18 Mart 2003
Dünyadaki tek Zonaro uzmanı Erol Makzume, ünlü ressamın gizli yanlarını Hürriyet'e anlattı. Erol Makzume, arkadaşımız Yener Süsoy'a saray envanterlerinde birçok sanatçının tablosunun kayıtlı olduğunu, ciddi bir arama yapılsa daha başka eserlerin de bulunabileceğini söyledi. Zonaro'nun Dolmabahçe Sarayı'nda 19, Beylerbeyi Sarayı'nda 1 ve Yıldız Şale Köşkü'nde ise 2 tablosu bulunuyor. Dolmabahçe Sarayı envanterindeki eserlerinin bazıları nedense yıllardır depolarda bekliyor. Sarayda araştırma yaparken bana Zonaro tablolarının sayısının 21 olduğu söylendi ama sonradan 1 tane daha bulundu. Depolar aransa belki daha başka tabloları da gün ışığına çıkacak. Ayrıca Topkapı Sarayı'ndaki Zonaro tablolarının tamamı sergilenmiyor; mesela ‘‘İzzet Holo Paşa’’ portresi ortada yok. Sergilenenler de kordonlarla çevrili, ziyaretçiler neredeyse dürbünle bakıyor. Bu arada Zonaro'nun hatıralarında yer alan ünlü Fransız ressam Jean-Leon Gerome'un paha biçilmez ‘‘Zeybekler’’ tablosu kayıp. Gerome tabloları bugün 2 milyon dolara satılıyor, biz ise sanki çürümeye terk etmişiz. Topkapı'da Zonaro'nun bir tabağının da olduğunu biliyoruz, hálá bize gösteremediler. Depremden sonra hepsinin sandıklara konup depolara gönderildiği söylendi.
Nergislik Yaylası’nda tenis kortu bile vardı
Çocukluk günlerimin İskenderun'u çok kozmopolitti, Amerikalılar, İtalyanlar, Fransızlar vardı. Şirketimizle çalışan gemiler İskenderun'a geldiklerine kaptanlarını evimize yemeğe davet ederdik. Onlar da gemilerinde bizim için müzikli, smokinli davetler verirdi. Soğukoluk'un yanı sıra Nergislik Yaylası da yabancı sosyetenin merkeziydi. O tarihte dağda tenis kortu vardı, şimdi aynı yerde kebap salonu açıldı.
Beyrut Amerikan Üniversitesi'nin kimya bölümünü bitirdikten sonra İngiltere'de kimya mühendisi oldum ve iş idaresi mastırı yaptım. Emil dedem 1923'te deniz nakliyatı ve acentelik şirketini kurmuş, Cumhuriyetimizle yaşıtız yani. Dünya çapında iki ünlü konteyner taşımacılığı firmasının yanı sıra Akdeniz'de hizmet veren önemli şirketlerin de Türkiye temsilcisiyiz. Ayrıca sahip olduğumuz TIR'larla özellikle yurtiçinde kara taşımacılığı yapıyoruz. Türkiye'nin ilk özel ticari limanı olan Gemlik Gemport'u ilk işleten de biziz.
Gelecek yıl Zonaro'nun 150. doğum yılı İtalya ve Türkiye'de kutlanacak. İtalya'da açılacak sergilere Türkiye'deki Zonaro koleksiyonerleri de davet edilecek.
SARAY RESSAMI’NIN HATIRA DEFTERİNDEN
Bir cuma günü Galata Köprüsü'nde yürürken Ertuğrul Süvari Alayı ile karşılaştım ve çok etkilendim. Köprünün inanılmaz manzarası ve beyaz atlara olan hayranlığım beni ‘‘Ertuğrul Süvari Alayı’’ tablosunu yapmaya zorladı. Bunun için her cuma köprüye gidip portrelerinden üniformalarındaki düğme sayısına kadar etütler yaptım. Sonunda komutanlar beni görünce selam verip gülümsemeye başladı.
Abdülhamid halife olduğu için kendi tablosunun yapılmasına önceleri izin vermedi, ama sonra kendisini ikna edip 3 defa bana poz vermesini sağladım. Bu arada kızı Refia Sultan ile küçük oğlu Abdürrahim Efendi’nin de portrelerini yapmamı istedi. Şehzadenin portresini yaparken çok zorlandım, çünkü resmini yaptığım tuvale kendisi de resim yapmak istiyordu. Sonunda aynı portresinden 2 tane yapıp birini Harem dairesine, ötekini de Abdülhamid'in çalışma odasına teslim ettim.
Mart 1909'da Enver (Paşa) Bey’in portresini tamamladıktan sonra Mahmut Şevket Paşa'nın tablosunu yapmaya başladım. Her sabah erkenden Saraydaki bakanlık odasına gidip onu uyanmasını bekledim. Her seansta bana 40 dakika poz veriyordu, bu süre içinde onayına sunulan idam cezası kararlarını asla imzalamıyordu.
Abdülhamid'in sürgüne gönderilmesinden sonra huzurum kaçtı, aylardır maaş alamıyordum. İttihad ve Terakki'nin benden ressam olarak faydalanacağını düşünüyordum, bunu bana Enver Bey söylemişti. Enver Bey Berlin'e askeri ataşe olarak gidince bu ümidim de kayboldu. Sanatımın koruyucusu Sultan sürgündeydi, ben moral çöküntüsü içindeydim.
İstanbul'dan 20 Mart 1910 günü trenle ayrılırken, 6 ton ağırlığındaki eşyalarım 46 sandık içinde gemiye yüklendi. Mallarımı bir gün önce 150 lira prim ödeyerek sigorta ettirmiştim.
Churchill, eşiyle birlikte Zonaro'yu ziyaret etmiş
- Zonaro, ünlü romancı Edmondo De Amicis'in İstanbul'u anlatan kitabının etkisiyle 1891 yılında bir gemiyle İstanbul'a geliyor. Rus Büyükelçisi Nelidov'un ‘‘Ertuğrul Süvari Alayı’’ tablosunu Padişah Abdülhamit'e göstermesi hayatının dönüm noktası oluyor. Amatör bir ressam olan Abdülhamid, onu 1896'da ‘‘Ressam-ı Hazret-i Şehriyari’’ unvanıyla saray ressamlığına getiriyor. 40 altın lira maaşı var, boya, çerçeve gibi masraflar da ayrıca ödeniyor. 1906'da Churchill'in eşiyle birlikte onu evinde ziyaret ettiğini ziyaretçi defterinden anlıyoruz. Abdülhamid'in sürgüne gönderilmesinin ardından tahta geçen Sultan Reşad'ın emriyle Akaretler'deki evini boşaltması isteniyor. Zonaro, evin Abdülhamid'in armağanı olduğunu söylemesine rağmen elinde resmi tapu olmadığı için saray ona inanmıyor. Derken 1909'da Jön Türkler hareketiyle sarayla ilişkisi kesiliyor ve böylece 19 yıllık İstanbul serüveni sona eriyor. Üzgün ve yıkık bir şekilde İtalya'ya dönen ünlü ressam, 1929'da öldüğü güne kadar San Remo'da yaşıyor ve bir daha İstanbul'u asla ziyaret etmiyor.
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2003
Erol Kemal Makzume, Türkiye'nin kara ve deniz taşımacılığında tanınmış bir şirketinin ‘‘deniz tutan ve yüzme bilmeyen’’ sahibi. Aynı zamanda tablo ve antika tutkunu. Tablodan kapaklı cep saatine, tespihten gümüşe, dürbünden bakıra, amforadan Kütahya çinisine kadar ne ararsanız var. Beyrut Amerikan Üniversitesi'nin 400 metrede şampiyon atleti ve futbol takımının kalecisi. Dünyadaki tek Zonaro uzmanı ve de pek yakında Costa Rica'nın Fahri Konsolosu.
Mersin'de Ali Merzeci'yle birlikte açtığı ve adını tarihteki Tarsus Kralığı'nın bir kentinden alan ‘‘Pitura’’ adlı bir müzayede evi de var; müdiresi de pop müziğinin unutulmaz seslerinden Ayferi. Erol Makzume'yle doğup büyüdüğü İskenderun'a gittik; annesi Elena'nın kendi elleriyle yaptığı inanılmaz balık çorbasını, karidesli pilavını yedik. Eniştesi ve ortağı olan Vahdettin'in ünlü Bahriye Nazırı Avni Paşa'nın torunu Semih Baki'nin Suriye'deki yaşamöyküsünü dinledik. Bu arada judocu ve rallici eşi Gabriyel'in 25 yıl önce Beyrut'taki iç çatışmada yaşadıklarını dinlerken sarsıldık. Her yemekten sonra Tarsus Amerikan Koleji'nde okuyan biricik kızları Antea'nın piyano resitali ile dinlendik.
Limanlardaki Amerikan askerleri dekoru önünde Osmanlı'nın ‘‘Ressam-ı Hazret-i Şehriyari’’si Fausto Zonaro'yu dinledik, tescilli uzmanından. Hani şu göğümüzü, ufkumuzu çalan, hayatımıza ve güzelliklerimize tanık olan Zonaro'yu. 5 Kasım 1891'de 3. mevki biletiyle Semito gemisiyle geldiği İstanbul'da saray ressamlığına kadar yükselmesini beceren Zonaro'yu. Gelin, görün ve şaşırın, elin İtalyanı neler yapmış, neler görmüş.
Biz Levanten değiliz öz be öz Hataylıyız
Biz levanten değiliz; Makzumeler Türkiye'ye sonradan yerleşen Avrupalılardan değil. Biz Hataylıyız, Hatay'ın Türkiye'ye ilhakından itibaren de Türküz. Bu topraklarda kendimizi hiçbir zaman yabancı hissetmedik, böyle bir kompleksimiz olmadı. Siz ne kadar Türk iseniz, ben de o kadar Türküm, bununla da iftihar ediyorum.
Halepli İtalyan olan annem babamla evleneceği gün İskenderun'a gitmek için vize alamayınca, nikahları Cilvegözü sınır kapısındaki tampon bölgede yapılmış. Ben 1951'de Halep'te doğdum, 10 yaşına kadar İskenderun'da yaşadım.
Sahtesini satmaya kalkan karşısında beni bulur
- Türkiye'deki müzayede şirketlerinin bazıları benden rahatsız; çünkü birkaç müzayededen sahte oldukları için birkaç Zonaro tablosunu çektirdim. Bazı özel koleksiyonlardaki Zonaro tablolarının gerçek olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Bunların sahipleri bana sormadıkça sansasyon yaratmak için hangilerinin sahte olduğunu açıklamam. Yener bey, şahsi araştırmalarıma göre Zonaro hayatı boyunca yaklaşık 2300 tablo yapmış, Türkiye konulu olanların sayısı ise 1300 civarında. Zonaro, İstanbul'a ilk geldiğinde hayli para sıkıntısı çektiği için, ucuz malzemeli suluboya tablolar yapıp 1 altın liraya satmış. Hamam üçlemesi dışında İstanbul döneminde nü tablo yapmamıştır. ‘‘Haykıran Dervişler’’ tablosu bugüne kadar en yüksek fiyatla satılan eseridir; bir Türk işadamı 500 bin doların üstünde fiyata aldı. Gerçek Zonaro tablosu renklerinden belli olur, kendine has bir uyumu vardır. Ayrıca Zonaro, tablolarının büyük bir kısmında kendi kestiği düzgün olmayan şasi ve ahşap panolar kullanırdı. Birisi evindeki tablolunun gerçek Zonaro olduğuna inanıyorsa, varsın inansın. Ama bunu gerçek Zonaro fiyatına piyasada satmaya kalkışırsa karşısında beni bulur.
Beni Zonaro uzmanı ilan eden, ressamın ailesi
- Bundan 8 sene önce Sothebys'in bir müzayedesinde 1500 dolara aldığım Venedik konulu tablosu beni Fausto Zonaro'ya yakınlaştırdı. Padova doğumlu Zonaro 1929'da San Remo'da ölmüş. İlk araştırmamda San Remo'da Zonaro sergileri düzenleyen Dr. Falchi adlı bir sanat tarihçisini buldum. Zonaro hakkında çok yüzeysel bilgiler aktarıp bizi başından savdı. Sonunda ailenin Floransa'da yaşadığını öğrendim ve telefonla randevu alıp evin kapısını çaldım. İçeri girdiğimde çok heyecanlandım, odanın baş köşesinde bir Türk bayrağı vardı, çevresi de Türk işi kilimler, ibrikler, mangallarla süslenmişti. Kızı Mafalda, babasının bütün belgelerini, tablolarını özenle muhafaza etmiş. Şu anda kızı Yolanda da annesinin titizliğinde dedesini sahipleniyor. Yener Bey, ben kendi kendimi ‘‘dünyadaki tek Zonaro uzmanı’’ ilan etmedim, böyle bir reklamasyona ihtiyacım yok. Bunu söyleyen Zonaro ailesi; yazılı ve sözlü olarak bütün dünyaya beni bu sıfatla ilan ettiler. Başta Sotheby's ve Christie's olmak üzere dünyanın en ünlü müzayede evleri bir Zonaro tablosunu satışa koymadan önce beni arayıp gerçek olup olmadığı konusunda onayımı istiyor.
SARAY RESSAMI’NIN HATIRA DEFTERİNDEN
Ünlü sanatçı, polislerin takibinden zor kurtulmuş
Elisa ile St. Esprit Kilisesi'nde sesiz sedasız evlendikten sonra Yüksekkaldırım'dan Ayazpaşa'ya taşınmaya karar verdik. Sonunda Ayazpaşa'daki iki katlı konak için sahibi Ömer efendiyle 34 lira kirada anlaştık. Bu evde ilk oğlum Faustone dünyaya geldi.
Pera'daki Zellich Kitabevi'nin sahibi vitrindeki kitaplar arasına benim küçük tablolarımı koymaya izin verdi, tanesi 1 liradan satılacak. Burada satılan ilk 4 tablom, İstanbul'da kazandığım ilk para oldu, adım bu büyük şehirde duyulmaya başladı.
İlk başta Valide Sultan Meydanı ve çevresinde çalıştım, orada çok dostum oldu. Bir gün beni Galata Köprüsü başındaki karakola çağırıp kimliğimi sordular. Polise kartvizitimi verip emniyet müdürü paşayla görüşmek istediğimi söyledim. Paşa, bana İstanbul sokaklarında ne aradığımı sordu. Ressam olduğumu, güzel İstanbul'u resimlerime aktardığımı söyledim. İstanbul'da kimleri tanıdığımı sordu, müze müdürü Osman Hamdi Bey ve Merasimbaşı Münir Paşa'nın adlarını verdim. Bunun üzerine paşa bana bağırdı; ‘‘Gidin, istediğiniz yerde resim yapın, sadece Yıldız Sarayı ve Eyüp Mezarlığı'ndan uzak durun’’ dedi. Bu arada bütün karakollara sözlü olarak fiziksel özelliklerim bildirildi, takipten böyle kurtuldum.
İlk önemli siparişimi Roma'daki Rum asıllı Türk Sefiri Musurus Beyden aldım, eşinin portresi için bana 30 lira verdi. Ardından Şehzade Abdülmecit bir tablomu satın aldı ve bana 200 altın gönderdi. Bunun 10 altını yardımcıma bahşiş olarak verdim.
Osman Hamdi Beyle kısa zamanda dost olduk, onu sık sık Kuruçeşme'deki evinde ziyaret ediyorum. Onunla birlikte balık avına çıktık, kayığımız 3'er kiloluk balıklarla doldu. O gün ikimiz de evinde balık yemeye doyduk, ayrılırken bana bir sepet içinde 12 tane balık verdi. Boğaz sadece mavi renkleriyle değil, lezzetli balıklarıyla da insanı doyuruyor.
Maliye Nezareti Başmuhasibi Mustazer Bey bana iki tablo siparişi verdi. ‘‘La Luna’’ ve ‘‘Il Sole’’ tablolarına üç gün üç gece ağırlandığım muhteşem konağının bahçesinde başladım, kendi evimde tamamladım. Mustazer Bey tablolarımı çok beğendi ve bana çok iyi para ödedi.
Merasimbaşı Şeker Ahmet Paşa'yı ziyaretimde Sultan Abdülhamit'e 2 suluboya tablomu hediye etmeye karar verdim. Birisi ‘‘Sarayburnu Önünde Gemiler’’, öteki ise ‘‘Eyüp'ten Ağaçlar ve Haliç’’ idi. Padişaha Ayvazovski'nin yeni tablolarını sunulurken benim bu iki suluboya eserim de arz edildi. Ardından Abdülhamit bana ilk övgülerini iletti ve sarayla ilk ilişkimiz başlamış oldu.
1894'de İtalya Krallığı'nın bana verdiği şövalye nişanını almaya gittim, ama İstanbul'a dönüşüm çok hüzünlü oldu. Gemiden inince gördüm ki, ben Roma'dayken İstanbul'un yaşadığı büyük deprem insanları perişan etmiş. Evim kapalıydı, ailem ise ev sahibimin Ayazpaşa'daki mezarlıkta kurduğu çadırda oturuyordu. Ertesi gün gezdiğim Kapalıçarşı'nın hali de yürekler acısıydı, birçok dükkan yerle bir olmuştu..
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2003
‘‘Burakcığım, Mehmet'le Murat'a da haber ver, Akmerkez'e yeni kotlar gelmiş...’’ ‘‘Berrakcığım Ankuva'da senin için bir kot beğendim...’’ ‘‘Nedimciğim yeni kotlar tam senin bedenine göre, Bostanlı EGS'de buluşalım...’’ ‘‘Çelikciğim Akçay'a yeni kotlar gönderiyorum haberin olsun...’’ Erzurum, Van, Hakkari, Adana, Samsun, Antalya'da da yıllardır hep benzeri sözler... Amerikan ‘‘blucin’’in adı bizde ‘‘kot pantolon’’ oldu; markası ister Gucci olsun, ister Armani, isterse bilmem ne. Bilmeyenlere duyurulur ki ‘‘kot’’ aslında pantolon adı değil, tek başına bir markadır. Vallahi de, billahi de öyle; bunca yıllık arkadaşım Aytaç Kot'un bu uğurda neler çektiğini yakından bilirim. İşte karşınızda Muhteşem oğlu 1940 İstanbul doğumlu, Galatasaray Lisesi'nin kıvırcık saçlı, mavi gözlü sevimli ‘‘Yavru’’su, rallilerin vazgeçilmez şampiyonu Aytaç Kot.
Tekstilcilik baba mesleği
- Babam Muhteşem Kot, Arnavut asıllıdır, 3 yaşındayken ailece Gossiva'dan Türkiye'ye göç edip Edremit'e yerleşmişler. Ailesi çok fakir olduğu için zor bela ortaokula kadar okumuş, onu bir terzinin yanına çırak vermişler. Bu arada dedem vefatından önce babama 8 tane altın veriyor, bütün sermayesi bu. İyi bir terzi olmayı kafasına koyan babam, bu altınları cebine koyup o yaşında Paris'e gidiyor. Birkaç ay sonra altınlar bitiyor, oralarda aç sefil kalıyor, sokaklarda yatıyor. Bu arada Fransızcayı da öğrenmiş oluyor, çalışmadığı iş kalmıyor. Sonunda Institut Ladeveze-Darroux adlı bir terzilik okula girmeyi başarıp 2 sene okuyor, yıllar sonra ben de oradan mezun oldum. Türkiye'ye dönüşünde annemle tanışıp evleniyor, bu arada İstanbul'da terziliğe başlıyor.
Kısa zamanda çok ünlü bir terzi oluyor, Raif Dinçkök ve Bal Mahmut'la birlikte taahhüt işlerine giriyor. Etibank, jandarma filan, o zamanlar askeri dikimevleri henüz yok. Bankalar Caddesi'ndeki Sen Piyer Han'daki atölyemizde Etibank için dikilen kukuletalı patiska yağmurluklar su geçirmesin diye feci kokusu olan bezir yağına batırılırdı.
Kot'un marka olduğunu bir türlü anlatamadım
- Turgut Özal'ın kapıları açmasından sonra yabancı markalar geldi, biz de otomatikman 2. lige düştük. ‘‘Kot’’ imajı bulutlarda dolaşıyor, biz yerdeyiz. Hatta ‘‘Kot, kot değildir’’ diye bir reklam kampanyası yaptık ama, anlaşılamadı, zaten kimse de anlamak istemiyor. Hala ‘‘Levi's kot’’ diyorlar, anlatılması mümkün değil. Sen de o günlerden çok iyi birsin, Kot'un bir marka olduğunu anlatamadım. 1992'de üretime son verdikten sonra Topkapı'daki fabrikayı kiraya verdim, ihracata dönük işler yapıyorlar. 1992'de üretimi durdurduğum güne kadar ben ve ailem ayağımıza Kot'tan başka blucin giymedik. Malımızın çok iyi olduğuna kendim inanmazsam başkalarını nasıl inandırabilirdim ki? Bugüne kadar ne yaptıysam Türkiye standartlarında hep en iyisini yaptım, hep birinci oldum, genlerimde var her halde. 1973'te Türkiye Ralli Şampiyonu oldum, 1975'e kadar şampiyonluklar aldım, Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı kazandım, Renault ile markalar birincisi oldum. Ralli ekibinin başı olarak Renault'yla 4 kere Türkiye, bir kere de Avrupa Şampiyonluğu yaşadım. Şimdi de Renault Yardım ekibimle bu hizmetin en iyisini yapıyorum, bir telefon yeter.
Levi’s’in müdürü rüşvet istedi
- Levi's 1985 yılında bizimle çalışmak istedi, bir yıl süren görüşmelerden sonra anlaşmayı imzalama noktasına geldik. Cenevre'deki Avrupa merkeziyle vardığımız mutabakata göre pantolon başına 1 dolar 10 sent know-how ödeyecektik. Son görüşme için Cenevre'ye gittiğimizde Lübnan asıllı Bustani adlı genel müdür ile Mark adlı İskoçyalı yardımcısı, anlaşmanın kesinleşmesi için benden cin başına açıktan 50 cent vermemi istediler. Bunu yaptığımda işi bana kesinlikle bağlayacaklarını, aksi halde mümkün olmayacağını söylediler. Ben de kabul ettim, her şeye rağmen kárlıydı. Bir hafta sonra Los Angeles'e imzaya gideceğim gün genel merkezden bir faks geldi, Cenevre'deki ekibin yaptığı dolandırıcılıklar anlatılıp yaptıkları tüm anlaşmaların geçersiz olduğu bildiriyordu. Onlardan sonra gelen yeni ekip de önce bizimle sonra da Altın Yıldız'la konuştu, sonunda Cem Boyner'le anlaştılar. Levi's belki dünya devi ama, bu işi ilk yapan biri olarak bana sorarsan ‘‘Mavi Jean’’ hepsinden çok daha iyi blucin yapıyor.
Zımparayla blucin ağarttım
- Avrupa'da ilk blucin fuarı 1978'de Frankfurt'ta yapıldı. Ben de orada bir stand kiralayıp Kot'larımızı güzelce sıraladım. Karşımdaki bir stand ise bomboş duruyor, sadece ‘‘Liberty’’ yazısı var. Manyak mı bunlar diye düşünürken açılıştan bir gece önce birkaç tane eski çamaşır makinesi geldi. Sonra da yıkanmış eski blucinleri asmaya başladılar, birkaç tane olsa elle yapmışlar diyeceğim, yüzlerce var. Ne kadar eskimiş blucin varsa toplamışlar, onları satacaklar diye düşündüm. Görevlilerle arkadaş oldum, ne numaralar yapıyorum ama, ser verip sır vermiyorlar. Fuarın bittiği gün bizim Alman hostesler blucinleri satın almış, ceplerinden çıkan küçük taşları da bana getirdiler. İstanbul'a döner dönmez İTÜ'ye tahlile gönderdim, meğer bildiğimiz ponza taşıymış. Denizli, Nevşehir, Van'da ne kadar bayimiz varsa hepsine sipariş verdim, bir hafta içinde çuvallar dolusu ponza taşı geldi. Çamaşır makinesinin içine attık ponzalarla pantolonları; çok küçük açılmalar oldu, o kadar. Bu arada 30 tane marangozların kullandığı zımpara makinelerinden alıp 2 bin pantolonu tek tek ağarttık. Derken kimya mühendisleri ponzanın yanı sıra bazı formüller geliştirdi de biz de Avrupadakiler gibi üretime başladık. Bu mamullerle 1979'da Rumeli Caddesi'ndeki dükkan açıldığında büyük izdiham oldu, polis zor baş edebildi. Vitrinde bir çamaşır makinesiyle Silivri'den toplattığım çakıl taşları ve ağarmış blucinler vardı. Olay çıktı, işte gerçekten ‘‘stonewash’’ (taş yıkama) idi. Başta Samanyolu Sokak'taki tekstilciler olmak üzere bunu gören herkes blucinlerini makinelerde taşla yıkamaya başladı, halbuki alakası yok.
Türkiye’de blucin modasının tarihi
- Blucinin genç kuşağın ilgisini çekmeye başlaması, ünlü Amerikalı aktör James Dean'le başlar. Özellikle ‘‘Devlerin Aşkı’’ filminde giydiği blucin, İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana'daki Amerikan askerlerinin giydiği pantolonların aynısıydı. Amerikalılar ülkelerine dönerken bunları Kapalıçarşı'nın Beyazıt girişindeki elbisecilere satarlardı, daha sonra Tophane Salıpazarı modası çıktı. Amerikan üslerindeki PX'lerden kaçak olarak çıkartılan mallar, el altından akıl almaz fiyatlara satılırdı. Zamanla yurtdışından TIR'larla kaçak olarak tanınmış yabancı marka blucinler gelmeye başladı. Babam 1958'de vefat edince annem ve dayımla birlikte işin başına geçtim, 1960'ta ‘‘Kot’’ markasını tescil ettirdik. Mallarımızın gerçekten çok sağlam olması, 3 dikişli makinelerle dikilmesi, temizlenmesinin kolaylığı, ütü istememesi nedeniyle özellikle köylü ve işçilerin ısrarla aradığı pantolon haline geldi. Kot markası dolayısı ile de ‘‘kot pantolon’’ denildi, hálá da öyle gidiyor. İlk blucinler renk olarak bugünküleri andırıyordu, ama aynı değildi. Çünkü ‘‘denim’’ denen blucin kumaşı, Hindistan'da aynı adlı bitkiden elde edilen ‘‘indigo’’ boyalı iplikle dokunmadığı için yıkanma ve aşınmayla rengi açılmıyordu. Bizim kumaşları Akfil yapıyordu, ‘‘naftol’’ adı verilen bir yöntemle. Rahmetli Mehmet Mermerci'nin beynini yıkaya yıkaya zorla bu kumaşı yaptırdım. Ardından yine benim ısrarımla indigo tesisi kurdu, ama bir süre sonra geçmişimizi unutup bana sıradan müşteri muamelesi yaparak sınırlı mal vermeye başladı. Bunun üzerine üretimimizin tamamını dış pazara yöneltip ihracata başladık. Böylece geçici kabulle kumaş ithal edip, işledikten sonra ihraç ediyor, üretim kapasitemizi düşürmemiş oluyorduk. İç pazarda talep, solgun açık mavi klasik blucinleriydi.
Ayakta duran pantolonlar
- Babam 1940'ların sonunda Fransa'ya gittiğinde eline bir Levi's blucin geçiyor. Taş gibi sağlam bir pantolon, olağanüstü dikişleri var. Öğreniyor ki, bunları Amerika'da kovboylar, işçiler giyiyor. Babam aynısını Türkiye'de iş pantolonu olarak yapmaya karar veriyor. Hemen İstanbul'a dönüp işe koyuluyor, ama görüyor ki bunu dikecek makine yok, hemen Singer'e gidip ısmarlıyor. O da tamam, ama bu sefer de blucin kumaşı yok. Kazlıçeşme'de ne kadar fabrika varsa hepsini tek tek dolaşıp bazı örnekler yaptırıyor. Ve sonunda o şartlarda yapmayı becerdi ve benim için yaptırdığı ilk blucini bana 5 kuruşa sattı. İlk pantolonlarımızın etiketi Levi's benzeriydi, bir pantolonu iki tarafından ayrı yönlere çeken atlar vardı. Bu simge, dayanıklılığı ifade eden bir gösterge olarak hafızalara yerleşti. Tüccarlar iş yerimize geldiklerinde önce etiketi kontrol ederler, sonra pantolonu paçaları üstüne dikine yere bırakırlardı. Pantolon ayakta durursa alırlardı, yana düşerse gerisin geriye giderlerdi. O yüzden apreden geçerken kumaşa aşırı kola, nişasta verilirdi taş gibi olsun, odun gibi ses çıkarsın diye. Ne kadar sert, ne kadar karton gibi olursa o kadar makbuldü, ama bir kere yıkadıktan sonra kolası gidip normale dönerdi. Bu arada babam pantolonları eline alıp İstanbul Necati Bey Caddesi'nden Ankara Hergele Meydanı'na kadar işçilerin, köylülerin alışveriş ettiği bütün dükkanlara tek tek pazarladı. Vefat edene kadar günde 200 pantolon diker hale gelmiştik, o zamana göre büyük rakamdı.
Blucinlerin hepsi aynı
- Benden herkese tavsiye, blucin almadan önce ne kadar marka varsa hepsinin dükkanından içeri girip deneyin. Hangisi üstünüzde iyi duruyorsa, hangisinde rahat ettiyseniz kafanıza koyup, onların içinden en ucuzunu alın. Çünkü blucinlerin hepsi aynıdır, markaya boşuna para vermeyin.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2003
Umut Akyürek, Türk halk müziğinin genç yıldızlarından Elazığlı Oktay Ertuğrul ile 8 yıldır nişanlı. Türk müziğinin son Umut'u iki yıldır ‘‘Gaggoş’’ Oktay'ın Halkalı Toplu Konutlar'daki mütevazı baba evinde oturuyor. Eve mis gibi börek kokuları altında girdik. Meğerse Türk müziğinin Arnavut kökenli ‘‘coloratur soprano’’su mantarlı Arnavut böreğini yeni çıkarmış fırından. Kayınvalidesinden öğrendiği Elazığ usulü mercimek köftesi de cabası. Salona girdiğimizde ise ‘‘Aşkım’’ın aşırı konukseverliği başımızı döndürdü; o geveze bir muhabbet kuşu.
Umut Akyürek, ilk bakışta sanki dokunduğunuz anda tuzla buz olacak narin bir biblo izlenimi veriyor. Onu pamuklara sarıp cam fanusta saklamak geliyor insanın içinden. Ama söz Türk müziğinden açılınca o Barbie bebek gidiyor, yerine yırtıcı bir dişi kaplan geliyor. Bilesiniz ki, kaplanlığında bile ela gözleri buğulanıyor, yüzünden gülücük eksik olmadığı gibi. Bakalım siz nasıl bulacaksınız Türk müziğinin 27 yaşındaki son Umut'unu. Meraklanmayın, herkese yetecek kadar börek, çay var ama, mercimek köftesinden emin değilim.
Sesim Allah vergisi ama ben ustalarıma hayranım
Vecdi Bingöl sanki onun için yazmış ‘‘O dudaklar yine yaz geldi de, bülbülleşiyor’’ diye, Sadettin Kaynak da sanki onun için bestelemiş.
- Eğer meşhur olmak gayesiyle yola çıksaydım, şu anda meşhurlukta 10 seneyi geride bırakmıştım Türkiye şartlarında. Kendime, eğitimime, Türk müziğine yakışmayan bir şey yapmamak için bugüne kadar bekledim. Gerçekten iyi bir sanatçı olabilmenin yolunun eğitim ve TRT'den geçtiğini düşündüm. Bülbül sesi çıkarmak için hiç özel bir çalışma yapmadım, Türk müziği eğitimi içinde böyle bir şey yok, herhalde Allah vergisi. O bende tamamıyla doğal gelişti, ayrıca eserin orijinalinde de yok. Bu şarkıyı bana ilk kez Mustafa Erses hocam okutturdu. ‘‘Hocam içimden böyle bir doğaçlama geldi, ne dersiniz?’’ diye sordum, çok beğendi ve yapmamı istedi. Genç yaşta bir şarkıyla özdeşleşmek çok güzel. Sadettin Kaynak'ı çok seviyorum, onun eserlerini kendime çok yakın buluyorum. Mediha Şen Sancakoğlu'nun sanatçı duruşuna, Serap Mutlu Akbulut'un üslubuna, Gönül Akkor'un buğulu sesi ve içten yorumuna, Seçil Heper'in asillik ve zarafetine hayranım. TRT'ye ilk girdiğimde beni Sabite Tur Gülerman'a benzetirlerdi, o büyük sesi hiç dinlememiştim. Dinledikten sonra gerçekten kendimi ona çok yakın buldum, bir de Mediha Demirkıran'a.
Hüzzam ve hicaz beni ağlatır
Çok aşırı kırılganım, sulu gözlüyüm, kendimi kıyasıya eleştiririm, keşke biraz sert mizaçlı olsaydım. Özellikle TRT çekimlerinde şarkı söylerken gözlerim yaşarır. Hüzzam ve hicaz çok ağlatır beni, özellikle ‘‘Ümidini Kirpiklerine Bağladı
Gönlüm’’ şarkısı.
Parasızlıktan nişan yüzüklerimizi sattık
Umut Özyürek, ne zaman ki nişanlısından söz ediyor, o anda yanakları pembeleşiyor, gözbebekleri parlıyor. Ve göğsünü gere gere anlatıyor TRT Türk halk müziği sanatçısı Oktay Ertuğurul'a olan aşkını.
- Oktay'la 8 yıldır 24 saat beraberiz, kendi iç dünyamızda sanatımız dahil çok büyük savaşlar verdik. Size bütün samimiyetimle ilk defa itiraf ediyorum, Oktay'la aşk yaşayalım diye yola çıktık ama, bunu yaşama fırsatını bulamadık. Bu arada belirteyim, Oktay da bana aşıktır ama, ben ona daha fazla aşığım. Konservatuarda birlikte okurken küçük gelirlerimizle hem kendimizi yaşattık, hem da ailelerimize destek olduk, oluyoruz da. Konservatuarı kazandıktan sonra imkansızlıktan bir ev tutamadım, Hisarüstü'nde oturan bir aile dostumuzun yanına sığınıp iki yıl onlarla kaldım. Parasızlıktan evlenemedik bile, işte hesap ortada. İdeallerimizden sapsaydık çok büyük paralar kazanabilirdik, hiç yeteneği olmayan insanların nasıl yaşadıkları ortada. Belimizi birazcık doğrultmamız son bir yılda oldu, sadece bir araba alabildik. Otobüs parası bulamadığımız için okula gidemediğimiz günler de oldu. İki de bir nişan yüzüğü alıyorduk, haftasına paramız kalmayınca gidip satıyorduk. 8 yıl göçebe gibi yaşadık, öğrenci arkadaşlarımızın evlerinde kaldık. Bunlar gariban edebiyatı değil, yaşadığımız gerçekler, iyi ki de yaşamışız.
Alışılmış hoş hanım değilim
Nereden çıktı bu kadın, kimin nesi, arkasında kim var, Japonya konseri kimden torpili?
- Arkamda sadece kendim varım, hocalarım, eğitimim var, bir de Allah. Albümümle ilgili bütün çalışmaları, her şeyiyle Oktay'ın da yardımıyla ben yaptım. Daha önceleri Serap Mutlu'ya kasetler yapmış Türk müziği aşığı Yücel ailesi, 50 milyarla bu albümünün sponsorluğunu yaptı. Kimse bana karışmadı, istediğim şarkıyı seçtim, okudum. Dilek Hanif bedava elbise verdi, Nihat Odabaşı başkasından aldığının dörtte birini aldı. DMC'yle yapılan anlaşmaya göre ben bir kuruş almayacağım, Yücel ailesi alacak, yani bu parayı bana hibe etmediler. Oktay'la birlikte saatlerce otobüs yolculukları yaparak Türkiye'nin dört bir yerindeki musiki cemiyetlerinde, derneklerde hiçbir ücret almadan konserler verdik. Oralarda otellerde değil, yöre insanının evlerinde kaldık. Bunları yapmak yerine gazino, kaset tekliflerini değerlendirip, bahaneler uydurabilirdim. Yener bey, Japonya benim Türkiye'yi yurtdışında temsil ettiğim tek yabancı ülke değil, ayrıca hiç First Class'ta uçmadım. Defalarca Çankaya Köşkü'ne davet edildim, çok özel protokole hitap ettim. Sayın Demirel'in döneminde Ürdün Kralı'na, Gürcistan ve Romanya devlet başkanlarına konserler verdim. Bunlarla elbette gurur duyuyorum, ama herkese anlatıp ortalığı ateşe vermedim. Japonya da işte böyle bir şeydi, ben böyle heyecanları fazlasıyla yaşadım. Ayrıca Japonya'ya gitmen hiç önemli değil, orada ne yaptığın önemli. Bırakın sesimi, eğitimimi, fiziğimi kullanıp birkaç Arabesk şarkı söyleyip sahnelere çıkıp para kazanmayı ben bilmez miydim? Ben alışılmış hoş hanımlardan değilim, bana bugüne kadar yan gözle bakan olmamıştır.
Babamla 11 sene görüşmedim ama ona kırgınlık duymuyorum
- Ankara doğumluyum ama, hiç Ankara'da yaşamadım. Çocukluğum, ilköğretim yıllarım Adapazarı ve Sapanca'da geçti. Baba tarafından Arnavut kökenliyiz ama Adapazarı'nın yerlisi sayılırız. Geçenlerde öğrendim, büyük dedem Sultanahmet Camii'nin başmüezziniymiş. Babam Gündüz Akyürek'in Sapanca'da diş kliniği vardı, bir dönem belediye başkanı yardımcılığı da yaptı. Babamla 11 yıl küskün kaldıktan sonra Oktay'ın teşvikiyle geçen yıl başladım görüşmeye. Annemden ayrıldıktan sonra bizi aramadı, biz beş çocuğuyla hiç ilgilenmedi. Bütün yük benim omzuma bindi, konservatuarda okurken. Evi geçindirebilmek için orduevlerindeki gecelerde Kasım İnaltekin'le birlikte fasıllara çıktım. Üç beş kuruş olsun, yeter ki aile yeri olsun düşüncesiyle tercih ettim oraları. Babama olan kırgınlığım aslında kendi adıma değildi, ilgi ve şefkate benden çok kardeşlerimin ihtiyacı vardı. Anne baba ayrılınca böyle şeyler olabiliyor, babam şimdi ikinci eşiyle evli, ondan da 7 yaşında bir kız kardeşim var. Bugün babama hiç kırgınlık duymuyorum, o günler artık geride kaldı.
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2003
Kıbrıs'ta Barış Kuvvetleri Komu-tanlığı, Doğu ve Güneydoğu'da Jandarma Asayiş Komutanlığı görevlerinde bulunan emekli Orgeneral Necati Özgen, bugün ‘‘Şeriat tehlikesi yok’’ sözünün büyük bir kandırmaca olduğu görüşünde.Lorant’a fırça attım
Kara Harp Okulu Futbol Takımı'nda 8 numarayla sağiç oynadım. O zaman Ankara Demirspor ve PTT gibi takımlarla amatör kümede maç yapardık. 1961'de Ordu Milli Takımı'na çağrıldım ama, Ardahan'a şark hizmetim çıktığı için kampa katılamadım. Hálá bu yaşımda Harp Akademileri'nde benim dönemimde yapılan çim sahada futbol oynarım.
Fenerbahçe'nin sıkı bir üyesiyim, arada bir kulübe gidip Aziz Yıldırım'a fikir veririm. Oğuz çok efendi çocuk ama, teknik direktörlükte zayıf kaldı. Lorant antrenörken emekli orgeneral arkadaşlarla birlikte Aziz Yıldırım'ın davetiyle Samandra tesislerini ziyarete gittik. Geçen yıl Beşiktaş maçı öncesinde takım orada kamptaydı. Aziz'e Lorant'ı çağırmasını söyledim, biraz sonra adam geldi. Kendisine eski bir futbolcu olduğumu söyledikten sonra ‘‘Aziz bu şarlatanla işleri yürütemezsin. Ben sana söylemedim mi, dünyada 5 büyük antrenör varsa birisi Fenerbahçe'nin olacak diye. Beşiktaş maçı için taktik vereceğim. Söyle aynen uygulasın. Ceyhun'la Hakan'ı oynatacak, yaşlı adamlardan vazgeçecek. Yusuf'u oynatmayacak, çünkü her topu ayağında eziyor.
Eğer Beşiktaş maçını kaybederse eski bir milli futbolcu olarak takımın başına ben geçeceğim’’ dedim. Gayet ciddiyim ha, lafü güzaf değil. Lorant şaşırdı, kim bu adamlar, belki de generaller kulübe el koydu filan sandı. Neyse o maçta Beşiktaş'ı yendik de adam kendini kurtardı.
Kız ortaokulu mezunuyum
Tekel memuru olan babam biz çok küçükken vefat ettiği için biz 4 kardeşi annem yetiştirdi. Kayseri Kız Ortaokulu'nu çok zor şartlarda bitirdim. Şaşırma Yener bey, evet kız ortaokulu dedim. Kayseri'de ilk defa bir kız ortaokulu açıldı, ben de o okulun ilk mezunlarındanım. İstasyon Caddesi'ndeki Halkevini kız ortaokulu yaptılar, 35 kız vardı, birkaç da erkek, onlardan biriyim işte. Çoğunluk kızlarda olduğu için adına kız ortaokulu demişler. 1954'de Kuleli Askeri Lisesi'ne geldim, istasyon şefi eniştemin cebime koyduğu 5 lirayla. Kara Harp Okulu 2. sınıftayken sınıf seçme kağıdının bütün şıklarına piyade yazdım, hedefim başarılı bir komutan, iyi bir general olmaktı.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2003
Kıbrıs ve Güneydoğu anılarını ilk kez Hürriyet'e anlatan emekli Orgeneral Necati Özgen, Annan Planı'nın Rumlardan yana bir plan olduğu görüşünde. Korkut Eken'in ‘‘bir kahraman’’ olduğunu söyleyen Özgen Paşa, Kıbrıs davasını ‘‘Türkiye'nin sırtında yük gibi’’ görenleri ‘‘hain’’ olarak itham etti. Derviş Eroğlu’nun hedefi Denktaş
- Denktaş'ın dün de arkasındaydım, bugün de arkasındayım. Kıbrıs'ta onunla birlikte çok çalışmalarımız oldu, birbirimizi iyi tanırız. Denktaş'ın en büyük hatası hep ‘‘Ben bilirim, ben yaparım’’ deyip kendi yerine doğru dürüst bir adam yetiştirmemesidir. Denktaş gitse Kıbrıs davasını yürütecek adam yok. Aslında Kıbrıs'ta başka iç oyunlar oynanıyor. En önemlisi Derviş Eroğlu'nun yıllardır Denktaş'ın yerine oynaması. Annan Planı'na sapasağlam sarılmayışı da bundan. Eroğlu cumhurbaşkanlığı yapamaz, KKTC'yi yönetemez. Bana kalırsa Derviş bey, Denktaş'ın aleyhinde yapılan gösterilerden memnun da oluyordur. Beraber olduklarında birbirlerinin yüzüne gülerler, arkalarından ise birbirleri için en olmadık lafları ederler.
Savaşta kazanıyoruz masada kaybediyoruz
- Annan Planı kabul edilirse KKTC'ye gidip kendimce eylem yaparım, dayananam. Çok emek verdim ben Doğu'ya, Güneydoğu'ya, Kıbrıs'a; bunların elden çıkmasına tahammül edemem. Ey Kıbrıslılar soruyorum size: Aç mısınız açıkta mısınız, gelin bir de Türkiye'yi görün. Sizin milli geliriniz 4 bin dolar, bizimki h'alá 2 bin küsurlarda. Geçenlerde gördüm ki, Land Rover'lerin sayısı hayli artmış. Oturun oturduğunuz yerde, bu dünyada özgürlükten daha güzel bir şey var mı? Bugün Karpaz'dan Gemi Konağı'na kadar elinizi kolunuzu sallayıp rahatça dolaşıyorsunuz. Ben 1968'de de aranızdaydım; o zaman Rumların ‘‘Kalk oradan pis Türk, defol buradan’’ hakaretlerini bugünün çocukları bilmiyor. Komünist bir partinin başkanı milli eğitim bakanı olursa okullar bu hale gelir. Kıbrıs'la Türkiye arasında sanki kopya kağıdı var, burada banka hortumlanıyor, bakıyorsun orda da aynısı olmuş. Sistem çürümüş durumda. Keşke Barış Harekatı sırasında Kıbrıs'ın tamamını alsaydık. Biz savaşta kazanıyoruz, masada kaybediyoruz. İçimde kalan bir ukdeyi de sizinle paylaşayım. Bizim olduğu halde bugüne kadar Maraş bölgesine bir şey yapılmamış olması bizim yüz karamızdır. Barış Kuvvetleri Komutanı'yken bu konuyla çok uğraştım ama, siyasi kadro burasını koz olarak elinde tutmayı tercih etti. Barış anlaşması imzalandığı gün Rumlar bütün televizyonları çağırıp ‘‘İşte Türklerin yaptıkları’’ diye bize dünya aleme rezil edecekler. Yener bey, geçirsinler beni Kıbrıs'ın başına, bir sene içinde düzeltmezsem Necati Özgen değilim.
Kıbrıs'ı yük gören haindir
- KKTC'nin Türkiye'nin sırtında bir yük olduğunu söyleyenler, Kıbrıs'ın tarihi bilmeyen hainlerdir. Türkiye'nin AB'ye girmesinde Kıbrıs ayak bağıymış, ne alakası var kardeşim. Türkiye girmeden Kıbrıs AB'ye giremez ki, elimizde kapı gibi garantörlük belgesi var. Annan Planı aslında bir hukuk cinayeti, AB de bunu biliyor ama, Doğu Akdeniz'e inip hava ve deniz sahasını kontrol altına almayı hedeflediği için ses çıkarmıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri adadan çıkacakmış, yok öyle şey beyim. AB'ye karşı değilim, sadece böyle hükümlerine karşıyım. Bizimle kedi fare gibi oynuyorlar, ağırıma gidiyor. Göreceksiniz yakında sözde Ermeni soykırımı konusunu gündeme getirecekler. Amaçları Türkiye'yi parçalamak, ben buna ışınlanmışım kardeşim.
Korkut Eken bir kahramandır
- Korkut Eken ben yüzbaşıyken takım komutanımdı, ona ilk sicil verenim. Korkut Eken bir kahramandır, bu vatana çok hizmet etmiştir. Bu arkadaşımızın Silahlı Kuvvetler'de yaptığı görevler unutulamaz. Susurluk'muş, Çatlı'ymış, ben onları bilmem, tanımam. Bu çocuk, Diyarbakır uçağına girip tek başına teröristleri yakaladı. Teröristlerle bire bir çarpıştı, bütün özel kuvvetlerin yetiştirilmesinde büyük katkısı oldu. Bizden ayrıldıktan sonra polisin özel timlerini de yine o yetiştirdi. Bu çocuğun hayatı dağlarda geçti. Hapse girmesini gerektiren suçunun ne olduğunu mahkeme bile söyleyemiyor, ne demek çete oluşturmak?
Barzani şımardı
- Kuzey Irak'ta Türk askeri sevilmez, bunu herkes bilmeli. Oraları karış karış gezdiğim için insanlarını iyi tanırım. Asayiş komutanıyken Barzani ve Talabani'yle çok kez bir araya geldim, birçok ortak zabıtta imzam var. Barzani'nin evinde yattım, Talabani'nin evinde yemek yedim. Barzani parlamento binasının duvarına yaptırdığı babasının yağlıboya resminin önünde bana aynen şunları söyledi: ‘‘Babamın bana vasiyeti var, ‘Türk hükümetinin bana çok yardımları oldu, sakın onların sözünden çıkma, onlara itaat et' dedi...’’ Hani nerde baba vasiyeti? Talabani'ye de her konuda destek verdik ama, büyük payı Barzani aldı. Şimdi anlıyorum, Barzani'yi biraz fazla şımartmışız, havalarına baksanıza.
YARIN: KİMSE ŞERİAT TEHLİKESİ YOK DİYEMEZ
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2003
Necati Özgen Paşa’yla Fenerbahçe Orduevi'ndeki lojmanında konuşurken sık sık altını çizdi; ‘‘Ben standart değilim, değişik bir generalim’’ diye. Siz de göreceksiniz, fazlası var, eksiği yok. Kara Harp Okulu'ndan 1959'da mezuniyetten sonra, yıllarca Doğu’da, Güneydoğu’da, Kıbrıs'ta, el tetikte, dağda bayırda komutanlıklar. Ne Batı Anadolu'nun yüzünü görmüş, ne de yurt dışı göreve gönderilmiş. Özgen Paşa, sonunda Doğu ve Kıbrıs uzmanı bir akademisyen olup çıkmış. Piyade Okulu Komutanlığı, Kıbrıs Barış Kuvvetleri Komutanlığı, Jandarma Asayiş Komutanlığı, 3. Ordu Komutanlığı ve 1999'da orgeneral rütbesiyle emekli olduğu Harp Akademileri Komutanlığı'na kadar orduda değişik kademelerde 40 küsur yıl. Kayseri İncesu doğumlu Necati Özgen, ‘‘mümtazen terfi’’yle ödüllendirilip bir yıl kıdem kazanan ilk general. Özgen Paşa o günleri anlatırken kimi zaman kızdı, ayağa fırladı; kimi zaman gözleri yaşardı, sehpayı yumrukladı; ama kibarlığını hiç elden bırakmadı. 33 yıllık can yoldaşı Türkan Hanım ile sevgili kızı Ebru da onu sessizce izleyip başlarıyla onayladılar anlattıklarını. Özgen Paşa’nın dikkatini dağıtmadan siz de sessizce salonda kendinize bir yer bulun, aman yavaş.
Karnı doyan dağa çıkar mı?
- Güneydoğu insanı bizim canımız, aslında bunların devletle dertleri yok, tek istekleri aş ve iş. İşi olan, karnı doyan dağa çıkar mı? Oradaki liselerden mezun olup da üniversite kazanan öğrenci yok. Çünkü köydeki öğretmen kazaya, kazadaki öğretmen vilayete kaçıyor. Eskiden bu yörenin insanları pasavanla sınır kapılarından komşulara geçip geçimlerini sağlayacak ticaret yaparlardı. Açın şu Ermenistan ya da bilmem ne kapılarını. Ayrıca size yine bütün samimiyetimle söylüyorum, görev yaptığım 3 sene müddetle bölgemde ne köy, ne mezra yakıldı. Alnımda en küçük bir siyah nokta yok. Orada bir ay bir gün gibi geçti, uyumaya ancak helikopterde zaman buldum. Eksi 30'larda dolaşmaktan prostata yakalandım, sinir sistemim de bozuldu. Çukurca'da basılan karakolumuzda şehit evlatlarımı tek tek kucağıma alırken baygınlık geçirdim. Çok şükür delirmedim, tedavi de görmedim ama, o günler bende derin izler bıraktı, çabuk öfkeleniyorum.
Yeşil'in görünüşü berbat konuşması ise çok düzgündü
- Yeşil denen kişiyle bir kere karşılaştım, ama takma adının bu olduğunu bilmiyordum. Diyarbakır'da bir sabah bizim karargáh odama birisini getirip ‘‘Komutanım bu şahıs istihbarat elemanı, emrederseniz kendisine ödenekten biraz maddi destek sağlayacağız’’ dediler. Baktım simsiyah saçlı, simsiyah sakallı zayıf bir adam, hiç gözüm kesmedi. ‘‘Sen nasıl istihbarat elemanısın, PKK'lıya benziyorsun. Bana hiç itimat telkin etmedin, sana para filan vermem’’ dedim. Adam ‘‘Hayır komutanım, ben gerçekten istihbaratçıyım’’ gibilerinden bir şeyler söylemeye başlayınca bizimkilere işaret edip odamdan çıkarttım. Sonradan bizimkiler bana açıkladı ki, bu adamın adı ‘‘Yeşil’’miş. Adamın görünüşü berbattı ama, konuşması düzgündü. O günden sonra Yeşil'i bir daha hiç görmedim.
Yeşil kimdir?
Gerçek adı Mahmut Yıldırım olan Yeşil, Bingöl'ün Solhan İlçesi Dicnik Köyü'nde 1951 yılında doğdu. Yeşil, iddiaya göre ilk kez 1973'te Bingöl Genç İlçe Jandarma Komutanlığı tarafından istihbarat faaliyetlerinde kullanıldı, aynı yıl MİT Tatvan Bölge Müdürlüğü emrine geçti. Elazığ'da 1977'de Etibank Ferro Krom Tesisleri'nde puantör olarak göreve başladı. Susurluk kazasından sonra ortaya dökülen ilişkiler, Yeşil'in de pek çok cinayetin tetikçisi olduğunu ortaya koydu. Herkes Yeşil'den söz etti ancak bulunamadı. Susurluk Raporu'nda da Yeşil'e 12 sayfalık özel bir yer ayrıldı. Ahmet Demir ve Mehmet Kırmızı sahte kimliklerini kullanan, Gşneydoğu'da ‘‘Sakallı’’ adıyla bilinen Mahmut Yıldırım'ın bir dönem MİT'te, bir dönem de JİTEM'de görev aldığı iddiaları ortaya atıldı. JİTEM'ci Ahmet Cem Ersever'in öldürülmesinden, Güneydoğu'daki pek çok faili meçhul cinayete kadar sayısız olayda tetikçilik yaptığı öne sürüldü. Ömer Lütfü Topal'ın öldürülmeden önce para yatırdığı Zeraat Bankası Ankara Heykel Şubesi'ndeki hesabın sahibinin de Ahmet Demir kimliğini kullanan Yeşil olduğu ortaya çıktı. Yeşil'in MİT tarafından yurtdışına çıkarıldığı gazetelere yansıdı. Yeşil'in izine yıllardır rastlanamıyor.
Bir tek askerim bile firar etmedi
- Bu ülke nereden nereye geldi, unutuldu gitti. Siyasetin kendi yapacağı işi Güneydoğu'da ben yapıyorum, olur mu böyle şey? Bunu yaptırmakla beni de parçalara ayırmış oluyorsun. Fabrikaların, dağlardaki radyolink istasyonlarının, yolların emniyetini 10 taburumla sağlıyordum. Şunu gururla söyleyeyim, komuta ettiğim 350 bin askerden biri bile firar etmedi, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin mayası işte böyle sağlamdır.
Güneydeki illerin valileri, dikkat
- Şimdi bir başka büyük tehlike daha var. Doğu'da boşalan köylerin bir kısmı başta Tarsus, Mersin, Adana, Antalya olmak üzere birçok ilin varoşlarına yerleşti, aman dikkat. Eğer yerel yöneticiler gerekli tedbirleri almaz, oradakilere iş ve aş sağlamazlarsa, Filistin'deki intifadalarda olduğu gibi küçük çocuklarla sokak çatışmaları olacak, nah buraya çiziyorum. Geçenlerde Kadıköy'de sözüm ona barış mitingi vardı ama, arkasından yağmalama başladı. Apo'ya özgürlük diye bağıranlar, dükkanları, arabaları göz göre göre parçaladı. Bundan daha büyük olay mı olur sayın vali, sayın emniyet müdürü, nerede kaldı dirayetiniz? Can kaybı olmadı ya, beyefendilerin gönlü rahat, olayları yok saydılar. Aslında orada 6-7 Eylül provası yapıldı, farkında değil misiniz?
Apo, terör çetesini İmralı'dan yönetiyor
- PKK için kim bitti diyorsa yalan söylüyor. Apo yaşadıkça PKK bitmez, o teröristler ondan başka kimseyi dinlemez. Emin olun ki şu anda bile İmralı'dan yönetiyor terör şebekesini. PKK'nın 4 kademeli stratejisi var, birincisi kültürel haklar. Bana göre ilk aşamayı siyaseten onlar kazandı, biz kaybettik. Şimdi sırada federasyon var, arkasından önce bölgede, en son da Suriye, İran ve Irak'ı içine alan büyük devlet kurulması gelecek. KADEK dediğin PKK'nın ta kendisi. Madem ki siyasallaştılar, o halde Kuzey Irak'ta 5 bin kişilik teröristleri neyi bekliyor? Beni verecekler oraya, bir haftada hepsini teslim alırım, bu işi çok iyi bilmek lazım. HADEP de düşünce olarak PKK'ya destek veren, onunla birlikte çalışan bir parti, bence derhal kapatılmalı.
PKK'yı başta ABD herkes kullandı
- Amerika tamam dostumuz, ama herkes kendi menfaatine bakıyor. 36. paraleldeki boşluğu Amerika'nın yardımıyla PKK doldurdu. PKK'yı Amerika da istediği gibi kullandı, belki başka ülkeler de. Mesela bize en çok zayiat verdiren İtalyanların topuk koparan küçük sarı mayınlarıydı.
YARIN:ÖZGEN PAŞA ANNAN PLANI’NA KARŞI
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2003
Dünyaca ünlü Arjantinli yazar Daniel Moyano'nun oğlu, dünyaca ünlü serbest klasik Latin gitarist Ricardo Moyano, tam 10 yıldır ‘‘milli damadımız’’ olarak İstanbul'da yaşıyor, haberiniz var mı? Türkçeyi ‘‘abdi’’ ile ‘‘apti’’ arasındaki nüansı anlayacak ve anlatacak derecede biliyor. Türkiye'den anlatırken ‘‘Bizim memleket çok pahalılaştı’’ diye dertlenen, ‘‘Bizimkiler Irak konusunda ne karar verecek?’’ diye meraklanan yine o Ricardo. Arjantinli gitar virtüözü damadımızın tek kusuru, futbol ve tangoyu sevmemesi. Maradona, Ortega gibi hemşerilerini tanımıyor bile.
Merdivenköy'deki mütevazı evlerinde gördük ki, 42 yaşındaki damadımız çok sessiz: ensesine vur lokmasını al türünden bir dünya vatandaşı. Bütün dünyası sevgili eşi Sibel ile gitarı ve notaları arasında. İçkisi, kumarı, sigarası, çapkınlığı yok, sanki kanatsız bir melek. Sibel'in yalancısıyım, Ricardo gitar çalarken kanatları da ortaya çıkıyormuş. Daha ne olsun ki,bundan iyisi Şam'da kayısı.
Arjantin'in ‘‘milli gelini’’ Sibel Moyano ise Boğaziçi Üniversitesi mezunu bir elektronik mühendisi. Halen aynı üniversitede uzman olarak çalışıyor, internet projelerine danışmanlık yapıyor, aynı zamanda okulun eğitim destek sisteminin kurucusu. İlk eşinden olan 17 yaşındaki oğlu Çelik de Ricardo'nun en yakın arkadaşı. Ve inanıyorum ki bu sempatik Arjantinli sizin de kalbinizi fethedecek, gelin de görün.
Türkiye’yi Nazım Hikmet’le tanıdım
Arjantin nire, Fransa nire, Türkiye nire, hele Merdivenköy hepten nire?..
- İstanbul'a ilk gelişim 1992 yılında Yıldız Üniversitesi'nin düzenlediği bir konser dolayısıyla oldu. Sonra tekrar geldim, AKM'de solo çaldım, trio yaptım. Türkiye'yi ilk kez 12 yaşımda Nazım Hikmet'in eserleri dilimizde yayınlanınca öğrendim. Babam Nazım Hikmet'in şiirlerini çok sever, mutlaka benim de okumamı isterdi. Türkiye'yi 1001 gece masallarının yaşandığı bir ülke olarak hayal ediyordum, ama İstanbul'a ilk gelişimde Latin Amerika benzeri fakir bir Avrupa ülkesine benzettim. Daha sonraları Anadolu'da da konserler verdim, İzmir, Adana, Mersin'i gezdim, oraları daha da güzel. Adana'nın acılı kebapları, çiğköftesi bizim ülkenin acılı yemeklerine benziyordu. Sofralarından tarihi eserlerine kadar birçok zenginliğini tanıdıkça Türkiye'ye hayran kaldım, bağlandım. Hayatımda ilk kez bir caminin içine burada girdim. İnanılmaz iyi kalpli, konuksever Türk insanına aşık oldum, tıpkı benim ülkemin insanı gibiydi. O tarihlerde Arjantin'e girmemiz yasak olduğu için vatan özlemi çekiyordum. Türkiye'yi Arjantin'e çok benzettiğim için bu ülkeye yerleşip bu hasreti dindirmeye karar verdim, iyi de yapmışım.
Bizim ordu faşist ve Hıristiyan sizinki ise laikliğin bekçisi
Arjantin'le Türkiye arasındaki benzerlikler anlatmakla bitmez, enflasyondan cuntacılara kadar...
- Türkiye ile Arjantin birbirine ikiz kardeş kadar benziyor. İnsanları konuşkan, iyi kalpli, misafire bayılıyor; politikacılar, palavra vaatler, mafyacılık, hırsızlık hep aynı; tek benzemeyen ordularımız. Bizim ordu hem faşisttir, hem de çok Hıristiyan, çok dindardır. Her pazar kiliseye gidip dua eder, sonra da çıkıp gözünü kırpmadan kolayca adam öldürür. Türk Silahlı Kuvvetleri ise gördüğüm kadarıyla laikliğin koruyucusu, burada bir İslam devleti kurulmasına sonuna kadar karşı ve hiç dindarlık gösterisi yapmıyor. Hıristiyanlara göre Türkler savaşçıdır, barbardır, sizi hiç sevmezler. Ben ateist bir Arjantin ailesinin çocuğuyum, bizim Hıristiyanlıkla falan bir ilgimiz yok. Bütün dinlerden hoşlanmam. Bence hepsi Allah'ın adını kullanarak gezegenimizi harap ediyor, hayvanları, insanları öldürüyor. Bitkiler insanlardan daha değerli; biz senfoniler yazabiliriz, aya gidebiliriz ama bize oksijeni veren onlar.
Sadettin Kaynak ve Avni Anıl en sevdiğim besteciler
Arabesk denilen müzikte çok ritim aleti var, bizim ‘‘Quarteto’’ adlı müziğimize çok benziyor. Ben Türk sanat müziğini çok seviyorum, en sevdiğim besteciler Avni Anıl ve Sadettin Kaynak. Halk müziğinde de çok güzel otantik eserler var. Türk pop müziği hakkında ise bilgim yok ama, bazen çok değerli müzisyenlerin çok sıradan şeyler yaptığını görüyorum.
Her yıl 2 aylığına Arjantin'e gittiğimizde bütün gün gitar çalıyorum, günde en az 16 saat filan.
Peronist olmadığım için ‘‘Don't Cry For Me Argentina’’ şarkısı bana bir şey ifade etmiyor. Brahms'dan bir şeyler çalıp şarkı diye ortaya çıkarmışlar.
Marquez ve Cortazar babamın arkadaşıydı
Birden hüzünlendi Ricardo, gitarını eline alıp yanık yanık hem çaldı, hem anlattı.
- Babam Daniel Moyano, romanları, hikayeleri birçok dilde yayınlanan ünlü bir devrimci yazardır. El Oscuro, The Flight of The Tiger, The Devils Trill gibi romanları bütün dünya dillerine çevrildi, 1991'de kaybettik. Yakın arkadaşları Nobel ödüllü Gabriel Garcia Marquez ile Julio Cortazar sık sık bize gelip kalırlardı. Babam faşistlere karşı eserleriyle amansız bir mücadele verdiği için cuntacılar onu sık sık hapishaneye gönderirdi. 1976'da faşist Videla iktidara el koyunca ailece İspanya'ya kaçmak zorunda kaldık. Çünkü babamın kitaplarını yayınlayan kitabevinin sahibi öldürülmüştü, sıranın babama geldiği söylendi. 1970-1976 arasında La Rioja Konservatuarı'nda klasik gitar okudum. Ardından Madrid Kraliyet Konservatuarı'nda da 8 yıl klasik gitar okuduktan Paris'e gittim. Orada kaldığım 8 sene içinde Arthez de Bearn yaz okulunda klasik müzik ve Güney Amerika müziği okudum. Bu arada İtalya'dan Portekiz'e, Belçika'dan İsveç'e kadar birçok ülkede konserler verdim. 14 albümüm var, sayısız bantlar, konserler. Benim doğup büyüdüğüm yer, küçücük, yoksul bir çöl kenti, su hiç yok. Biliyor musun Yener, İspanya'ya yerleşinceye kadar hayatımda hiç balık görmemiştim. Çocukluğumda televizyon da yoktu, okula ise günde sadece 4 saat giderdik. Bu yüzden bütün günümü doğada eşek sırtında veya yürüyerek geçirirdim. Tek lüksümüz Renault 4 marka küçük ve eski bir arabaydı. Bizim şehre ilk trafik lambası konulduğunda maydanoz satan bir köylü kadınının eşeğini oraya bağlamasını hiç unutmam. Bizde de deprem çok olurdu, bu sarsıntılara alışığım yani. Biliyor musunuz, parasızlıktan Arjantinimi satıyorlar, içim kan ağlıyor. Topraklarımızı almak için başta Yankeeler olmak üzere Avustralyalılardan Almanlara kadar birçok para babası sırada. Patagonya bomboş koca bir çöl ama, altında muazzam petrol yatakları var.
Sibel’e ilk bakışta aşık oldum
Ricardo gözlerini hiç ayırmıyor sevgili Sibel'inin gözlerinden. Hep saygılı, hep sessiz, hep gözleriyle konuşuyor.
- Ankara'da Yapı Kredi Festivali'ndeki konserimde Ali adlı bir arkadaşımın eşinin arkadaşı olarak tanıştım Sibel'le. Konserden sonra bir şeyler yiyip içtik, ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum ama, her şey çok güzeldi. Sibel'e ilk bakışta aşık oldum galiba. Hemen Fransa'ya gidip evlendik, Sibel'e de oturma izni alıp bir yıl Paris'te yaşadık. Bu arada piyanonun başına geçip bana ‘‘Ay Işığı Sonatı’’nı çaldığı günü hiç unutmuyorum. Sibel o sırada Paris'te yaşamak istiyordu, ben ise aksine Türkiye'ye dönmekte ısrarlıydım. Ben Paris'i değil, oradaki müzisyen arkadaşlarımı özledim hep. Daha sonra Sibel'le birlikte Arjantin'e gittik, oradaki akrabalarımla tanıştı, doğduğum evi gördü. Hiç iltifat etmiyorum, Sibel çok büyük bir bilgisayar mühendisidir. Birbirimizi evde ‘‘yim-yum’’ diye çağırırız, o yim'dir, ben yum. Sibel'e olan duygularımı anlatabilmek için ona bir piyano eseri yazdım, adı Cato, yani kedi.
YARIN: DÜNYA BİLİNÇLİ OLARAK SAĞIRLAŞTIRILIYOR
Yazının Devamını Oku