30 Kasım 2005
<b>BRÜKSEL</b><br>ORGANİZASYONUNU TOBB’un yaptığı ‘Brüksel çıkarması’nı, ‘Patron işçi el ele / Avrupa Birliği’ne’ diye özetlemek mümkün. Düşünsenize: Patron kanadından TOBB ve TİSK’in başkanları, yanlarına işçi kanadından Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’in başkanlarını almışlar, Brüksel’de AB hedefimiz için kulis atıyorlar. Adının önünde ‘Devrimci’ sözcüğünün bulunduğu işçi sendikasının lideri, AB ile ilgili tüm kaygılarını terk etmiş durumda ve canla başla bizi AB’ye sokmak için uğraşıyor. Dahası memleketin en milliyetçi memur sendikası olan Kamu-Sen’in başkanı da burada. O da arıza çıkarmadan, yani itirazsız bir şekilde hedefe kilitlenmiş durumda... Bu görüntünün keyfini en fazla çıkaran isimler ise TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile TİSK Başkanı Tuğrul Kudatgobilik. Çünkü sadece bu iki isim, ‘müthiş buluşma’ ve ‘uzlaşma’nın altını kaygısız ve tereddütsüz bir şekilde çizdiler.
Rifat Hisarcıklıoğlu tartışmasız lider kumaşına sahip. Liderlere özgü bir özellik vardır: Girdikleri ortamdaki havayı anında değiştirebilirler ve bir anda ilgi odağı olabilirler. Hisarcıklıoğlu’nun işte böyle bir özelliği var. Ayrıca yine liderlere özgü bir kıvam yakalamış durumda: Mesafeli bir şakacılık ile kararında radikalizm arasında gidip geliyor.
Brüksel’de şu meşhur Olli Rehn ile de tanışma fırsatını bulduk. Olli Rehn... Hani bizim AB’ye girişimizde ‘komiser’ görevini üstlenen yetkili... Kayseri’de top filan oynamıştı ya... İşte o adam... AB’ye ait şık ve rahat bir salonda Türk ve AB heyetlerinin toplu görüşmelerinde öyle ‘aksi’ ve ‘ödünsüz’ bir tutum izledi ki... ‘İşkence’ dedi. ‘İfade özgürlüğü’ dedi. ‘Dini cemaatler’ dedi. ‘Kadın hakları’ dedi. ‘Orhan Pamuk’ dedi. ‘Polisin güç kullanımı’ dedi. Yani AB dendiğinde tüyleri diken diken olanları ifrit edecek ne kadar mevzu varsa hepsini masaya koydu. Sonra da olanca aksiliğiyle ‘İşler iyi gitmiyor’ mesajının altını çizdi. Rifat Hisarcıklıoğlu ise onun altını çizdiği konulara zerre kadar önem vermedi ve ‘Bunlar çözülür, önemli olan ekonomik konulardır’ dedi.
Türk heyetinde ‘Türk-İş’in eski başkanı’ olması nedeniyle CHP Milletvekili Bayram Meral de vardı. Meral yaptığı konuşmada AB yetkililerine şöyle seslendi: ‘AB bir köşke benzer. Siz bu köşkün kapısını kapatsanız biz pencereden gireceğiz. Penceresini kapatsanız bacadan gireceğiz. Yani o eve mutlaka gireceğiz.’ Bu sözler, Türk tarafında hafiften bir mahcubiyete neden oldu. ‘Bayram Bey bizim karizmayı çizdi’ şeklinde homurdanmalar oldu. Bazıları ise ‘Hangi şartta olursa olsun mutlaka AB’ye girmeliyiz’ anlayışına yalın kılıç savaş açan Baykal’ı anımsadı. Şöyle dediler: ‘Bakalım Baykal, Bayram Bey’in ortaya koyduğu, baca ya da pencere gibi pek de sağlıklı olmayan giriş yolları konusunda ne diyecek?’
Gelelim işin daha eğlenceli kısmına: İlk gün, bu tür gezilerin değişmez üçgeni ‘havaalanı, otel lobisi, toplantı binası’ üçgenine teslim olan medya mensupları, ikinci gün serbest kaldılar. Serbest günde ise Brüksel’de yapılabilecek tek ve doğru şeyi yaptılar: Meşhur Belçika çikolatalarından eşe dosta hediye aldılar... Bu arada ‘Brüksel’e gidince deniz ürünlerine sardırın’ tavsiyesini almış bazı ‘dini bütün’ gazeteciler de, bir günlüğüne Şafii mezhebine intisap ettiler. Malum Hanefilik’te deniz ürünlerine iyi gözle bakılmaz.
Söz gazetecilerden açılmışken şunu da eklemeden geçmeyelim: Geziye Ankara’dan katılan gazeteciler arasındaki ‘dayanışma ruhu’, biz İstanbul gazetecilerinin canını sıkacak denli fazlaydı. Her hal ve kárda ortaya çıkarılan ‘Biz Ankara’da bir aile gibiyizdir. Birbirimizi sever sayarız’ vurgusu, ‘dayanışma ruhu’ gibi kavramları küçümseyen biz İstanbul gazetecilerini bile imrendirecek bir nitelik arz ediyordu. O kadar imrendiriciydi ki, bir ara kendimi meslektaşlarla ahbaplığı koyulaştırma çabaları içinde yakalayıverdim. Sonra da gözlerimi kısıp, anlayışlı bir tebessüm eşliğinde Cemal Süreya’nın şu dizelerini mırıldandım: ‘Ankara... Ankara! / Ey iyi kalpli üvey ana!’...
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2005
İSLAMCI kesimin önemli kalemlerinden Ahmet Taşgetiren, bir süre önce ilginç bir çıkış yapmıştı. Demişti ki:
‘Laik kesim, İslamcıların günahlarını seviyor.’
Bu cümlenin meali şudur:
Bir yerde İslamcı siyasetin handikaplarından söz eden ya da İslamcı geçmişinden yakınan biri mi var?
Laik kesimin bütün dikkati onun üzerinde toplanır ve İslamcı geçmişini eleştiren kişi, laik kesim tarafından baş tacı edilir.
Yani...
Yargı kesin:
‘Günah işlediğin kadar sevilirsin.’
***
Peki gerçekten öyle mi?
Laik kesim, İslamcıların sadece günahını mı seviyor?
Yani...
Mesele bu kadar basit mi?
Bence değil...
Çünkü ben şuna inanıyorum:
Eğer sevaplarınız değil de günahlarınız seviliyorsa...
Eğer dikkatler, sizin sevaplarımıza değil de günahlarınıza yöneldiyse...
Eğer siz günah işledikçe karşınızdakiler kendilerini daha rahat ve güvende hissediyorsa...
Her şeyden önce dönüp kendinize bakmamız gerekir.
Ve ‘Onlar bizim günahlarımızı seviyor’ kolaycılığına ve rahatlığına teslim olup yan gelip yatmak yerine, ‘Biz nerede yanlış yapıyoruz?’ sorusunu kendi kendinize sormanız gerekir.
***
Hadi açıkça soralım:
Sen sevaplarınla karşındakine güven telkin edebildin mi?
Sen sevaplarınla başkalarının yaşam tarzına müdahale etmeyeceğinin garantisini verebildin mi?
Sen sevaplarınla bir hoşgörü ve uzlaşma ortamı yaratabildin mi?
Sen sevaplarınla eline geçen ilk fırsatta kendi yaşam tarzını tüm topluma dayatacağın izlenimini darmadağın edebildin mi?
Kısacası:
Sen sevaplarını sevdirebildin mi?
O halde...
‘Onlar bizim günahlarımızı sever’ diye ağlamanın, yakınmanın hiçbir faydası yoktur.
Tabii ki geleceğini tehdit altında hissedenler, senin vereceğin ödünlerden medet umacaktır.
Tabii ki sevaplarının telkin edemediği itimadı günahların telkin edecektir.
Bunda şaşacak ne var?
***
Bütün bunları Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in bir süredir yaptığı çıkışlar nedeniyle yazıyorum.
Çünkü Şener, açıkça sevaplarını sevdiriyor.
Mesela Milliyet’e yaptığı açıklamada diyor ki:
‘Her şeyini bilirim ama şarabın tadını bilmem. Bunu söylerken amacım, farklı bir yaşama biçimini kabul etmiş biri olarak, şarapla yaşayanlara daha yakın ve içten olmak. Herkes birbirini anlasın istiyorum.’
Bununla yetinmiyor ve devam ediyor:
‘Şarap veya içki nedir? Toplumda bir kesimin hayatının bir parçası, bir kesimin de hayatında hiç yaklaşmadığı bir nesne. Buna göre de toplumda iki farklı yaşama biçimini ifade ediyor. Ben farklılıkları sevebiliyorum. Türkiye’ye yapılabilecek en büyük iyilik budur. Siyasettekilerin temel sorumluluğu da budur.’
Şimdi bazıları Şener’in yaptığı bu çıkışları, bir tür ‘günah sevdirme’ olarak göstermeye çalışacaklardır.
İşte bu yüzden Şener’e buradan seslenmek istiyorum:
Lütfen devam edin Abdüllatif Bey...
Kim ne derse desin, aldırmayın.
Çünkü bu yaptığınız ‘günah sevdirmek’ değil, ‘sevap sevdirmek’tir.
Ve çıkış yolu da buradadır.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2005
KİMİ yoksulluğun fotoğrafları... Kara Afrika’da çekilmiş.<br><br>Kimi çaresizliğin fotoğrafları... Endonezya’da, Pakistan’da çekilmiş. Kimi de ihtişamın fotoğrafları... Batı başkentlerinden...
Ve ayrıca her şeye rağmen itiraz iddiasını sürdüren Küba’dan kareler...
15 ülkeden 151 fotoğraf karesi...
Serginin adı: ‘Ağıtlar ve Anıtlar.’
‘Ağıt’ Doğu’dan yükseliyor... Kaotik ama kendi içinde mükemmel bir dengesi var. Dünyaya uzak, Allah’a yakın...
‘Anıt’ ise Batı uygarlığından fışkırıyor. Düzenli, şık ve köşeli... Ve hiç kuşkusuz acayip dünyevi...
Yani...
Doğu alttan alıyor... Batı ise ihtişamını dayatıyor.
AKP Sakarya Milletvekili Süleyman Gündüz’ün Meclis’te açtığı ‘Ağıtlar ve Anıtlar’ adlı fotoğraf sergisinden izlenimlerim bunlar.
* * *
Süleyman Gündüz sıra dışı bir milletvekilidir.
Özelliklerini sıralayalım:
Diş hekimidir.
‘Yeryüzü Doktorları’ adlı bir örgütün aktif üyesidir. Dünyanın neresinde bir felaket olsa atlayıp giden bir avuç hekimden biridir yani...
Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın dikkatini Bosna’da olup bitenlere çekmiş ve çok genç yaşta Özal’ın Bosna danışmanlığını yapmıştır. Türkiye’de Bosna duyarlılığının artmasındaki rolü büyüktür.
Bir ara gruplarüstü radikal oldu, sonra hafiften İslamcılığa kaydı. Bu arada solculuğa da bulaşmışlığı vardır. Yani bizdendir. Huzursuzlar tarikatındandır. Kafası karışıklardan yani...
Onca dostluk grubu varken ‘Küba Dostluk Grubu’ üyeliğini seçmesinin ‘artistik’ bir tarafı varsa da bu son tahlilde onun maceraperestliğine işaret eder. Zaten Fidel’e değil de Che’ye daha yakın durması bu nedenledir. Bolivya dağlarının özlemiyle yanıp tutuşur yani.
İsmet Özel dizelerine meftun, şair ruhlu adamlardan biridir. Çok sıkılınca ya da kafası bozulunca ‘Gözlerim nemli değil / Gözlerim namlu’ diye patlatır İsmet Özel dizelerini...
Şık giyinir, güzel giyinir... Ama jilet gibi değildir kıyafetleri. Yani ‘İhmal edilmiş şıklık’ nedir, bilir.
‘Hüzün ki en çok yakışandır bize’ dizesinin ruhunu kavramışlardandır. Yani Hilmi Yavuz’dan da anlar.
* * *
Ve işte Gündüz’ün bir mahareti daha ortaya çıktı.
Bunca yıllık dostumuz, meğer ilk gençliğinden beri bünyesinde müthiş bir ‘fotoğraf sanatçısı’ potansiyeli taşırmış da haberimiz yokmuş.
Sakın, o fotoğrafların Meclis’in ihtişamlı sergi salonuna, milletvekili olmanın torpiliyle yerleştirildiğini filan düşünmeyin.
Çünkü bu sergi, ‘Fotoğraf sanatçısı olma özentisi içinde olan’ acemi bir milletvekilinin, akacak mecra bulması sonucu ortaya çıkmış bir sergi değil...
Fotoğraflardaki derinlik, bütünlük, ışık, renk, kadraj... Bunlar Süleyman Gündüz’ün ustalığının kanıtı...
Bir başka kanıt daha var:
Gündüz’ün fotoğrafları Ara Güler ustadan icazet almış. Sergilenecek fotoğrafları bizzat Ara Güler seçmiş...
* * *
Ve biraz da kulis bilgisi...
Sergiyi gezen Başbakan Erdoğan, fotoğrafları çok beğenmiş. Özellikle ‘Kara Afrika’dan insan manzaraları’ diye nitelendirilebilecek fotoğraflardan çoğunu satın almış. Eve gidince de Emine Erdoğan’a, ‘Sergiyi mutlaka gezmelisin’ demiş. Yani Emine Hanım’ın ertesi gün Meclis’e gelerek sergiyi gezmesinde eşinin tavsiyesi rol oynamış...
Bir küçük bilgi daha: Sergiyi gezen Deniz Baykal da tıpkı Erdoğan gibi ‘Kara Afrika’ fotoğraflarına ilgi göstermiş. Buna mukabil Erkan Mumcu daha ‘sanatsal’ fotoğraflara göz kırpmış.
Neyse...
En iyisi, yolu Meclis’ten geçen herkese sergiyi gezmelerini önererek bitirelim.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2005
BAYKAL aradı...<br><br>Dedi ki: ‘Ey Ahmet Hakan... Senin görüp işittiklerini okurlarına doğru biçimde anlatma kaygısında olduğun yönünde bir izlenim alıyorum. Bu nedenle seni aradım. Yazında benim ‘Kürt yoktur, Türk vardır’ dediğimi yazmışsın. Bilesin ki bu tamamen yanlıştır.’
Dedim ki:
‘Peki o zaman doğrusu nedir?’
Dedi ki:
‘Türkiye Cumhuriyeti’nde elbette Kürt vardır. Gürcü vardır. Arap vardır. Çerkez vardır. Bunlar Türk milletinin alt kimlikleridir. Ama Türk, alt kimlik değildir. Milletin adıdır. Başbakan Türk, Arap, Çerkez diye sayarak Türklüğü bir alt kimliğe indirgiyor. Bu çok yanlıştır. Eğer Türklüğü alt kimlik sayarsak, bu bizi çokuluslu bir siyaset anlayışına götürür. Bunun sonu da Balkanlaşmadır. Yani parçalanmadır. Bizim Gürcümüz, Türk milletinin Gürcüsüdür. Bizim Kürdümüz, Türk milletinin Kürdüdür.’
***
Baykal’ın analizini dinledikten sonra, kısık sesle de olsa itiraz etmeye, yani arıza çıkarmaya çalıştım.
‘İyi ama Sayın Baykal’ dedim, ‘Bu yaklaşım Kürtleri memnun etmiyor. Onlar Türk olarak nitelendirilmek istemiyorlar? Ayrıca kanayan bir yara var ortada. 30 bin insan öldü.’
Hiç kızmadı ve şöyle yanıt verdi:
‘Sözünü ettiğiniz sorun Türklüğü alt kimliğe iterek çözülemez. Sosyolojik kimlik ayrıdır. Kürtler, Gürcüler sosyolojik kimliklerinden doğan haklarını kullanırlar. Ama sosyolojik kimliğe bir hukuki, siyasi çerçeve getirirsek işin içinden çıkamayız.’
İtiraza şöyle devam ettim:
‘Bir Kürt vatandaşımız size, ‘Ben Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlıyım, vergimi veriyorum, askerliğimi yapıyorum; ama kendimi Türk milletinin bir parçası olarak hissetmiyorum’ dese ne dersiniz?’
Baykal’ın yanıtı çok netti:
‘O senin bileceğin iş arkadaş derim. Bu görüşü savunabilirsin, sakıncası yok derim. Nihayetinde bir hissiyattır bu. Benim itirazım Başbakan’ın bu hissiyatı bir model olarak önermesinedir.’
***
Baykal’a sorduğum sorulardan biri de şu oldu:
‘Almanya’da yaşayan bir Türk’e, ‘Sen Alman milletinin bir parçasısın’ denilse buna itiraz eder misiniz?’
Baykal kısa bir yanıt verdi:
‘İtiraz etmem. Çünkü onlar, Türk kökenli Alman’dır.’
Son olarak bir çıkıntılık daha yaptım.
Dedim ki: ‘ÖDP Genel Başkanı, bu görüşleriniz nedeniyle sizi Türkeş’e yakın bulmuş, ne dersiniz?’
Baykal’ın yanıtı biraz sert oldu:
‘Bunlar boş laflar. Marjinal yaklaşımlar. Ben ciddi bir değerlendirme yapıyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk kimliğini ırka dayandırmak ve bunun üzerinden siyaset yapmak bir Başbakan’a yakışmaz diyorum.’
Bir dumur detayı
BİR arkadaşım, sokakta tanık olduğu bir olayı anlattı:
Adamın biri sokakta karısına tokat atıyormuş.
Kadın, ‘Yüzüme vurma! Yüzüme vurma!’ diye bağırıyormuş.
Bu tipik ‘aile içi şiddet’ olayı, adamın herkesi dumura uğratan şu yanıtıyla son bulmuş:
‘Ne o lan! Sen de mi yüzünle para kazanıyorsun?’
Vakur demokrat
DÜN şunları yazdım:
‘İktidar istese de Özkök Paşa görev süresinin uzatılmasını istemeyecektir. Yine iktidar istese de Özkök Paşa ‘iktidarın adayı’ olarak Çankaya’ya aday filan olmayacaktır. Bunları ‘çok özel bir bilgi’ye sahip olduğum için yazmıyorum. Sadece ‘demokrat olmak’ ile ‘vakar sahibi olmak’ arasındaki bağlantıyı kurabildiğim için yazıyorum.’
Ve bugün...
Genelkurmay Başkanlığı’ndan açıklama geldi.
Verilen mesajlar şunlardır: Görev süremin uzatılmasını istemiyorum. Çankaya’ya aday olmaya niyetim yok. Emekli olduktan sonra siyasete girmeyeceğim.
Şimdi soruyu soralım:
‘Vakur demokrat’ ne demekmiş anlaşıldı mı?
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2005
TAMAM, Hilmi Özkök Paşa’yı beğenmiyorsunuz, bunu anladık.<BR><BR>Peki ama söyler misiniz kuzum, sizi nasıl bir genelkurmay başkanı keser? Koordinatları verir misiniz lütfen?
Sizin istediğiniz türden bir genelkurmay başkanı...
Eline geçen her fırsatı hükümete posta koymak için mi kullanmalıdır?
Milli Güvenlik Kurulu toplantılarını iktidara ayar verme platformuna mı dönüştürmelidir?
Söze ‘Avrupa Birliği dayatmaları bitsin’ diye başlayıp, ‘Türkiye parsel parsel satılıyor’ diye mi bitirmelidir?
Ülke gündemindeki her türlü siyasal tartışma karşısında ‘Genelkurmay Başkanlığı’ndan bildirilmiştir’ türünden açıklama mı yapmalıdır?
Ulema krizi, türban tartışması, Dubai kuleleri gibi mevzularda ‘muhtıra gibi’ diye nitelendirilebilecek türden sert demeçler mi vermelidir?
Demokrasi filan dinlemeyip her daim askerin sistemin en tepe noktasında olduğunu mu göstermelidir?
‘Siviller beceremez’ anlayışıyla iki de bir araya girerek düdük çalıp racon mu kesmelidir?
***
Bir genelkurmay başkanı, ancak bunları yaparsa mı ‘en Atatürkçü’, ‘en laik’, ‘en iyi’, ‘en vatansever’ olur?
Bunları yapmazsa o genelkurmay başkanı için akla hayale gelmeyecek her türlü imada bulunmak mübah mıdır?
Ne yani?
Sınırlar bu kadar keskin mi?
Bir genelkurmay başkanı, demokrasinin sınırları içinde kalmaya özen göstererek sivil iktidar karşısında vakarını koruyamaz mı?
Hem demokrat, hem de iktidar karşısında teslimiyetçi olmamak imkánsız mıdır?
Ne yani?
Genelkurmay başkanı kriz çıkarırsa ‘Atatürkçü’, çıkarmazsa ‘ödün veriyor’ mu olacak?
Mesele bu kadar basit midir?
***
Ayrıca...
Telaşlanmaya, ortalığı velveleye vermeye filan da gerek yok.
İktidar istese de Özkök Paşa görev süresinin uzatılmasını istemeyecektir.
Yine iktidar istese de Özkök Paşa, ‘iktidarın adayı’ olarak Çankaya’ya aday filan olmayacaktır.
Bunları ‘çok özel bir bilgi’ye sahip olduğum için yazmıyorum.
Sadece ‘demokrat olmak’ ile ‘vakar sahibi olmak’ arasındaki bağlantıyı kurabildiğim için yazıyorum.
Keşke Baykal Atatürk gibi olsa
ATATÜRK’ün 1919 yılında yazdığı bir mektup, ilk kez gün ışığına çıktı.
Mektup, Antik A.Ş. tarafından 27 Kasım’da düzenlenecek müzayedeyle satışa sunulacak.
Peki ne diyor Atatürk mektubunda?
‘Türk ve Kürt öz kardeştir’ diyor.
Yani...
‘Kürt Türk’tür’ demiyor.
‘Türklük üst kimliktir, Kürtlük alt kimlik’ de demiyor.
Ya ne diyor?
‘Türk ve Kürt öz kardeştir’ diyor.
O halde soralım:
2005 yılında ‘Kürt yok, hepimiz Türküz’ diyerek Kürt varlığını inkar eden Baykal mı daha ileridedir, yoksa 1919’da ‘Türk ve Kürt öz kardeştir’ diyerek Kürt varlığını Türk varlığıyla eşitleyen Atatürk mü?
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2005
Demek ki neymiş?<br><br>Türkler her zaman sinema sanatına zarar vermiyormuş. Demek ki neymiş?
İyi bir film çekmek için ‘Attır bir Mehmet Ali, kurtar filmi abi’ şeklinde özetleyebileceğimiz, pespaye pazarlama yöntemine yaslanmak gerekmiyormuş.
Demek ki neymiş?
Hafızalarımızda tatlı bir hatıra olarak yer etmiş ‘Hababam Sınıfı’ gibi güzelim filmleri, ‘üç buçuk atmak’ tarzı rezil göndermelere kurban etmeye gerek yokmuş.
Demek ki neymiş?
Seda Sayan, Petek Dinçöz gibi magazin dünyasının ünlülerine yaslanacak kadar gerilemeye ihtiyaç duymadan da iyi bir film kotarılabilirmiş.
Çağan Irmak’ın ‘Babam ve Oğlum’ adlı filmi, işte bunları öğretti bize...
Hem de kafamıza vurmadan, bağırıp çağırmadan, kendi halinde ve ödünsüz bir soyluluk içinde...
* * *
Söylenmesi gerekenleri en başta söylemiş olmanın rahatlığıyla film için tuttuğum notları şimdi yazabilirim:
Ağlatan ama ağlak olmayan bir film bu... Güldüren ama bunu ‘aptallara şakalar’a dönüştürmeyen bir film... Ne duygu sömürüsü yapıyor, ne de yapaylığa kayıyor. Ama yine de gözyaşları sel oluyor, kahkahalar ortalığı çınlatıyor.
Sakın, ‘Ay şekerim, film çok güzeldi, bir ağladık bir ağladık’ tarzı çıkışlar sizi işkillendirmesin. Ayrıca ‘12 Eylül’le hesaplaşma işte böyle yapılır’ şeklindeki yaklaşımlara da kulak asmayın... Filmdeki 12 Eylül hesaplaşması ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’dan bile daha az... Filmin ağlatan tarafı için ise lütfen ‘Ölü Ozanlar Derneği’nin ağlatma alanlarını anımsayın.
Hikaye inandırıcı. Senaryo eksiksiz. Karakterler oturmuş. Kareler müthiş güzel. Bezgin ve sıkıcı kasaba hayatı güzel verilmiş. Oyuncular Ege şivesi sorununu bir güzel halletmişler. ‘Daha ne olsun’ demekten başka elden ne gelir?
‘Karizma çizilecek’ diye endişe etmeye gerek yok, şunu bilin ki nice koç yiğitler bu filmde gözyaşı dökmüştür.
Filmde ‘baba ve babasına hayran küçük oğlan’ filmlerini, özellikle de ‘Şampiyon’ adlı filmi anımsayacaksınız. Ama sadece şöyle bir anımsama... O kadar. Ötesi yok...
Gelelim oyunculara: Çetin Tekindor döktürüyor. Hümeyra acayip inandırıcı. Fikret Kuşkan müthiş. Kuşkan’ın abisini oynayan Yetkin Dikiciler mükemmel. Hele ‘küçük Deniz’ rolündeki Ege Tanman... Hadi onun için Hıncal Uluç gibi tepki verelim: Breh! Breh! Breh! Neyse... Uzatmayalım ve özetleyelim: Bütün oyuncular sağlam, hiçbiri aksamıyor.
Dikkat: Bu film size en yakınınızın ölümünü düşündürtecektir. Kendini buna hazır hissetmeyenlere metanet tavsiye ederim.
70’lerin sonunu hatırlayın: O dönemde oğulları solcu olan babaları ‘Bizim oğlan anarşist oldu’ tedirginliği sarmaz mıydı? Ya da solcu olup bilinç kazanan gençler, babalarının çiftliklerine bakıp ‘Bizim peder de amma feodal’ demezler miydi? Filmde işte bu türden bize özgü solculuk sorunlarına da gönderme var.
Bu filmi izledikten sonra sakın Çağan Irmak’ın önceki filmine de göz atayım diyerek ‘Mustafa Hakkında Her Şey’ adlı filme sardırmayın. Zira hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz...
Hilmi Paşa’nın görev süresini uzatmak mı
Korkut Özal için ‘bugünkü iktidarın akıl hocası’ demek neredeyse bir galatı meşhur haline geldi.
Bunun iki nedeni var:
BİR: Korkut Bey’in ‘öğreten adam’ üslubu... Yani konuşmalarına ‘Tayyip Bey’e dedim ki...’ diye başlaması...
İKİ: Medyanın Korkut Bey’i böyle takdim etmesi...
Oysa dediğim gibi, bu bir galatı meşhurdur.
Korkut Özal iktidarın akıl hocası filan değildir.
Sadece şunu söyleyeyim: Çok uzun zamandan beri Tayyip Erdoğan ile Korkut Özal arasında hiçbir görüşme gerçekleşmemiştir.
Böyle akıl hocalığı mı olur?
Durumu açıklığa kavuşturduktan sonra Korkut Özal’ın ‘İktidar Hilmi Özkök Paşa’nın görev süresini bir yıl uzatmalıdır’ önerisinin ne denli gerçeklikten uzak olduğunu belirtebiliriz.
Çünkü bu öneri, hem iktidarın Özkök karşısındaki durumunu, hem de Özkök’ün iktidar karşısındaki pozisyonunu zor duruma sokacak kadar stratejiden uzak bir öneridir.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2005
VALLAHİ de bıktım, billahi de bıktım. Tam da Cemal Süreya’nın ‘Yazmam daha aşk şiiri’ dediği türden bir durum beni sarıp sarmalamış durumdayken...
Yani ‘Yazmam daha türban yazısı’ diye sayıklarken...
İşte oturmuş yine türban yazısı yazıyorum.
Ama kabahat bende değil.
Kabahat, son 25 yıldır üzerinde söylenmedik söz kalmamış bir mevzuda bile en orijinal ve el değmemiş çıkışların yapılabileceği zemini hazırlama başarısı gösterenlerde.
Yani...
Denizli Belediye Başkanı’nın eşinde.
TBMM Başkanı Bülent Arınç’ta.
Ve AKP Milletvekili Cavit Torun’da.
***
İsterseniz sondan başlayalım:
AKP Diyarbakır Milletvekili Cavit Torun, Diyarbakır’da yayın yapan yerel bir gazeteye yazdığı ‘makale’de, türbanlı kızların yaşam tarzlarını sorgulamaya kalkışmış.
Şöyle buyuruyor Cavit Bey:
‘Omuzlara sarkıtılan baş örtüleri önceleri pardösülerin, sonraları ceketlerin altına alındı. Arkasından pardösüler çıkarıldı. Vücut hatları ortaya çıktı. Üstü kaval, altı şişhane diyeceğimiz görüntülerle karşı karşıya kaldık. Türbanlı genç kızlarımız erkek arkadaşlarıyla el ele, kol kola, hadi biraz daha ileri gidelim gönül gönüle yollarda yürümekten geri durmadılar. O anlarda yer yarılsa da yerin dibine girsem dediğim zamanlar oldu.’
Aslında bu milletvekiline sadece ‘Sana ne kardeşim? Hani isteyen istediği gibi giyinmeliydi’ filan demek yeterli olacaktır ama o zaman bir zihniyeti yeterince ifşa etmiş olamayız.
Çünkü Cavit Bey, bilerek ya da bilmeyerek, türban takan genç kızları, kendi dünya görüşünün ‘askerleri’ gibi görüyor.
Bu nedenle de onların kıyafetleri ve yaşam tarzları hakkında ahkam kesme hakkını kendinde görüyor.
Ona kalsa bütün türbanlı genç kızlar, kışla düzeni içinde aynı şekilde örtünecek ve aynı şekilde yaşayacak.
Türbana kuşkuyla bakılmasına neden olan işte bu türden yaklaşımlardır.
Yani Cavit Torun gibiler ‘başörtülü asker’ hülyasına daldıkça, karşı taraftakiler de işin kabusunu göreceklerdir.
***
Peki Denizli Belediye Başkanı Nihat Zeybekçi’nin eşi Ayşe Zeybekçi’ye ne demeli?
Eşi seçime girerken türbanlı.
Eşi başkan olunca resmi törenlerde türbansız.
Ve Başbakan Denizli’ye geldiğinde yeniden türbanlı.
Aslında Ayşe Zeybekçi’nin istediği zaman türban takıp, istemediği zaman takmamasını anlayışla karşılardım.
Ama işin içine ‘hesap kitap’ girince nedense bir parça midem bulanıyor.
Yani demem o ki:
Keşke Ayşe Hanım, askeri yetkililerin yanında ‘türbanlı’, Erdoğan’ın yanında ‘türbansız’ olsaydı da bize susmak düşseydi.
***
Ve son olarak geçen hafta Bülent Arınç’ın yaptığı bir çıkışa bakalım:
Bülent Bey, YÖK’e bir çağrı yapıp şöyle diyordu:
‘İstediğiniz türban modelini söyleyin, ona uyulsun.’
Bülent Bey’in bu yaklaşımında da ‘türban takan kadınları’ adamdan saymayan bir yaklaşım yok mu?
Ne yani? Bu türbanlılar, Bülent Bey’e ‘Sen bizim adımıza konuş’ mu dediler?
Yoksa Bülent Bey de türbanlıları ‘asker’ olarak mı görüyor?
***
Cemal Süreya ‘Yazmam daha aşk şiiri’ dedikten sonra bir daha aşk şiiri yazmış mıdır, bilmiyorum.
Ama bildiğim bir şey var:
Bu ‘malzeme bolluğu’ sürdüğü müddetçe, ben istediğim kadar ‘Yazmam daha türban yazısı’ diyeyim, asla sözümde duramayacağım.
Yar bana bir çare medet!
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2005
ULEMA açıklaması, bitmeyen türban tartışması, rüyada şeyh gören adamın mektubunun resmi işleme tabi tutulması vs. Yani...
Bir kez daha o kadim gerginliğin pençesine düşüverdik.
Soğukkanlılığıyla tebarüz etmiş isimler bile son derece endişeli bir ses tonuyla o meşhur soruyu soruyorlar:
‘Neler oluyor? Yoksa şeriat mı geliyor?’
Herkesleri bir İlhan Selçuk kuşkuculuğu sarmış durumda.
Ya da...
Laik sisteme gönülden inanmış ama demokratlığı su götürmez isimlerde bile bir Bedri Baykam huysuzluğu yer etmiş durumda.
En sakin demokratlar bile ‘Türkiye bir şeyhler, dervişler ülkesi olamaz’ özdeyişini anımsatarak eylem koyuyorlar.
Yani endişe, kuşku, tedirginlik had safhada.
Solcu tiyatrocumuz Genco Erkal bile harekete geçmiş, ‘yükselen dinci tehlike’ye karşı suskun kalınmaması için ulusu uyandırmak amacıyla bir oyun sahneye koymuş, ‘Aymazlığa son verin’ diye haykırıyor.
Velhasıl havada 28 Şubat günlerinin kimsenin kimseyi dinlemediği o kahredici ve bıktırıcı zehri var.
* * *
İşte böyle bir ortamda yazarınız, kendini ortaya atıp can havliyle şöyle haykırıyor:
‘Durun! Yapmayın! Gerilmeyin! Kendinizi üzmeyin! Rahatlayın!’
Peki ‘yazar’ neden böyle yapıyor?
‘Ortada tehlike filan yok’ diyerek sizi kandırıp, iktidardakilerin ‘hain emelleri’nin gerçekleşmesi için çanak mı tutuyor?
Asla! Ve de kat’a!
Yazarın böyle yapmasının tek nedeni şudur:
Elinde rahatlamayı sağlayacak çok sağlam deliller var.
O halde rahatlanma sağlansın.
Ve işte sadece son bir hafta içinde görülüp işitilenlerden derlenen o çok ‘sağlam deliller’:
* * *
BİR: Cuma akşamı Cem Yılmaz’ın ‘beyin özürlü çocuklar’ için yaptığı gösteriyi izlemek için Maslak’ta Türker İnanoğlu’nun İstanbul’a yeni kazandırdığı şık kültür merkezine gidildi. İki buçuk saat sahnedeki adamın anlattıklarına gülündü. En ön sırada başını, bazılarının ‘İşte siyasal simge’ diye nitelendirebilecekleri türden örtmüş bir genç kadın da yerini almıştı. Pek gülmedi ama işte oradaydı. Demek ki neymiş? Bizim ‘siyasal simgeli’ türbanlımız bile farklıymış.
İKİ: 80’li yıllarda gençliğin İslamcı harekete kaymasındaki payı epey büyük olan ünlü ‘İslamcı yazar’ Ali Bulaç’ın, dünkü Zaman’da yer alan yazısındaki bir cümlenin altı çizildi. Ali Bulaç, Dallas’a gitmiş... Makalesinde Dallas’ı anlatırken ise şu tanımlamayı yapıyor: ‘Ceyar’ın memleketi!’ Demek ki neymiş? En ünlü İslamcı yazarımız da o meşhur Dallas dizisinden bigane kalamamış...
ÜÇ: Başbakan Erdoğan’ın baş örtme biçimlerindeki farklılığı anlatırken iki kadından örnek vermesine dikkat edildi. Bu zamana kadar yazılmayan olay şudur: Erdoğan, uçakta gazetecilere açıklama yaparken Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın baş örtme biçimi ile eşi Latife Hanım’ın baş örtme biçimi arasındaki farka dikkat çekti ve aradaki farkın ‘ideolojik’ olmadığını iddia etti. Erdoğan, ‘Zamane genç kızlarının baş örtme biçimindeki farklılığın arkasında ideoloji aramayın’ demek istiyordu. Demek ki neymiş: Örnek verirken bile Atatürk’ün ailesini seçen bir anlayış söz konusuymuş!
* * *
Şimdilik üç kanıtla yetinelim.
Eğer endişe devam ederse...
‘Kişiye özel tedirginlik giderici sağlam kanıtlar’ bahsini açabiliriz.
Bu alanda mebzul miktarda kanıta sahip olduğumu söyleyebilirim.
Mesela Genco Erkal, tedirginliğini atmak için bendenize müracaat ederse, kendisine seve seve yardımcı olabilirim.
Maksadım ne mi?
En kutsal bildiğim değerler üzerine ant olsun ki, maksadım şudur:
Gerginlikten uzak, mutlu ve ferah günler yaşamak.
Yazının Devamını Oku