Tokyo’da bir Türk’üm 2. bölüm

Tokyo seyahatimin tek günlük, ilk izlenimlerimi geçen hafta yazmıştım. Şu anda Orlando, Florida’dayım ve sizler bu yazıyı okurken San Fransisco’da olacağım.

Tokyo maceram tam altı gün sürdü. Gündüzlerin çoğu toplantılarda, akşamlar ise birbirinden ilginç, geleneksel Japon restoranlarında geçti.

Tokyo şehri ve Japon kültürü o kadar farklı ve benzersiz ki, 12 saatlik bir yolculuğun ardından ABD’ye ayak basınca bile sanki kendi vatanıma ayak basmış gibi hissettim. Zaten Japonya-ABD yolculuğu kelimenin tam anlamıyla bir zaman yolculuğuydu. Aradaki saat farkından dolayı, Tokyo’da cumartesi günü 16:30’da bindiğim uçaktan Atlanta’da yine cumartesi günü 14:30’da indim.

Tokyo’da insanların nezle kapmamak için değil, nezle bulaştırmamak için yüz maskesi takarak dolaştıklarını geçen hafta yazmıştım. Başkalarına saygı, Japonların en göze çarpan, üstün özelliği.

Servis sektöründe çalışan kimse bahşiş kabul etmiyor. Israr edecek olursanız çok utanıyorlar. Japonların bu kuralını öğrenene kadar iki kez tongaya düştüm. İlkinde, bahşişim bavullarımı odaya taşıyan otel görevlisi tarafından geri çevrildi. İkincisinde ise bir restoranda... Öğle yemeğimi yedim, hesabı ödedim ve bir miktar bahşiş bırakarak, garsonu beklemeden çıktım. İki, üç blok kadar yürümüştüm ki, garson arkamdan seslenerek yetişti. Hesabı bıraktığımı görmedi, ya da eksik hesap bıraktım herhalde diye endişelendim. Meğer bıraktığım bahşişi, "Fazla para bıraktınız", diye yetiştirmiş peşimden.

Açık havada sigara yasağı

Japonlar, Tokyo’da sokakta, açık havada bile sigara içmiyor. Nüfusun yüzde 40’ı gibi çok büyük bir kısmının sigara tiryakisi olduğu bir ülkede, sokaklarda sigara içilmemesinin nedeni yasaklar değil (sokakta sigara içmeye ceza da uygulayan Chiyoda-ku mahallesi hariç), insanların birbirine olan saygısı.

Sokaklarda, parklarda sigara içenler için yerde beyaz çizgilerle çevrelenen, küçücük, özel alanlar ayrılmış.

Sigara içmek çoğu restoranda serbest ve pek azında sigara içilmeyen özel bölümler var ama tiryakilerin büyük bölümü buralarda bile pek sigara içmiyorlar. Altı gün boyunca gittiğim 10’un üzerindeki restoranın hiçbirinde sigara dumanından rahatsız olmadım en azından.

Tokyo’da sokaklar çok temiz. Kimse yere çöp atmıyor. 2005’teki sarin gazı saldırısının ardından tüm çöp kutularının kaldırıldığı metro istasyonlarında bile yerlerde tek bir çöpe rastlamak mümkün değil.

Japonya’daki Japonlar, batılı ülkelerde görmeye alıştığımız Japon turistlerin çizdiği karakterden çok farklı. Paris’te ya da New York’ta elinde fotoğraf makinesi ya da video, önüne gelen her yeri görüntüleyen Japonlar yerine Tokyo’da rollerin değişmesi, elinde fotoğraf makinesiyle gördüğü her şeyin fotoğrafını çekenlerin batılılar olması çok doğal tabii de, başka farklılıklar da var.

Örneğin Japon turistler gittikleri ülkelerde en lüks markaların mağazalarındaki ürünleri, çekirge sürüsü gibi tüketmeleriyle ünlüdürler. Tokyo’da da lüks markaların mağazaları var, ama Japonların asıl hücum ettikleri giyim mağazaları biraz daha farklı burada.

Tokyo’ya özgü bu alışveriş trendinin en iyi örneği Shibuya’daki 109 isimli, dokuz katlı mağaza. Sırf kadın giyim markalarının bulunduğu dev alışveriş merkezini dolduran yüzlerce mağaza arasında tek bir lüks marka yok. Karınca sürüsü gibi katlar arasında dolaşan Japon gençliği bu fazla tanınmayan markalar arasından seçtikleri giysilerle, kendi stillerini yaratıp, Japon modasına yön veriyorlar.

Tokyo’nun ruhunu yakalamak için en uygun noktalardan biri de 109’un hemen yakınında. Shibuya tren istasyonunun çıkışında beş, altı caddenin kesiştiği bir meydan var. Meydan o sokaktan bu sokağa geçen, kimisi kesişen yaya geçitleriyle dolu. Her birkaç dakikada bir tüm yaya ışıkları aynı anda yeşile dönüyor ve yüzlerce insan aynı anda, meydanın farklı noklarından farklı noktalarına doğru yaya geçitlerini dolduruyor.

Bir anda içiçe geçen insanların görüntüsünü seyretmek için en iyi yer de meydanın karşısındaki Starbucks’ın ikinci katı. Bizde fazla ilgi görmeyen, muhteşem "Lost in Translation" filminde Scarlett Johansson’ın Tokyo’nun ruhunu yakaladığı mekan da, tam Starbucks’ın ikinci katı...

Otel yerine Visa’ya

Batılı ülkelerde görmeye alıştığımızın aksine Japonların büyük çoğunluğu İngilizce bilmiyor. Buna taksi şoförleri de dahil.

Bir gün otele dönmek için taksiye bindim. İlk şaşkınlığımı kapının otomatik açılması ve kapanmasıyla yaşadım. Taksilerin büyük çoğunluğunda kredi kartı geçtiğini biliyordum ama yanımda Japon Yen’i olmadığından, emin olmak için "Kredi kartı geçiyor mu", diye sordum. Şoför anlamayınca "Visa? Visa okey?" diyerek kredi kartını gösterdim.

"Ha, ho, hı, Visa, ohkey", diye onaylayınca otelin adını söyledim, ona da "ohkey", dedi. Yola çıktık. Gittik, gittik, sonunda bir binanın önündü durdu; "Visa, Visa, ohkey", demez mi? Burası da neresi, otelime hiç benzemiyor derken, meseleyi çözdüm. Adam beni getire getire, Visa’nın Tokyo şubesine getirmiş...
Yazarın Tüm Yazıları