11 Şubat 2005
Topluma açık yerlerde sigara içmeyi kişisel bir özgürlükmüş gibi savunanları okuyup, dinledikçe şüpheleniyordum zaten ama artık <B>bilimsel olarak da kanıtlandı. Sigara zeka geriletiyor</B>. Avrupa Birliği’ne girme olasılığımız tüm zamanların en yüksek değerine ulaşınca duman tüttürengiller için ateş bacayı sardı. Baktılar ki pabuç pahalı, sigara içme yasaklarının Türkiye’ye gelmesini geciktirmek için olmadık argümanlar üretmeye başladılar.
Bu argümanlardan en absürdü ve egosentriğini birkaç hafta önce haftalık dergilerden birinde okumuştum. Yazar arkadaşımız öylesine bir megalomaniye kaptırmıştı ki kendini, kapalı alanlarda uygulanan sigara içme yasağının, sigara içenlerin sağlığının korunması için getirildiğini sanıyor ve size ne demeye getiriyordu.
Bir başkası da, kaçırmışım televizyonda, kapalı alanlarda sigara yasağını savunanlar için bunlar yakında seksi de yasaklamak isterler demiş. Tecavüzün zaten yasak olduğunu sigaranın etkileri yüzünden unutmuş herhalde. Toplu yerlerde sigara içmenin, içmeyenlerin sağlığına tecavüz anlamına geldiğini algılayabilmek için illa sigarayı bırakmış olmak mı gerekir?
Bir de topluma açık kapalı alanlarda sigara yasağını savunanlara faşist damgası vurmaya kalkanlar var ki, en çok onların beyinlerine acıyorum. Sen kalk kendinden başkasının haklarını hiçe say, kendini zehirlerken başkalarını da zehirliyor olmana aldırış bile etme, sonra kalk ‘evinde istersen zıkkım iç ama beni zehirleme’ diyene faşit de... Hitler bile kendi keyfinin yan ürünlerini kullanmıyordu gaz odalarında.
Korkunun ecele faydası yok, sigarayı bırakmanın var. Hiç kuşkunuz olmasın siz ne kadar zırvalarsanız zırvalayın, topluma açık kapalı alanlarda sigara içmek tüm medeni ülkelerde olduğu gibi eninde sonunda Türkiye’de de yasaklanacak.
Ama bu geçiş çok çabuk olsun lütfen. Avrupa Birliği’ne uyum için değil, akıl öyle emrettiği için getirilsin sigara yasakları, bir gün bile kaybetmeden. Yoksa tam Avrupa Birliği’ne girmemize ramak kaldığında, zeka ortalamamızın düşüklüğünü mazeret olarak gösterecekler bu kez de.
Enviromental Health Perspectives isimli akademik derginin ocak sayısında yayınlanan bilimsel araştırmanın sonuçları ortamdaki sigara dumanının çocukların ve gençlerin okuma, matematik, mantık ve akıl yürütme yeteneklerini zayıflattığını gösterdi. Restoranlarının, kafelerinin, alışveriş merkezlerinin neredeyse tamamında sigara içmenin serbest olduğu Türkiye’de nasıl bir neslin yetiştiğini varın siz hesaplayın.
Zanlı avukatsa hırsız yakalanmaz
Hırsızlıkla mücadele nihayet gündeme geldi. Hırsızlık sorununun çözüleceğine inanmıyorum. Nedeni başımdan geçenler.
İki yıl kadar önce evimize hırsız girip pekçok şeyin yanında cep telefonumu da çalmıştı. Hırsızın yakalanmasını sağlayacak tek iz de bu cep telefonunun İMEİ numarası vasıtasıyla yakalanmasıydı. Bir sürü formaliteyle uğraşıp, dilekçeleri operatörlere elden teslim ederek telefonu kullanan kişiyi tespit ettirmeyi başardım.
Tamam savcı iz sürüp, hırsızı yakalayacak diye umutlanırken, Cumhuriyet Savcısı beni makamına çağırdı. Çalıntı cep telefonunu kullanan kişiyi tespit ettiklerini ama bu kişinin bir avukat olduğunu, telefonu çalan kişi olamayacağını, dolayısıyla şikayetimden vazgeçmemi istedi alenen. Vazgeçmeyeceğimi söyledim. Çalıntı telefonu satın almasaydı dedim. Sorgulayıp iz sürün ve hırsızı bulun dedim. Adam ‘He, he, anlat’, der gibilerinden dinledi. Sonunda benim ifademi aldı. Karakolda ifade vermiştim zaten, yaptığına bir anlam veremedim.
Aradan yıllar geçti, çalıntı telefonu kullanan kişi saptanmasına rağmen ne kullanan yakalandı ne telefonum geri geldi.
Üstelik bu başımdan geçenleri bir yıl kadar önce gazetede de yazdım. Basın yoluyla ihbar kabul edilip, kullananı tespit edilen çalıntı mal nasıl olur da bulunmaz diye soruşturma açılır belki diye boşuna bekledim.
Ne o? Yoksa siz hırsızlık sorununun çözülebileceğine inananlardan mısınız?
Bu Ömür ömre bedel
Çocukluğumun Ömür markasını yine karşımda görünce hem çok şaşırdım hem çok sevindim. Hemen ardından tavuk yetmez, diğerlerini de isterim diye söylendim.
Ömür’ü ilk kez ilkokul çağında babam, annem, kardeşim, eniştem ve halamla Florya’ya giderken uğradığımızda tanımıştım. Yıllar sonra Londra Asfaltı olduğunu öğrendiğim yolun üzerinde bembeyaz bir konaktı. Bir çocuk olarak yemeklerden aklımda kalan tavuk değil ama patates kızartması olmuştu. Lezzetinden çok da görüntüsü. Üstüste dizilmiş kızarmış patateslerle örülmüş bir sepet kimin hafızasında yer etmez ki?
İlkokul bitip Nişantaşı’ndaki İngiliz Lisesi’ne başladığımda, okulun hemen yanıbaşında da bir Ömür restoranın olduğunu keşfetmemi ortaokula başlama hediyesi olarak kabul etmiştim. Haftalık harçlığımı diğer günler biraz idareli kullanıp haftada bir Ömür’de yiyordum öğle yemeğimi.
Tabii öyle yarım piliç gibi mükellef yemeklere yetmiyordu harçılığımdan yaptığım tasarruflar. Ama Ömür’ün sosisli sandöviçiyle yarışacak olanını, sonradan dünyanın hiçbir şehrinde bulamadım.
Bir de kapalı ambalajda, okul kantininde de satılan Ömür marka Krem Şokola vardı ki, o da başka bir unutulmaz...
Yani demem o ki, ey Sabancı yöneticileri, bu sese kulak verin. Tavukla yetinmeyin, Ömür’ün restoranlarını da açın, patates sepetlerini de servis edin, sosislilerini de satın, krem şokolasını da dağıtın.
Pişman olmazsınız...
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2005
Galatasaray’ın 100. yıl logosu skandalının peşini bırakmaya niyetim yok. Öyle bir yaraya parmak basmışım ki, yazdıkça altından yeni bir şeyler çıkıyor. Konuyu gündeme getiren ilk yazımın ardından taraftardan gelen yoğun destek üzerine bir anket başlatmıştım. Amacım Galatasaray yönetiminin açıp, yarım bıraktığı anketi gayrıresmi de olsa tamamlamaktı. Şu ana kadar 4000 kişinin katıldığı anket www.hurriyetim.com.tr/gs100 adresinde sürüyor. Ankette en çok oyu alan iki logo, eser sahipleri izin verirse Hürriyet’in görsel yönetmeni deneyimli grafiker Reha Erdoğan tarafından profesyonel olarak elden geçirilip finalde tekrar oylanacak.
Bir İngiliz yayınevine ait olan ve GS’nin 100. yıl logosuna aşırı benzediği iddia edilen logoyu yayınladığım yazı da en az anket kadar ilgi görmüştü. Ve hazır olun işte logoyla ilgili son bomba:
GS’nin 100. yıl logosuna ezeli rakibi FB de girmiş. Üstelik tam da Aslan’ın kıçına yerleştirilmiş. Sanırım bu da Bülent Erkmen’in grafik ajansının Galatasaray’a attığı son kazık. Yönetim Galatasaray’ın 100. şeref yılında, böylesi bir logoyu kullanmakta artık ısrar etmez diye düşünüyorum.
TV’de ‘Çırak’ım ol okulları kurtar
Günümüz televizyoncularını kurşunu altına çevirmeye çalışan ortaçağ simyagerlerine benzetiyorum. Bir farkla... Ortaçağ simyagerleri kurşunu altına çevirmeyi asla beceremediler ama günümüz televizyoncuları tüketicisine bedavaya ulaşan bir ürünü paraya çevirmeyi başarıyorlar. Üstelik bedava olan ürünleri ne kadar çok kişi tarafından tüketilirse kazandıkları para da o kadar çok oluyor.
Ertuğrul Özkök geçen hafta ihale paradoksundan yakınan iki yazı yazdı. Paradoksun çözümü Çırak isimli TV programında.
Önce paradoksu hatırlatayım. Hürriyet’in öncülüğünde yapılan kampanya ile şiddetli bir depremle yıkılması yüzde 100 olan 123 okul tespit edilmiş ve bu okulların depreme karşı güçlendirilmesi için projeler hazırlanmıştı.
Ama bu projelerin başlatılabilmesi için önemli bir engel vardı. Mevzuata göre güçlendirme işinin yapılabilmesi için bakanlığın ihale açması gerekiyor. İhaleler de en düşük fiyatı teklif edenlere veriliyor. Ama yapılacak iş çok kritik. Düşük fiyatın, düşük kalite anlamına gelmeyeceğini kim garanti edecek?
İşte dedim, ortaçağ simyagerlerine havale edilecek kadar ümitsiz bir durum. Ama sonra günümüz televizyoncularının başarısı aklıma geldi. Kendimi televizyoncuların yerine koydum ve çözümü yokmuş gibi gözüken paradoksu çözmeye çalıştım.
Biri Bizi Gözetliyor, Gelinim Olur musun gibi gerçek yaşam şovları son yılların en fazla izleyici çeken televizyon programları oluyor. Bu tür programlardan biri de yakında Kanal D’de Türk versiyonu yayınlanmaya başlayacak Çırak.
Bu programda gençler kurdukları proje ekipleriyle patronları Tuncay Özilhan’ın kendilerine verdiği iş hedeflerini gerçekleştirmeye çalışacaklar. Her programda başarısız olan ekipten bir kişi işten kovulacak.
İşte diyorum ki, televizyon kanallarımızdan birisi yeni bir gerçek yaşam şovu başlatsa. Bu şovun her bölümüne gönüllü profesyonel yöneticiler katılsa.
Her bölümde, iki proje takımı ihale dışında kalan 49 okuldan ikisini güçlendirmek için kolları sıvasa. Gerekli finans kaynaklarını bulsa. İşi ihale usulüyle değil de, kendi şirketlerinde iş verecekleri şirketi nasıl seçiyorlarsa, öyle verseler.
Projelerin finansmanına programa alınacak sponsorluklardan da katkı sağlansa.
Ne o? ‘Gelinim Olur musun’a bu kadar ilgi gösteren seyircilerin ‘Kurtarıcım Olur musun’a ilgi göstermeyeceğini düşünmüyorsunuz değil mi?
Başbakan’ın dizüstü GeVeZe çıkmışmış
Eklerde yazmanın daha çok okunmak gibi avantajları olmasına rağmen, yazıyı bir gün daha erken yazmak gibi dezavantajları da var. Geçen hafta Bill Gates’in Tayyip Erdoğan’a hediye ettiği bilgisayarın Türkçe özürlü bir bilgisayar olması nedeniyle aslında Türk gümrüklerinden içeri adımını bile atmaması gerektiğini yazmıştım ya... Yazım baskıya gittiği gün gazetelerde ne göreyim?
Erdoğan’a hediye edilen bilgisayar GeVeZe çıkmışmış, Türkçe komutları anlıyor ve Türkçe konuşuyormuş... Artık Koç Bilgi Grubu şirketlerinden GVZ mi yoksa Toshiba Türkiye mi gönderdi bilemeyeceğim, gazetelere gönderilen bir açıklamayla hediye edilen bilgisayarın sular seller gibi Türkçe konuştuğu iddia edilmiş. Ufak atın da civcivler yesin.
Tablet bilgisayarların ses algılama özelliği, sesle kumanda edilmekten ibaret değil. Sesle kumanda işin kolay kısmı. Asıl zor olan ve kullanıcının işine yarayan kısmı, bilgisayarın konuşulanları metne dökmesi yani dikte alması. GVZ bu teknolojiyi sağlamaktan çok uzakta. Komutları ne kadar doğru algılıyor onu da ürünü test ederek anlayacağız. Test sonuçlarını yetişirse bu cuma yayınlanacak Hürriyet e.yaşam’da, olmazsa 27 Şubat sayısında yayınlayacağız.
Test sonuçları başarılı çıksa bile, tablet bilgisayarları ayıplı ürün olmaktan kurtaramayacak. Sanayi Bakanlığı Türkçe özürlü, ayıplı ürün olan tablet bilgisayarların Türkiye’ye girişini bir an önce kısıtlamalı.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2005
<B>Bill Gates</B>, <B>Tayyip Erdoğan</B>’a dizüstü bilgisayar hediye etti ya. Bizim Başbakan içine doğmuş gibi soruyu patlatmış, ‘N’olacak bu virüslerin hali’, diye. Bill Gates’in de ‘<B>Linux </B>kullananların böyle bir sorunu yok’, diyecek hali yok ya, ‘Üzerinde uğraşıyoruz’ diye geçiştirivermiş. Ama Tayyip Erdoğan bu, yaş tahtaya basmamakta kararlı. Hediyeden eli yanan, bilgisayarı okuyup, üfleyerek açarmış. ‘İyisi mi biz bu bilgisayarı 002 kayıt numarasıyla envantere kaydedip, depoya kaldıralım’ demiş.
Microsoft heyetindekiler atılmış, öyle çok değerli bir bilgisayar değil bu demişler, ‘değeri kullandıkça artıyor’...
Başbakan kadar donanımlı olmadığımdan, ben ancak bu lafı duyunca pirelendim. Ne demek yani, değeri kullandıkça artıyor?
Aklıma hemen Karen Fogg’un yedi düvele yayılmış e.posta mesajları geldi. İster misin dedim kendi kendime, Başbakan’a hediye edilen bilgisayara da Truva Atı tabir edilen virüslerden bulaşmış olsun? Başbakan bilgisayarı kullandıkça e.posta mesajları, gizli dosyaları Truva Atı tarafından dışarıya sızdırılsın?
Olmaz demeyin. Deli zırvası komplo teorileri ortada dolaşıyor ve kabul görüyor da, benimkini mi beğenmediniz?
Onun için benim Sayın Başbakan’a tavsiyem o bilgisayarı kesinlikle kullanmamasıdır.
Hem zaten Başbakanlık’a hediye edilen bilgisayar, tüketici kanunu tabiriyle ayıplı ürün. Sesli komutları anladığı iddia edilen model, Türkçe anlamıyor.
‘Dizüstü bilgisayar’ teriminden bihaber medyamızda ‘laptop’ olarak anılan bilgisayar, aslında bir tek Sabah’tan Timur Sırt’ın düzelttiği gibi ‘tablet bilgisayar’ sınıfına giriyor. Tablet bilgisayarların en büyük özelliği sesli komutları algılaması ve el yazısını çözmesi.
İlk çıktığında Türkçe komutları ve Türkçe el yazısını desteklemeden Türk kullanıcısına yutturulmaya çalışıldığı için bolca eleştirmiştim. Bu özellikleri Türkçeyi hálá desteklemiyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan’a hediye edilen ayıplı bilgisayarın Sanayi Bakanlığı işin ciddiyetini kavrasa Türkiye gümrüklerinden içeri adımını bile atamaması gerekiyor.
Kısacası söz konusu bilgisayar, 002 kodunu fazlasıyla hak ediyor.
İstanbul’da ilk posta
Fehmi Koru ya da nam-ı diğer Taha Kıvanç... Yoksa şöyle mi demeliydim Taha Kıvanç ya da nam-ı değer Fehmi Koru geçen gün bilgisayar anılarını yazdı Yeni Şafak’ta. Bill Gates’in ziyareti sırasında eline geçen Akdoğan Özkan’ın ‘Anı ve Fotoğraflarla Bilişim Tarihimiz’ isimli kitabı hatıralarını canlandırmış.
Bilgisayarla, İnternet’le ilk tanışmasını anlatmış. Bazı bilgileri kitapta bulamamış, serzenişte bulunmuş. Türk basınında ilk bilgisayar kullanan kişinin adı, Tübitak’ın sadece birkaç akademisyene yararlandırdığı İnternet erişiminden ilk hangi gazetecinin yararlandığı, Türk basınından e.posta adresi olan ilk gazetecinin kim olduğu, İnternet’ten yayınlanan ilk gazetenin hangisi olduğu yokmuş kitapta. Zaman Gazetesi’nin İnternet’te yayınlanmaya başlayan ilk Türk gazetesi olduğunu hatırlatmış. Ki doğrudur. Ben de yeri geldiğince hep söz ederim bu bilgiden.
Sorularından birine de ben cevap vereyim. Türk basınında ilk kimin e.posta sahibi olduğu sorusunun yanıtını bulmak olanaksız gibi bir şey. Ama e.posta adresini gazetedeki köşesinde düzenli olarak kullanmaya başlayan ilk gazetecinin, kendim olduğunu tahmin ediyorum. Ağustos 1995’ten önce gazetedeki köşesinde e.posta adresini kullanan varsa, haber versin düzelteyim...
Komplo teorilik komplo toriği
Severek okuduğum Aktüel’in, ilgiyle takip ettiğim yazarı Emre Ünsallı aradı. ABD ordusunun, asker seçmek için bir bilgisayar oyunu içine yerleştirdiği casus programla ilgili bir haber hazırlıyormuş. Bu bir söylenti ve komplo teorisinden ibaret dedim. ‘ABD Savunma Bakanlığı resmi açıklama yaptı, oyuna casus yazılım koyduklarını itiraf etti’, dedi. Atlamışım diye düşündüm. Haber yayınlanınca baktım Savunma Bakanlığı’nın itirafının yayınladığı site olarak oyunun kendi sitesi (americasarmy.com) gösteriliyor. Siteye girdim, böyle bir itiraf olmadığı gibi bu söylentiler kesin bir dille yalanlanıyor. Ama oyun çok iyi ve ABD ordusu tarafından geliştirildiği de gerçek.
Sigara vergisi daha da artmalı
Hükümet sigara ve içkiden alınan vergileri yine artırdı. Sigaradan alınan verginin artırılmasını anlıyorum. Hatta çok daha fazla artırılmalı. Çağdaş batı ülkeleriyle karşılaştırıldığında, Türkiye sigara üreticileri için tam bir vergi cenneti.
Batımızda kalan ülkeler arasında sigaranın bu kadar ucuz olduğu bir başka ülke daha yok. Çünkü çağdaş hukuk bunu gerektiriyor. Sigara içenlerin çevreye, çevresindeki insanlara ve ekonomiye verdiği korkunç zararların telafisi mümkün değil. Uygulanan yüksek vergilerle adalet, hiç değilse az bir ölçüde de olsa yerini buluyor.
Ama içkiye, özellikle de şaraba uygulanan vergilerin zırt pırt artırılmasına anlam veremiyorum. Türk şarabı yeni yeni gelişmeye başladı. Türk şarap üreticileri dünya şarap pazarında saygın bir yer kapmak için gerekli ilk adımları daha yeni atmaya başlamışlardı. Dış pazara açılabilmeleri için öncelikle iç pazarda güçlü olmaları gerekiyor. Ama sanki bunu istemeyenler var. Önce yabancı şarapların ithalatı kolaylaştırıldı, şimdi de şaraba fahiş vergi oranları getiriliyor.
Dünya markası yaratabileceğimiz ender pazarların birinden olmayalım.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2005
Başbakan <B>Tayyip Erdoğan</B>’ın <B>Bill Gates</B>’in de katıldığı konferansta yaptığı konuşmanın en hoşuma giden yanı, cuma günkü yazımda dile getirdiğim kuşku ve çekincelere önem vermiş olmasıydı. Şöyle diyordu Erdoğan: ‘Yazılım ve donanımın ne yaptığını tam olarak bilmediğimiz ve kendi ülkemizde geliştirmediğimiz zaman, program veya işletim sistemine nasıl güveneceğiz? Bir devlet, bu konuda hiç kimsenin sözüyle yetinemez. Çalışan bütün programlar ve incelemelerin de yapılması gerekir. Bunlar yapılmazsa güvenlik konusunda bağımlı kalınacak, zafiyete düşülebilecektir.’
Erdoğan’ın bu sözlerini duyunca, hükümetin bilişimle kalkınma projesine umutla bakmaya başladım. Ne yalan söyleyeyim, diğer pek çok emare projeye kuşkuyla bakmama çanak tutuyordu.
Bir kere hükümetin kalkınmayı bilişim teknolojileri temeline dayandırması ve Bill Gates’i Türkiye’ye getirmeyi başarması alkışlanacak gelişmeler. Onu baştan belirtmek gerek. Ama bir takım soru işaretleri geliyor ardı ardına:
- Gates’in konuştuğu konferansa neden bilişim basını davetli değildi, bilinçli sorular gelmesinden mi çekinildi? (Gerçi ben davet edildim ama İstanbul’dan Ankara’ya gidecek şekilde ajandamı ayarlayamayacağım kadar geç.)
- Öğretmenlere daha ekonomik olan masaüstü yerine dizüstü bilgisayarlar verilerek büyük bir israfa yol açılmasının nedeni nedir?
- e.devlet ana kapısı (portal) neden DPT’den alınıp Türk Telekom’a veriliyor ve TT de bu işi ihalesiz Microsoft’la yapıyor?
- Konferans öncesi kapalı kapılar ardında yapılan toplantıya neden Vestel katılıyor da Beko, Arçelik, Escort katılmıyor, NTV patronu katılıyor da diğer medya patronları katılmıyor, Avea ve TT katılıyor da Turkcell ve Telsim katılmıyor?
- e.devlet ana kapısı gibi ihalesiz olarak verilecek başka işler de var mı?
- Ümraniye’de açılacak bir teknopark hangi arazi üzerine kurulacak ve bu arazinin şu andaki sahibi kim? Arazi seçimi kesin mi, yoksa daha uygun yer alternatifleri araştırılacak mı?
Hükümetin aslında yürekten desteklediğim projesine kuşkuyla bakmama yol açan sorular bunlar. Ama son yazımın Başbakan’ın konuşmasına etki etmiş olmasından cesaret buluyor ve bu sorularımın da kuşkuları dağıtacak şekilde cevaplanacağına dair umutlanıyorum.
Başbakanlık’ın bu projenin altından başarıyla kalkması için de dua ediyorum.
Yanlış anlamadım sevgili Fatih
‘Eh be Yurtsan. Bari sen yapma!’ demiş sevgili Fatih Altaylı.
Yazısının sonunda da ‘Ne kardeşim Yurtsan’ın, ne de abim Hıncal’ın bana fikir özgürlüğü ve gazetecilik üzerine ders vermesine gerek var’ demiş.
Estağfurullah! Gazetecilik dersi vermeye kalkışmak haddime değil. Ne yaşıtım Fatih Altaylı’ya, ne büyüklerime, ne küçüklerime. Fikir tartışması yapıyoruz hepsi o...
‘Eleştirmenlerin yazdıklarına kimse değer vermiyor, o zaman boşa yazdırıyoruz’ diyormuş, ben yazdıklarından dolayı eleştirmenlerin işine son verilmeli dediğini sanıyormuşum.
Ama benim katılmadığım konu, ‘eleştirmenlerin yazdıklarına kimsenin değer vermiyor’ şeklindeki yargısı zaten.
Son dönemde vizyona giren bazı Türk filmlerine çok kişinin gidiyor olması, eleştirmenlerin yazdıklarına değer verilmemesinin kanıtı değil.
O filmlere giden çok olduğu gibi gitmeyen de çok. Geçen yazımda dikkat çektiğim gibi yurtdışında gişe başarısı yakalayamadıklarına ve uluslararası ödüllere boğulmadıklarına göre belki de filme gidenler değil, eleştirenler haklı.
Belki de eleştirenler doğru yapıyor. Gitme dedikleri filmlere gidilmese, Türk sineması için daha hayırlı olacak.
Ya da belki de insanlar eleştirmenlere inat bir tutum takınıyorlar. Gidin dediklerine gitmiyor, gitmeyin dediklerine gidiyorlar. Örneğin Mehmet Ali Erbil’in poposuna meraklı olmasam da, sırf Ahmet Hakan gitmeyin dedi diye, o filme gitmeyi düşünüyorum. Gerçi filme gidince, Ahmet Hakan’ın o yazısında kedi olalı ilk kez fare tuttuğunu anlayıp, keşke vaktimi boşa harcamasaydım diyeceğime de şimdiden kalıbımı basarım, o ayrı mevzu.
Vogue’un fakir şarap listesi
Hürriyet Cuma’nın En İyi 10 listesinde bu sefer ne var acaba diye her hafta merakla beklerim. Hafta içinde de jüri neden falancayı seçmiş, filancayı seçmemiş diye yapılan tartışmaları keyifle izlerim. Adı üstünde, jüri işte kardeşim! Neyi, neden seçip, seçmediğinin tartışması olur mu? Görevleri kişisel beğenilerini yansıtmak. Kişisel beğeni değil de objektif kriterlere dayalı seçim yapılacak olsa, jüriye ne gerek var?
Ama geçen haftaki listeye bir itirazım var. ‘Yerli şarap mönüsü en zengin 10 restoran’ sıralaması yapılırken jüriye pek gerek yok! Alırsın restoranların şarap mönülerini, sayarsın şarapları, sıralarsın en zengin listeye sahip olanları. Jüriye de olsa olsa, sadece danışırsın. Biz en zenginleri tespit ettik ama dikkat etmediğimiz bir kriter var mı, diye... Jüri de der ki örneğin, ‘beşinci sıraya koyduğunuz Vogue’u çıkartın listeden!’
Şarap listesi Vogue’daki gibi tek bir markanın şaraplarından oluşan restoranın şarap mönüsüne değil 20, 200 şaraplık bile olsa zengin mönü denilemez.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2005
Sevgili <B>Fatih Altaylı</B>, bir gazetenin başında olsam, şu anda gazetelerde sinema eleştirmenliği yapanlara satır yazırmazdım diye yazmış. Şansız bir yazı olmuş. Belli ki yazıyı, acelesi olduğu bir anda, gazete yazarlığının ve eleştirmenliğin fonksiyonları üzerinde fazla düşünmeden kaleme almış.
Fatih Altaylı’ya göre, son yılların en çok seyirci toplayan filmlerinin hepsi Türk filmiymiş. ‘Millet bu filmleri beğeniyor olmalı ki’ diyor, ‘milyonlarca kişi salonları dolduruyor. Son yıllarda ciddi bir patlama yapan Türk sinema sektörünün üretimini beğenmeyen ise sadece eleştirmenler.’
***
Bir kere eleştirmenlik ve makale yazarlığı halkın beğenisini yansıtmak için yapılmaz. Bu konuya birazdan yine geleceğim.
Ama hadi şimdilik diyelim ki, herkesin beğendiği bir filmi eleştirmen de övmek zorundadır. Öyle olsa bile Türk filmlerini herkes beğenmiyor ki. Beğense, Türk filmleri yurtdışında da izleyici rekorları kırar, uluslararası saygın yarışmalarda ödüle boğulurdu.
Fatih Altaylı’nın başarı kriterinin yerellikle sınırlı olmadığına inanıyorum. Türk filmleri yerel başarılarını, küresel arenaya taşıyamadıklarına göre uluslararası standartları henüz yakalayamadılar. Herkes tarafından değil sadece bazı Türkler tarafından beğeniliyorlar. İşte bu noktada, devreye eleştirmenin girmesi gerekiyor. Yani sinemayı halkın beğenisinin üstünde kavrayabilen, yönetmenin ve yapımcının becerisinin üzerinde yorumlayabilen uzmanların.
***
Eğer gazete eleştirisi, halkın beğenisine tercüman olmak ve yönetmenin, yapımcının becerisine alkış tutmaktan ibaret olursa, Türk sineması işte asıl o zaman hapı yuttu demektir. Türk sineması bugün eğer dününü, bir ölçü aşmayı becerebildiyse bunu eleştirmenlerin de varlığına borçlu.
Buraya kadar yazdıklarım işin ticari başarı boyutuyla ilgiliydi. Yazdıklarımın tümü sadece sinema için değil diğer tüm sanat dalları, bilim ve fikir eserleri için de geçerli.
Ticari başarının yanı sıra işin bir de sanatsal, bilimsel, fikri başarı boyutları var.
Eğer başarı, halkın beğenisiyle sınırlı kalsaydı dünya ve insanlık hiç ama hiç ilerleyemezdi. Akvaryumundan memnun balıklar, kafesinden memnun maymunlar gibi yaşayıp giderdik.
***
Halkın beğenisini küçümsüyor değilim. Uzun vadede halkın beğenisi de sonunda genellikle doğruyu bulur. En doğru yönetim biçiminin demokrasi olmasının nedeni de bu uzun vadeli haklılıktır. Halk kısa vadede yanılabilir, yanlış bir kişiyi lider olarak seçebilir. Hatta hatasını bir, iki seçim dönemi boyunca tekrarlayabilir de. Ama uzun vadede doğruyu bulacaktır. Doğruyu bulmanın garantisi de fikir özgürlüğüdür.
Eleştirilerini beğenmediği yazara satır yazdırmayan yayın yönetmeni deverinin artık çok gerilerde kaldığına inanmak isterim.
Ne o? ‘Quis custodiet ipsos custodes?’, yani ‘Gardiyanların bekçiliğini kim yapacak?’ sorusunun cevabını düşünmediniz mi yoksa?
En iyi 10 Türk şarabı
Geçen hafta ünlü Wine Spectator dergisinin Dünyanın En İyi 100 Şarabı listesinden ayıkladığım, 25 şaraplık bir liste vermiştim. Wine Spectator jürisinin önem verdiği bir kriter ‘X’ faktörü olarak adlandırdıkları şarabın verdiği ‘excitement’ duygusu. Yani ‘can’ faktörü ve şarabın verdiği ‘heyecan’. Aşağıdaki listeyi hazırlarken de ‘can’ faktörüne önem verdim.
Örneğin Doluca DLC Cabernet Sauvignon-Merlot 2002 bence, listede önüne koyduğum iki şaraptan da içim olarak daha güzel bir şarap. Ama tamamen Türkiye’ye özgü bir üzüm türü olan Boğazkere ile yapılmış şaraplar bana çok daha heyecanlı geliyor. Listenin sonunda yer alan şarabı ise Ertuğrul Özkök geçen gün yazısında övdüğünden, yazarlık kariyerimi tehlikeye atmamak için listeye dahil ettim.
1. Doluca ‘Karma’ Boğazkere-Merlot 2002
2. Kavaklıdere Boğazkere 2000
3. Doluca ‘DLC’ Cabernet Sauvignon-Merlot 2002
4. Şato Kalecik Fransız Kupaj 2002
5. Kavaklıdere Kalecik Karası 2001
6. Sarafin Fume Blanc 2002
7. Sarafin Chardonnay 2002
8. Şato Kalecik Kalecik Karası 2002
9. Kavaklıdere Narince 2001
10. Doluca ‘DLC’ Öküzgözü 2002
Fiyat Performans Kontenjanı
Tekel Buzbağ 2002 (5 YTL’ye daha iyisi yok)
Ertuğrul Özkök Kontenjanı
Denizli Şiraz
Mehmet Ali site açtı
Yıllar öncesinin unutulmaz İnternet reklamında ‘Benim sitem var’ diye övünen Banu Alkan’ın sitesinin temelleri çürüye dursun, Mehmet Ali Erbil bomba gibi bir siteyle hayranlarının karşısında. mehmetali.com bugüne kadar gördüğüm en iyi Türk ünlüsü sitesi.
Sitenin siz bu yazıyı okurken resmen açılmış olması gerekiyor. Henüz açılmadan önce özel izinle gezdiğimde en beğendiğim yönü, tasarımının Mehmet Ali Erbil’in renkli ve deli dolu kişiliğini çok iyi bir şekilde yansıtıyor olmasıydı. Zadaca Digitalmedia tarafından hazırlanan sitenin en büyük eksisi sadece Flash oynatıcısı ile izlenebilmesi (Flash sitenin ruhuna çok uygun bir seçim onu da belirtmek gerekir), standart versiyonunun olmaması. Ancak Zadaca’dan Cüneyt Devecigil, bu eksikliğin farkında olduklarını ve çok kısa bir süre içinde HTML versiyonunun da yayına gireceğini müjdeliyor.
Site içeriği, ziyaretçilerini memnun edecek kadar zengin gerçi ama bir ay sonra açılması planlanan ‘Fan Club (hayran kulübü)’ bölümüyle iyice renklenecek. Bu bölüm açıldığında, üyeler Mehmet Ali Erbil’in evinden yayın yapan video kameraya bağlanabilecek, onunla buluşabilecek, evini gezebilecek, sohbet edebilecekler.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2005
Her zamanki gibi ‘görmemişin oğlu olmuş’ misali, Bill Gates’in gelişini de büyük bir olay yaptık. Neredeyse adamın ayağına kırmızı halı döşeyip, devlet töreniyle karşılayacağız. Neredeyse dedim ama ister misiniz gerçek olsun? Olur vallahi...Microsoft tüm dünyada, kamu sektöründe köşeye sıkışmış durumda. Evlerde, orta ve küçük işletmelerde yakaladığı muhteşem başarı ve özel sektörde eriştiği nispeten büyük başarıya rağmen, kamu sektöründe farklı ülkelerden darbe üstüne darbe yiyiyor.Nedeni gizlilik derecesi yüksek, sistem kararlılığı kritik kamu uygulamalarında, hükümetlerin açık sistemlere yönelmeyi giderek artan oranlarda devlet politikası haline getirmeye başlamaları.KAMU ‘AÇIK’TANYANAKapalı sistemler, adı üzerinde kapalı birer kutu gibiler. Yani siz böyle bir bilgiişlem sistemini kullandığınızda, sistemin yazılım kodları kapalı olduğu için inceleyemiyorsunuz ve sistemin tam olarak ne yaptığından emin olamıyorsunuz. Bu güven kuşkusu, tüm sistemlerin İnternet’e bağlı olduğu günümüz dünyasında katlanarak artıyor. Sistemin sizin bilginiz dışında herhangi bir ileşitimde bulunup bulunmadığı, sizin için güvenlik riski taşıyan bilgilerin başka yerlere gönderilip gönderilmediği, herhangi bir savaş durumunda sistemlerinizin karşıdan gönderilecek bir kodla işlemez hale getirilip getirilemeyeceği meçhul.İşte bu durum devletlerin birer birer, giderek artan oranlarda kapalı sistemler kullanmaktan kaçınmaya başlamasına yol açıyor. Bill Gates de bunun farkında ve bu eğilimin başladığı yıllarda, sistemlerinin kaynak kodlarını isteyen üst düzey kamu yöneticilerinin incelemesine kısmen açacağını açıklayarak, gidişatı yavaşlatmaya çalışmıştı. Ancak kodları tamamen açmaya yanaşmadığından olacak, bu eğilim halen devam ediyor.Hal böyle olunca, Türkiye gibi bilişim kültürü cehalet seviyesinde olan ve henüz bilişim altyapısı penetrasyonu tamamlanmamış ülkelerin kamu sektörleri Microsoft için bulunmaz bir hedef oluyor.Hedef yeni nesilMilli Eğitim Bakanlığı’nın (MBE) yılan hikayesine dönen Bilgisayar Destekli Eğitim (BDE) projesi de, Microsoft’un hedefleri için biçilmiş kaftan. Geleceğin nesilleri üzerinde ürün bağımlılığı yaratmak, her şirketin genç kızlık rüyası ne de olsa.On yıldır yazıyorum. MBE, BDE projesini yanlış yürütüyor. Yapılması gereken öncelikle okullar arası geniş bantlı iletişim altyapısının tamamlanması, bu arada Türkiye’ye uygun eğitim amaçlı bilgiişlem araçlarının geliştirilmesi için şartname hazırlanıp, AR-GE için süre tanınması ve bu süre sonunda ihaleye çıkılmasıdır. Okullara birkaç sene içinde ıskartaya çıkan kişisel bilgisayarlar satın almak Türkiye için büyük lükstür. Türkiye’nin ihtiyacı ağ üzerinde merkezi olarak yönetilen, özel olarak geliştirilmiş akıllı terminallerdir.Ama biz bilgisayar destekli eğitim altyapısı kurmak yerine okulları Microsoft yazılımlarının kullanılmasının öğretileceği bilgisayar laboratuvarlarına çevirmekle uğraşıyor, Bill Gates’in önünde saftorik olmakla övünüyoruz.
button
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2005
Şu sıralar <B>komplo teorileri yazmak moda </B>ya, ben de yazayım bir tane. İbrahim Tatlıses’in davranışlarına baktıkça, ‘bu adam acaba Türk toplumunu çağdaş batı zihniyetinden olabildiğince uzak tutmak isteyen bir gizli örgütün ajanı mı’ gibilerinden olmadık düşüncelere dalmadan edemiyorum.
Beraber olduğu kadınları dövdüğü, otel odasında mangal partisi verdiği, sevgilisi kadınların atacağı her adıma karıştığı, ayrıldığı sevgilisini tehdit ettiği gibi haberlerle gündemde hep. Şimdi de son klibinde denize fırlattığı konyak şişesiyle örnek oluyor topluma.
Söyleyin Allah aşkına, topluma hep bu gibi davranışlarıyla örnek olan bir kişinin Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini engellemeye çalışan bir ajan olduğundan kuşkulanmak yersiz bir şüphecilik midir?
Serdar Turgut’un abuk sabuk komplo teorisi geçen gün bir gazetede köşe yazısı diye yayınlanabiliyorsa, benim bu teorimin MİT’te tartışılıyor olması gerekmez mi?
Meraklısı için açıyorum (Sedar Turgut’un komplo teorisinde geçen teknolojiyi birkaç hafta önce Ayşegül Aldinç’in Sabah’ta yazmış olması bile yeterli gösterge, kapatıyorum).
Allahı var, İbrahim Tatlıses’in biraz önce sıraladığım eylemlerinin sonuncusu hariç hiçbirine, bire bir şahit olmadım. Yani teorimin sağlamlığı kuşku götürür. Ama o denize şişe fırlattığı sahne ayan beyan herkesin gözünün önünde.
Konyak şişesini denize fırlatan Tatlıses, bir tarihte ‘Urfa’da Okusford vardı da biz mi gitmedik?’ demişti. İnsana ve yaşama saygıyı ne Oxford’da ne de başka bir üniversitede okutuyorlar.
Medya Vinci Şifresi: Geçen gün Ertuğrul Özkök, güzel de yazılmış olsalar komplo teorilerinin yarattığı etkilerin korkutucu yönüne dikkat çekmişti. Beni de korkutan işin bu yönü. İbrahim Tatlıses’nin davranışlarından yola çıkarak yazdığım komplo teorisi işin esprisi. Serdar Turgut’un hezeyanlarının da en ufak bir değeri yok. Bu ikisinin tabii ki gerçekliği yok. Ama denize atılan o şişenin ve kuyuya atılan o taşın yarattığı potansiyel tehlike, en iyi yazılmış komplo teorisinden bile daha dehşet verici. Ne denizler, ne köşeler kimsenin babasının malı olmalı.
Kurban olam yeter bu kan
Londra’da açılan Türkler sergisinin yarattığı olumlu etkileri silmek için Kurban Bayramı görüntüleri yetti. Radikal’in ‘akademik’, ‘kadın’, ‘neo muhafazakar’ ‘köşe yazar’ı Nuray Mert, bayram öncesinde buyurmuştu, ‘Mutena semtlerde artık sokakta, apartman girişinde kurban kesen yok, bunların olduğu semtlerde de, kurbana gelene kadar aksayan o kadar çok şey var ki’. Sokaklarda kan dökülmesi, boğalara işkence edilmesi vahşetini eleştirenleri, sanki gelenek düşmanlarıymış gibi gösterip, prim yapmaya çalışıyordu. Sonra bayram geldi çattı. Televizyonlara yansıyan görüntülere baktım ve Mert’e helal olsun dedim. Sokakta, apartmanda kurban kesen kalmamış! İstanbul’un göbeğinden kan nehri akıyor sadece. Teşbih filan değil, siz de görmüşsünüzdür. Resmen kan nehri...
100. yıl logosunu taraftarla seçiyoruz
Yüzüncü yıllar özeldir. Galatasaray’ın 100. yıl logosu fiyaskosuna her taraftar gibi takmış olmamın nedeni de bu. Galatasaray’ın 100. yılının böylesi eften püften bir logoyla geçiştirilmesine gönlüm razı gelmiyor. Galatasaraylı taraftar grubu Ultraslanların sitesini (www.ultraslan.org) gezerken, yönetimin açtığı yarışmada finale kalan logolara rastladım. Yönetim daha doğrusu yönetimin danıştığı bilirkişi heyeti her nedense taraftarın seçimine saygı duymamış ve sanki hiç böyle bir yarışma açmamışlar gibi 100. yıl logosunu grafikerlerin duayeni kabul edilen Bülent Erkmen’e sipariş etmişlerdi. O da birşeyler çiziktirmiş ve bilirkişi heyeti de bu logoyu Galatasaray’ın şeref yılı için uygun bulmuştu.
Dediğim gibi çoğu Galatasaraylı gibi Galatasaray’ın sünepe bir aslan figürüyle temsil edilmesine benim de gönlüm elvermiyor. Bu yüzden Ultraslan sitesinde rastladığım logolar arasından çok zorlanarak dört tanesini seçtim. Zorlandım çünkü 100. yıl coşkusunu her biri, Erkmen’in hür ve kabul edilmiş logosundan çok daha iyi yansıtıyordu. Sonuçta içinde sarı ve kırmızının yalın bir şekilde kullanıldığı, klasik GS amblemi veya aslan figürüne de yer verilmiş dört tanesini bir kenara ayırdım. Ve şimdi Galatasaraylı taraftarlara sesleniyorum. Gelin www.hurriyetim.com.tr/gs100 adresindeki ankete katılarak, oyunuzu kullanın, 100. yıl logosunu birlikte seçelim. Ankette ilk ikiye giren logolar, profesyonel olarak rötuşlanacak ve final oylamasına katılacak.
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2005
Her yıl onlarcasına katıldığım uluslararası bir fuarda ilk kez bu kadar göğsüm kabardı. Teknoloji Holding’in Deniz Taksi projesini, neredeyse en başından beri takip ediyorum. Ama gerçek boyuttaki ilk prototipiyle Almanya’nın Düsseldorf şehrinde yapılan Boot 2005 tekne fuarında karşılaştım. Ve şaştım kaldım.
Şaşırmamın bir nedeni, Deniz Taksi’nin beklediğimden büyük boyutu, asıl kaynağı ise Deniz Taksi’ye olan ilginin yoğunluğuydu. 52 ülkeden 1650 firmanın deniz araçlarını sergilediği fuarı gezenler, birbirinden lüks ve gösterişli yatların arasında Deniz Taksi’nin kapısında kuyruk olmuşlardı.
Deniz Taksi’yi yakında İstanbul’da kullanıyor olacağız. Tıpkı kara taksileri gibi kullanılacak. İstanbul Boğazı ve Marmara’da çeşitli yerlerde Deniz Taksiler’in yanaşacağı özel iskeleler kurulacak. Deniz taksiye binmek isteyen müşteriler, bu iskelelere gelip, taksi çağırma düğmesine basacaklar.
Deniz Taksi Kontrol Merkezi denizdeki taksi filosundaki tüm araçların yerini Global Pozisyon Saptama (GPS) sistemi sayesinde uydulardan takip ediyor olacak ve yine uydular aracılığıyla taksilerle haberleşecek.
Müşteri taksi çağırma düğmesine bastığında, en yakındaki deniz taksisi, müşterinin beklediği iskeleye yönlendirilecek. Deniz taksileri 10 yolcu kapasitesine sahip. Tıpkı kara taksilerini olduğu gibi deniz taksilerini de sadece tek bir müşteri tutabilecek. Tarife kişi başına değil, araç başına gidilen mesafeye bağlı olacak.
İstanbul Belediyesi tarafından kesinleştirilecek tarifenin mil başına yaklaşık 5 YTL (5 milyon TL) olması bekleniyor. Yani Kadıköy’den Beşiktaş’a deniz taksi ile 5 YTL’ye gidilebilecek. Taksi on kişilik bir grup tarafından tutulduğunda, kişi başına 50 kuruşa gelecek.
Fuarda büyük ilgi gören Deniz Taksi’nin dünyanın çeşitli şehirlerinde de kullanılması gündemde. Örneğin uygun birer örnek olarak benim aklıma hemen Stokholm, Londra ve Paris geliyor. Hele New York’ta Özgürlük Anıtı’na gitmek ve San Fransisko’da işadamlarının oturduğu lüks Tiburon semti ile şehir merkezi arasında kullanılmak için biçilmiş kaftan.
Deniz Taksi; Teknoloji Holding bünyesinde 2003 yılında kurulan T-Design’la temeli atılan Tasarım Hizmetleri ve Üretim Grubu’nun meyvesini veren ilk büyük projesi. Teknoloji Holding’i iki genç Türk girişimci, Emin Hitay ve Alphan Manas kurup, bugünlere getirdi. Çok hızlı ama sağlıklı büyüyen bir holding olma özelliğine sahip holdingin Tasarım Hizmetleri ve Üretim Grubu’nun başında, Vestelnet’teki başarılarından tanıdığımız Cem Soysal var. Tasarım grubunun vizyoneri ise aynı zamanda Dünya Gelecekçiler Birliği Türkiye Başkanı olan Alphan Manas.
Kravat yine moda
Gelecekte geçen bilimkurgu filmlerinin hangisine baksanız, tekinde bile kravat-ceket giyen birine rastlayamazsınız. Ama kravat-ceket hayatımızdan çıkmamaya kararlı. Dijital devrimle birlikte ABD’nin batı yakasında başlayan ofiste serbest giyinme modası önce ABD’nin doğu yakasına, oradan da Avrupa’ya sıçradı. Özellikle yeni ekonomi şirketlerinde, kravat-ceket giyene pek rastlanmaz oldu. Şıklığın yeni gözdesi kravatsız ceket...
Bizde ise henüz sadece bazı şirketlerde, o da genellikle sadece cuma günleri, müşteriyle birebir ilişki kurmayan personel kurtulabildi kravattan. Ama kravat kovulduğu ofislere geri dönme hazırlığında. Tabii eskisi gibi sıkı kurallarla değil. Biraz züppece bir tarzda geri dönüş söz konusu. Üst düğmesi açık gömleğe, gevşekçe takılan, alışılagelmişin dışında renk ve desenlere sahip kravatlar geliyor. Ekose gömlekle ekose, çizgiliyle çizgili giymek bile mümkün yeni akımda. İşin püf noktası komik olmadan yakıştırabilmekte.
En iyi ve ucuz 25 şarap
Ünlü şarap dergisi Wine Spectator’ın yeni yıl sayısının şarapseverler arasında apayrı bir yeri vardır. Dergi her yıl, bir önceki yılın en iyi 100 şarap listesini açıklar. Bu türden tüm listelerde olduğu gibi Wine Spectator’ın listesi de tartışmaya açıktır tabii ki. Yine de, en iyi 100 listesine haksız yere girmiş olanları olsa bile, bu listedeki şarapların kalitesinden emin olabilirsiniz. Dünyanın en iyileri listesine giren şarapların pahalı şaraplar olması da doğal. Ama herkesin satın alabileceği fiyatta olanları da var. Fiyatı 25 doların altında olan ilk 25’ini, hem kendim hem sizin için ayıkladım. Kesip saklayın. Şimdilik Türkiye’de yoklar ama ithalatçılarımızın listesine girenleri olur bakarsınız. Ya da yurtdışına gidecek olursanız, listeyi yanınıza almayı unutmayın.
3. Numanthia-Termes (İspanya), Toro Termes 2002, 24$
11. Seghesio (Kaliforniya), Zinfandel Sonoma 2002, 17$
18. Chateau Souverain (Kaliforniya), Chardonnay Sonoma 2002, 14$
21. Glen Carlou (Güney Afrika), Chardonnay Pearl 2002, 14$
28. Green Point (Avustralya), Shiraz Victoria 2002, 18$
32. Viticcio (Tuscany), Chianti Classico Riserva 2001, 22$
35. Henri Bourgeois (Loire), Poully-Fume La Porte de L’Abbaye 2002, 17$
41. Rosenblum (Kaliforniya), Zinfandel Paso Robles 2002, 19$
44. Kim Crawford (Y. Zelanda), Sauvignon Blanc Marlborough 2004, 17$
48. Falset-Marça (İspanya), Montsant Castell de Falset 2000, 17$
51. Two Hands (Avustralya), Shiraz 2003, 24$
52. Columbia Crest (Washington), Merlot 2001, 11$
53. Bodegas Terrazas de los Andes (Arjantin), Malbec Mendoza 2002, 15$
59. Fairview (Güney Afrika), Goat-Roti 2002, 18$
61. Tamarack (Washington), Firehouse Red 2002, 18$
64. Castello di Querceto (Tuscany), Chianti Classico, 18$
65. Allegrini (Veneto), Verona Palazzo della Torre 2000, 19$
66. Domaines Schlumberger (Alsace), Riesling 2000, 16$
67. Bodega Catena Zapata (Arjantin), Malbec Mendoza 2002, 22$
68. Chateau Ste. Michelle-Dr. Loosen (Washington), Riesling 2003, 20$
69. Chateau Haut-Bages-Liberal (Bordo), Pauillac 2001, 20$
70. Van Duzer (Oregon), Pinot Noir 2002, 22$
71. Warwick (Güney Afrika), Three Cape Ladies Simonsberg 2001, 22$
72. Chateau Montus (Güneybatı Fransa), Madiran 2001, 24$
73. Wolf Blass (Avustralya), Shiraz 2002, 24$
Yazının Devamını Oku