5 Ekim 2007
Geçen yıl Kanyon’un açılışındaki rezaletten beri yeminliyim. İnşaatı tam olarak bitmeden halka açılma saygısızlığı yapan alışveriş merkezlerine inşaatları bitene kadar gitmiyorum. İstinye Park da aynı Kanyon gibi inşaatı tamamlanmadan açılmış. Oray Eğin’in yazısıyla haberdar olup, Erkan Çelebi’den ayrıntılarını dinlediğim için çok merak etmeme rağmen gitmedim.
Erkan Çelebi, İstinye Park’ın kendi haline terk edilmiş, tamamlanmamış otoparkına korka korka bırakmış otomobilini. Korktuğu da başına gelmiş. Döndüğünde çarpık bulmuş arabasını. Tuvaletlerin yetersizliği de ayrı bir rezaletmiş. Hele kadınlar tuvaletinin önünde uzun kuyruklar oluşuyormuş.
İddialı bir alışveriş merkezini inşaatı bitmeden açmak, halka yapılmış büyük bir saygısızlık, tüketiciyi hiçe saymak. Biz sana ne verirsek verelim yersin, tüketirsin, sen böyle muameleye layıksın demekle eş anlamlı. Ve ne yazık ki İstanbul’da moda oldu. Önce geçen yıl Kanyon, sonra bu yıl İstinye Park müşteriye bakışlarını bu şekilde kanıtladılar.
Sonuç ortada. Kanyon açılışında kopan tüm o afra tafraya rağmen, Akmerkez’in tahtını sallayamadı. İnsanlar Kanyon’a alışverişten çok yemek yemek için gittiler. Açıldığı hafta, Kanyon alışveriş merkezi değil yiyecek içecek merkezi olur demiştim. Tahminin büyük oranda gerçekleşti.
İstinye Park’ın ne denli başarılı olacağını bilemem. Tamamlandığında eşi benzeri olmayan bir alışveriş merkezi olacakmış gibi duruyor. Ama müşteriye bakışlarını değiştirmezlerse, artlarından gelecek ilk yeni alışveriş merkezi onları da götürür. İlk yapmak her zaman önemlidir ama arkadan gelenin müşterisine olan saygısı her şeyi bir anda değiştirebilir.
Mantık dersini kaldırdılar böyle bir referandum geldi
Başbakan Erdoğan referandumda cumhurbaşkanının halkın seçmesi için evet oyu verme çağrısı yapmış. Bu çağrı Erdoğan’ın kendisini ve hükümetini de halkın seçmediğini düşündüğünün kanıtı.
Bilindiği gibi cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçilmiyor. Halkın vekalet verdiği milletvekillerince seçiliyor.
Yine bilindiği gibi hükümet de, Başbakan da doğrudan halk tarafından seçilmiyor, halkın vekalet verdiği milletvekilleri tarafından seçiliyor.
Peki öyleyse, Erdoğan milletvekillerinin seçtiği cumhurbaşkanını milletin seçtiğini düşünmüyorsa, kendini de hükümeti de halkın seçmediğini kabul etmeli.
Daha da ötesi halkın doğrudan seçeceği bir cumhurbaşkanının, halkın doğrudan seçmediği Başbakan’dan çok daha yetkili olması gerekir. Ancak durum böyle değil, tam tersi...
Referandumda halka sorulan şu: "Halkın doğrudan seçmediği hükümetçe hazırlanan ve halkın doğrudan seçeceği bir cumhurbaşkanını yetkisiz kılan anayasa değişikliği mantıklı mıdır?"
Böyle saçma bir soruya cevap vermek zorunda bırakıldığımız için vatandaşlığımdan utanıyorum ama mecburen gidip "Saçmalamayın tabii ki hayır" diye oy vermek zorundayım. Oy vermemek de evet anlamına gelecek çünkü.
Liselerden mantık kaldırılıp, din dersi koyulursa olacağı budur.
İFTİHAR PARASI
Ahmet Hakan geçen günkü yazısında Nişantaşı’ndaki mahalle baskısından yakınıyordu.
Nişantaşı’ndaki House Cafe’ye giden oruçlu bir müşterinin, garsonu "Bir şey almayacağım, bugün niyetliyim de" diyerek geri çevirmesinin etraftaki diğer müşterilerin hırçın, küçümser ve pozitivist bakışlarılarına maruz kalacağını ve bunun da bir çeşit mahalle baskısı olduğunu yazıyordu.
Ahmet Hakan’a katılmam mümkün değil. Oruç tutan birinin Türkiye’nin herhangi yerinde hırçın, küçümser ve pozitivist bakışlara maruz kalması olanaksız. Garsonun ya da mekan sahibinin hırçın bakışlarından söz etse bir ölçüde anlayacağım. Hiçbir şey yemeyecek ve içmeyecek bir müşterinin yiyecek içecek mekanında ne işi var, öyle değil mi?
Öte yandan oruçlu biri bütün gün eve mi kapanacak, oruçluyum diye sosyalleşmeden de mi kaçacak?
Ara çözüm önerim, ramazanda oruçlu müşterilere bu gibi mekanlarda farklı bir tarife uygulanması.
İyi restoranlarda başvurulan bir uygulama vardır. Müşteri özel şarabını kendi yanında getirir. Restoran yemekte bu şarabı servis eder ve müşteriden "mantar parası" adı altında, çoğu zaman sembolik bir servis ücreti alır.
Türkiye’deki restoran ve kafeler de oruç tutan müşterilerine "İFtiHAR PARASI" adında bir ücret uygulayabilir. Neden olmasın?
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2007
Önce uyarayım. Oruçluysanız bu yazıyı iftar vaktinden yarım saat öncesine kadar okumayın... Enginarın tatlısı olur mu? Her biri bir öncekinin izini damaktan ilelebet silecek kadar lezzetli, deniz mahsulü mezenin ve Bodrum’un Ege sularına has balık etli balığı fangri (bir çeşit iri mercan) ızgaranın ardından, ziyafetin finalinde enginar tatlısı geleceğini duyduğumda önce ben de olmaz demiştim.
Bodrum Kempinski Otel’in gurme davetinde, masadakilerin genel itirazı sırasında kazandığım birkaç dakikalık düşünme fırsatı sayesinde "Kabak tatlısı oluyor da, enginar tatlısı neden olmasın" diye düşünerek, önyargımdan kurtuldum.
Enginar tatlısı, beklentimin de üzerindeydi. Damağımda ertesi sabah bile hissetmeye devam ettiğim güçlü bir tat bırakmasına rağmen, yemek sonrasında tatlıya genellikle yüz vermeyen midemde kendine hafif bir yer buldu.
Vanilya ve portakal aromalı, az tatlı, gevrek bir tartı kaplayan bademli kremanın üzerine kubbe gibi oturtulmuş komposto işleminden geçirilmiş bir enginar düşünün. Hayalinizdeki kubbeyi, üzerine dökülmüş karamel sosla tamamlayın.
Evde yapmak için biraz zor bir tarif, farkındayım. Daha basit bir şekliyle, tıpkı kabak tatlısı yapar gibi de yapabilirsiniz bence. Tavsiyem, şurubuna, hoş bir kırmızılık katması için ayva çekirdeği katmanız ve kaymakla servis etmeniz.
Enginar tatlısı, Kempinski Bodrum Otel’in şefi Eyüp Yunusoğlu’nun yaratıcılığının eseri. Nedense deniz ürünleri mutfağının en usta, en yaratıcı şefleri ironik bir şekilde Güneydoğu illerimizden çıkar. Eyüp Yunusoğlu da Şanlıurfalı. Kempinski Bodrum’un şefi olmadan önce yurtiçinde ve yurtdışında pek çok ünlü otel zincirinde çalışmış.
Güney otellerimizin en büyük sorunu mutfak ve servis kalitesidir. Bodrum Mövenpick Otel’in bunun bir istisnası olduğunu geçen ay yazmıştım. Bodrum Kempinski bugüne kadar rastladığım ikinci istisna oldu. Mutfağı gerçekten çok başarılı. Restoran servisi için ise aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çalışanların tüm iyi niyetine rağmen zaman zaman aksıyordu. Ancak iyi niyet ve laubaliliğe kaçmayan güler yüz yaşanan aksaklıkları affettirecek kadar samimi.
Bodrum Kempinski Otel’in başarılı ve aynı zamanda çok yaratıcı bir Ege mutfağı sunan Barbarossa Beach Restoran’a ek, bir başka sürprizi daha var damağına düşkün misafirleri için. Türkiye’nin ilk Vietnam mutfağını, Vietnamlı Şef Le Thanh Son’un yönetiminde Saigon Club restoranında sunuyor.
Son yıllarda Avrupa’da çok moda olan Vietnam mutfağı, baharatlı soslarla zenginleştirilmiş deniz ürünü ve sebze ağırlıklı bir mutfak. Saigon Club, bu mutfağın Türkiye’deki ilk temsilcisi olmasına rağmen çok başarılı. Malzeme bulma zorluğu şefin Vietnamlı olmasıyla çözülmüş. Türkiye’de bulunmayan malzemeleri, gerekli baharatları kullanarak kendi üretebiliyor Vietnamlı şef.
Türk mutfağı dünya sosyetesi huzurunda
Geçen hafta İstanbul’a demirleyen lüks transatlantik Crystal Serenity’nin konuğuydum. Tenis kortlarından sinema salonlarına, kütüphaneden "spa"ya, diskotekten alışveriş merkezine kadar birçok mekanı barındıran 13 katlı dev transatlantikte harika bir gün geçirdim.
Geminin beni en çok ilgilendiren yanı restoranlarıydı. Ünlü şeflerin restoranlarının olduğu Crystal Serenity’de New York’un meşhur restoranı Nobu’nun da bir şubesi vardı. Nobu’da yediğim akşam yemeğine eşim Lale ve sevgili dostumuz Ali Esad Göksel de eşlik etti. Şef Hiroshi Nakaguchi’nin eseri yemeklerle, hayatımızın en güzel Japon mutfağı deneyimlerinden birini yaşadık.
Crystal Serenity’de, Türk mutfağının en iyi ustalarından biri, misafir şef olarak bulunuyor. 15 yıldır Türkiye’de yaşayan ve artık bizden biri olan Mövenpick İstanbul’un şefi Maximilian J. W. Thomae, 28 Eylül’de Cusine of the Sun büfesini, dün de Türk yemeklerinden oluşan bir öğlen mönüsünü sundu. Yarın Türk yemeklerinden oluşan bir öğlen mönüsü daha sunacak. Gemi, 5 Ekim’de İstanbul’da olacak.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2007
Bakıyorum da, mahalle baskısı olgusunun gündeme gelmesinden en çok rahatsız olanlar medyadaki yerlerini mahalle baskısına borçlu olanlar. Mahalle baskısı Türk medyasında her zaman vardı. Güç her dönemde farklı medya çetelerinin elindeydi o ayrı... Medyada yükselmenin, bir yere gelmenin yolu bu çetelere dahil olmaktan geçiyordu. Çetenin önde gelenleri, kendilerine biat eden çete üyelerini kollayarak, medyada yükselmelerini sağlıyorlardı. Çete üyeleri de kendi aralarında dayanışarak yazılarında birbirlerinden bahsediyorlar, birbirleriyle röportaj yapıyorlar, birbirlerini haber yapıyorlardı. Tüm bunlar hálá var ama çetelerin niteliği değişti.
Eskiden tüm medyaya biri sol biri sağ eğilimli iki güçlü çete hakimdi. Ertuğrul Özkök’ün etkisiyle Hürriyet’in toplumun çok farklı kesimlerini temsil eden bir yelpazeye dönüşmesiyle birlikte çetelerin güçleri kırıldı ama tamamen yok da olmadılar. Daha küçük hücreler halinde örgütlenmeye başladılar. Önce spor, ekonomi, kültür-sanat, magazin gibi genel başlıklar altında çeteleşmeler görüldü. Bölünme devam etti ve bu genel başlıkların altında da kendi aralarında ayrışan çetecikler oluşmaya başladı.
Ancak öyle bir çete var ki, bu çete gücünü hiçbir zaman yitirmedi, hep ayakta kaldı. Türk düşünce dünyasını hep ipoteği altında tuttu. Bu çete Medya Entelektüel Çetesi’ydi. Çok uzun yıllar boyu sol eğilimli Cumhuriyetçilerin etkisinde olan Medya Entelektüel Çetesi, ABD’den esen rüzgarların etkisiyle son yıllarda başka bir kesimin, kendilerine İkinci Cumhuriyetçi diyen liberal ve kendine demokrat bir kesimin hükümdarlığına girdi. Eskisi olsun yenisi olsun Medya Entelektüel Çetesi mensuplarına göre kendilerinden başka aydın yoktur Türkiye’de. Her şeyi onlar bilir, her söyledikleri doğrudur. Fikir özgürlüğü ancak ve ancak kendi fikirlerine aykırı olmayan fikirler için geçerlidir bunlara göre.
Kendi yaptıkları gözlemler sosyolojiktir, bilimseldir, başkalarınınki magazinel. Örneğin bir muhabir Malezya’ya gidip izlenimlerini yazsa bu izlenimlerin hiçbir kıymeti yoktur kendine demokrat neo Medya Entelektüel Çetesi için. Ama onlar Malezya’ya hiç gitmeden daha iyi bilirler Malezya’yı, Malezya’ya gidenlerden. Malezya’ya gidip izlenim yazan muhabir cahildir, yazdıkları magazin; kitaptan bilgi aktaran kendileri ulema, yazdıkları sosyolojik analiz...
Demokratlıkları kendinden menkul Neo Medya Entelektüel Çetesi’nin farklı fikirlere tahammülü yoktur. İdeolojileri kalıp gibidir. Liberal olan biri üniversitede türbana karşı olamaz. Demokrat olup rejim savunulamaz. Grinin tonları yoktur, sadece ak ve kara vardır bunlar için. Örneğin Şerif Mardin çıkıp mahalle baskısından bahsedecek olursa, aslında ne demek istediğini bir tek onlar anlamışlardır. Başkaları başka şekilde yorumlamaya kalktığında, etmedikleri lafı bırakmazlar. Yetmez, yıllar boyu müttefikleri gördükleri, hakkında methiyeler düzdükleri Prof. Şerif Mardin’i neredeyse şarlatan ilan ederler. Devir onların, mahalleye yaranarak yükselip, mahalle baskısı yok diyenlerin devri.
Kuyruk acımız kuyruk kültürü
Ümraniye’de yeni açılan teknoloji marketi MediaMarkt’ın açılışında yaşanan izdiham, kuyruğa girme kültürümüzün pespayeliğini bir kez daha ortaya çıkardı.
Kuyruğa girmeyi, kuyrukta nasıl davranılacağını bilmek önemli bir medeniyet ölçüsü.
Ne yazık ki, kuyruğa girme kültüründen nasibini almamış bir toplumuz. Kimsenin birbirine ne saygısı var ne sevgisi.
Kümatik (quematic diyorlar galiba) gibi bir kuyruk otomasyon aletini geliştirmekle övünüyoruz. Hani şu bankalarda, girer girmez sıra numarası aldığımız, insanlar medeni olsa lüzümsuz olacak ucube makina.
Medeni toplumlar yeni kuyruğa girme yöntemleri geliştirerek kuyrukta bekleme süresini herkes için en adil olacak şekilde ayarlamaya çalışırken biz insanların birbirlerinin bilerek hakkını yemesini önleyecek makineler icat ediyoruz.
Medeni dünyanın keşfi, en efektif kuyruğa girme biçimi bile bize gelince işlemez oluyor. Bu efektif yöntem birkaç ay önce Atatürk Havalimanı’nda uygulanmaya başladı ama burası Türkiye olduğu için işlemiyor.
Eskiden pasaport kontrolü için her pasaport bankosunun önünde ayrı ayrı oluşan kuyruklara girilerek beklenirdi. Bir bankoda işlemlerle ilgili bir sorun çıktığında veya o bankodaki memur yavaş çalıştığında ceremesini o kuyruğa girmiş olanlar çekerdi.
Yeni sistemde herkes tek sıraya giriyor. Mantık şu, herkes tek sırada bekleyecek ve sıranın en önüne geldiğinde boşalan ilk bankoya gidecek.
Ama dünyanın her yerinde tıkır tıkır çalışan sistem Türkiye’de çalışmıyor. Çünkü sıranın önüne gelenler, bankolardan birinin boşalmasına beklemek yerine, yine eskiden olduğu gibi her bankonun önünde yeni bir sıra yaratıyorlar.
MediaMarkt’ın açılışında üç kuruş indirim için birbirlerini yiyen insanlara bu yüzden şaşırmadım.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2007
Telekomünikasyon Kurumu (TK) yıllar süren kış uykusundan nihayet uyandı ve şimdilik az sayıda olsa da doğru işlere imza atmaya başladı. Kurumun son günlerde aldığı iki önemli doğru karardan biri Üçüncü Kuşak (3K) altyapısı ihalesini iptal etmesiydi. Bu konuya birazdan tekrar döneceğim.
TK’nın aldığı ikinci önemli doğru karar ise cep telefonu ithalatçılarına ve operatörlerine Türkçe karakter desteğiyle ilgili getirdiği zorunluluklar.
Türkçe karakter sorunun giderek büyüyen bir sorun olduğunu ve Türkçe alfabemizi tehdit ettiğini on yılı aşkın bir süredir, sürekli yazıyorum.
Sorun önceleri sadece bilgisayarları ilgilendiriyordu. Oradan cep telefonlarına sıçradı. Nedeni Türkçe’ye has "ı, ğ, ş, İ" gibi harflerin 1986 yılında kabul edilen Latin-1 standardına alınmamış olması. Latin-1 standardının kabul edildiği konferans sırasında Türk heyeti şehir turuna çıkınca, konferansa katılan İzlanda heyeti kendi alfabelerini sokuyorlar Latin-1 standardına.
Ve bu tarihten itibaren de Türkçe harflerin başı beladan kurtulmuyor. Sorun özellikle İnternet’te ve e.posta kullanımında çıkıyor karşımıza. Türkçe karakterler için birden fazla standart olduğundan ve hiçbiri de Sanayi Bakanlığı’nca zorunlu standart ilan edilmediğinden her yazılım farklı bir standart kullanıyor Türkçe karakterler için. Hal böyle olunca da iki kullanıcının yazılımı farklı standart kullandığında, Türkçe karakterler alıcının ekranında bozuk çıkıyor.
Aynı sorun cep telefonlarında da yaşanıyor. Başlangıçta Türkiye’ye ithal edilen markalar Türkçe’yi destekliyordu. Ancak her marka farklı bir standardı benimsediğinden, gönderici ile alıcı farklı marka ve model telefon kullandıklarında sorun çıkıyordu. Kullanıcıların bu sorunu Türk usulü, Türkçe karakterler yerine aksak karşılıklarını kullanarak sözde çözdüğünü gören üreticiler hepten vazgeçtiler Türkçe karakterleri desteklemekten.
Şimdi aslında Sanayi Bakanlığı’nın Türkiye’ye ithal edilen her teknolojik ürüne getirmesi gerektiği Türkçe karakter desteği zorunluluğunu, sadece cep telefonları için TK getiriyor. Çok da doğru yapıyor ancak duyurdukları kadarıyla eksik yapıyor. TK bu zorunluluğu getirirken mutlaka hangi standardın kullanılacağını da belirlemeli. Her üreticiye, Türkçe için şu standardı kullanacaksınız demeli. Yoksa bu zorunluluk da bir işe yaramaz.
Gelelim 3K altyapısı ihalesinin iptal edilmesine. Bu da TK’nın çok doğru bir kararı. Sadece tek bir operatörün ilgi gösterdiği ihale olmaz. Ayrıca 3K artık zamanı geçmiş bir teknoloji. Turkcell İcra Başkanı Süreyya Ciliv’in "bilgi toplumu kaçıyor" gibilerinden yakınmaları tamamen boş laflar.
TK’nın 3K konusunda izlemesi gereken tutum farklı olmalı. Bir kere bu ihaleden öyle büyük paralar bekleme sevdasından vazgeçmeli hükümet. Makul bir fiks lisans ücreti belirlenmeli ve bu bedeli ödeyen mevcut operatörler, 3K lisansını almalı. 3K ihalesi ihalesi illa açılacaksa pazara yeni girmek isteyen dördüncü bir operatöre vermek üzere açılmalı.
Öte yandan numara taşınabilirliği konusundaki itirazlarında haklı Turkcell. Numara taşınabilirliği olacaksa buna mutlaka Türk Telekom’un sabit hat numaraları da, en başından dahil edilmeli. Numaraların taşınamaması iddia edildiği gibi rekabet açısından haksız bir durum yaratıyorsa gerçekten, TK’nın ve hükümetin Türk Telekom’u kayırmasının ne anlamı var?
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2007
Asrın en büyük belası sigaraya karşı açılan medeniyet savaşına yazılarıyla destek veren topu topu üç, dört kişiyiz medyada. Buna karşılık en büyük kösteği yine kendi meslektaşlarımızdan görüyoruz. Kimi kasıtlı olarak sigarayı çaktırmadan öven başlıklar kullanıyor haberlerde, kimi bilhassa sigara içerkenki fotoğraflarını kullanıyor ünlülerin, kimi de açık açık sigaraya karşı yürütülen savaşla dalga geçiyor, bizleri alaya almaya kalkışıyor.
Sigarayla daha etkin savaşabilmek için Sigarayason.com isimli bir site kurmuştum. Amacım sadece sigara karşıtlarını değil, sigara içenleri de ortak bir platformda buluşturmaktı.
Sigarayason.com’da sigara karşıtları da, sigara içip bırakmak isteyenler de, bırakmayı düşünmeyenler de kendi e.günlüklerini (blog) açıp, görüşlerini diğerleriyle paylaşabiliyorlar. Sigarayı bırakmak isteyenlere, sigarayı bırakmış olanlar deneyimleriyle destek veriyor, sigara yasaklarının nereye kadar uzanması gerektiği medeni bir şekilde tartışılıyor Sigarayason.com’da.
Pfizer ve Ünite İletişim destek verdiler, geçen hafta Swiss Otel’de Sigarayason.com’un basına tanıtım toplantısını yaptık.
Gazete ve televizyonlardan 25 meslektaşım katıldı. Sonra Yeni Şafak’tan Melih Bayram Dede’nin güzel yazısı hariç, takip edebildiğim kadarıyla tek bir haber desteği gelmedi medyadan.
Ve bir de Cem Ceminay. Radyo N101’deki programının tam bir saatini Sigarayason.com’a ayırdı.
Medyada durum böyle de, Türkiye genelinde durum farklı mı sanki? Her zaman söylerim, medya dahil hiçbir sektörü, kurumu toplum genelinden soyutlamak mümkün değil.
Halkın yüzde 47’sinin seçtiği hükümeti alın örneğin. Sigarayla ilgili kanun taslağı, hazır olmasına rağmen yıllardır bekletiliyor. AKP milletvekilleri insanların birbirini zehirlemesine, ölümüne yol açmasına oy kaygısı nedeniyle seyirci kalıyor.
Sigarayason.com’da yeni bir tartışma başladı. Site ziyaretçileri mekandaki ikinci el sigara dumanının orucu bozup bozmayacağını tartışıyorlar.
Zekeriya Beyaz Hoca ne der bilmem ama mantık bozacağını söylüyor. Sigaranın orucu bozacağı konusunda herkes mutabıktır sanırım. Başkasının içtiği sigaranın dumanı da, solunduğunda orucu bozuyor olmalı.
Toplu kullanıma açık, kapalı yerlerde sigara içmenin yasaklanması için alın size geçerli bir neden daha... Gelin sigarayason.com’da tartışalım.
Bebek sosyetesi pis park sever
Bebek Parkı’ndaki sokak köpeklerini toplayan İstanbul Büyükşehir Belediyesi, vakit geçirmeden bir adım daha atmalı ve pislik içinde yaşamaya bayılan Bebek sosyetesini çektiği eziyetten zor kullanarak kurtarmalı.
Bebek Parkı’nı mesken tutan birkaç sokak köpeği vardı. Kimseye zarar verdiklerine tanık olmadım, kendi hallerinde yaşıyorlardı. İddiaya göre bazı vatandaşlar köpeklerin kendilerini ısırdığından şikayetçi olmuş. Belediye de köpekleri uyuturucu iğne kullanarak toplamış, Hasdal Köpek Rehabitilasyon Merkezi’ne götürmüş.
Gözlerinin içine baktığım o şirin köpeklerin toplanması tabii ki içime dokundu. Rehabitilasyon merkezlerinde iyi bakıldıklarını, eziyet çektirilmediklerini umarım.
Öte yandan Bebek Parkı’nı köpek pisliği götürüyor. Çocuk parkının kumları dahil her yeri köpek pisliği içinde. Ancak bu pisliklerin sorumlusu sokak köpeklerinden çok, Bebek sosyetesinin pisletmek için dışarı çıkarttığı köpekler.
Zaten üç, beş sokak köpeğinin koca parkın her metrekaresine onlarca pislik bırakması teorik olarak da mümkün değil.
Bebek Parkı’nı pislik yuvasına çevirenler, bu semtte yaşayanların bizzat kendisi.
Medeni ülkelerin medeni insanları da köpek besliyor, köpeklerini gezmeye dışarı çıkartıyor, ve köpeklerin bu sokağa pislemesine engel olamıyorlar. Ama medeni ülkelerin, medeni insanları köpek gezdirirken yanlarında naylon poşetler taşıyorlar ve köpeklerinin pisliğini ardından toplayıp, temizliyorlar.
Köpeğini gezdiren Bebekliler arasında da çok nadiren böyle medeni insanlara rastlanıyor. Ancak çoğu köpeği pislerken, kafasını çevirip gözünü ufka dikmekle yetiniyor.
Bebek Parkı’nı mesken tutan köpeklerin de, belediye ve birkaç hayvansever tarafından kısırlaştırılmalarına rağmen çoğalmalarının nedeni yine bu sorumsuz insanlar... Eve köpek almayı oyuncak almakla karıştıranlar...
Maymun iştahları doyunca kimi köpeğini Filipinli bakıcılara verip sokağa gezmeye değil, pisletmeye çıkarttırıyor, kimi de evden hepten atıyor.
Üç, beş sokak köpeği ile uğraşan İstanbul Belediyesi de, çevreyi asıl rezil edenleri seyretmekle yetiniyor, kendi parklarını pislik havuzuna döndüren Bebekliler’e ceza kesmiyor.
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2007
Sevgili üniversite hocam Prof. Şerif Mardin "Mahalle baskısına dikkat" diye uyarıyor. Mahalle baskısı çok önemli bir olgu, birazdan ona döneceğim ama önce başka önemli iki baskıdan, "koca baskısı"ndan ve "aile baskısı"ndan bahsetmek istiyorum.
"Türban bir Türkiye gerçeği" deniyor. Türban takmanın bir hak olduğundan bahsediliyor. Dileyen kız öğrencilerin üniversiye türbanla gitme özgürlüğünün olması savunuluyor.
Tamam, güzel ama siz sanıyor musunuz ki, türbanlı her genç kız türbanı kendi özgür iradesiyle takıyor? Siz sanıyor musunuz ki türban takmak, her kadının kendi hür seçimine bağlı?
Çoğu kadın türbanı koca zoruyla, çoğu genç kız aile baskısıyla takmak zorunda kalıyor.
Kendi özgür iradeleriyle karar verebilecek olsalar türbanlı yaşamı seçmeyecek kadınlar, bugün aile baskısıyla, koca baskısıyla sokağa çıkarken türban takmak zorunda kalıyorlar.
Şimdi bunun üzerine bir de mahalle baskısının gelme tehlikesi var. Prof. Şerif Mardin, tüm kadınlar dört gözleri açık, alarm halinde olmalılar diyor.
Ertuğrul Özkök de Şerif Mardin’e hak veriyor. Milliyet Gazetesi’nde çıkan bir yazıyı örnek gösteriyor. Şehirlerarası otobüslerde bazı kişiler "namaz molası" istemeye başlamışlar. Bunu yapan tek kişi bile olsa önemli diyor Özkök. Çünkü din adına yapılan bir talebin herkesin itiraz gücünü kırdığını söylüyor.
Mahalle baskısının, çok uzun süredir yaşadığımız, yaşaya yaşaya kanıksadığımız bir örneği de var. Mübarek Ramazan ayında olduğumuzdan şu anda çok yakından yaşıyoruz.
Çoğu mahallede, insanlar gece vakti gümbe de güm güm çalan ramazan davuluyla yataklarından fırlıyorlar. Üstelik davulcu sokak sokak gezdiğinden, davul çalarak dolaşmaya sahur vaktinden saatler önce başlıyor. Oruç tutmak için sahura kalkacaklar da sahur vaktine kurdukları saate göre değil, davulcunun zamansız davuluna göre çok daha erken oluyor uykularından.
"Artık çalar saat var, davula lüzum kalmadı, hastası var, bebeği var" diye akıl yürütenlere hemen karşı çıkılıyor. "Ramazan davulu gelenektir, geleneklere sahip çıkmak gerekir" diye.
İyi de namus için ailenin genç kızını öldürmek de gelenek. Adı üzerinde, töre yani gelenek cinayeti. Kan davası da gelenek. Düğünlerde havaya kurşun sıkmak da gelenek.
Bir şeye sırf gelenek diye sahip çıkılmaz. Gelenekler de zamanla çağdışı kalabilir. Hangi geleneği sürdürmemiz, hangisini tarihe gömmemiz gerektiğine aklın ışığında karar vermek gerekir. Başkasına zararı olan bir eyleme, gelenek diye sahip çıkmak olamaz.
Geçen gün e.günlüklerden (blog) birinde bir yazı çarptı gözüme. İpek Gezer isimli bir blogcu "Ramazan davulu düşsün kafanıza" diyordu ramazan davulunu eleştirenlere (mizanpaj.onpunto.com). Gerçi yazısının sonunu "Şaka, şaka düşmesin" diye bitiriyordu ama yazısının geneline bakınca kafalara düşmese de sesiyle insanları yataklarından fırlatmasının umrunda olmadığını anlıyordunuz.
Ramazan davulunu şöyle savunuyordu: "Bizim apartmanda da, komşularımızda da bebek de oldu, hasta da, yaşlı da ama kimse çıkıp davulcu çalmasın demedi."
Mahalle baskısı için bundan güzel örnek mi olur? Madem kimse sesini çıkartacak cesareti bulamıyor, demek şikáyetçi olan da yok... Madem kadınlar "Kocam, ailem zorla türban taktırıyor" diye şikáyet edecek gücü bulamıyor, demek herkes kendi özgür iradesiyle türban takıyor.
Prof. Mardin’in "mahalle baskısı"nın günümüze yansıyış şekliyle ilgili bir fikri, bir dayanağı olmadığını iddia eden bir takım "NeoAk" yazarlar, mahallelerinden geçen davulcuyu da mı duymuyorlar?
Yazının Devamını Oku 19 Eylül 2007
Pazar günkü yazısında çevre duyarlılığının simgesinin ne olması gerektiğini sorguluyordu Ertuğrul Özkök. Penguenler mi, kutup ayısı mı, koala mı, panda mı? Bence bir deri bir kemik kalmış aç Afrikalı çocuk...
İstanbul Tasarım Haftası’nda ziyaretçiler Hürriyet reyonunda Hürriyet’in birinci sayfasını kendi görmek istedikleri gibi tasarlamışlardı.
Ertuğrul Özkök, ziyaretçilerin çalışmalarından oluşan sergiyi gezerken, çevre olaylarını ve küresel ısınmayı manşet olarak seçen çalışmaların çokluğunu fark etmiş. Ve, "Acaba biz gazeteciler, çevre olaylarına yeterince ilgi göstermiyor muyuz?" diye endişe etmiş.
Ben medyada tam tersi bir tutum olduğunu düşünüyorum. Küresel ısınma medyada, dünyanın diğer büyük sorunlarıyla kıyaslandığında fazlasıyla yer alıyor. Ve üstelik hep de tek taraflı bir bakış açısıyla. Sergilenen birinci sayfa tasarımları arasında küresel ısınma konulu olanların sayısının fazla olmasının nedeni de bu bence. Medya küresel ısınmayı o kadar tek taraflı ve yoğun olarak işliyor ki, insanlar da bu tek taraflı mesaj bombardımanından etkilenerek, küresel ısınmayı kafalarında bir dogma (doğruluğu sınanmadan benimsenen ve bir ideolojinin temeli yapılan sav) haline dönüştürüyor ve tasarladıkları kapak sayfasının manşetini bu konuya ayırıyorlar.
Hatta bu dogmatik inanç, sergilenecek tasarımların seçimi sırasında da devreye girmiş ve küresel ısınma manşetli tasarımların kayırılmasına yol açmış da olabilir.
Peki küresel ısınma denilince, simge olarak akla hep kutuplarda yaşayan hayvanların gelmesinin nedeni de bu medyatik dogma değil mi?
Eriyen buz kütlesinin üzerindeki ayı fotoğrafı medyada ne sıklıkta kullanılıyor farkında mısınız? Fotoğraf, zavallı bir kutup ayıcığı küçük bir buz adacığının üzerinde mahsur kalmış algısı yaratmak amacıyla, çevreciler tarafından sömürüle sömürüle bitirilemedi. Yakında bir gazetede yine karşımıza çıkacağından eminim. Halbuki kutup ayısı yüzebilen bir hayvan, eriyip kopan buz adacığının üzerinde mahsur kalmasına olanak yok.
Daha geçen gün neredeyse tüm gazetelerde yayınlanan bir haber vardı. Kutup buzullarının sınırlarının ne kadar gerilediğini gösteren uydudan çekilmiş fotoğraflar, tüm medya organlarında küresel ısınmanın kanıtı olarak sunuluyordu. Peki kutup buzullarının sınırlarının gerilediği, buna karşılık buzulların sürekli kalınlaştığını gösteren bilimsel bulgulara yer veren tek bir gazete var mıydı? Hayır. Çünkü kutup buzullarının kalınlaştığını ve sınırları gerilese de buzulların toplam kütlesinin sabit kaldığını gösteren uydu fotoğrafları çevreci yobazların ilgi alanı dışında kalıyor.
Onpunto yazarı Canok Abisel’in bu konuda çok güzel bir makalesi var, koloni.onpunto.com adresindeki günlüğünden okuyabilirsiniz.
Öte yandan bir sürü gazete yazarı, ne olduğu hakkında fikirleri bile olmadığı halde, Türkiye’nin Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamamasını eleştirip duruyor. Kyoto Sözleşmesi, sanayileşmiş ülkelerin gelişmemiş ülkelerin sanayileşme hakkını satın almasından başka bir şey değil oysa.
Kyoto Sözleşmesi’nin gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkeler için anlamı enerjinin pahalılaşması, refahın daha da azalması demek.
Kyoto Sözleşmesi, Afrikalı çocukları daha uzun süre açlığa mahkûm etmek demek.
Gerçek çevreciliğin sembolü işte bu nedenlerle açlıktan göbeği fırtlamış Afrikalı çocuk olmalı.
Ertuğrul Özkök’e katılıyorum. Medya çevre sorunlarına çok daha fazla önem vermeli. Ama dogmalara yüz vermeden, tarafsız olarak...
İstanbul Belediyesi, Bebek’i öldürmeye kararlı
İstanbul Belediyesi’nin Bebek’te ne yapmak istediğini çözen beri gelsin.
Önce sahil yolunu, denize kazıklar çakarak genişlettiler. Şimdi de yalılarla apartmanlar arasında kalan birkaç yüz metrelik dar yolu, ortaya yaptıkları refüjle iyice daralttılar.
Belediye zaten dar olan ama yol kenarına park edilmesi önlense üç, hatta dört şerit olarak kullanılabilecek yolu, ortasına inşa ettiği refüjle iki şeride düşürdü. Bir başka deyişle huninin ağzını iyice daralttı.
Öte yandan Bebek’in en büyük sorunu otopark. Hafta sonları binlerce kişiyi çeken önemli bir sayfiye semti olan Bebek’te otomobillerin park edileceği alan yok. İnsan, "İstanbul Belediye’sinin amacı, Bebek’in mutena bir sayfiye yeri olma özelliğini yok etmek mi" diye düşünmeden edemiyor.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2007
Gazete ve televizyonlardaki haberlere bakınca sanırsınız ki türbanlı Türk modacı Rabia Yalçın New York Moda Haftası’nda büyük sükse yapmış (haberi bu şekilde abartanlar arasında Hürriyet yoktu). İşin aslı farklı. Türbanlı Türk modacı Rabia Yalçın’ın defilesi New York Moda Haftası’nda (NY Fashion Week) değil, çok daha basit bir etkinlik olan New York Kutür Moda Haftası’nda (NY Couture Fashion Week) gerçekleşti.
NY Moda Haftası, New York’ta her yıl biri eylülde diğeri şubatta olmak üzere iki kez yapılan, dünya çapında ses getiren bir moda şovu. NY Kutür Moda Haftası ise yine yılda iki kez yapılan ancak daha sönük geçen, moda dünyasında nadir ses getiren bir şov.
NY Moda Haftası, her zaman Bryant Park’ta yapılıyor. Kutür Moda Haftası’nın ise böyle gelenekselleşmiş bir mekanı yok. Sıradan bir şekilde otel salonlarında yapılıyor, bu sonuncusu Westin ve St. Regis otellerinde gerçekleşti.
NY Moda Haftası’ndaki şovlara sadece davetliler katılabiliyor. Her şovun davetlisinden o şovun modacısı sorumlu. Davetliler çok ünlü isimler, Hollywood yıldızları ve sosyetenin önde gelenlerinden oluşuyor. Şovları sadece akredite olan basın izleyebiliyor. Rabia Yalçın’ın katıldığı Kutür Moda Haftası ise biletini alan herkese açık.
NY Moda Haftası’ndaki defileler çok ünlü modacılarca veriliyor. Genellikle ABD’li modacıların katıldığı şovda ünlü uluslararası modacılar da oluyor. NY Kutür Moda Haftası’na ise pek moda ülkesi olarak tanınmayan ülkelerden ismi fazla duyulmamış modacılar katılıyor. Örneğin bu sene katılan topu topu 12 modacıdan ABD’li olmayanları Arjantin (2), Dominik Cumhuriyeti, Avustralya, Romanya, Kanada, Türkiye ve Rusya’dandı.
NY Moda Haftası adında belirtildiği gibi bir hafta sürüyor. NY Kutür Moda Haftası’nın ciddiyeti ise ismi "Hafta" olmasına rağmen üç gün sürmesinden belli.
Tüm bu gerçeklere rağmen Rabia Yalçın Türk medyasından sanki New York Moda Haftası’nın tozunu atmış, ortalığı ayağa kaldırmış gibi sunuluyor.
NY Kutür Moda Haftası, NY Moda Haftası ile aynı tarihlere denk gelmiş olabilir. Ancak bunu belirtmenin yolu "Türbanlı modacı Rabia Yalçın NY Moda Haftası kapsamında sergilediği defile ile büyük beğeni topladı" şeklinde olmamalı. "New York Moda haftası sırasında yapılan karma defilede Türk modacı Rabia Yalçın da vardı" demek dururken, işi abartmanın ne alemi var.
Hele bazılarının yaptığı gibi "Atıl Kutoğlu’nun ödeneği kesildiği için katılamadığı New York Moda Haftası’nda bir başka Türk modacı vardı" demek, işin iyice cıcığını çıkarmak. Gerçek NY Moda Haftası’na katılan Atıl Kutoğlu’nu Rabia Yalçın’la karşılaştırmak çok anlamsız.
Bütün bunların nedeni belli. Türban’ı trend yapmak amacıyla birkaç yıldır sinsice sürdürülmekte olan stratejinin uzantısı bu tutum.
Medya da yiyiyor, afiyet olsun...
Işığı durduran Türk’ün yeni başarısı
Medyamız türbanlı Türk modacının hayali başarısını abartmakla uğraşırken, bir başka Türk’ün teknoloji dünyasındaki başarısı her zaman olduğu gibi güme gidiyor.
Türk bilim adamlarının uluslararası başarılarını takip edebildiğim kadarıyla aktarmaya çalışırım. Üç yıl önce çok genç bir Türk bilim adamının çok büyük bir başarısını yazmıştım. O sırada 26 yaşında olan Fatih Yanık, aralarında eşi Hatice Altun’un da bulunduğu araştırma ekibiyle evrenin hız rekortmeni ışığı bilgisayar çipi içinde durdurmayı başarmış ve yabancı medyanın büyük ilgisini çekmişti.
"Işığı durduran Türk" Mehmet Fatih Yanık, şimdi de ABD’nin ünlü ve saygın teknoloji dergisi Technology Review tarafından "35 Yaş Altı En İyi 35 Mucit" listesine seçilmeyi başardı. Gurur listesi Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) tarafından çıkartılan derginin Ekim 2007 sayısında yayımlandı ve kapaktan duyuruldu. Tebrikler Fatih Yanık... Başarın artarak devam etsin...
(Temmuz 2004 tarihli yazım kişisel e.günlüğüm neonebu.com’da)
Yazının Devamını Oku