Yazı, kelime, tablo, şarkı, müzik, şiir, tasarım hepsi bir fikirle doğar; her biri kişiye ve fikrine özeldir.
Referans göstermeden, izin almadan alıp da kendi fikrinmiş gibi paylaşamazsın, kullanamazsın.
Birçok konuda telif hakkı var. Fikrini koruma altına alabiliyorsun, ancak yazdığın yazı hakkında senden habersiz “kopyala yapıştır” yapıldığını, sosyal medyada paylaşıldığını gördüğünde, “Ne var canım bu kadar rahatsız olacak, sileriz gider” gibi bir şeyle karşılaştığında kalakalıyorsun.
Özür dilemek, fikri çalmaktan daha zor olmasa gerek diye düşünüyorum.
Ne zaman böyle bir olaya tanıklık etsem, duysam çok üzülüyorum.
Oturduğu koltuğu, sofradaki yeri bile insana bir şey ifade ediyor değil mi?
“Orası benim yerim” diyoruz hani. Önemsiyoruz, benimsiyoruz. (Ne güzel kelime benimsemek!)
57 km OCC parkurunu 13 saat 41 dakika 15 saniyede bitirdim.
3463 metre irtifa kazanımı olan, İsviçre’de Orsiere’den başlayıp Mont-Blanc etrafında dönüp Fransa’da Chamonix’de biten yarışta yaşadıklarımı bugüne yazıp yetiştirebilmem imkansızdı.
Farklı kategorilerde yarışan 5 Türk kadını olarak hepimiz finişi gördük!
Şu an ben bunları yazarken 171 km, 46 saat limiti olan olağanüstü zor hava koşullarında hâlâ UTMB koşan arkadaşlarımı düşünüyorum!
Müthiş bir gurur bu.
Ben dünyanın en iyileriyle aynı startı aldım. Yarış direktörlerinin “ekstrem hava koşulları” dedikleri bir ortamda gayet emin, doğru zamanda doğru kararlar alarak ilerleyip o çamur deryasında, o düz duvara tırmanmaktan beter eden çıkış ve “Bu nasıl iniştir” diye diye inleten inişleri aşıp finişe geldim.
Biz yürümeye zor derken bu yarışlarda koşan arkadaşlarımın öğütleri, verdikleri ilham ömürlerine ömür katsın! Hepsini yazacağım!
Buraya beni getiren puanları aldığım Likya Yolu Ultra Maratonu start ve finişinde de vardı Özgür ve Ecem, yine varlar. Burada fuardalar şansıma bak!
İznik Ultra da sağ olsun bana ultra koşmayı, hatta bitirememeyi ve bitiremesem de çalışıp yeniden denemeyi öğretti.
O puanları kaptım geldim işte Chamonix Mont Blanc Dağı’na, böyle yani.
Aslan Cem yemek yerken dedi ki; “Anne sen hep diyordun hayalim buraya gelmek diye, bak geldin işte.”
Bana sürekli “Sen nasıl rahat edeceksen öyle yap, istersen biz odada da dururuz, sen işlerini hallet” diyorlar.
Allaaaaaaaaaah çok mutluyum uleeeeeeen!
Yemeğini yemesi için kaşıkla çocuğunun peşinden koşan anne dönemini kapatan memleket, ıslak mayoyla durulmaz dönemine girmişti.
Biz çocukken, tek mayomuz vardı.
O mayo üzerimizde ıslanır ve kururdu.
Tavada balık, mangalda et, soğan kavurma kokusuna dayanamayan insanımız, bir bakıyorum bahçe ilaçlaması kokusuyla aşk yaşıyor.
Türlü çeşit zehirli kimyasal ilaç bulutunda gülümseyerek oturan insanlar görüyorum her yerde.
Ne ilginçtir ki bütün çocuklarda alerji, astım vesaire. Bak sen ne ilginç?
En zoru 176 km koşulan, 11 bin metreden fazla irtifa kazanımıyla 46 saat limiti olan UTMB.
Ben OCC -Orsiere Champex Chamonix- yani orta mesafe ultra maraton denen, 57 km’lik kategoriyi koşmak için bu pazartesi yola çıkıyorum.
Start 31 Eylül sabahı saat 08.15’te.
Gece 22.45 olmadan finişi görmem gerek. Ben de görmek istiyorum.
Dünyanın her yerinden yıl boyu ultralar koşup dünya puanlamasında bu yarışa kalifiye olmak için çalışan, bilmem kaç milletten patikaları koşanlar geliyor.
UTMB’ye başvuru yapabilmek için, organizasyonun önceden belirlemiş olduğu dünyadaki birçok ultra maratondan en fazla üç yarışı (son 2 sene içinde) bitirerek, yarışmak istediğiniz kategoriye gereken puanı toplamış olmalısınız.
Tek başına puan toplamak da yeterli değil. Çok başvuru var.
Yaz kış bu böyle.
Eskiden bu erken kalkışlar sadece çocuklar içindi. O dönem gözüm hep uykudaydı.
Ah keşke bir saat daha uyuyabilsem diye ne iç geçirirdim o zamanlar.
Çok zor bir şey bir annenin bitmek bilmeyen uykusuzluk durumu. Buradan tüm uykusuz annelere canımın içinden selam ediyorum.
Bir gün geliyor, hepsi uyuyor inanın...
Nitekim benimkiler hayli uzun zamandır uyuyor ama bu sefer de ben kendim erken kalkıyorum. Çünkü koşuyorum.
Çocukların hayatından zaman çalmayayım filan derken bir baktım sabah güneşten önce kalktığım zamanlar arttı.
Çocuklara uygun, elle yapılabilen türlü çeşit renkte parmak boyası almıştım.
Doğal, su bazlı, kolay çıkabilen ve kimyasal içermeyen boyalar...
Bütün çocuklar ve hatta büyükler Destina’nın odasındaki duvara diledikleri gibi resim yapmıştı. Duvar rengarenk eller, dilekler, çocukların kendi dünyalarından çıkan ve kendilerince bir şeye benzediğini düşündükleri her neyse onlarla dolmuştu.
Evi temizlemek kolaydı; alınan keyif müthiş, yaşanılan duygu ömre bedel ve mutluluk da sonsuzdu. Duvardaki hayat ise ölümsüzdü.
O gün hayatta olan Erol eniştem akşam bana, hayatında ilk defa bu kadar özgür bir sanat eylemine tanıklık ettiğini ve çocukların şaşkınlığından çok, büyükler olarak ne kadar şaşırdıklarını asla unutamayacağını söylemişti.
Çocukların kendi evlerinde yabancı gibi olmalarını sevmiyorum. Çocuğum olduğu gün itibariyle o ev çocuğumun da evi. Beni burası senin de evin denen yerde sınırlasalar, aidiyet duygum ne olurdu bilmem ama bana duyulan sevgi ve saygının sınırlı olduğunu düşünebilirdim sanki. Çocukların yaptığı boyamalar, lekeler, yırtıklar bende hep anı. Ben kendi odamın duvarlarında alfabe öğrendim. Favorim E harfiydi. Bence E harfi’nde 3 çubuk değil de ne kadar sığarsa o kadar çok çubuk olunca en iyi E harfi oluyordu. Ben de habire çiziyordum.
2 çocuk bir ressam, Esra Berk
Herkes genç kalma derdinde. Genç kalmak derken de, genç görünmek demeliyim.
Ne yaparsak yapalım, beden görüntüyü kurtarsa da, saat ilerliyor.
Oysa misler gibi yaşlanmak da var ve mümkün.
Ama inanın gördüğüm estetik kaygısı ve baskısı gönlümü yoruyor.
Küçücük çocuklarda bile oluşturulmuş bu endişe. O yaşta bir çocuğun selülit, burnunun şekli veya göz kenarındaki çizgilere dair bir mutsuzluğunun olmasına inanamıyorum ve müthiş üzülüyorum.
Sonra düşünüyorum ben ortaokulda böylesi bir kaygının k’sini bilmezdim.