektik, bugün de onlar çeksin’ duygusuna kapılanları sarsmak ve şunu hatırlatmak istiyorum: Hani mağdura kimlik sorulmazdı?
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2005
DİKKAT! Dikkat!<br><br>‘Yazarınız ‘Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın düzenlediği iftar davetine katılmıştır.’ Tam olarak açıklayıcı olmadı değil mi?
O halde cümleyi şöyle kuralım:
‘Yazarınız ‘Fethullah Gülen Cemaati’nin Hilton Oteli’nde düzenlediği iftara katılmıştır.’
Herhalde şimdi oldu. O halde konuya dalabiliriz:
Yazarınızın elinde, ‘Yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat’ diyecekler için tuttuğu enteresan notlar bulunmaktadır.
Arz olunur:
***
BİR: İftar davetinin verildiği geniş salonun duvarlarında eğitim ve öğretimin önemini anlatan hadislerin yanı sıra Atatürk’ün ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ özdeyişinin yazılı olduğu pankartlar da bulunmaktaydı. Aklıma ‘Bu bir yenilik mi? Yoksa önceki davetlerde de benzer pankartlar var mıydı?’ sorusu geldi ama ‘çıkıntılık’ yapmamak için kimseye bir şey sormadım.
İKİ: Protokoldeki davetlilere bakınca gayri ihtiyari şu saptamayı yaptım: ‘Bunun adı yapay çeşitliliktir.’ Mesela Hahambaşı, İstanbul Müftüsü ile dengelenmişti. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı protokoldeydi ama işte en ateşli ‘Kuvvacı’ Sinan Aygün de oradaydı. AKP kanadından önemli isimler gelmişti ama Saadet Lideri Recai Kutan da ihmal edilmemişti. DYP Lideri Mehmet Ağar da oradaydı, Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen de.
ÜÇ: TBMM Başkanı Bülent Arınç, iftar davetinin onur konuğuydu. Hakkında yazdığım iki olumsuz yazıdan sonra beni defterinden sildiğini düşündüğüm Arınç ile bir ara karşı karşıya geldik. Elimi sevecen bir şekilde sıktıktan sonra hızla yanımdan uzaklaştı. Bu bir ‘barıştık’ işareti miydi, yoksa ‘zorunlu nezaket’ mi, tam olarak anlayamadım.
DÖRT: Gülen Cemaati’nin dünyanın dört bir yanında açtığı Türk okullarında öğrenim gören gençler, iftar davetinde küçük bir resmi geçit yaptılar. İtiraf etmeliyim ki bu bölüm etkileyiciydi. Türkçe konuşan Nijeryalı genç, ‘Bu okullar Afrika’nın kara talihini yenecek’ dedi. Bir Rus delikanlısı ise Türk okullarına yönelik eleştirileri yanıtladı. Hem de mükemmel bir Türkçe ile...
BEŞ: Durumdan etkilenen ATO’nun ‘kızıl elmacı’ başkanı Sinan Aygün, kürsüye geldiğinde şu saptamayı yaptı: ‘Bir çılgın Türk inanılmazı başarmış ve bütün bu okulları açmış. Kutluyorum.’ Aygün’ün Fethullah Gülen’i ‘çılgın Türk’ ilan etmesi, salonda bulunanların hoşuna gitti. Ama bakalım Aygün’ün doğal müttefiklerinin hoşuna gidecek mi?
ALTI: İftar davetinde Fethullah Gülen vurgusu pek fazla yapılmadı. Ama buna rağmen herkesin aklında o vardı. 10 yıllık emeğin sonuçları sunulurken duygulananlar, biraz da ‘gurbetteki Gülen’ için gözyaşı döktüler.
YEDİ: İftar davetinde en az iki masa ‘sanat dünyası’ndan isimlere ayrılmıştı. Bir zamanların ‘Prestij Ailesi’ni çağrıştıran ‘İskender Ulus ve dostları’ masalardan birindeydi: Zara, İbrahim Erkal filan. Bir başka masada ise epey yaşlanmış Serdar Gökhan ile bir zamanların yıldız ismi Fatma Belgen göze çarpıyordu.
SEKİZ: Diğer masalar ise Anadolu’nun dört bir yanından gelen ve yaptıkları yardımlarla adı bile bilinmeyen ülkelerde açılan okulları ayakta tutan tüccarlarla doluydu. Sanırım onlar da bu davetin ardından ‘Daha fazla yardım’ için gaza geldiler.
Beş yıldızlı otel iftarları
EĞER siz de ‘Milletimiz açken beş yıldızlı otellerde iftar yapıyorlar’ filan diyenlerdenseniz, lütfen bu görüşünüzü revize ediniz.
Çünkü tecrübeyle sabittir ki beş yıldızlı otellerde düzenlenen iftar davetleri, bazen bir ‘zulüm aracı’ haline gelmektedir.
Gülen Cemaati’nin Hilton’da verdiği iftar davetinde yaşananları anlatalım da ne demek istediğimiz anlaşılsın:
Ezan okunduktan en az 15 dakika sonra önümüze sıcak mı soğuk mu olduğu konusunda karara varamadığımız bir çorba geldi.
Çorba bittikten tam bir saat sonra ise beş yüz kişi için hazırlanmış, yani fabrikasyon, yani içine ‘sevgi’ katılmamış ana yemekle tanıştık.
Ana yemek biteli bir buçuk saat geçtiği halde sıra tatlı faslına gelemedi.
Sonuç şudur:
Beş yıldızlı otelde iftar yapacağım diye sinirlerinizi germektense herhangi bir belediyenin iftar çadırına gidin daha iyi! Hem ‘halkın arasına karışmış’ olursunuz, hem de ‘Beş yıldızlı otelde iftar yapıyor’ diye adınız çıkmaz.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2005
PAROLA VATAN: <br><br>Sanki siyah/beyaz bir Türk filmindeyiz. Ayhan Işık, İngiliz Kemal rolünde. Ve bizim ‘İngiliz Kemal’imiz, bir tren yolculuğunda Mata Hari’yi çağrıştıran güzel ve -ille de- sarışın kadın ajanı kafalamış... Ne yalan söyleyeyim: Attila İlhan’ın ölümünün ardından sıkça söylenen ‘Parola vatan, işareti namus / O yoksa sen yoksun; biz yokuz’ dizeleri bende sadece bir İngiliz Kemal filmi etkisi bırakıyor. Neden acaba?
ORHAN KEMAL OKUMAK:
Unutmayın: Elimizin altında yoksulluk hallerini en az John Steinbeck kadar, açlık meselesini en az Knut Hamsun kadar iyi yazan bir romancımız var. Eğer çırçır fabrikalarında ezilenleri, bu topraklardaki sınıf atlama özlemlerini, DP döneminin ortaya çıkardığı üç kağıtçı tiplerini ve yarım ekmek arasına helva koyun yiyen ameleleri, sıcacık bir üslupla okumak istiyorsanız, işte Orhan Kemal orada duruyor. ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ ile ‘Avare Yıllar’ı bir kez daha okuyan yazarınız, size de hararetle tavsiye eder.
ERKAN MUMCU:
Erkan Mumcu grup kurdu. Böylece ANAVATAN, Meclis’te üçüncü parti oldu. Ne diyelim? Hayırlı ve de uğurlu olsun. Ama nedense bana sağdan soldan derlenip toparlanarak oluşturulmuş bu grup, bir süre sonra dağılacakmış gibi geliyor. Çünkü ‘Bir kere ihanet eden yine ihanet eder’ sözüne iman etmişimdir.
SAVAŞ TANRISI:
Hava soğudu. Yaz olunca kendini denizin kıyısına vuran şehrin insanı soğuk havalarda sinemalara saklanır. Biz de öyle yaptık ve kendimizi ‘Savaş Tanrısı’ filmine attık. ‘Silah ticareti çok kötü bir şeydir, savaşları körükler’ gibi feci demode ve sıkıcı bir mesajın bir filme ne denli başarıyla yedirildiğinin farkına vardık. Yani pişman olmadık.
YAZ TATLISES YAZ:
Bugün gazetesinde köşe yazarlığına soyunan İbrahim Tatlıses’in yazılarını, Cengiz Çandar ve Gülay Göktürk gibi imzaların arasında okurken bir tuhaf olduğumu itiraf etmeliyim. İlk iki yazısında cevap hakkını kullanan ‘İmparator’, bakalım ne zaman memleket meselelerine eğilecek? Şöyle bir şey hayal ediyorum: İbo sıkı bir Saddamcı çıksın ve Cengiz Abi’yle polemiğe tutuşsun. Vallahi tadından yenmez...
Güzel ve çirkin
GÜZEL: Mahyalarda ‘Hoş geldin ya şehr-i ramazan’ tarzı klasik ibareleri görmeye alışığız ya... Süleymaniye Camii’ndeki mahyada ‘Ey oruç! Tut bizi’ yazdığını görünce şaşırdım. İlk bakışta ‘Git kendini sevdirmeden’ tarzı bir cümle gibi geldi bana. Sonra ‘Tuna Kiremitçi mahya yazarlığına soyunmuş olamaz’ diye düşündüm ve bu seçeneğin üstünü çizdim. Ama sonunda ‘Ey oruç! Tut bizi’ sözünün hikmetini kavrar gibi oldum. Galiba ‘oruç tutmak’ ile ‘iradeye hakim olmak’ arasındaki bağlantıya işaret ediliyordu. ‘Ey Oruç! Lütfen beni tut da günah işlemeyeyim’ gibi bir anlamı vardı bu sözün. Bir tür ‘Tılsımım! Koru beni’ tadında bir söz... Güzeldi yani.
ÇİRKİN: Şunu çok iyi anlamış bulunmaktayım: Sultanahmet Meydanı’nı panayır yerine çeviren zihniyete karşı verdiğimiz mücadelede yenik düşmeye mahkumuz. Çünkü biz, ‘Kardeşim, tarihi Sultanahmet Meydanı’nı sucuk ve tantuni kokusuna boğdunuz! Ayıptır, yazıktır, günahtır’ filan dedikçe, karşımızdaki zihniyet ‘Ne var bunda! İşte mis gibi ekmek içi sucuk sattırıyoruz. Halkımız da ucuzundan karnını doyuruyor’ yanıtını geliştiriyor. Şimdi gelin de bu zihniyete ‘Atalarımızın incelmiş zevklerinden’ ya da ‘Sultanahmet Meydanı’nın anlamından’ filan söz ederek derdinizi anlatmaya çalışın. Sonuç almanız imkansızdır. O halde hep birlikte bir büyük ‘zihniyet devrimi’nin gerçekleşmesini bekleyelim. Tabi o zamana kadar sucuk isi, Sultanahmet’i boğmazsa...
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2005
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in, ‘Tayyip Erdoğan bir kadını dansa kaldırabilir mi? Böyle çağdaş parti lideri olur mu?’ şeklindeki çıkışı hálá gündemimizde. O kadim ‘çağdaşlık’ tartışmasını yeniden hortlatan Öymen’in bu açıklaması, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da topa girmesiyle farklı bir boyut kazandı.
Erdoğan olaya ‘Peki siz horon tepebilir misiniz?’ yanıtıyla girdi.
Böylece...
Çağdaşlık ve halkçılık meselesi, bir kez daha şekle indirgenmiş oldu.
Ortaya çıkan durum şudur:
Taraflardan birine göre, bir kadını dansa kaldırmayı başarırsan çağdaş olmaya hak kazanmış olursun.
Diğer tarafa göre ise, horon tepmeyi beceremezsen asla halkçı olamazsın.
Demek ki neymiş:
Dans et, çağdaş ol!
Horon tep, halkçı ol!
* * *
İşte tam bu noktada Deniz Baykal’ın durumuna bakmakta yarar var.
CNN Türk’te, ‘Tarafsız Bölge’de Baykal’a şu soruyu sordum:
‘Sayın Baykal, dans ve horon üzerinden bir tartışma yapılıyor. Siz hangisinden yanasınız? Dans mı horon mu?’
Cevap benim açımdan şaşırtıcıydı:
‘Ben vücut kullanımına dayalı eğlence türlerine kendini yabancı hissedenlerdenim. Ne dans edebilirim ne de horon tepebilirim.’
Sonra işin mahiyetini de öğrendim:
Meğer Baykal, bu zamana kadar hiç dans etmemiş.
Türk halk oyunlarından da hiç anlamazmış.
Dahası...
Ne zaman dans etmesini gerektirecek bir ortama düşse acayip gerilirmiş ve işin içinden sıyrılmanın yollarını ararmış.
Ne diyelim?
İyi ki Baykal’ın böyle bir fobisi var.
Aksi takdirde şekil şartların tek belirleyici olmadığını nasıl idrak edecektik?
‘The İmam’ filmine küçük bir itiraz
KÖYDE Müslümanlık kolaydır.
Çünkü köyde, günah işleme koşulları sınırlıdır.
Sıkıcı ve bezgin köy hayatında, entrikalar bile basit ve tekdüzedir.
Ama şehir, öyle değildir.
Her köşesinden ‘günaha çağrı’nın yankılandığı şehirde, Müslümanlığın gereklerini yerine getirmek her babayiğidin yapacağı iş değildir.
İşte bu yüzden...
Dini hayat eksenli gerilimlere işaret etmek amacı taşıyan bir filmin, köyde değil de şehirde geçmesi beklenirdi.
Keşke ‘The İmam’ filmi, köy hayatını anlatma kolaycılığına kaçmak yerine, şehir hayatını anlatmayı deneseydi.
Keşke filmin asıl derdi, şehirde kendini gizlemek zorunda kalan imam hatiplinin, iki dünya arasındaki sıkışmışlığını anlatmak olsaydı.
Neyse...
Belki bu filmin gördüğü ilgi üzerine ‘The İmam 2’ çekilir de biz de muradımıza ereriz.
Sen ne talihsiz bakansın Atilla Abi
ATTİLÁ İlhan’ın cenaze töreninde protesto edilen Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, ertesi gün, belki de biraz moral bulmak amacıyla Cihangir’deki Orhan Kemal Müzesi’ni ziyarete gidince orada da küçük bir protestoyla karşılaşmasın mı?
Uzaktan izleme fırsatını bulduğum olay şöyle gelişti:
Bakanın makam arabasına yer açılsın diye arabası çekilen bir kadın, ortalığı birbirine kattı.
Kameraların önünde yaklaşık 20 dakika süren protesto, Bakan Koç’un olaya müdahale etmesiyle son buldu.
Ve bize de şunu söylemek düştü:
Sen ne talihsiz bakanımızsın Atilla Abi...
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2005
TAM da ‘Yahu Yaşar Nuri Hoca nerede? Neden meydan sadece Zekeriya Beyaz’a kaldı?’ filan diye sayıklıyorduk ki... Yaşar Nuri Hoca’dan ses gelmesin mi?
Halkımızı yükseltmek amacıyla demir çarıklarını giyip kendisini Anadolu yollarına vuran Hocamız, partisinin düzenlediği bir toplantıda açmış ağzını yummuş gözünü...
Hocamız, İstanbul işgal altındayken Bizans’ın ünlü din adamlarının ‘meleklerin cinsiyeti’ne dair hararetli tartışmalar yaptıklarını anımsatmış.
Yani...
‘Türkiye işgal altındayken ‘cinsel ilişkiyle oruç açılır mı’ tartışması yapılmaz’ demeye getirmiş.
Kendisine sadece şunu söylemek isterim:
İyi de hocam, siz ‘Ayşe Özgün / her gün’ tarzı programlarda, ‘Sayın hocam, acaba sakız çiğnemek orucu bozar mı?’ türünden ‘tuhaf’ sorulara verdiğiniz cevaplarla meşhur olmadınız mı?
Çok değil iki sene öncesine kadar televizyon programlarında ilmihal bilginizi konuşturmuyor muydunuz?
Ne yani...
Memleketimiz, iki sene öncesine kadar fevkalade bağımsız ve de acayip anti-emperyalistti de, sizin siyasete girmenizle birlikte mi işgal altına giriverdi?
Cenaze töreninde yuh sesleri
NE yani...
Attilá İlhan ‘Ulusalcılık’ adı verilen ideolojinin dar kalıpları içine mi sıkıştırılacak?
‘Ülkücü-ulusalcı solcu’ birlikteliğinin onu anmaya hakkı olacak da, o ideolojiye sahip çıkmayanların hakkı olmayacak mı?
Şiirlerini ezbere bildiğimiz şairimizi, ‘Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmelidir’ dediğimiz için anamayacak mıyız?
Attilá İlhan’ı, dar ideolojik kalıpların içine yerleştirip, sadece o yönüyle tanıtma gayretiyle ne amaçlanıyor?
Şairin cenazesinden ideolojik atılım mı çıkarılmak isteniyor?
Unutmayın: ‘An Gelir’, ‘Lili Marlen Türküsü’ gibi Attilá İlhan şiirlerini, yeniden tedavüle sokan isim Ahmet Kaya idi.
Ve yine unutmayın: Attilá İlhan, İslamcısından solcusuna, romantiğinden gerçekçisine, liberalinden milliyetçisine, solcusundan muhafazakárına herkesin şairiydi.
Hülya Avşar’a dair kişisel gözlemler
BİR: Kim ne derse desin Hülya Avşar, Türkiye’nin elektrik yaratmayı başaran ender yıldızlarındandır. Tutarlılık arayışında acayip titizlenen adamların bile onun görüşlerini ciddiye almalarının temel nedeni, işte bu elektrik yaratma olayıdır.
İKİ: Dünyanın her yerinde starlar, kameralardan nefret ettiklerini kanıtlama peşinde yarışıp, buradan bir ‘cool’ duruş çıkarmaya çalışırken, Hülya Avşar kameralar önünde yaşamaktan fevkalade memnun olduğunu söyleyecek kadar açık sözlüdür. İşte bu ‘küçük hesapsızlık’ Avşar’ı farklı kılmaktadır.
ÜÇ: Küçük hesapsızlıkların arasına sıkıştırılmış müthiş stratejik büyük hesapları da es geçmemeliyiz. Attığı büyük adımların nelere yol açacağını öğrenmiştir. Yani küçük adımlarda hesapsız, büyük adımlarda ise acayip hesaplıdır.
DÖRT: Kendi deneyimlerinden yola çıkarak bir yaşam felsefesi geliştirir. ‘Erkek aldatır, önemli olan çaktırmamak’ der. Bu tezin kabul edilemez olduğunun farkındadır. Ama değil mi ki sadakatsizlik almış başını gitmiştir. Değil mi ki bu herkesin derdidir. O halde bunu söylemenin sakıncası yoktur. Çünkü Hülya Avşar, empati hissi yaratmada da fena halde ustadır.
BEŞ: ‘Flörte yakın durmak’ ile ‘star olmak’ arasındaki büyülü ilişkiyi kavramıştır. Bu açıdan fark yaratmaktadır.
ALTI: Bir insana zekánın ve aklın yeteceğine iman etmiştir. Birikimle ilgili sorunlarını, telafi edilebilir bulmaktadır. Ama bütün arıza, zekánın ve aklın yetmediği yerlerde çıkmaktadır. Belki de bu yüzden ‘Herkesin sevgilisi Türkan Şoray’ olmak yerine ya çok sevilen, ya da nefret edilen olmayı tercih etmiştir.
YEDİ: Başat bir karakterdir. Bu yüzden yanındayken, o sıkıcı ve kahredici ‘derin sessizlikler’ oluşmamaktadır. Yani... Sirayet edici bir rahatlık duygusu aşılamayı başarmaktadır.
Yazının Devamını Oku