Yener Süsoy

Takıyye, dünyada en nefret ettiğim şey

20 Mayıs 2002
Mehmet Ali Bayar, DTP'nin Genel Başkanı oldu ama, hálá Ankara'da dede mirası apartmanın baba ocağı dairesinde annesiyle oturuyor. Türk siyasetinin 42 yaşındaki bu yeni yıldızı, yaşamınını siyaset ve devlet hizmetine adamış bir ailenin 4. kuşak temsilcisi. Büyük dedesi ünlü kaymakam Mehmet Ali Aygün'den büyük dayısı DP'nin ünlü TBMM Başkanı Refik Koraltan'a, dedesi ünlü vali, belediye başkanı, emniyet müdürü Kemal Aygün'den AP'nin Kurucusu, Genel Sekreteri, Bakanı babası Dr. Nuri Bayar'a kadar.

Nuri Bayar, 12 Eylül 1980 öncesi Naim Talu hükümetinde Sanayi Bakanı olmasaydı belki de Mehmet Ali ve Uğur, Amerika'da okumak zorunda kalmayacaklardı. Ankara Tevfik Fikret Lisesi'ni parlak dereceyle bitiren Mehmet Ali Hacettepe Ekonomi Bölümü'nü kazandı ama, gidemedi. Çünkü, babasının makamından evlerinin kapısına kadar her yere bombalar asılıyordu. Birbirine büyük aşkla bağlı Baysan-Nuri Bayar çifti bir gece sabaha kadar oturup kararlarını verdiler, Mehmet Ali ve Uğur'u yurt dışında okutacaklardı. O sırada ünlü siyaset adamı Muammer Erten'in büyük oğlu vefat etmiş, bursu açıkta kalmıştı. İşte o sayede gitti genç Mehmet Ali hiç görmediği Yeni Dünya'ya. New York'ta ekonomi okudu, master'ını yaptı, parası yetmeyince benzincide, otoparkta çalıştı. Türkiye'ye döndü, Dışişleri'ne girdi, başkatiplik sınavını 1.likle kazandı. Bakü, New York, Çankaya, Washington derken yeniden Ankara, bu kez merhaba siyaset.

Hürriyet'in Ankara Büyükelçisi sevgili Sedat Ergin'e bakarsanız Mehmet Ali, çocukluğunda kafasına koymuş başbakan olmayı. İşte bu yüzden örneğin, değil çapkınlık yapmak, böyle muhabbet ortamlara bile girmemiş. Aslında böyle yaramazlıklar yapacak zamanı da bulamamış, çünkü mimar eşi Ayça'yla 13 yaşından beri beraberler. Gelecek hafta Marmaris'teki yazlık komşuluklarında ilk tanışmalarının 25., evliliklerinin ise 11. yılını kutlayacaklar. İşte size siyasetin yeni yüzü Mehmet Ali Bayar ve ailesi.


BENİM SİGORTAM MAKUL ÇOĞUNLUK


İster misiniz bu genç adam da kendini bir kurtarıcı olarak görsün.

- Türkiye'nin tarihi çok önemli bir noktaya geldi, en geç iki yıl içinde, hatta daha erken Türkiye'de seçim olacak. Türkiye bu seçimde geçmişiyle geleceği arasında bir tercih yapacak. Ya her şey olduğu gibi gitmeye devam edecek, Türkiye daha da büyük çıkmazların içinde kalıp kendi kendisiyle uğraşmaya devam edecek; ya da Türkiye ileriye dönük yürüyüşünde kendi önünü kendisi açacak. Kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi unutmadan insanlıkla beraber bir ortak yürüyüşün içinde olmalıyız. Cumhuriyetin değerleri, laikliğin mucizesi işte burada. Kendi değerleriyle barışıklık ve içteki huzurdur bizi bin yıldır buralara getiren. Bu sihirli formülün, dengenin bozulmaması için ‘‘makul çoğunluk’’ benim için bir sigorta. Ben makul çoğunluğun ‘‘sessiz çoğunluk’’ olmasını istemiyorum. Ben Türkiye'ye umut olmak için geldim, kurtarıcı değil. Siyasete çok büyük heyecan ve arzu duyuyorum. Babamdan iyi bir siyasetçinin insanları unutmamasını, olduğu gibi görünmesini, bildiği gibi yaşamasını, kimseye benzemeye çalışmamasını ve herkesi yerli yerine koymayı öğrendim, rol yapamam. Hiç kimse benden klasik davranış kalıplarını beklemesin. Annem ve eşim, zaman zaman beni başkaları için kendimi çok fazla paraladığımı söylerler. Bu yola baş koydum, dönüş yok, sonuna kadar varım. Ama siyaseti bir meslek, bir geçim kaynağı, bir sosyal yaşam biçimi, bir kader olarak, koltuğa yapışan liderlik olarak görmüyorum. Siyaseti çağdaş dünya gibi bir vatandaşlık görevi olarak kabul ediyorum. Sıradanlığı hiçbir zaman sevmedim, kabul etmedim.


Her görüşten arkadaşım var


- Hayatım boyunca hiç aşırılığım, maceracılığım olmadı Yener bey, her zaman yaşımın ötesinde bir ciddiyetim oldu. Büyümüş de küçülmüş bir halim vardı, beni çok sıkıcı bulanlar olurdu. Çok iyi arkadaşlarımın hepsinin yaşları benden büyüktür. Çok küçük yaşımdan itibaren bu evin içinde hep ciddi şeyler konuşuldu, hep ciddi şeyler yaşandı. Çok küçük yaşta ben ve Uğur, siyasetin büyük şiddetteki iniş ve çıkışlarını hep hissettik. Siyasi yasaklılığının ötesinde, zedelenen onurunu koruma imkanı elinden alınan dürüst bir babanın dört duvar arasına sıkıştırılmasına isyanını gördük. Benim arkadaş kuşağımın çok geniş kesimi sol entelektüellerdir. Çünkü ben hiçbir zaman ideolojik, dogmatik olmadım. İnsan ilişkilerine hiç siyaset gözlüğüyle bakmadım. Her kesimden, her görüşten arkadaşlarım vardır. Değerlerime sadığım, inançlarıma bağlıyım. Dünyada en nefret ettiğim şey takkiye, Türkiye'nin siyasetini bu hale getiren bu. Ben tatillerini yapan, dünyayı gezmeyi seven, müziği, dansı seven, sanattan, fotoğraf çekmekten hoşlanan, hayatı dolu dolu yaşayan çağdaş bir insanım. Neysem oyum, hayat tarzımı bir gün bile değiştirmeyeceğim.


Milletvekili lojmanda oturmayacak

Siyaset kimsenin tekelinde değil, siyaset kimse için bir ayrıcalık da değil. Siyasetteki hedef ve ideallerimden biri, milletvekili lojmanı meselesini sona erdirmek. Milletin seçilmiş temsilcisi milletinden duvarlarla ayrılmış, polislerle korunan lojmanda yaşamaz. 30 yıl önce insanlar kiralarda orada burada yaşadılar ama, hep halkın içinden yaşadılar. Milletvekili olduğum gün reddedeceğim lojmanı, elime iktidar imkan geçtiği gün ise demokrasinin zaferi olarak lojman işini bitireceğim. Milletvekili devletin memuru mu, böyle şey olabilir mi? Halk neden siyasetten kopuyor diye soruyorlar, halk önce siyasetçisinden kopuyor.

YARIN: CUMAYA HEP GİDİYORDUM GİTMEYE DEVAM EDECEĞİM
Yazının Devamını Oku

Resim yapıyorum diye bana dinsiz diyorlar

14 Mayıs 2002
Türkiye'nin tek terrakotta ustası Denizlili Necip Savcı, taş toprakla, resimle uğraştığı için bazılarının kendisine dinsiz dediğinden yakındı. Kuran okuduğunu, ama hocaların konuşmalarını yanlış bulduğu için namaza gitmediğini söyledi. Necip Usta'nın eserlerini ise en çok Amerikalılar satın alıyor.

Eserlerime en çok Amerikalılar meraklı

Necip usta bahçedeki son derece basit fırından çıkardığı yeni eserlerini hem gösteriyor, hem de içini döküyordu. Yine gülerek, yine sitem etmeden.

- Bu işten bugüne kadar hiç para kazanamadım, devamlı masraf ettim. Geçen sene sergi için 600 parça eser aldılar benden, 200 tanesinin karşılığı olarak 900 milyon lira verdiler, ötekiler kayıp. Ben para kazanmayı değil, çok iyi, çok değişik eserler yapmayı düşünürüm hep. Şimdi satışlar çok iyi, dünyanın her yerinden gelip beni buluyorlar. Bizim zengin grupları da çok alıyorlar, mesela Koçlar'ın kadın olanları. Üniversitelerde çalışan yabancı hocalar çok alıyor, en çok Amerikalılar meraklı. Ben bu seramikleri kimse beğensin diye değil, önce kendim için yapıyorum. Biliyorum ki, ben beğendikten sonra onları bütün toplum beğenecek. Kendimin beğenmediği bir seramiği kimse beğenmez yani. Nasıl olsa adam alıyor, şurası da olmayıversin demek, benim için iyi bir şey değil. Böyle yaparsam onun zararını ilerde muhakkak çekeceğimi biliyorum.


Kuran okurum namaza gitmem


Araziye çıktığım zaman arabanın içinde bağıra bağıra ezan okurum, sesim güzeldir. Kuran'ı Arapça okumayı babamdan öğrendim. Namaza gitmiyorum diye köyde kızanlar olabilir. Şimdiki hocalar değişik mesela, devamlı yanlış konuştukları için gitmiyorum. Mesela resim günah diyorlar, beni dinsiz gibi gösteriyorlar. Amaç sadece iyi Müslüman olmak değil, her şeyin iyisini yapacaksın.

Çorbayı çok severim, et yemeyi sevmem, ayda bir sefer içki içerim. Bir bardak şarap içtiğim zaman daha randımanlı oluyorum, daha iyi resimler, desenler yapıyorum.


İsrail’e götürmek için çok yalvardı


Necip usta sigarasından öyle derin bir nefes çekti ki, sanırsınız dumanı ayaklarından çıkacak.

- İsrail asıllı İsviçreli Jacop adlı tabiat uzmanı bir profesör, bir sene burada yanımda kaldı. Bizim birader yaptığım ufak antik kap kacakları orada patronuna hediye etmiş. Patron da başkasına, o başkasına derken benim çömlekler sonunda Yahudi bilim adamının eline geçiyor, çorap söküğü gibi araştırıp en sonuda beni bulmuş. Bir ay bana yalvardı İsrail'e götürmek için, gitmedim. Bu işi onunla beraber İsrail'de yapmamı, çocuklarımı Avrupa'da üniversite dahil okutacağı garantilerini verdi. O yaşlı adam bir sene boyanın hammaddesini öğrenmeye çalıştı, ben de o öğrenmesin diye yanında hiç yapmadım.


Bir ölüm olacağını önceden hissederim

Altıncı hissim çok kuvvetli, mesela bir ölüm olacağını önceden hissederim. Bu köyden, yakın bir çevreden, yakın bir akrabadan birisi ölecekse kesinlikle hissederim. O gün mutlaka bir ölüm olacak ama, kim olduğunu bilmiyorum yani, anlatabildim mi? O zaman çok sinirli olurum, çocuklarla bile konuşmam, herkesi terslerim. Rüya görmem, rüyaya da hiç inanmam.

UFO’yu kızımla birlikte gördüm

UFO'yu bizim kızla beraberken evvelki sene gördük burada. Sarı mavi ışıklıydı, ağır ağır köyün üstünden geçip kayboldu. Akşam 20.00 filandı, uzun sigara purosu biçimindeydi, arkasından şimşek gibi ışıklar saçıyordu. Burası antik bir yer yer, herhalde bir ilişkileri var Yener ağabey, inan bana. Yaptığım iş itibariyle benimle de ilişkileri olabilir. Bizi buraya onlar yerleştirmiş, bu kabiliyeti vermiş olabilir. Bunları anlatınca bizim oğlan Hasan, bana deli gözüyle bakar, inanmaz. Sonra bizim hanım da görmüş, onunki daire şeklindeymiş.
Yazının Devamını Oku

Son Hititli Necip Usta

13 Mayıs 2002
Denizli'nin Tavas ilçesinin Medet Köyü'nde yaşıyor Türkiye'nin tek ‘‘terrakotta’’, yani sırsız seramik ustası Necip Savcı. Kırık camlarını naylonla kapattığı derme çatma köy evinde Hititler'i yaşatıyor Son Hititli. Necip ustanın kafasından şapkası, dudağından ‘‘Üçüncü’’ sigarası, elinden çay bardağı düşmüyor. Geçiyor kendi yarattığı tornanın başına, basıyor pedalına, dönen hamur onun ellerinde uzuyor, kısalıyor ve sonunda yumurta kabuğu inceliğinde bir çömlek oluveriyor. Ya da bir güvercin, sürahi, vazo, ya da testi... Sonra naylon üstüne serili yerdeki eski kilime oturup eski fırçasıyla desenler çiziyor onların üstüne. Bitenleri eşi Ayşe, oğlu Hasan, kızı Sabahat ve kardeşi Emine çamur deryası bahçedeki ilkel fırına diziyorlar. Sonrasında neler olduğunu merak ediyorsanız, mutlaka kendi gözlerinizle görmeniz gerek. Yolunuzu Tavas'a düşürün, tanışın bu uzun saçlı Son Hititli'yle...


Önceki hayatımda da toprak yoğuruyordum


Son Hititli, bildiğiniz gibi biri değil, ağzından çıkanlara inanamayacaksınız.

- Garip Köyü var 4 kilometre ilerde, esas oralıyız biz. 1949'un birinci ayının birinci günü doğmuşum, Medet Köyü'nde büyüdüm. Fakat daha evvel bu bölgede yaşadığımın bilgileri yazılı hafızımda. Yener ağabey, ben öldüm tekrar dirildim, öldüm tekrar dirildim bu topraklarda. Bundan önceki hayatımda da devamlı toprak sanatı işleriyle uğraştığımı hatırlıyorum, meşhur bir keramikçiydim. Bu antik bölgede bulunan işlenmiş boyalı kap kacağı gördükçe çoğunu kendi yaptığımı hatırlıyorum. İçimdeki bu hisleri kimseye anlatmıyorum, çünkü toplum hemen dışlayabiliyor anlatabildim mi? Sanki dinsizmişim gibi davranıyorlar bana. Ama geçen hayatımda olduğu gibi yakında bütün dünyanın beni tanıyacağını, çok büyük işler yapacağımı biliyorum. Bundan önceki hayatımı, nasıl öldüğümü tek tek iyi biliyorum, hepsini hatırlıyorum. Ölümüme doğru bir yabancı müzik çalıyordu, rahattım. Sonra müzik gittikçe zayıfladı, zayıfladı ve yok oldu. Beni mezara koydular, sonra tren vagonu gibi fosforlu bir çember geldi. Kan rengi gibi kıpkırmızıydı, şeffaftı. O döndükçe içinden değişik resimler geçmeye başladı, hepsi canlıydı. Sonra sevimli bir ailenin arasına girdim, ondan sonra nereye gittiğimi bilmiyorum. Ölürken dinlediğim o kilise müziği bazen radyoda, televizyonda çıkıyor ama, adını bilmiyorum. O müziği ne zaman duysam çok üzülürüm. Geçen hayatımda Hristiyandım, yine bu topraklardaydım.


TARİHİ eserin kaç yıllık olduğunu hemen anlarım


Terrakottaları yaparken hammaddeleri gayet iyi hatırlıyorum. Tarihi bir eser gördüğümde kaç senelik olduğunu hemen söylerim. Diyelim yeni bir para çıkmış, ben adını bile duymamışım, onun ne parası olduğunu bilebilirim. Bu da benim içimden gelen bir şey, daha önceki hayatımdan onları tanıdığım için. Bazı antik eserlerde bazı figürler görüyorum, onu da geçen hayatımda gördüğüm için hemen biliyorum. Bir psikolog benim algılamamın sondan olduğunu söyledi: Mesela siz çayı içip bitiriyorsunuz, ben bittikten sonra tekrar geriye geliyorum. Bir işi bitirdikten sonra başlıyormuşum, deli değilmişim yani.


BEN Türkiye’de TEKİM


Terrakotta ‘‘Sarıdan kızıl kahveye kadar değişik renklerde tuğla ve kiremitten çok daha düzgün, ince dokulu pişmiş toprak’’ olarak tanımlanıyor kitaplarda.

- Terrakotta sırlı seramiğe benzemez, boyası çok zordur, bir de ince olacak. Sırlı seramik yapmak çok kolay, hazır boyayıp veriyorsun fırına. Terrakota öyle değil, boyanın da doğal olması lazım. Kili kille karıştırıp, toprağı toprakla boyuyorsun, çiniden de, porselenden de zor bir olay. Sade, kalın terrakota yapan var ama, benim gibi boyalı resimli ve ipince yapan kimse yok, Türkiye'de ben tekim. Ben yumurta kabuğu inceliğinde eserler yapabiliyorum, başka kimse yapamaz. Terrakotta adını modern olsun diye İtalyanlar vermiş, eskiden keramik derdik.


Taklit etmiyorum hepsi kafamın içinden çıkıyor


Benim yaptıklarımın başka türlüsünü bir Yunanlının yaptığını söylediler. Adam doğal boya değil, çini mürekkebi kullanıyormuş, onun kıymeti yok. Aslolan topraktan madensel boya kullanmak. Boya yapmak içinde kullandığım mineraller her yerde bulunmaz. Killeri göz ölçüsüyle karıştırıyorum, tartı falan yok. Resimleri taklit etmiyorum, hepsi benim kafamdan çıkıyor. Daha önceki hayatımda da bu işi yaptığım için insanların hoşuna gidecek çizgileri biliyorum. Diyelim 500 kap yaptım, hiçbirinin resmi birbirine benzemez, hepsi değişik çıkar. 1994'de İstanbul'a KÜSAV'ın bir sergisi için gittim. Beni Türkiye'deki üniversite hocaları bilmiyor, Avrupa'dan, Amerika'dan hocalar geliyorlar. Bizimkiler buralara bir seyahatleri varsa beş on dakika ugrayıp gidiyorlar, fazla sevindirici bir şey değil yani. Benim gibi sırsız seramik yapmadıkları için belki sevmiyor herhalde. Böyle şey olmaz diyorlar ama, yaptıklarıma da şaşıyorlar. Jale Yılmabaşar beni iyi tanır, çok sever.


Babam imamdı, ama saçı benden uzundu


Çoktan beri saçlarımı uzatırım böyle, arasıra kestiriveririm. Kimse bana karışmaz, başkalarının hoşuna gitmese de ben böyle yapıyorum. Saçım olmadığı zaman kafam yokmuş gibi oluyor. Babam imamdı ama, saçları benimkinden bile uzundu. Yağmur duasına çıktığında mutlaka sel gibi yağmur yağardı. Uzun saç, aslında bilimle, sanatla uğraşanların ayırt edilebilmesi için. Savaşta uzun saçlı kişilere dokunulmayacağı hissi var içimde, eski hayatımdan biliyorum.

* Sanat deyince güzel bir şey anlıyorum yani böyle, o güzelliğin devamlılığı. Sanatçı mükemmel bir şey yapabilen insandır. mesela Barış Manço'nun şarkılarını duyduğum zaman ağlarım.


Işık benim uğurum


Işığın her türü benim için uğurdur, ne kadar ışık yanarsa o kadar sevinç olur içimde. Diyelim şurada iki lamba yanıyor, bunun biri söndüğü zaman benim için kesinlikle uğursuzluktur. Mum yakmak benim için bir uğurdur, onun için çok çok mum yakarım. Bu da eski hayatımdan kalma.


YARIN: EN ÇOK AMERİKALILAR SATIN ALIYOR
Yazının Devamını Oku

Gece Yalova üzerinde uçağın motorları durdu

7 Mayıs 2002
Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın koruması ve sırdaşı, ANAP Adana Milletvekili Musa Öztürk, 1986 yılında İstanbul'dan Ankara'ya uçarken yaşadığı ‘‘kader anı’’nı Yener Süsoy'a anlattı. Öztürk, pilotlara Özal'ın ‘‘İstanbul'a geri dönün’’ emrini ilettiğini ve Yeşilköy'e filmlerdeki gibi tehlikeli bir iniş yaptıklarını anlattı.


Özal, uçağın pilotlarına ‘Gözüme gözükmeyin’ dedi


Turgut Özal'la en büyük uçak tehlikesini 1986'da Golfstream'in verdiği geçici özel uçakla yaşadık. Seçilen pilotları 3 ay kursa gönderdik ama, sistemi iyice öğrenmeden dönmüşler buraya. Bir gece saat 21.30'da İstanbul'dan Ankara'ya dönüyoruz, Yalova'nın üstüne geldik, uçağın bütün ışık sistemi iflas etti. Teknisyen trafo gibi bir sigorta kutusuna eliyle vurdu, 40 saniye kadar yeniden elektrik geldi, sonra yine gitti. Uçağın içerisini kesif bir koku aldı, her yer zifir karanlık. Her şey iflas etmiş durumda, kuleyle falan irtibatımız yok. Uçakta kendisi, Ahmet Özal, Tevfik Bey, Güneş Taner, ben ve korumalar varız. Ahmet Özal da o tarihlerde Türkiye'ye yeni gelmiş, pilot brövesi almak için Etimesgut'a uçuşa gidiyor. Yan yana oturuyoruz; durumu sorduğunda ‘‘Herhalde motorlardan biri yanmıştır, İstanbul'a dönebilirsek çok iyi olur’’ dedi. Hemen kalkıp halen THY'da uçan pilotun yanına gidip ne yaptıklarını sordum, uçağın sistemini araştırdıklarını söyledi. ‘‘Kardeşim geri dönelim, beyefendinin emri bu’’ dedim. Pilot koltuğunda öyle oturuyor, hiç tepki filan yok. O tarihte Yeşilköy pistleri de yeni ışıklandırılmış, görerek iniş yapılacak. Sistemlerin hepsi iflas ettiği için kör uçuş yapıp öyle inilecek. havada bir kartal gibi uçuyoruz, ışık mışık hak getire. İstanbul'u görüyoruz, her tarafta itfaiyeciler var. Başbakanın uçağıyla irtibat kesilince Atatürk Hava Limanı'na alarm verilmiş, pistin her tarafı ambulans, itfaiye araçlarıyla dolu. Öyle bir inişimiz var ki, langır lungur, teker filan da patlamıştı. İndik, kapılar otomatik açılmıyor. Bizim korumlar levyelelerle bagaj kapısını açıp bir piramit oluşturdular, rahmetli onların üstüne basarak yere indi. Turgut bey o anda pilotu yanına çağırmamı istedi. ‘‘Kaptan, bu şartlar altında Ankara'ya gitme şansımız var mıydı?’’ diye sordu; pilot ‘‘Yoktu efendim’’ dedi. Özal ‘‘Siz kaptan olarak bu kadar yetkiyle donanmışsınız, arkadaşlarım müdahale etmese ne olacaktı? Hadi git, gözüme gözükme’’ dedi. Bana dönüp ‘‘Pakistanlı Tahir'i çağırın, bizimkiler kurstan bir şey öğrenmemişler’’ diye ekledi. Sonradan rapor geldiğinde gördük ki, uçağın motoruna giden 22 kablonun 18'i yanmış. Yani Ankara'ya devam etsek kesinlikle düşecektik, Yener bey. O kaptan pilot THY'nda uçarken Singapur'da kanat kırdırmış, olmaz böyle şey. Tahir'e 7 bin dolar, bizimkilere 5 bin dolar civarında bir ücret veriliyordu. DYP-SHP iktidardında bu yüzden çocuğun onuruyla oynadılar, o da çekip gitti. Oysa Tahir aynı zamanda çok iyi bir pilot öğretmeniydi.


Özal’ın iki yumuşak karnı


Turgut beyin yumuşak karnından birisi kardeşi Yusuf Bozkurt, öteki ise Hüsnü Doğan'dı. ‘‘Yetim Hüsnü’’ onun yanında kardeşlerinden daha değerliydi. Hüsnü Bey, Tarım Bakanı'yken Çukurova'da Tarla Günü'ne gittiğinde hep Ceyhanlı birisinin çiftliğinde kalıyordu; halbuki orada devletin çiftliği var. Hüsnü Bey, çok çalışkan, dürüst, namuslu bir adamdır ama, çok inattır. Bir gün kendisine hep aynı çiftlikte kaldığı için Adana'dan tepkiler geldiğini, bir daha gitmemesini rica etttim. Bir gün havaalanı yolunda Turgut Bey'e konuyu açtım. ‘‘Efendim tepkileri size arz etmek zorundayım. Doğru bildiğim, iyi öğrendiğim istihbaratların hepsinin sağlamasını yaptıktan sonra size arz etmek benim asli görevim’’ dedim. Hanımefendi de var, Etimesgut'a gidiyoruz. Olayı anlatınca ‘‘Ne var bunda, Hüsnü'ye ne diyeceksin sen?’’ diye bağırdı. Kendisine nazik bir şekilde ‘‘Efendim İstiklal Mahkemesi gibi olmayın, Kılıç Ali'nin oğlunun söylediğine göre orada önce asarlarmış, lütfen beni dinleyin’’ dedim. Anlattım hiç ses çıkarmadan dinledi. Çok sürmedi, Hüsnü Bey'i görevden alıp yerine Lütfullah Kayalar'ı getirdi. Yusuf Bey rahmetliyi de çok severdi, onun için çok özeldi.


Güneydoğu’nun sorunlarını profesör gibi araştırırdı


Görünen yüzüm koruma müdürüydü ama, ben bunun ötesinde sır katipliği yaptım. Rahmetli Özal'ın cumhurbaşkanlığının ilk yıllarına kadar Kürt meselesiyle ilgili sağlıklı bir beyanatı yoktur. Çünkü hazırlıklı olmadığı konuda kolay kolay konuşmazdı. Özal, bir şeyi yapmadan önce ortaya atar, vatandaşın tepkisini öğrenirdi. 1989 Kasım'ında Cumhurbaşkanı olduktan sonra şu anda Genelkurmay Genel Sekreteri olan Başyaver Aslan Güner, Kaya Toperi, Can Pulak ve benden bu konuda devletin arşivlerinde olan bilgileri ortaya çıkarmamızı istedi. Ayrıca Dışişleri, Genelkurmay dahil bu konuda eseri, bilgisi, belgesi olanların çoğuyla da görüştü. Bana kalırsa bu çalışmasını bir profesörlük tezi gibi algılamak lazım, 3 senesini verdi. Çalışmaların sonunda hadisenin birinci ayağının ekonomi, ikincisinin ise eğitim olduğuna karar verdi. Hatta gazetelerde Apo'nun buna çok kızdığı, ‘‘Bu adam elimizdeki bütün kozları aldı, hayata geçirecek’’ dediği yazıldı. Bu konuları zaman zaman rahmetli Ağa Ceylan'la konuşurdu. Onun için ‘‘Tahsili fazla yok ama, bu adam tipik bir Kürt feylesofu’’ derdi. Ben de kendisini yakından tanırdım, uzlaşmadan yana, akılcı bir adamdı. Bu konuya yıllarını veren bir emniyet mensubu olarak iyi bilirim ki, Kürtler Orta Asya'dan gelen Turani dil grubundan bir gruptur. Göktürk Kitabeleri'ne bakın, Ruslar bugün Kürtçülük hadisesinden niye vaz geçti? Bu da gösteriyor ki, Orta Asya'da varlar, neticede hısım akraba.
Yazının Devamını Oku

Turgut Ozal'ın zehirlenerek öldürüldüğüne inanmıyorum

6 Mayıs 2002
Ağabeyi İbrahim Öztürk'ten siyaset bayrağı devralıp ANAP Adana milletvekiliğini sürdüren Kozanlı Musa Öztürk'ün her saniyesi Turgut Özal'la doludur. Öztürk'ün yeni taşındığı ORAN'da Milletvekili Lojmanları'ndaki mütevazı apartman dairesine girer girmez anlarsınız bunu. Bir yanda Özal'la çekilmiş fotoğrafları vardır, başka başka köşelerde ondan kalan anılarla dolu minik minik armağanlar. İşte bu güleryüzlü, iri yapılı, kocaman elli, sessiz Musa'dır, Özal'ı Başbakan olduğu günden vefatına kadar koruyan, hayatından 1. derecede sorumlu olan. O Musa ki Özal'ın nefesidir, gölgesidir, canıdır, oğludur, veznesidir, sırdaşıdır. O Musa ki Polis Akademisi mezunudur, hem de Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi. O Musa ki 1980 öncesi aşırı sol ve bölücü teröre bakan DAL'ın şimdi Ordu Valisi olan Kemal Yazıcıoğlu'yla birlikte amiridir. Hani rahmetli Uğur Mumcu'nun ‘‘Derin Araştırma Laboratuvarı’’dediği, Dev-Sol, Dev-Yol, Marksizim, PKK uzmanı ünlü DAL. O Musa ki meslektaşlarıyla kendi aralarında yaptığı konuşmalarda hırsız polis lafı eden polislerden değildir. O Musa ki 1969'da MHP Kozan teşkilatının destekçisidir. O Musa ki Menderes hayranı bir aileden geldiği halde Turgut Özal hayranıdır. Var mısınız o Musa'nın ailesiyle ilk defa tanışmaya, onun ilk defa anlatacağı tarihi değer taşıyan sırlarını dinlemeye. Kimliklerinizi yanınıza almayı unutmayın, lojmanların kapısında ‘‘bizim seçtiklerimizi bizden koruyanlar’’dan yok yere laf işitmeyelim.


Barzani ile Talabani Özal’a ‘dayı’ derdi

Mesut Barzani ile Talabani, Turgut Özal'a ‘‘Dayı’’ derlerdi. Başkan George Bush bunları çağırmış; ikisi de ‘‘Dayımızdan talimat almadan gitmeyiz’’ deyip İstanbul'a gelmiş. Biz Harbiye Orduevi'ndeyiz, onlar da Hilton'da kalıyorlar. Turgut Bey'in talimatı üzerine ikisini de çağırdık hemen geldiler. O görüşmede Mesut Barzani aynen şöyle dedi: ‘‘Geçmişteki Mahabat Kürt Cumhuriyeti'nin Genelkurmay Başkanı babam Molla Mustafa Barzani ve arkadaşlarını İranlıların zulmünden Türkler kurtarmış. Babam hep bize vasiyet ederdi: ‘Bugün hayattaysanız bunu Türk ordusuna ve Türklere borçlusunuz, bunu hiç unutmayın. Bir Türke silah çekerseniz bu dünyada da, öbür dünyada da hakkımı helal etmem. Biz işte bu vasiyetle büyüdük.’’

BİZİ VİLAYETİNİZ YAPIN

Barzani ve Talibani’nin istekleri şuydu: ‘‘Nasıl Mardin, Diyarbakır bir vilayetinizse bizim bulunduğumuz bölgeyi de iki vilayet yapın, sınırlarınızı genişletin. Bizim Türkiye'den bir hak talebimiz yok, soydaşlarımıza hangi haklar veriliyorsa onların fazlasını istemiyoruz. Saddam bize bu hakları hiç tanımadı, sadece zulmetti. Gelin buraya girin, biz de sizi sonuna kadar destekleyeceğiz. Bilahare Kerkük ve Musul da birer Türk vilayeti olsun, Türkmenler orada rahat etsin, biz de yardımcı olalım.’’ Turgut bey ikisini de dikkatli dinledi ve hiç cevap vermeden uğurladı. Özal'ın vefatıyla birlikte bu ilişkiler bıçak gibi kesildi. İrlanda'daki bir Kürt konferansına ne yazık ki Amerika'nın referansıyla gidebildik. 9 milyonluk Türkiye'nin hedefi ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’tur ama, 70 milyonluk Türkiye'nin hedefinin bu olmaması lazım. Ben şahin değilim, gerçeklerden yanayım.


Turgut Bey’i hor kullandık


Turgut beyin bacak damarlarında sinir ucu iltihaplanması vardı, doktoru Cengiz Aslan'ın ifadesine göre. Kilosu da çok fazlalaştığı için ayakta çok kaldığı zaman yoruluyor, bacakları ağrıyordu. Özal'ın diyabeti de vardı, düzenli ilaç kullandığı için kontrol altında tutuluyordu. Köşk'teki fizik doktoru Coşkun Çankaya her sabah ve gece rahmetlinin bacaklarına tedavi uygulardı. Vefatı sabahı 10.15 civarında ailemle kahvaltı ederken Köşk'ün santral memurluğunu yapan komiser Erdal aradı; ‘‘Beyefendi çok sıkıntılı efendim, ambulans istedik’’ dedi. Benim kaldığım lojman, Köşk'e 150 metre mesafede, hemen koşup gittim. Ambulansın arkasından ben de Hacettepe'ye gittim, sonra vefatıyla karşılaştım. Semra hanımdan sonradan dinlediğime göre, Turgut bey sabah 10.00'da hanımefendiye ‘‘Ben 10.30'a kadar cimnastik yapacağım, garson kıza, söyle yürüyüş bantından inince kahvemi hazır etsin’’ demiş. Turgut beyin çok yemek yemesi acıkmasından değil, strestendi. Yanındakini üzmemek, birine kızmamak için öfkesini yiyeceklerden alıyordu. Ben Turgut beyin ölümünün doktorların resmen açıkladığı gibi kalp krizinden olduğuna inanıyorum. Aksi ıspat edilene kadar kimse beni onun onun zehirle öldürüldüğüne inandırımaz, olmaz böyle şey. O dönemde ne böyle bir konu gündeme, ne de otopsi yapılması gündeme geldi, ne de teklif edildi. Yener Bey, aslını sorarsanız Turgut beyin vefatından hepimiz sorumluyuz, onu hor kullandık, kıymetini bilemedik. Bu kadar çok yemesine hepimiz seyirci kaldık.


Suikast, Avrupa’da organize edildi

Turgut Özal'a düzenlenen suikast Avrupa-Amerika kavgasının bir tezahürüydü, bu iş Avrupa'nın bir yerinde planlandı. Bu organize işin içinde aşağı yukarı herkes var, her kimin yem borusunu kestiyse... İkinci kurşuna dikkat etmek lazım, atış mesafesi 13 metre. Bu adam kesinlikle tesadüfen seçilmiş biri değil. Uluslararası servisler ucu kendine bulaşacak hiçbir eyleme girmiyor, taşeron firmalar tutuyor. Bu suikast de taşeron bir firmanın işi. Kartal Demirağ işin vahametini bilmiyordu, yapacağın için haricinde bir bilgisi falan yoktu. Ben o çocuğun sorgusunda da gayrıresmi olarak bulundum, dinlediğim kadarıyla saplantılı birisi. Çok iyi araştırılmış, hayatı incelenerek seçilmiş. Sonradan duyduğuma göre Kartal Demirağ'dan önce Türkiye'de hapiste yatan birisini ceazaevinden kaçırıp bu suikasti yaptıracaklarmış ama, o kişi, ‘‘Turgut bey Allahını bilen biri, ona kıyamam’’ deyip teklifi reddetmiş.


Özal’dan Süleyman Bey’e Cumhurbaşkanlığı teklifi


Cumhurbaşkanı Turgut Özal'la Süleyman Demirel'le arasındaki köprüyü çoğu zaman Ekrem Ceyhun sağlardı. 1987'de seçimleri aldıktan sonra Ceyhun aracılığıyla Süleyman beye iki haber gönderdi. İlki şuydu: ‘‘İnsanlar ikimizin beraber olmasını istiyor. Süleyman Bey, Evren Paşa'nın yerine cumhurbaşkanı olsun, ben de başbakan olayım, kaldığımız yerden devam edelim. 1980 öncesi nasıl işler yaptıysak, şimdi de aynısını devam edelim.’’ Kısa bir süre sonra Süleyman beyin bu teklife sıcak bakmadığı haberi geldi.

İkinci hadise ise DYP-SHP hükümeti zamanında oldu. Yine Süleyman Beye haber gönderdi; dedi ki ‘‘Hadiseyi germeyelim, Türkiye hep kavgadan kaybetti. Beni cumhurbaşkanı olarak değil hükümetin danışmanı olarak görün. Bu ülke için ne gerekiyorsa hepsine hazırım.’’ Hükümetten olumlu cevap yerine kendisine boykot kararı geldi.


Bırak o dangalağı en büyük küfürüydü

Özal'ın kızmaya başlaması ‘‘Ama iki gözüm’’ demesinden belli olurdu, işte o zaman hiç gözüne gözükmezdik. Beğenmediğini birinin gıyabında konuşurken ‘‘Bırakın o dangalağı’’ derdi, en büyük küfürü buydu.

Rahmetli, mesela akşam birine kızar ‘‘Alın bunu görevden’’ diye; o kişi o gün gözüne gözükmeyecek. Gece mübarek adam istihareye mi yatardı, ne yapardı bilmem, ertesi gün onu affedip yeniden görevinin başına gönderirdi.

Turgut bey silahtan bir uzman kadar iyi anlardı, çok iyi atıcıydı. Hiçbir zaman taşımadı ama, çok güzel atıcıydı. Gölbaşı'ndaki poligona, ya da Makina Kimya'ya gidip çok atış yapardı, her attığını vururdu.

YARIN: YALOVA’DAKİ UÇAK KAZASI
Yazının Devamını Oku

Dansın Sultanları’nda bence hálá eksikler var

23 Nisan 2002
Hem yurtiçinde, hem yurtdışında büyük hayran kitlesi kazanan Dansın Sultanları'nın yaratıcısı Mustafa Erdoğan, modern dansı halk danslarının hizmetine verdiklerini belirtti. Arkadaşımız Yener Süsoy'a kültür coğrafyamızın çok geniş olduğunu söyleyen Mustafa Erdoğan, ‘‘Üsküp'ten Musul'a, Kafkasya'dan Girit'e böyle zengin ve geniş bir coğrafyada soluk aldığımızı ’’ belirtti.

Duygu Aykal hoca’nın arzulu öğrencisiyiz


Gösteride hálá beğenmediğim çok nokta var, ben hálá bitmiş bir proje gözüyle bakmıyorum. Bu arada halk dansları camiasının desteğini ilk günden beri hep yanımda hissettim. Devlet Halk Dansları'nın birikimlerinden yararlanan biriyim. Duygu Aykal döneminde onlar çıkıp bir çizgi çizdi. Duygu hocanın yaptıklarının arzulu sürdürücüsüyüz, ben de onun ikinci kuşak öğrencisi olmaktan iftihar duyuyorum. Biz bale ve modern dansı halk danslarının hizmetinde kullanıyoruz, halk danslarını bale veya modern dansa benzetmiyoruz. Gösteride otantik halk dansı da var ama, tamamı benim yorumum. Ben kendi yaptığımı bire bir halk dansı olarak tarif etmiyorum. Stilize ya da modernize etmek gibi bir iddiam da yok, benim haddim değil. Koreograflık yeterli şifreleri edindikten sonra özünde bir duygu meselesi. Çok eğitim görmüş çok yeteneksiz koreograflar da var.


Osmanlı'yı reddetmiyorum


Gösterinin adında ‘‘Sultan’’ sözcüğü olunca Batı'nın aklına başka ne gelir.

- Gösterimizin adında ilk başta mutlaka bir Anadolu sözcüğü de olmalıydı, ‘‘Sultan’’ imajından rahatsızdım. Yaşadığımız coğrafyayı belirtmeliydik; çünkü tarihsel geçmişimizle bağlantılı bir kurgu var sahnede. Sonradan yurtdışı afişlere de ‘‘Anadolu Ateşi’’nin İngilizcesi eklendi, iyi oldu. ‘‘Sultan’’ adı başlangıçta biraz iddialı, biraz agresif geldi. Daha ortaya çıkmadan ‘‘Dansın Sultanı’’ olmak yerine, önce olup daha sonra o tarifi yapmak belki daha doğruydu. Çıkmadan bunun söylenmesi bir meydan okuma gibi algılandı. ‘‘Doğuluların Batı egzotizmini okşayan bir oryantal gösterisi’’ gibi algınlanması beni rahatsız ediyor. Bazı organizatörler gösterideki oryantal bölümünün imajda öne çıkarılmasını isteyince itiraz ediyorum. Oryantal çok tutkulu şahane bir danstır ve kültürümüzün vazgeçilmezlerinden biridir, kabul ediyorum. Ama, benim için önemli olan antik Anadolu kültürü ile çağdaş Türkiye arasındaki bağ. Bana göre Üsküp'ten Musul'a, Kafkasya'dan Girit'e kadar olan bölge bizim kültür coğrafyamızdır. Saray sanatlarından da birkaç esinti var gösterimizde, Osmanlıyı reddetmiyorum ama, vazgeçilmez bir öğe olarak da öne çıkarmıyorum. Biz dansın anavatanı olan bu coğrafyanın bütün dünyada tanınıp beğeni toplamasını hedefliyoruz.


Dansçılara sigara yasak

Dansçılar mesai saatleri içinde ve benim görüş alanımda sigara içmezler. Hedef hepsinin sigarayı bırakması, bunda şu andaki başarı oranımız yüzde 95 civarında.

Ailedeki tek Galatasaraylı benim, babam ve kardeşlerim Deniz ile Yılmaz koyu Beşiktaş hastasıdır. Annem duruma göre idare ederse de Beşiktaş'a yatkındır.

Kendime çok güvenirim, en çok kendimi eleştiririm, yetersizliklerimin üzerinde dururum.


Bir zamanlar ben de duvarlara siyasi sloganlar yazdım


Hakkarili Erdoğanlar'ı galiba biraz da Ankaralı saymamız gerekiyor.

- Hakkari'de yaşarken İstanbul bizim için sinema, tiyatro, panel, sanatsal toplantı demekti, bunları kaçırdığımız için çok hayıflanırdık. Onları izleyemezdik ama, basındaki yansımalarını okumak büyük keyif verirdi. Daha çok bilmek, daha çok öğrenmek, daha çok şeye hákim olmak vardı hep içimde. Yener ağabey çok doğru, Ankara benim için vazgeçilmez bir çizgidir. Gerçekten de biz yarı Hakkari, yarı Ankaralı sayılırız. Ankara'da yaşadığımız 1970'li yılların insanı okumaya, öğrenmeye motive eden siyasal atmosferinin bende büyük payı var. Bunlar Hakkari background'yla birleşince oradan bir yaşam çizgisi kurdum.

BURKAY SEMPATİZANIYDI

Hakkari'de ortaokul öğrencisiyken siyasetten etkilenmeye başladım. O dönemde sokaklarda çatışmalar olurdu. Bazı siyasi gruplar bir diğerine karşı sokakları parsel parsel korurlardı. Hakkari'de sadece solcular olduğu için baştan belliydi siyasi tercihim, devrimciydim. Siyasal kimliğimin oluşması için sağlam bir felsefi temelin oluşması gerekiyordu, bu da Marksist felsefeydi o dönemin argümanlarına göre. O çocukluk günlerinde bir dönem mahallemize hákim olan Kemal Burkay çizgisine sempati duydum, sonra değişti. Ankara'da okurken Uzayan, Çevreli, Çağdaş sokaklarının duvarlarına kırmızı boyayla ‘‘Kahrolsun Faşizm’’ diye çok devrimci sloganlar yazdım.


Reşko’ya tırmandım

Hakkari'de dağcılık ve kayakçılık gibi doğa sporları yaptım, Reşko zirvesine (4168 m) çıktım. Lisanslı branşım kayak kros'tur, Milli Takım aday kadrosuna da çağrıldım. Babam Hakkari'de Gençlik ve Spor İl Müdürü'ydü, Necdet amcam da Galatasaray'a gelecek kadar iyi bir futbolcuymuş.

Parlamento çatısı altında yapılan siyaset bana cazip gelmiyor, çünkü hiçbir siyasi partinin içinde gerçek siyaset yapıldığına inanmıyorum. Sivil inisiyatif içinde görev almak benim için daha önemli.
Yazının Devamını Oku

Dansın Sultanları'nda MHP'li dansçılar da var

22 Nisan 2002
Aşiret mensubu olduğundan mı, ağabeyliğinden mi, göz yapısından mı, yoksa ciddi görünmek istediğinden mi nedir, Mustafa Erdoğan'ın yüzü hep asık görünür. Bu Mustafa ‘‘Dansın Sultanları-Anadolu Ateşi’’nın yaratıcısı, yöneticisi Mustafa Erdoğan. Aslında onun karakteri de Yılmaz ya Deniz'inkinden farklı değildir ama, Mustafa ilk görüşmede karşısındakine çok sıcak görünmez. Oysa güldü mü, yüzünde güller açar, ikinci dubleden sonra ağzından bal damlar. Çocukluğundan beri kendisine yaşam biçimi olarak seçtiği halk dansları, onu evrensel ölçeğe itti ama o hálá kapalı bir kutudur. Kardeşi Yılmaz Erdoğan'ın Demirciköy'de Sanatçılar Sitesi'ndeki tripleks villasında kendi başına yaşar. Her sabah ‘‘Gurzo’’ adlı safkan Kangalıyla bir saat koşar, aletli jimnastik çalışır, tavuklarını, bıldırcınlarını besler, 17 yumurtasının üstünde kuluçkada olan hindisinin hatırını sorar.

Gelin hep birlikte çat kapı gidip Mustafa Erdoğan'nın kapısına dikilelim. Türkülerle doğan, türkülerle yaşayan bu genç adam kimdir, nedir, ne yer, ne içer öğrenelim. Hatta bağlamasını eline alıp ‘‘Allı Turnam’’ı söylesin bize, haydi bakalım. Yalnız şimdiden bilesiniz ki; 1- Bahçedeki yüzme havuzunda su yoktur; 2- Horozu köpeğinden daha saldırgandır; 3- Alt katta kilerdeki yağ, peynir ve etler Hakkari'den gelmiştir, 4- Brüksel lahanası ve brokoliden söz ederseniz kızar, 5- Sigarayı filtresini koparıp içer.


Birlikte yaşama kültürü daha olgun ve bilimsel


- Geleneksel Stalinist çizginin iflasıyla birlikte sosyalizmin çöktüğü gibi bir temel varsayım doğru değil. Sosyalizmin insani değerlerinin hiç bir tanesinin iflas ettiği düşüncesine katılmıyorum. Onun eşitlikçi yönünün bütün Batı demokrasisine şekil verdiğinin farkındayım. Bizim bugünkü demokrasi anlayışımız içersine de mutlaka sosyalist ögelerin konulması inancındayım. Bu katı bir Leninizm ya da Stalinizm demek değildir, bu ülkenin kendi yaratacağı sosyalizan modeller olabilir. Birlikte yaşama kültürünün daha olgun, daha bilimsel temellere oturduğunu hissediyor olmak çok güzel. Eskiden bir siyasi çizgi kendi pozisyonunu diğerinin iflası üzerine tarif ederdi. Genelde solda böyle bir görüş hákim olduğu için ben de böyleydim. Dans ekibimizin içinde MHP'li olanlar da var, daha da güzel bir renk oluyor ve birbirimizi daha iyi anlıyoruz. Bizi buluşturan tek nokta çok sağlam yurtseverlik ve işimizi çok sevmek.


Bir Dansçının geliri 1,5 milyar


Şu anda dans grubumuzda 136 arkadaşımız var. Hepsinin 300 milyon lira sabit maaşları var, ayrıca oyun başına prim alırlar. İyi aylarda bir dansçımızın geliri 1,5 milyar lira civarında olur. 1,5 saat boyunca dans ediyorlar, 2 kiloya yakın sıvı kaybediyorlar, yeryüzünün en ağır işlerinden birini yapıyorlar. Dünyadaki en ağır işlerden biri madencilikse, ikincisi dansçılıktır. Bu para emeklerinin karşılığı ama, yine de haklarını tam anlamıyla verdiğimizi düşünmüyorum. Ayrıca ben patron değilim, onlar gibi çalışanlardan biriyim. Yaratıcı olmam nedeniyle onlardan farklı bir pozisyonum var, yoksa kader birliğinde aynı noktadayız.


İstanbul’u ilk kez 24 yaşında gördüm


Türkülere doğmuş, türkülerle büyümüş her Hakkarili gibi Erdoğan'lar da. Hakkari'den İstanbul nice görünür, bilir miyiz?

- Halk danslarıyla Hakkari'de ilkokul öğrencisiyken ilgilenmeye başladım. Hacettepe Felsefe'de okurken müzikoloji bünyesindeki halk dansları çalışmalarına katılarak diğer yöreleri de öğrendim. Sonradan Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi'ne geçince bu işi daha kapsamlı yapmaya başladım. Bu arada halk ezgileri derlemeleri yaptım, yeni melodi arayışlarına giriştim. Hakkari melodilerini ilk derleyen kişi benim, hepsi Hacettepe Müzikoloji arşivinde benim ismimle kayıtlı. Notaya alınmasından çoksesli hale getirilmesine kadar. Batıda ilk kez Hakkari danslarını bu ölçekte sergileyen kişi de benim. Beni ateşleyen Yılmaz'ın tiyatro serüveni oldu. İlk kez 24 yaşımda gördüğüm İstanbul'da tanıdığım tek adam kardeşim Yılmaz'dı. Sonunda bu ülke tarihinin gerçekleştirdiği en büyük projeye inandım ve arkadaşlarımla el ele gerçekleştirdim.


Bizim aşirette tarlada kadın çalıştıran ayıplanır


Adil Erdoğan oğlu Mustafa, Yılmaz ve Deniz'in kökleri nerelere kadar uzanıyor, bir bilseniz.

- Biz Hakkari'nin Pinyanişi aşiretindeniz. Aşiretin şimdiki reisi Adil amcamız bizim ailenin büyüğüdür. Pinyanişi'nin iki kolu vardır Hakkari'de, biri Çukurca, öteki Yüksekova kolu. Yüksekova kolu Zeydan'lar, Çukurca kolu Macit Firuzbeyoğlu tarafıdır. Bizim kökenimiz Çukurca'dan geliyor, biz Hakkari'nin okumuş ailesiyiz, bizde okumayan yok. Annemin babası Sait Atay, Hakkari'nin 12 sene belediye başkanlığını yaptı. Pinyanişiler, PKK'ya karşı en büyük korucusu olan aşirettir. Kardeşler olarak hepimiz aşiret içinde büyüdüğümüz için kurallarını çok iyi biliriz. Aşiret aslında Türkiye'de en yanlış bilinen kavramlardan biridir. Bizim o bölgedeki aşiret kan bağına dayanır, herkes aşiret reisinin akrabasıdır bir şekilde. Toprağa bağlı marabalıktan öte bir bağ vardır. Bizde bir erkek kadınını tarlada çalıştırırsa o toplum içersinde yadırganır. Aşiretimizde kadın değerlidir ve karar mekanizmasına girer, aşiret yöneten kadınlar vardır. Bizim aşiret içi kurallarda dayanışmacı ruh, insan sevgisi, nezaket vardır. Ben feodal değerlerin bu gibi ürünlerinin aşiret kültürüyle birlikte yaşatılmasından memnunum. Mesela Hakkarililerin en sık kullandığı Kürtçe kelime ‘‘Ez hulame teme’’dir, ‘‘Hizmetkarınım’’ demektir. Bunu büyük bir adam küçük bir adama da söyler, bir ağa yanında çalışan birine de. Aşiret kültürü, folklorik değerlerin yaşatılması anlamında da sağlam bir yapıdır. Kent kültürüne dönüşmüş, bir çıkar şebekesine dönüşenlere aşiret dememek lazım.
Yazının Devamını Oku

Evren, Sekine Hanım'a evlenmeme sözü verdi

16 Nisan 2002
Eski Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü ve Başdanışmanı, Televizyon Yüksek Kurulu ve Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Ali Baransel, arkadaşımız Yener Süsoy'a anılarını anlattı. Baransel, yıllar önce Rahşan Ecevit'in DSP Başkanı seçildikten sonra Cumhurbaşkanını ziyarete geldiğinde kendisine söylediği ‘‘Ben korkulacak kadın değilim’’ sözünü hálá anlayamadığını belirtti.


Evren Paşa'nın eşi merhume Sekine Hanım, son derece mütevazı, eşine ve çocuklarına çok bağlı, onların üstüne titreyen bir insandı. Evi tek başına çekip çeviren tipik bir Türk annesiydi. Sekine Hanım, vefat ettiği güne kadar evde hep denge unsuru olmuş. Evren Paşa, eşiyle aralarında geçen bir sohbeti gözleri nemlenerek bana anlattı. Sekine Hanım bir akşam başbaşa otururlarken ‘‘Kenan, benim şekerim, kalbim var. Yarın öbür gün ölürsem sen mutlaka evlenirsin’’ demiş. Eşinin bu sözleri üzerine Evren'in gözleri dolmuş; ‘‘Sekine şundan emin ol, hangi makamda olursam olayım, önüme kim çıkarsa çıksın, senden başka hiç kimse hayatıma girmeyecek, söz veriyorum’’ diye cevap vermiş. Hakikaten Evren Paşa eşi vefat ettikten sonra değil evlilikten söz etmek, parmağından nikah yüzüğünü bile çıkarmadı.


Rahşan Hanım'ın Köşk'teki hálá unutamadığım sözü


Rahşan Hanım, DSP Genel Başkanı olduğunda Cumhurbaşkanı Evren'i ziyarete geldi. Kendisini karşılarken biraz heyecanlı olduğunu gördüm. Cumhurbaşkanının odasına birlikte girerken aniden bana döndü ve ‘‘Sayın Baransel, ben korkulacak bir kadın değilim’’ dedi ve sert adımlarla içeri girdi. Çok afalladım ve bunu niye söyleme gereğini duyduğunu hálá anlamış değilim.


Korutürk'e psikolojik tedavi


Fahri Korutürk'ün psikolojik rahatsızlığı olduğu zaman masaların altına saklandığı, başını çekmecelere soktuğu gibi çok garip iddialar vardı. Ben kendisiyle 6 yıla yakın çalıştım, bunların hiçbirini görmedim. Korutürk çok uzun yıllar Deniz Kuvvetleri'nde istihbarat subaylığı yaptığı için bu konularda çok hassas yapıya sahipti. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevinden sonra büyükelçi olarak atandığı Moskova'da KGB ile hayli uzun mücadeleler etmiş. Rezidans dahil büyükelçiliğin her yerinde alıcı olabileceği kuşkusuyla bütün görüşmelerini eksi 40 derecede bile elçiliğin bahçesinde yaptığını bana anlatmıştı. Korutürk dört yıllık Moskova görevi bittikten sonra İstanbul'a döndüğünde Sovyetler'de yaşadığı şoku atlatamadığı için Kasımpaşa Deniz Hastanesi'nde psikolojik tedavi görmüş. Bunu bana rahmetli amiral Fahri Çoker anlattı. Çoker Paşa, tedaviden sonra Korutürk'ün korkularını bütünüyle üzerinden attığını söyledi.


Oğlum altın yutunca


Küçük oğlum Murat altı aylıkken bir gece omuzuna taktığımız küçük altın maşallahı yutmasın mı? Hemen Elvan'la Gülhane'ye koşturduk, doktorlar oğlumuzu hemen ameliyat edip midesinden altını çıkardı. Bu olay Köşk'te büyük hadise oldu. O günlerde Türkiye büyük banker faciaları yaşanıyordu. Cumhurbaşkanının çalışma odasının kapısında Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ Paşa'yla karşılaştık. Gülerek elimden tutup ‘‘Baransel geçmiş olsun, hiç üzülme, bu çocuk altı aylıkken altın yuttuğuna göre ilerde mutlaka banker olacak’’ dedi.


Çavuşesku'nun öpücüğü


Korutürk öpüşmekten çok nefret ederdi. Çavuşesku'nun eşiyle Türkiye'yi ziyareti öncesinde kendisine Türklerin el sıkıştıktan sonra öpüştüğünü söylemişler. Adamcağız bu yüzden Köşk'ün merdivenlerinde kendisini karşılayan Korutürk'le tokalaştıktan sonra ani bir şekilde boynuna sarılıp yanaklarından şapır şupur öptü. Korutürk bundan dolayı çok rahatsız oldu, Çavuşesku'yu uğurlarken bile hálá üstünü başını silkeleyip yanaklarını siliyordu.


Ankara'ya 15 km uzaklıkta Umutköy'deki evinde anılarını yazan Ali Baransel'in eşi Elvan Baransel, Anadolu Ajansı Genel Müdür Yardımcısı. Bayan Baransel'in bir özelliği de ünlü gazeteci ve yazar Fikret Otyam'ın kızı olması. Büyük oğulları Ali Bilkent'te okuyor. Fotoğrafta olmayan küçük oğulları Murat, İstanbul'da Yeditepe Üniversitesi öğrencisi.
Yazının Devamını Oku