Benim bile alışık olmadığım çok uzun bir yolculuğun ardından Tokyo’ya ayak bastım.
Ve işte bu ayak basışımdan itibaren geçirdiğim bir tam günde edindiğim ilk izlenimler...
Aslında uçağın yüzde sekseninden fazlası Japon yolcular tarafından doldurulduğu için aktarma yaptığım Paris’ten beri Tokyo’da sayılırım, ama neyse... O kadarını karıştırmayın şimdi.
Japonya Türkler’den vize istemeyen ender ülkelerden biri. Ama bir Türk olarak burada da başımın dertten kurtulacağı yok. Diğer ülke vatandaşları pasaport kontrolünden kolayca geçerken, ben takılıyorum.
Dikkatimi çeken ilk şey, Japonlar’ın takındığı aşırı nezaket tavrı. Pasaport memuruyla konuşurken yanımıza gelip beni içerlerde bir yerlere davet eden memurun tavrındaki nezakete de diyecek bir şeyim yok...
Zaten çok da uğraştırmayıp, davet mektubu olarak gösterdiğim, uydurmasyonu da kolayca yapılabilecek bilgisayar çıktılarının fotokopisini almakla yetiniyor ve geçmeme izin veriyor.
Japonlar’ın ikinci tersliği ile de taksiye bindiğimde karşılaşıyorum. Japonlar, tıpkı İngilizler gibi ters millet; otomobilleri sağdan direksiyonlu, trafik de soldan akıyor... Aslında bunun için tersliği Japonlar’a ya da İngilizler’e mal etmek yanlış olur. Çünkü tüm dünyada sağdan direksiyonlu otomobil kullanan ülkelerin toplam nüfusu, soldan direksiyonlu otomobil kullanan ülkelerinkinden kat, kat fazla. Yani asıl ters olan biziz.
Otele vardığımızda, Portekizli halkla ilişkiler uzmanı el çantasını, havalimanında hatırlamadığı bir yerde unuttuğunu fark ediyor. Ama sorun değil. Çünkü Japonya’da herhangi bir şeyi kaybetmeniz mümkün değil. Neyi, nerede unutursanız unutun, size geri gelmesi çok büyük bir olasılık. Nitekim halkla ilişkilercinin çantası da, o günün akşamı otele geliyor. Üstelik sıkı sıkıya paketlenmiş olarak...
O gece gruptaki gazetecilerden biri de dijital fotoğraf makinesini gittiğimiz restoranda unutuyor. Makinenin peşinden gelip, kendisini bulması sadece birkaç saat alıyor.
Ama en değerli şeylerin bile kaybolmadığı, çalınmadığı Japonya’da dikkatimi çeken bir şey daha var. Hangi binaya, hangi restorana, hangi otele, hangi işyerine giderseniz gidin kapıda bir şemsiye rafı var. Ve bu şemsiye rafları özel bir asma kilit sistemiyle donatılmış. Para dolu çantaya, dijital fotoğraf makinesine tenezzül etmeyen Japonlar, demek şemsiyelere kalk gidelim yapmaktan çekinmiyorlar. Yeter ki yağmur yağsın ve şemsiye almayı unutmuş olsunlar...
Tek bir günlük Tokyo deneyiminde gözüme çarpan bir diğer ilginç görüntü ise sokaklarda yürüyen Japonlar’ın hemen hemen onda birinin ağız ve burun maskesi takması. Önce maskeyi hava kirliliğine karşı taktıklarını sanıp, "İstanbul’a gelseler herhalde NASA’ya özel astronot kıyafeti sipariş edecekler" diye düşündüm.
Sorup soruşturunca işin aslının bambaşka olduğunu öğrendim. Meğer maskeleri nezle ve grip virüsüne karşı takıyorlarmış. Ama kendilerine bulaşmasın diye değil... Tam tersine kendileri nezle olduklarında, hastalıklarını başkalarına bulaştırmamak için...
Sony’nin Avrupa basınını çağırdığı toplantının tek Türk davetlisi olarak bulunduğum Tokyo’da, ilk gün ziyaret ettiğimiz yerlerden biri de Japonya’nın en büyük TV kanalı NHK’nin merkez binasıydı. Burada Japonya’nın en büyük kapalı stüdyosu olduğunu söyledikleri mekanı da gösterdiler bize. Türkiye’de katıldığım TV programlarından biliyorum, bizde daha büyük TV stüdyoları da var.
Bizdekilerle, Japonya’dakinin farkı ne tür yayınlar için kullanıldıklarında...
Biz gittiğimizde, Japonya’nın en büyük TV stüdyosuna 80 kişilik bir filarmoni orkestrası kurulmuştu. Sabahın 9’undan beri oradalarmış ve çekimlerin akşam 9’da bitmesi bekleniyordu. Stüdyoyu ziyaret ettiğimiz Salı günü 12 saat sürmesi beklenen çekim, Cumartesi günü yayınlanacak topu topu 30 dakikalık bir program için yapılıyordu.
Türkiye’de bırakın otuz dakikalık bir filarmoni konseri yayınını, dünyanın en ünlü orkestra şefinin İstanbul ziyaretine beş dakikalık video kaseti harcayanları topa koyarlar...
İki apartman arası mezar
Tokyo çarpık kentleşmiş bir şehir. Kimi yerlerinde geleceğin şehirlerinden birinde olduğunuzu hissettiren üstün mimari örnekleriyle karşılaşırken, kimi yerlerinde çok çirkin, bakımsız, gecekondu bozması evlerin arasında buluyorsunuz kendinizi. Laz apartmanlarına bile rastalamak mümkün Tokyo’da... O kadar tıkış tıkış bir şehir ki, insanlar çok küçük apartman dairelerinde yaşamak zorundalar. Ama bu sıkışıklığa rağmen şehrin göbeğinde, iki apartman arasında mezarlık olarak kullanılan arazilere rastlamak da mümkün. Kendilerine yaşayacak alan bulamayan adamların ölülerine bu kadar yer ayırıyor olması şaşırtıcı doğrusu.
Sarıgül denetime Cevahir’den başlasın
Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün iyi niyetli girişimi sigara yasağının, top yekün bir sigara yasağı getirmediği için zor uygulanacağını daha önce yazmıştım.
Sarıgül’ün uygulamaya koyduğu sigara yasağı alkışlanması gereken, medeni bir adım. Benim endişem sigarayı hemen top yekün yasaklamak yerine, restoranlarda masaların yüzde yirmisini sigara içmeyenlere ayırmayı şart koşan geçiş dönemi anlayışını istismar edeceklerin sayısının çok olacağıydı.
Çünkü Türkiye’de insanların alışageldiği davranış, sigara içenlerin içmeyenlere saygı göstermesi değil içmeyenlerin içenlere katlanması. Arkadaş grubu içinde sigara içen biri mi var? O sigara içen kişinin içmeyenlerin yanında sigara içmemeye özen göstermesi beklenmez de, içmeyenlerin ona katlanması beklenir. Dolayısıyla içen ve içmeyenlerden oluşan bir grup restorana gittiğinde, sigara içenlerin içmeyenler üzerinde kurduğu despotizm yüzünden sigara içilen bölümde oturmayı tercih eder... Bu nedenle de sigarayı restoranlarda tamamen yasaklamadığınız sürece, sigara içilmeyen masaların doluluk oranının düşük olması ve zamanla işletmecinin bu masalardaki kuralları laçkalaştırması, restoranın en ücra köşelerine taşıması kaçınılmaz olur.
Mustafa Sarıgül, sigara yasağını çok sıkı denetleyeceklerini söylüyor. İlk denetleyeceği yeri ben söyleyeyim; Cevahir Alışveriş Merkezi.
Hani alışveriş merkezlerinde sigara tamamen yasak olacaktı?
Tamamen yasaklanması bir yana, Cevahir’in yemek katında yüzde 20 kuralına bile uyulmuyor.
Sigara içilmeyen masalar birkaç taneden ibaret. Üstelik yemek satılan yerlerin hemen yanı başındaki masaların tümünde sigara serbest olduğundan, sigara içmeyenler yemeklerini dumanaltı olarak almak zorunda kalıyorlar. Daha da traji-komiğini gözümle gördüm, Bereket Döner’de siparişi alan eleman bile fosur fosur sigara içerek servis veriyordu.