Yurtsan Atakan

Cumhuriyet’imiz geçmiş, bayramınız mübarek olsun

31 Ekim 2007
Cumhuriyet Bayramını yine coşkuyla ama tebriksiz kutladık. Cumhuriyet Bayramı milli bir bayram. Yani Türk olan, kendine Türk diyen herkesin bayramı. Şeker Bayramı ise dini bayram. Dini bayramların kutlanması mahrem bir konu. Dini bayram vesilesiyle tebrik mesajı iletmek, birbirlerinin dini inançlarından emin olacak kadar yakın kişiler için çok sıcak, çok güzel bir gelenek. Ama aynı şey dini inançlarını birbiriyle paylaşacak kadar yakın olmayan kişiler için hiç de geçerli değil. Cadılar Bayramı’nın ya da Noel’in (Yılbaşı tebriği olarak değil İsa’nın doğumu olarak) kutlanması bazıları için tacizkar olabiliyorsa, Şeker Bayramı’nın kutlanması da başkalarının dini duygularını incitebilir.        

Geçen yıl dikkatimi çekmişti bu durum. Milyonlarca insan birbirine Şeker Bayramı tebriği gönderirken, Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayanlar azınlıktaydı. Bu gözlemimi şöyle dile getirmiştim geçen yıl:

"Çocukluğumdan kalma, beynimin bir köşesine kazınmış fotoğrafik anılardan biri babam ve iki halamın bayram öncelerinde, masa başındaki halleridir.

Şeker, Kurban ve Cumhuriyet bayramlarından ve yılbaşından önce, başta sıkı bir sivil toplum gönüllüsü olan büyük halam olmak üzere üç kardeşin birkaç günü masa başında, tebrik kartı yazmakla geçerdi.

Gönderilen ve alınan tebrik kartlarının sayısı Şeker Bayramı’nda da, Kurban Bayramı’nda da, Cumhuriyet Bayramı’nda da üç aşağı beş yukarı aynı olurdu.

Bu Şeker Bayramı’nda gelen tebrikleri saydım. İş yerine Ramazan Bayramı’mın mübarek olmasını dileyen 21, Ramazan/Şeker Bayramı’mın mutlu geçmesini dileyen 47 tebrik kartı gelmiş.

Cep telefonuma gelen her iki türden tebriğin toplamı ise 27.

Buna karşılık Cumhuriyet Bayramı’mı kutlayan tebrik kartı sayısı da, cep telefonu mesajı sayısı da aynı: 1...

Üyesi olduğum çeşitli İnternet mesajlaşma listelerinde de durum pek farklı değil. Ramazan/Şeker Bayramı tebriklerinin sayısı Cumhuriyet Bayramı tebriklerinin kat kat üzerinde.

Kısacası tanıdık tanımadık sürüyle kişi ve kurum bayramımın mübarek olmasını dilemiş ama iki, üç istisna hariç bir Allah’ın kulu da çıkıp Cumhuriyet Bayramı’mı tebrik edecek kadar coşkuyla karşılamamış Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümü bayramını.

Sadece bayram tatilinin değil son birkaç yılın kısa hikayesi bu aslında:

Geçmiş Cumhuriyet Bayramımız mübarek olsun".

Bu sene durum daha da vahim. Şeker Bayramımı kısa mesajla kutlayanlar arasında dini inançlarımı bilecek kadar yakından tanışmadığım insanların sayısı iki katına çıkarken, Türk olduğumdan emin olmaları gereken tüm tanıdıklarımdan Cumhuriyet Bayramımı kutlayan tek bir mesaj bile almadım.

Cumhuriyet’imiz geçmiş, bayramınız mübarek olsun...

Facebook’un sattığı sizsiniz

Geçen hafta Microsoft, Facebook’un yüzde 1,6’sı 240 milyon dolara alınca TV kanalları yorum almak için peşime düştü. Hepsine yetişemeyeceğim için ikisine, 24 ve CNN Türk’e anlatmaya çalıştım zaman elverdiğince...

Microsoft aslında Facebook’un yüzde 1,6’sını almadı... Sizin, benim kişisel bilgilerimizi satın aldı.

Facebook’un elindeki tek kıymetli değer, kullanıcı bilgileriydi. Bu kullanıcı bilgileri pazarlama ve reklam amacıyla kullanılabilecek çok önemli verilerden oluşuyor. Öylesine bir bilgi ki bu, sahip olan şirket milyonlarca insanın tek tek neden hoşlandığını, neye ilgi gösterdiğini, neler satın alabileceğini bilip, nokta atışlı reklam yapabilir ya da bu istihbaratı başka şirketlere kiralayabilir.

Facebook, YouTube, Blogger gibi Web 2.0 servisi olarak anılan siteler, "uzun kuyruk" (long tail) olarak tabir edilen girişimcilik örnekleri arasından çıkıyor. Bunlar dört, beş yıl ilerisinin olanaklarını görüp, yıllar öncesinden yatırım yapan ve bekleyen şirketler.

Aradan geçen yıllar boyunca her biri kullanıcı kitlesini yavaş yavaş artırmaya çalıştı. Ve günü gelip, tüm koşullar uygun olduğunda içlerinden biri patladı. Herbirinin başarısının altında başka nedenler vardı ama Facebook’un ki neydi diye soracak olursanız cevabım Facebook’un insanları daha iyi kandırma becerisi olur.

Facebook için dönüm noktası dünya devlerinin tekliflerine geçen yıl verdiği red cevaplarıydı. Facebook’un kurucusu bu teklifleri geri çevirirken gerekçe olarak Facebook’un her zaman bağımsız kalmasından yana olduğunu söyledi. Ve herkes de buna kandı, kişisel bilgilerini bağımsız kalacağını iddia eden Facebook’a emanet etmekten çekinmedi.

Sonuçta Facebook bir yılda tüm rakiplerini solladı ve insanların "bağımsızlık" masallarına inanıp emanet ettikleri bilgileri bir dünya devine satmak için gözünü bile kırpmadı.

Facebook’un bağımsızlık masalı da böylece, İnternet’te bağımsızlık iddialarının içi boş bir kandırmacadan ibaret olduğunu kanıtlarcasına son bulmuş oldu.
Yazının Devamını Oku

Futbol yayınları da yasaklansın o zaman

26 Ekim 2007
Ö nce otokontrol girdi devreye ve bir ölçüde haklı bulunabilecek gerekçelerle eğlence programları kalktı ekranlardan. Bir ölçüde diyorum çünkü terörün amaçlarından biri de gerçekleşmiş oldu, yaşamın doğal akışı kısıtlanmış, kesintiye uğratılmış, terörize edilmiş oldu böylece.

Sonra çeşitli programların içerikleri, formatları modifiye edildi. Akışları değişti, canlı yayın konukları tek tip oldu. Kadın programlarında hep aynı yüzler görünmeye, spor programlarında hamaset edebiyatları yapılmaya başlandı.

Ardından da RTÜK-hükümet ortak yapımı sansür geldi televizyonlara. Daha önce Güzel ve Dahi yarışmasında provası yapılan hükümet emreder, emir kulu RTÜK yasaklar prosedürü devreye sokuldu ve TV’lere yayın yasağı/gözdağı getirildi.

Pek çok köşe yazarının değindiği gibi İnternet çağında etkili olamayacak bir yasak bu. Peki ya AKP hükümeti İnternet’i de tamamen yasaklarsa?

Öyle şu siteye girişi, bu sayfaya erişimi engellemekten bahsetmiyorum. İnternet erişimi tamamen kesilirse Türkiye’de?

Olmaz demeyin. Burma’nın diktatör iktidarı attı bu inanılmaz adımı geçenlerde. "O siteyle, şu sayfayla uğraşacağıma kökünden keserim bağlantıyı olur biter" dedi. Türkiye’de de neden yapılamasın?

Ancak Çin, İran, Suudi Arabistan, Bhutan gibi baskıcı rejimlerde uygulanan içerik filtreleme, tek bir sayfa için koca bir siteyi sansürleme yönteminin rahat rahat uygulanabildiği ender ülkelerden biri de Türkiye değil mi? Onu yapan, bunu da yapar. Kimsenin sesinin çıktığı yok nasıl olsa... Medya uyuyor, köşe yazarları ne yapıldığının farkında olamayacak kadar cahil, halk suskun.

En kötü olasılık, yapar bir anayasa değişikliği, götürür referanduma çıkarır yasayı hükümet, halk istedi kapattım der İnternet’i.

Benim anlamadığım şu; madem eğlence programlarına yasak getiriliyor, bazı konuların işlenmesi tabu oluyor, haberlere sansür uygulanıyor, futbol programlarına neden kimse ses çıkarmıyor?

Futbol eğlence değil mi? İnsanların hisleriyle, duygularıyla oynamaya en müsait fanatiklikler futbolda yaşanmıyor mu?

Öyleyse futbol neden yasaklanmıyor? Sıkıyor değil mi?

Tamamlayıcı önemli not: Ne futbol, ne haber başka bir şeyin yasaklanmasından yanayım. Böyle yasaklar olsa olsa Burma’da olur. Ve Myanmar değil Burma diye yazdım çünkü Myanmar, Burma’ya diktatör iktidarın zorla takmaya çalıştığı bir isim. Dikta rejimini meşru bulmayanlar bu ülkeye Burma demeye devam ediyorlar, cuntanın taktığı adı kaale almıyorlar. Bizim medya hariç tabii ki...

Ha sahilde balık avlamak ha parkta soğan yetiştirmek

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın Bebek’i acilen mahvedilmesi gereken düşman semt ilan ettiğine dair fantastik inancım giderek pekişiyor.

Eminim öyle bir niyeti yoktur tabii ama Bebek’le ilgili her icraatı ve her eylemsizliği ne yazık ki bu amaca hizmet ediyor.

Arnavutköy-Bebek sahilyolundaki balıkçı terörünü defalarca yazdım. Balık avı mevsimi geldi mi vatandaşın Arnavutköy-Bebek arasında yürüyüş yapmasına olanak yok. Tüm sahil balıkçıların işgali altında.

Tamam amatör balıkçılık da güzel bir hobi belki ama kimsenin hobisini başkalarının özgürlüğünü kısıtlayacak şekilde yapma hakkı yok.

İstanbul Belediyesi medeni bir belediye olacağım diyorsa, sahilde balık avlamayı tamamen yasaklamak zorunda. Daha da medeni bir belediye olacağım, amatör balıkçıları da düşüneceğim diyorsa, o zaman sahilin belli bir bölümüne yürüyüş yolundan daha aşağıda bir seviyede bir iskele şeridi kurmalı, balıkçılara serbestçe balık avlayacakları bir yer göstermeli.

İstanbul köy değil, en mutena semti Bebek hiç değil. Şehrin göbeğindeki parkı kimse patates, soğan yetiştireceğim diye parselleyemeyeceği gibi sahil kaldırımını da balık tutmak için işgal edemez.
Yazının Devamını Oku

Kamunun ilahi ihale komedisi

26 Ekim 2007
Türkiye'nin bilgi toplumu olması yolundaki en büyük engellerden biri de kamu ihalelerinde uygulanan yasa ve yönetmelikler. Kamu ihalelerinin nasıl yapılacağının çerçevesini çizen bu kurallar yararsız da değil kuşkusuz. Kamu alımlarındaki yolsuzlukları önlemek için çok iyi niyetle belirlenmiş kurallar bunlar. Ancak kamu alımlarındaki yolsuzlukların önüne geçmekte başarılı oluyorlar mı, hayır. Hele bilişim teknolojisi yatırımlarına yönelik alımlarda en ufak bir işe yaradıkları söylenemez.

Diyelim ki "Kişi olarak yeni bir televizyon alacaksınız ama hangisini? Herhalde önce piyasadaki tüm televizyon markalarını ve modellerini incelersiniz. Özelliklerine ve fiyatlarına bakarsınız. Özelliklerinin gereksinimlerinizi ne kadar karşıladığını, fiyatının ise bütçenize ne kadar uygun olduğunu incelersiniz. Sonuçta da özellikleri ve fiyatı arasında bir değerlendirme yapıp, en uygun marka ve modeli seçer, satın alırsınız.

Şirket olarak bilgisayar sisteminizi yenileyeceksiniz ama nasıl? Herhalde önce bilgisayar sektöründeki tüm şirketlerin sunduğu ürün ve çözümleri incelersiniz. Özelliklerine ve fiyatlarına bakarsınız. Sunulan ürün ve çözümlerin gereksinimlerinizi karşılayıp karşılamadığını, fiyat tekliflerinin ise bütçenize olan yükünü incelersiniz. Tüm gereksinimlerinizi karşılayan çözümün fiyatı bütçenizi sarsacak meblağdaysa, gereksinimleriniz arasından vazgeçilebilir seçenekler ararsınız. Sonuçta da gerekli analizi yapıp en uygun çözümü alırsınız.

KİT olarak teknoloji yatırımı yapacaksınız? Ayvayı yediniz. Özel kişi ve kuruluşlar gibi bir yöntem izleyemezsiniz. İzlerseniz, adama hesap sorarlar. Neden o markayı değil de bunu, neden o şirketi değil de berikini seçtin derler. İhale açarsınız en düşük fiyatı vereni seçersiniz. Ama en düşük fiyatlı çözüm, gereksinimlerinizi en iyi karşılayacak çözüm olmayabilir. İhale şartnamesi yazar, ihaleye katılacak ürün ve çözümlerde arayacağınız minimum kriterleri belirlersiniz. Bu sefer öyle bir şartname yazılmış ki, bu şartları zaten tek bir ürün sağlayabilir diye suçlarlar. Ne yaparsanız yapın kaçış yoktur".

Tırnak içindeki son üç paragrafı taa 1998'de yazdığım bir yazımdan alıntıladım. Aradan neredeyse 10 yıl geçmiş, ama hálá değişen bir şey yok.

Herhangi bir kamu kurumu vatandaşa daha iyi hizmet verebilmek amacıyla herhangi bir bilişim yatırımı mı yapacak. Yandık! Bizim iyiliğimiz için yapılacak yatırma harcanacak para çok büyük bir olasılıkla havaya uçacaktır anlamına geliyor bu alım için yapılacak ihale.

Çünkü kamu kurumunun, özel bir şirket gibi gereksinimine en uygun çözümü belirleyip, bu çözüme yatırım yapması olanaksız. Çünkü en iyi çözüm illa en ucuz çözüm demek değil.

Bu sorunu aşabilmek için geliştirilen şartname yazma yöntemi de çözüm sunmaktan uzak. İhtiyaca karşılık verecek teknolojinin minimum özelliklerini belirlemek için yazılması öngörülen şartnameler ne yazık ki çok farklı amaçlarla kullanılabiliyor. Bilişim şirketlerinin pazarlamacılarınca kafaya alınan kamu yöneticileri şartnameyi öyle bir yazıyorlar ki, bir şirketin adını vermedikleri kalıyor.

Sonuçta olan Türkiye'ye oluyor. Yapılan bilişim ihalelerinin büyük çoğunluğu, yatırımı yapacak kamu kuruluşunun bilgi işlem yöneticisinin yakın olduğu şirketlere gidiyor. Neyse ki bu ihaleleri kazanan şirketlerin herbiri kendi başına bir dünya devi. Sundukları teknolojiler, güçleri kanıtlanmış, denenmiş teknolojiler.

Ancak teknolojinin kanıtlanmış bir teknoloji olması her zaman yeterli değil. Öyle durumlar olabiliyor ki, amaca en uygun teknoloji A isimli bilişim devinin sunduğu çözümden çok B isimli bilişim devinin sunduğu çözüm olabiliyor.

Daha da ötesi, proje öylesine kendine has bir proje olabiliyor ki, o projenin layıkıyla gerçekleştirilebilmesi için gerekli teknolojiyi butik çözümler üreten orta, hatta küçük ölçekli bir şirket sunuyor olabiliyor.

Sonuç olarak Türkiye'deki kamu ihale sistemi kamu projelerinin, projenin ruhuna hitap eden en iyi sistemlere yatırım yapılmasını engelleyen bir sistem olarak öne çıkıyor.

Bu sistemin kökten değiştirilmesi lazım. Çözüm hiç de kolay değil. Türkiye Bilişim Derneği gibi sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri koltuk sevdasından başka şeylere de kafa yormaya başlarlarsa bir umut var ama, bu da olmayacak duaya amin demek gibi bir şey ne yazık ki.
Yazının Devamını Oku

Kişiliksiz İstanbul’un alışveriş merkezleri

24 Ekim 2007
İstanbul kişiliksiz bir şehir ve maalesef her geçen yıl daha da kişiliksizleşiyor. İstanbul’da sürekli yeni bir alışveriş merkezi açılması ve her açılan alışveriş merkezinin dolup taşması İstanbul’un giderek daha da kişiliksiz bir şehir olma yolunda ilerliyor olmasından başka bir şeyin göstergesi değil.

İstanbul’da sürekli alışveriş merkezi açılıyor çünkü İstanbul halkının kültürü sadece buna elveriyor.

İstanbullu yeni müze istemiyor. İstanbullu park istemiyor. Bilim merkezine, eğlence kompleksine, hayvanat bahçesine, opera binasına, kukla tiyatrosuna, hacivat karagöz kahvesine, planetaryuma, halk kütüphanesine ihtiyacı yok İstanbullu’nun.

Tatilya kapanıyor, Bilim Merkezi İTÜ’den kovuluyor,

Gülhane Parkı’ndaki hayvanat bahçesi pire torbası köpeklere ev sahipliği yapıyor, kütüphaneler sinek avlıyor, tiyatro sahneleri kapılarına kilit vuruyor, büyük sinema salonları yerlerini cep sinemalarına bırakıyor, parklar mangalcı bahçesine dönüşüyor.

Alışveriş merkezleri ise dolup taşıyor. Zengini, fakiri insanlar akın akın alışveriş merkezlerine akıyor.

Geçenlerde inşaatı bitmeden kapılarını açan İstinye Park ve Kanyon alışveriş merkezlerini eleştiren bir yazı yazmıştım. Bir alışveriş merkezini inşaatını tamamlamadan açmak halka büyük saygısızlıktır; "Sana ne verirsek verelim tüketirsin, sen ancak böyle bir muameleye layıksın" demektir, demiştim.

Haşmet Babaoğlu, "İşin doğrusu, başka bir ülkede yetkili kurumlar böyle bir açılışa izin vermezdi" diyerek yazdıklarıma hak vermiş.

Sonra da bu saygısızlığa rağmen insanların mezbele halindeki otoparktan güle oynaya alışveriş alanına çıktıklarını aktarmış. "Belli ki" diyor, "Çoğumuz için artık alışveriş merkezleri hayatımızın merkezi olup çıkmış"...

Haklı... İstanbul artık öylesine kişiliksiz, renksiz, düpedüz sıkıcı bir şehir oldu ki, biz de haftasonları ailecek alışveriş merkezlerinden birine gitmekten başka yapacak bir şey zor bulur olduk.

Hele çocuklu olunca İstanbul tam bir cehennem. İstanbul Modern dışında gidilecek doğru düzgün bir müze yok. Restoranların, kafelerin büyük çoğunluğu keşhane gibi, dumanaltı. Çocuğu buralara sokmak, cinayetle eşdeğer.

Çocuk tiyatrosu desen, sayıları o kadar az ki en fazla üç haftasonunu kurtarır. Parklar, bahçeler yazın mangalcıların işgali altında kışın görmemişlerin köpeklerinin pisliklerinden geçilmiyor. Çocuk parkları tuzaklarla dolu.

Eh ne yapacaksın. Mecburen alışveriş merkezlerine... Alışveriş merkezleri de olmasa aval aval gezinmekten başka bir şey yapılamayacak İstanbul’da.

Sigara yasası bugün sulanacak

TBMM bugün Türkiye’yi medeni ülkelere yaklaştıracak sigara yasaklarıyla ilgili kanun teklifini görüşecek.

Umarım yanılıyorumdur, yüzümü kara çıkartırlar ama AKP’li milletvekillerinin bu yasa tasarısını sulandırmak için ellerinden geleni yapacağından eminim.

Bilindiği gibi Başbakan Tayyip Erdoğan sigara konusunda çok medeni fikirlere sahip. Sigara tiryakilerinin kapalı alanlarda sorumsuzca sigara içip, başkalarını zehirlemesine karşı. Gerçi Başbakanlık uçağında gazetecilerin sigara içmesine izin vererek, uçaktaki herkesin sağlığına zarar vermesine göz yumuyor ama Türkiye’yi çağdaş uygar ülkelerin seviyesine yaklaştıracak sigara yasaklarıyla ilgili yasa tasarısının da mimarı.

Tayyip Erdoğan’ın, AKP Trabzon Milletvekili Cevdet Erdöl’ün ve birkaç milletvekilinin gayretleriyle geçen yasama döneminde hazırlanan yasa tasarısı, tütün tüccarlarının engellemeleri sonucunda Meclis’te bir türlü görüşülememişti. Nihayet bugün görüşülecek.

Yasa tasarısı sulandırılmadan aynen kabul edilirse sigara tiryakileri artık kahvelerde, restoranlarda, halka açık kapalı mekanlarda başkalarını zehirleyemeyecekler, sigara içmeyenlerin sağlığına küstahça saldıramayacaklar.

Ancak dediğim gibi bu medeni yasanın, AKP’li milletvekillerince sulandırılmaması olanaksız gibi. Büyük olasılıkla yasa tasarısı kuşa çevrilecek, orasından burasından delinecek.

Aklım, AKP her maddesiyle medeniyetin simgesi olan bu tasarıyı kuşa çevirir diyor ama gönlüm Tayyip Erdoğan, Cevdet Erdöl ve diğer medeni milletvekillerinden yana...
Yazının Devamını Oku

Resmi hayvan koruyucusu olabilirsiniz

19 Ekim 2007
Bebek parkını asıl pisleten ev köpeklerinin sahipleri yerine, Bebek parkını mesken tutmuş kimseye zararı olmayan üç köpekle uğraşılmasını eleştiren yazımın üzerine hayvan dostu Özün Kanbay’dan bir mesaj aldım. Bebek parkındaki köpekleri besleyen Selmin Hanım’la birlikte İBB Hasdal Barınağı’na gidip, toplanan köpekleri bulmuşlar. TV görüntülerinde üç köpek göründüğü bilgisini almalarına rağmen, barınakta sadece ikisini bulmuşlar. Üçüncü köpek kayıp.

Özün Kanbay, Beşiktaş Belediyesi Yerel Hayvan Koruma Görevlisi imiş. Aşılı olmalarına ve aşılı olduklarını gösteren küpelerine rağmen kanuna aykırı bir şekilde iğneyle uyutularak, toplanan iki köpeğin parka geri bırakılmasını sağlamış.

Bu vesileyle Yerel Hayvan Koruma Görevlisi diye bir statü de olduğunu ve dileyen her gönüllü hayvanseverin bu sorumluluğu resmen üstlenebildiğini de öğrenmiş oldum.

Bir buçuk yıl kadar önce yürürlüğe giren 5199 sayılı hayvanları koruma yasasına göre dileyen herkes ikamet ettiği ilin Çevre ve Orman Müdürlüğü’ne başvurarak yaşadığı semtin Yerel Hayvan Koruma Görevlisi olabiliyor.

Bundan sonrası basit...

Mahallenizde aşı olmamış, kısırlaştırılmamış küpesiz bir hayvan mı var? Hemen bağlı olduğunuz belediyeyi arayıp, veteriner işleri sorumlusunu bağlatıyorsunuz ve yardım talep ediyorsunuz.

Belediye bu başvurunuzu, semtinize bir araç ve görevli gönderip özel yakalama aletiyle gösterdiğiniz hayvanı yakalayarak yerine getirmek zorunda.

Hayvan Koruma Görevlisi olarak hayvan yakalanıp merkeze götürülürken eşlik ediyor ve merkezde kaydını yaptırıyorsunuz. 15 gün sonra tekrar gidip hayvan kısırlaştırılmış mı, kuduz aşısı yapılmış mı, küpesi tamam mı kontrol ediyor ve köpeğin yine araçla eski yerine getirilip, imzanız karşılığında bırakılmasını sağlıyorsunuz.

Hepsi bu kadar.

Sokakları zavallı sokak köpeklerinden, sokak kedilerinden arındırmanın en medeni, en insancıl yolu bu.

Emral Avşar üzülmesin, kanserin amansızı yok

Kanal D’nin sabah programı Dobra Dobra’da, doktor bir hanım konuk, kanser olan Emral Avşar’a beş ay ömür biçtiği iddiasıyla eleştiriliyor.

Eleştiri bir bakıma haklı tabii. Kimsenin kimseye ekranda ömür biçmeye hakkı yok. Ancak tekrar görüntülerinden seyredebildiğim kadarıyla işin aslı tam bu değil gibi. Doktor hanım o sözleri sarf ederken yayında olduklarının farkında olmadığını söylüyor. Olabilir...

Üstelik görüntüler tekrar yayınlanırken seyrettim, doktor hanım "En fazla beş ay yaşar", "beş ay ömrü kalmış" gibi kesin ifadeler kullanmamış. "İstatistiki olarak bu durumda olan hastalar ortalama beş ay yaşar", gibi bir şey söylemiş.

Bir hastaya "En fazla beş ay ömrün kaldı" demekle, "Sizinle benzer durumda olan hastalar için ortalama yaşam beklentisi istatistiki olarak beş aydır" demek arasında çok fark var.

Hatta hasta sorduğunda bu istatistiki bilgileri vermek doktorun sorumluluğudur da...

Tabii, sonra bu cümlenin anlamını iyice açmak koşuluyla. Bizde doktorlar hastalara tüm gerçeği söylememek gibi etik olmayan bir tutum içindeler genellikle. Hastadan hastalığını saklayacak kadar ahlaksız olanları bile var.

Emral Avşar, programda sarf edilen sözleri duyunca çok üzülmüş. Hiç üzülmesin, moralini bozmasın.

Kanser hastaları için tek önemli gerçek "herkesin kendi istatistiğinin kendisine özel" olması...

En umutsuz kanser vakasında bile umut vardır. İstatistikler sadece genel hakkında bir fikir verir. Ve en umutsuz vakalar için bile istatistikler yüzde bir de olsa, binde bir de olsa iyileşmeyi başarmış örnekleri de barındırır.

Herkesin kendi istatistiğinin olmasının anlamı da bu gerçeğe dayanır. Madem binde bir de olsa, yüzde bir de olsa sizinle aynı durumda olup iyileşen var, neden o binde bir, yüzde bir siz olmayasınız?

Siz iyileşeceğinize inanın, gerisi gelir...
Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin tek yıldızı Tarkan

17 Ekim 2007
Bayram tatillerinin kimsenin dikkatini çekmeyen bir işlevi daha var. Türkiye’de Tarkan’dan başka gerçek star olmadığını ortaya koyan konserlere sahne oluyorlar. Gerçek bir pop yıldızı (popu burada "popüler müzik" anlamıyla kullanıyorum, müzik tarzı olarak değil) ya da daha az kavram kargaşası yaratacak terimiyle gerçek bir mega star büyük konserler ve büyük konser turneleri dışında sahneye çıkmaz.

Gerçek mega star, birkaç bin dolar için ekstraya çıkmaya tenezzül etmez. Albümlerinden, konserlerinden, turnelerinden, sponsorlarından, rol aldığı reklamlardan elde ettiği gelir öylesine astronomiktir ki, yüzbin dolar bile olsa bir tatil kasabasındaki tatil köyünün konferans salonundan bozma gecekondu gazinosunda tatilcilerin çatal bıçak şakırtılarına katlanmaz.

Süper starlık, mega starlık sadece kazanılan parayla ölçülebilecek bir kavram da değil üstelik. İkisi de astronomik gelir sahibi iki şarkıcıyı ele alın örneğin. Biri geliriyle yetinip enerjisini kendini aşmaya çalışan yeni eserler yaratabilmek için harcıyorken, diğeri kendini ekstralara çıkmakla harap ediyorsa; birincisine mega star, ikincisine kuyrukluyıldız derler.

Bunlar, uzayda kara kara gezerken içine girdikleri güneş sistemlerinin gerçek yıldızlarından aldıkları enerjiyle parlayıp, sistemden çıkınca sönen kuyrukluyıldızlara benzerler.

Türkiye’de ortalıkta süper starım diye dolaşanların halleri de biraz bu kuyrukluyıldızları andırıyor.

Bayram geliyor hurra otellere, yılbaşı geliyor hurra gece kulüplerine, yaz geliyor hurra bayi toplantılarına... Süper stara bu mu yakışır?

Bu bayram da Antalya, Kıbrıs otellerinde ekstraya çıkan isimler arasında kimler yok ki: İbrahim Tatlıses, Hülya Avşar, Bülent Ersoy, Emel Sayın, Muazzez Abacı, Serdar Ortaç, Seda Sayan, Sibel Can, Ebru Gündeş...

Şimdi eğer bu isimlere illa süper star, mega star diyeceksek Tarkan’a başka bir isim bulmalıyız.

Belki evrensel bir yıldız olmayı o da hálá başaramadı (aacayipsin albümünü aşmayı başarması buna yetecek aslında) ama Türkiye’nin evrensel tanımıyla tek bir yıldızı var; Tarkan...

Göbeğini kaşıyanı bırak asansöre binmeyi bilmeyene bak

Bayramın son günü üç yaşındaki oğlum Sungur Tibet’i Cevahir Alışveriş Merkezi’ndeki Atlantis oyun parkına götürdüm.

Öğlen olmadan gidip önce Katris’te yemek yedik. Daha önce de yazmıştım, Katris Türkiye’de dana eti yemek için en iyi restoran. Hem etler Türkiye’de başka bir yerde bulamayacağınız kadar iyi, hem en doğru şekilde pişiriliyor, hem de işini en severek yapan garsonlarca servis ediliyor.

Yemekten önce girdiğimizde Cevahir bomboştu. Çıktığımızda iğne atsan yere düşmeyecek bir kalabalıkla karşılaştık.

Atlantis’te de durum farklı değildi. Birkaç şeye binip çıkalım dedik.

Asansörün önünde bekleyen altı, yedi kişilik grubun arkasına geçtik. En önde iki çocuklu bir anne baba. Ellerinde de birer çocuk arabası.

Asansör geldi, bir karmaşa. Herkes bindi en öndeki çocuklu aile arkada kaldı. Asansör gelmeden bekleyenler arasında olmayan, o sırada gelen bir adam da önlerine geçip asansöre binmeye kalkışınca baba dayanamadı. Adama çıkıştı. Ufak çaplı tartışma sırasında asansörün kapıları kapandı ve hepimiz dışarıda kaldık.

Medeni bir ülkede tersi olurdu. Çocuklu aile en son gelse bile, bekleyenler sıralarını onlara verirdi.

Burada kimsenin kimseye saygısı yok. Asansöre binerken bile insanlar sırf kendi çıkarlarını düşünerek, üstelik tüm sosyal kuralları hiçe sayarak davranıyorlar.

Bekir Coşkun, demokrasi kültürümüzün seviyesini "göbeğini kaşıyan adam"la simgeliyor. Bence içinde bulunduğumuz durumu "Asansöre binmesini, trafikte gitmesini, sıraya girmesini bilmeyen adam" daha iyi özetliyor.

Ben buna "lümpenkırosi" diyorum.
Yazının Devamını Oku

Teröre Las Vegas çözümü

12 Ekim 2007
Las Vegas’a her gelişimde bizim Güneydoğu için ne kadar iyi bir model olduğunu düşünürüm. Birkaç kez yazdığım bu fikri lütfen hafife almayın. Şu anda atılması gereken acil adımlara alternatif değil ama orta ve uzun vadede üzerinde çok ciddi düşünülmesi gerekir.

GAP, Güneydoğu için çok önemli ve dev bir proje. Tıpkı dev baraj Hoover Dam’in, Las Vegas’ın gelişimindeki önemli rolü gibi bir işlevi var Güneydoğu için. GAP projesinin bir kenara atılması ve ağır aksak yürümesi ayrı bir mesele...

Las Vegas’ı ABD’nin en hızlı büyüyen şehri yapan diğer faktör ise kumarın burada serbest bırakılması. Daha doğrusu çok sıkı denetlenen lisanslarla kontrollü bir turizm mıknatısı haline getirilmesi.

Kumarhaneler bir ara Türkiye’de de serbestti. Devletin denetleme zaafı nedeniyle, mafyanın at oynattığı bir alan haline geldi ve tamamen yasaklandı.

Şimdi Güneydoğu’da Las Vegas’ta olduğu gibi çok sıkı denetlenmek koşuluyla serbest bırakılsa, Güneydoğu hızla kalkınır, zenginleşir, refaha erer. Kuzey Irak’ın yeni petrol zenginlerinin parası bölgemize akar. Terör sorunu kökünden çözülür.

Kumar bir kaldırgaç aslında. Bir katalizatör.

Las Vegas’a ilk geldiğim 1995 yılında şehir, gelirlerinin yüzde 70’ini kumardan elde ediyordu. Turistler çoğunlukla Vegas’a kumar oynamak için geliyordu. Oteller ve restoranlar ucuzdu. Kongre turizmi yeni başlamıştı.

Aradan geçen 12 yılda Las Vegas hızla değişti. Kumarın şehir ekonomisinde hálá önemli bir payı var. Ama artık şehrin tüm gelirlerinin sadece yüzde 30’u kumardan geliyor.

Kongre turizmi çok gelişti. Her yıl fuar ve konferanslara katılmak üzere 6 milyonu aşkın turist ziyaret ediyor Las Vegas’ı.

Oteller eskisi gibi sudan ucuz değil. Özellikle hafta sonları ve fuar zamanları oda fiyatları New York ile yarışıyor.

Gece hayatı renklendi. Şovlar Broadway’i solladı. Restoranlar giderek lüksleşti. 12 yıl öncesinin 15 dolarlık zengin açık büfeleri, dünyanın en ünlü şeflerinin açtığı restoranlara bıraktılar yerlerini.

Kısacası artık Las Vegas, dünyanın kumar başkenti olmaktan çıktı, dünyanın eğlence başkenti oldu.

En kısıtlı bütçeli turistten en zenginine kadar herkese hitap eden bir şeyler var Las Vegas’ta. İşin sırrı da burada zaten. Lüks düşkünü zenginlerin arasında kısıtlı bütçeli ortadireğe de lüksü yaşıyormuş izlenimi vermek, mutlu etmek.

Las Vegas’ın uçuk lüksleri

Çok değil 7-8 yıl öncesine kadar "ye yiyebildiğin kadar 20 dolara açık büfeleri"yle sükse yapan Las Vegas’ta biraz pahalanmalarına rağmen açık büfeler hálá rağbet görüyor, ama damak zevkinin lüksü de abartılmış durumda. İşte size lüksün, Las Vegas’ta ne boyutlara vardığı hakkında bir fikir vermek için Vegas dergisinden aldığım birkaç çarpıcı örnek...

Ultra High-Roller Sushi Roll (225$): Tamam suşi Türkiye’de de pahallı da, dört parça suşi sarmasına 300 YTL fiyatı Yukata bile koymayı cesaret edemez herhalde İstanbul’da. Caesars Hotel’in Sushi Roku restoranı iftiharla sunabiliyor ama... Sarmanın içindekiler mi: Toro, ıstakoz, Kobe eti. Üzerinde Beluga havyarı ve beyaz trüf yağı. Bitmedi, tamamlayıcı olarak yenilebilir altın yapraklarının hakkını yemeyeyim. Ama biraz borç gönderirseniz, bu muhteşem suşiyi yemeye itirazım olmaz.

Aristocrat Kokteyl (2000$): Çok merak ediyorsanız Hard Rock Hotel’in içindeki Body English’te deneyebilirsiniz. Martin Louis XIII konyak, 150 yıllık Grand Marnier ve Dom Perignon şampanya karıştırılarak yapılıyor. Bardağın içinde gelen pırlantalarla bezeli kokteyl karıştırıcısını çantanıza atabiliyor musunuz, bilmiyorum.

Hamburger (777$): Yanlış okumadınız tam 777 Amerikan dolarına satılan hamburger bile var Las Vegas’ta. Kerameti içindeki malzemede tabii ki. Paris Hotel’in içindeki Le Burger Brasserie’nin mönüsünün bu nadide parçasında Kobe eti ve Maine ıstakozu kullanılıyor. Hani Sema Çelebi’nin ithal ettiği şu leziz ıstakozlardan. 100 yıllık balsamik sirkeyi de unutmayalım.

Enginar ve Siyah Trüf Çorbası (68$): Listedekilerden tatma fırsatı bulabildiğim tek örnek. Üç ay önce davetli olarak gittiğim Guy Savoy’da yemiştim. Dünyanın en iyi şeflerinden olan Guy Savoy, Caesars Palace’taki restoranını yeni açmıştı. Bir çorbaya 100 YTL verilir mi diyeceksiniz belki ama yeterince zengin olsam bu çorbaya verirdim doğrusu...
Yazının Devamını Oku

Kyoto kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır

10 Ekim 2007
Türk hükümeti Küresel Isınma’nın vazgeçilmez panzehiriymiş gibi pazarlanan Kyoto Protokolü’nü imzalamamakta direniyor. Hükümetinin bu kararlılığındaki haklılığını "Kyoto Sözleşmesi, sanayileşmiş ülkelerin gelişmemiş ülkelerin sanayileşme hakkını satın almasından başka bir şey değil. Kyoto Sözleşmesi’nin gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkeler için anlamı enerjinin pahalılaşması, refahın daha da azalması" diyerek desteklemiştim.

Ezberi bozulanlar hemen itiraz ettiler. Kyoto Sözleşmesi’nin gerçekte ne olduğunu ortaya koymak için biraz daha açayım.

Sözleşme, ülkelerin atmosfere saldıkları karbon gazı miktarlarını sınırlandırmalarını öngörüyor.

Bunun için de fosil yakıtların kullanıldığı yerlerde, fosil yakıt yakan fabrikaların teknolojisinin, atmosfere daha az karbon gazı salacak şekilde güncellenmesi çözümünü getiriyor.

Teknoloji değişimi yatırım demek. Gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkelerden teknoloji satın alması demek. Fabrikaların modernizasyonu için para harcamak demek. Kısacası enerji maliyetlerinin artması demek. Sanayileşmiş, zengin ülkelerin paralarına para katması, gelişmekte olan, fakir ülkelerin daha da fakirleşmesi demek.

Kyoto Protokolü’nün gelişmekte olan ülkeleri, sanayileşmiş ülkelerden daha da geride bırakacak bir başka özelliği daha var.

Sözleşmeye göre atmosfere çok fazla karbon gazı salan sanayileşmiş ülkeler, az karbon salan sanayileşmemiş ülkelerin karbon salma kotasını satın alabiliyorlar.

Bu da sanayileşmiş ülkenin, sanayileşmemiş ülkenin sanayileşme hakkını satın alabilmesi, gelişmekte olan ülkenin kalkınmasını hepten önleyebilmesi demek.

Enerji sektöründe uzmanlaşmış bir finans direktörü olan okurum Bilge Jordan Altınbilek Kyoto Sözleşmesi hakkındaki yorumlarımı, "Karbon kredilerini, ülkelerin uluslararası piyasalarda üretip satabilecekleri karbon sertifikalarını" yakından bildiğini söyleyerek desteklemiş.

"Siz haklısınız", diyor, "Türkiye’nin şu anki enerji üretim altyapısı ve yıllık talebiyle (bu talep her sene ortalama yüzde 6-8 artmaktadır) Kyoto protokolüne imza atmak gibi bir lüksü olamaz. Kyoto Protokolü’na imzalamak Türkiye’nin her türlü termik ve nükleer yatırımının durması veya en iyi ihtimalle maliyetinin ciddi anlamda artması anlamına gelir. Bu maliyet, üretilen karbondioksitin, protokole göre söz verilen orana düşürülebilmesi için satın alınması gereken temiz enerji sertifikalarına (VER) verilecek paradan kaynaklanacaktır".

Yüzünüze beş bıçak bayramı

Gillette’den ilginç bir davet aldım. Şükrü Dudu Barber’s Club’a bekliyorlarmış.

Saç ve sakal tıraşı, arındırıcı cilt bakımı, profesyonel saç ve tırnak bakımı yapacaklarmış. Bu arada yeni ürünleri beş bıçaklı Gillette Fusion’ı da denemiş olacakmışım.

Gillette Fusion’ı bir yıla yakın bir zamandır kullandığımı bilmiyorlar tabii. Yurtdışı seyahatlerinden dönüşte gazetedeki pekçok arkadaşıma hediye olarak getirdiğimi ve bir deneyenin bir daha vazgeçmediğini, bu yüzden de her seyahatimde paket paket yedek kartuş getirmek zorunda kaldığımı da bilmiyorlar.

Gillette Fusion’ın artık Türkiye’de de satılacak olmasına işte bu yüzden çok sevindim. Seyahatlerden beş bıçaklı kartuş paketleri taşıyarak dönmekten kurtulacağım demektir.

Gillette Fusion aslında beş de değil tam altı bıçaklı. Altıncı bıçak kartuşun sırtında, favorileri düzgün kontürlü kesmek için kullanılıyor.

Şimdi size de tavsiye edeceğim ama yedek kartuş siparişlerini üzerime yıkmaya kalkmayın. Bakkalınızdan alın...
Yazının Devamını Oku