19 Eylül 2005
Türkiye’nin en büyük kongre oteli namlı Şişli’deki ‘Grand Cevahir’den içeri girer girmez büyük bir kalabalığın içine daldım. Lobiler, koridorlar, asansörler, tuvaletler, her köşe yabancılarla doluydu. Bir değil, birkaç kongre olmalı diye düşünürken, arkamdan bir el koluma girdi. Birlikte seri adamlarla yürüyoruz ama, yüzünü göremiyorum. ‘Yener Bey burası 22 salonlu, 73 bin metrekare. Sadece balo salonu 5 bin kişilik, sahnelere TIR bile giriyor’ dedi. Dönüp baktım, Cevahir Holding Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Cevahir’in ta kendisi. Hiç yaşlanmamış, sanki 70 yaşında, 7 çocuklu, 18 torunu olan biri değil. Koluma girdi, birlikte Deliz Restoran’a girdik, sabah kahvaltısında başlayacağız sohbetimize. Bir parça beyaz peynir, bir dilim karpuz, 2 dilim kızarmış ekmek, bir bardak limonlu çay yeter, gerisi sizin olsun. Ben soruyorum, Cevahir kendine özgü Karadeniz şivesiyle anlatıyor. Zaman zaman sesini yükseltiyor, masaya vuruyor, gözlerini açıyor, sonra gülüyor derin bir sessizlikle. Sordum anlattı, sormadım yine anlattı, bir de baktık gün bitti. İbrahim Cevahir’in anlattıkları Çaykaralı atalarının sözlerini kanıtlıyor; ‘Aklın olacak ki anlayacaksın ne kadar deli olduğunu.’
Cevahir’le sohbetin girişi, 15 Ekim’de açılışını Tayyip Erdoğan’ın yapacağı Cevahir Çarşı’yla ilgili olmalıydı. Öyle de oldu.
- Cevahir Çarşı, Türkiye ve Avrupa’nın en büyük, dünyanın 2. büyük alışveriş ve eğlence merkezi. İçinde 360 mağaza, 22 bin metrekarelik eğlence merkezi var. Burası sadece İstanbul’un değil, bütün Türkiye’nin gururu olacak. AB ülkeleri gelsinler de görsünler bakalım, mırın kırın ettikleri Türkiye neler yapıyor. Bundan sonra İstanbul’a gelen her turist nasıl Sultanahmet’i, Ayasofya’yı geziyorsa, burayı da öyle gezecek. Burada 3 bin koltuk kapasiteli, biri üçboyutlu, 12 sinema salonu var. İstanbul metrosuna 3 giriş kapısı ile bağlandı. Otopark 3 bin araç alıyor, 27 asansör, 86 yürüyen merdiven var. İstanbul’un göbeğine dünyanın en muhteşem binasını yaptık, burası Cevahir Grubu’nun da gurur abidesi. Kalitesiyle, teknolojisiyle dünyanın en iyi binası, yemin ederim. Dünyada bundan güzel bir proje yok, bundan sonra da olmayacak. Çarşıdaki dükkanlar kapış kapış gitti, öyle büyük izdiham oldu. İlk defa söylüyorum, çarşıyı yabancılar almak istiyor, talibi çok. Ben satmak niyetinde değildim ama, sayın Başbakanımız dedi ki; ‘Değerini bulursanız satın. Yabancı da alsa, içinde yine 2 bin Türk çalışacak. Bu parayı belediyeyle beraber alıp daha güçlü projeler yaparsınız.’ Biz yabancılardan 750 milyon dolar istedik, bu manada şu anda değerinin ucu göründü. Talip olan 4-5 firma, Ortadoğu ve Avrupa’dan. Başka bir projem daha var, Zeytinburnu’nda dericilerin kalktığı meydana 2500 odalı, 60 salonlu, 60 mağazalı turistik bir kompleks yapmak istiyorum. Sağlık tesislerinden, kilisesinden, havrasından, camisine kadar hepsi olacak, 400 dönüm yer. Başbakandan bu yeri imarı çıkmış olarak yap-işlet-devret modeliyle isteyeceğim. Eğer alırsak, 300 milyon dolarlık bu projeye hemen başlayacağım.
Avrupa’nın en büyüğü İbrahim Cevahir’in gurur kaynağı Cevahir Çarşı’nın açılışını 15 Ekim’de Başbakan Erdoğan yapacak. Çarşı, Türkiye ve Avrupa’nın en büyük, dünyanın 2. büyük alışveriş ve eğlence merkezi. 70 yaşındaki Cevahir ise güne sabah 5’te uyanarak başlıyor. Önce namazını kılıyor, ardından 45 dakika yüzme ve 30 dakika bantta koşu.
Erdal İnönü’nün eşine ne söyledim
Cevahir bey, dünyada namı olan bilim adamımız Erdal İnönü’den ne istediniz? Onun hayranı olduğu ünlü matematikçi Weirerstrasse’i haklı çıkardınız; ‘‘Yaşamda her şey çok geç gelir.’
- Paşa’nın ölüm yıldönümlerinde hep kabri başında olurum. Bakarım, millet gelip mezara okur, İnönü’nün çocukları ise orada öyle durur. Kimseye hoş geldin demezler, el sıkmazlar, konuşmazlar, öyle soğuk dururlar. 1978’deki anma gününde, şerefsizim dedim ki onlara; ‘Orada kazık gibi ne dikiyorsunuz? Hadi siz babanıza geldiniz, İsmet Paşa bunların babası değildi ki? Ellerini sıkıp, niye geldiklerini sorsanıza.’ Çok şaşırdılar, kim bu adam diyorlar, o güne kadar hiçbiriyle tanışmamışız ki. Erdal da beni ilk orada tanıdı. Orhan Keçeli’den telefonunu alıp aradım, ‘Seninle bir şeyler konuşmak istiyorum’dedim. ‘Ne konuşacaksınız benimle’ oldu. ‘Biz adam yemeyiz, benim adım İbrahim Cevahir, sor kime istersen’ dedim. Sormuş, yemek buluşmamıza tam zamanında geldi. Lafa direkt girdim; ‘Erdal Bey, İnönü soyadı tarihte iyi bir yer almıştır. Tarihe gömülmeden bu soyadını Türkiye’de yaşatman lazım’ dedim.
‘Ben politikayı hiç düşünmedim’ dedi. ‘Sizin evde çıkan seslerden bir şeyler kalmıştır hafızanda, o da sana yeter’ dedim. O gün çok ikna etmeye çalıştım ama, kabul etmedi, vedalaştık. Bir gün ofisimde otururken, Erdal İnönü’nün ziyaretime geldiğini söylediler. Erdal Bey o gün önce kabul etti, sonra yine vazgeçti. Erdal Bey çok değişik bir insan, bir bakıyorsunuz evet diyor, 3 gün sonra cayıyor. Eşi Sevinç Hanım kavga ediyor benimle, evden kovuyor. Bir gün dedi bana ki ‘Ne istiyorsun bizden, yurtdışından yeni geldik, Erdal’ın yakasını bırak.’ Dedim ona ki ‘Sohtorik’in kızıydın, seni herkes alırdı, babanın parası vardı. Niye İsmet İnönü’nün oğluyla evlendin, evlenseydin başkasıyla. Cumhurbaşkanın oğluna mı aşık oldun?’ Gözüm kör olsun, aç sor kendisine, Cevahir sana böyle böyle dedi mi diye?
Yarın: AKP’DE KEMALİZM’İN TEMSİLCİSİYİM
Yazının Devamını Oku 15 Eylül 2005
Temel ile Cemal hastanenin koridorunda karşılaşmışlar. Selamlaştıktan sonra, kekeme olan Cemal, Temel’e sormuş.
Ha pu pu purada, ne ne ne araysun daa uşağum?
Temel cevap vermiş:
- Prostatım vardur, muayene olacağum.
Pro..Pro..Prostat ne.. ne... nedur da?
- Ula Cemal, haçan sen nasul konuşuyusun, pen de öyle işiyrum.
Bugün 15 Eylül... Bu yıldan itibaren bütün Avrupa, 15 Eylül’ü ‘Prostat Hastalıkları Günü’ olarak kutlayacak... Ülkemizdeki ve tüm dünyadaki bütün erkekler! Hepimize kutlu olsun, hayırlara vesile olsun! Madem ki gün prostat günüdür, Türk Üroloji Derneği Başkanı ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Armağan Öner’e gitmek lazım. Hürriyet’in sempatik, tatlı dilli, vefakár, cefakár Sağlık Bakanı sevgili Dr. Gündüz Tezmen’le birlikte gazetemize davet ettik Armağan Hoca’yı. Uzun öğle yemeği boyunca canım çingenepalamudunu bile meze yaptık prostat kardeşimize. Meğer bizim kestaneciklerin boyundan büyük ne kadar marifeti varmış!
- Prostat, idrar torbasının önünde yer alan, kestane büyüklüğünde bir cinsel organdır. Normal bir prostatın ağırlığı 18-20 gram civarındadır. Büyümüş bir prostatta ise bu ağırlık 10-15 kata kadar ulaşabilir. Prostat hastalıklarını 3 grupta toplayabiliriz; iltihaplar, selim huylu büyümeler ve kanserler. İltihaplar daha çok genç ve orta yaşlı erkeklerde görülürken, iyi huylu büyüme ve kanserler orta yaş üzeri ve ileri yaşlarda ortaya çıkar.
Selim prostat büyümesinin belirtileri; sık idrara gitme, geceleri idrar yapma, idrar torbasını tam boşaltamama hissi, zorlukla idrar yapma, idrara çok sıkışıldığında idrarı başlatmada güçlük ve idrarda incelmedir.
PROSTAT KANSERİ BELİRTİ VERMEZ
- Prostat kanseri erken dönemde hiçbir belirti vermez, sadece muayene ve tetkikler sonucu anlaşılabilir. Prostat kanseri ile prostat büyümesi benzer belirtiler gösterebilir. Bu nedenle hiçbir şikayeti olmasa da 40 yaş üzerindeki her erkek, senede bir defa rektal tuşeyle ürolojik muayene ve kanserin erken tanınmasını sağlayan PSA kan testini yaptırmalıdır. Erken yakalanan prostat kanserini Radikal Prostatektomi ameliyatıyla tamamen tedavi etmek mümkün.
- Prostat kanserinin nedeni henüz bilinmese de, 4 faktör sorumlu tutuluyor: 1-Ailesel, 2-Hormonal, 3-Yağ asidinden zengin hayvansal gıdalar, 4-Çevresel faktörler. Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki, 1. derece yakınlarında prostat kanseri olan kişilerin aynı hastalığa yakalanma riski normal kişilerden 2 katı fazla. Prostat kanseri ise genellikle ileri aşamalarına kadar hiçbir bulgu vermez. Prostat kanserini ultrasonla anlamak mümkün değildir, kesine yakın sonucu sadece rektal tuşe verir. Bu işlem için doktor eldivenini vazelinleyip hastanın rektumuna (makata) yerleştirir. Parmaklarıyla prostatın büyüklüğü, şekli ve kıvamını inceler. Eğer eline beze gibi sertlikler gelirse biyopsi ister.
JAPON ERKEKLERİ BU KONUDA ŞANSLI
- Erken teşhiste bir başka büyük yardımcımız da PSA (Prostate Specific Antigen) denen kan tahlili. PSA, prostat bezinde üretilen ve kanda da bulunan bir proteindir. PSA ölçümü, Serbest (free) ve Toplam (total) olmak üzere 2 bölümdür. 0-4 ng/ml arasında çıkan Total PSA normaldir, 4’ün üzerindeki seviyelerde ise kanser olma ihtimali vardır. PSA değerleri normal çıkan hastanın kanser riski yoktur denemez. Yüksek olan hastalar arasında da hiçbir şey bulamadığımız olur. Zenciler genetik olarak prostat kanserine yakalanmaya çok yatkınlar. Japon erkeklerinde prostat kanseri riski ise Amerikalılardan 40 kez daha az.
70’inden küçük olana ‘Yeşil Işık’ önermem
- Prostat için bugün bütün dünyada ortak bir tedavi yöntemi uygulanıyor. Hastanın prostatı 100 gramın altındaysa kapalı ameliyata, 100 gramın üstündeyse açık ameliyata alınıyor. Halk arasında ‘Yeşil Işık’ veya ‘Green Light’ denen cihaz, tıpta ‘HTP Laser’ diye geçer. Bu yöntem sadece ve sadece selim huylu prostat büyümesinde kullanılabilir. Bu ameliyatta kesme ve yakma işlerinde elektrik enerjisi kullanılıyor. Buharlaştırmada ise Yeşil Işık adı verilen bir tür lazerle yapılıyor. Bu lazer yüksek ısıda buharlaştırma yöntemiyle orada bir kavite açıyor. 70’li yaşların ilk yarısında olan hastalara Green Light yöntemini kesinlikle tavsiye etmiyorum. Çünkü prostat nüksedebilir; radikal bir çözüm varken, ne lüzum var hastanın ikide bir tedaviye girmesine. Doğru dürüst ameliyat yapılırsa, prostat nüksetmez. Prostat ileri yaşta olan bir hastalık, kişi kalp hastası olabilir, nefes darlığı vardır, dolayısıyla anestezi verme riski yüksektir. Hayat beklentileri de fazla olmadığı için, lokal anesteziyle yapılan Yeşil Işık onun için daha uygundur.
Ultrasonografi emin bir tetkik
- Ultrasonografi, ucuz, hastaya zarar vermeyen ve daha emin bir tetkik olması nedeniyle günümüzde selim prostat büyümesinin tanısında tercih edilen bir inceleme yöntemidir. Böbreklerin anatomik olarak bozulup bozulmadığı, mesane içinde işedikten sonra artık idrar kalıp kalmadığı, mesanenin yapısının ne kadar bozulduğu bu yöntemle kolayca anlaşılabilir. Ultrasonografiyle böbrek tümörü, mesane tümörü, mesane taşı gibi diğer ürolojik hastalıklar saptanabilir.
Prostat iltihabı gençlerin derdi
- Erkeklerin yaklaşık yarısının yaşamlarının bir döneminde prostatın iltihabı hastalıklarından birini geçirdiği sanılıyor. Özellikle cinsel aktif dönemde ve poligamik kişilerde bu hastalığın görülme sıklığı daha yüksek. Prostatitin sık rastlananları şunlar: Akut bakteriyel prostatit, kronik bakteriyel prostatit, bakteriyel olmayan prostatit, prostat apsesi, prostat tüberkülozu.
Yazının Devamını Oku 12 Eylül 2005
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalı Öğretim Üyelerinden, ünlü kafa kaidesi cerrahı Prof. Dr. Haluk Deda, ‘Felçli Martin’i kök hücreyle yürüttüm’ başlığı altında yayınladığımız röportajın ikinci bölümünde mesleğinin inceliklerini anlattı. Beyin nedir, ne değildir hocam?
Beyin, bütün vücudun kayıtsız şartsız patronudur. Vücuttaki bütün organlar belli bir hiyerarşi içinde sadece beyin için çalışır. Mesela tansiyonumuz düşmeye başladığında, gözlerimiz kararır, yere yığılırız. Beyin yürüyüş pozisyonunda en yukarıda olduğu için kalp kanı yukarı pompalarken zorlanır. Bayıldığımızda, yere boylu boyunca uzanacağımızı biliyor beyin, böylece kendini koruyor. Olay devam ederse, terlemeler başlıyor, eller, kollar soğumaya başlıyor. Damarları daraltıp kanı kestiği için, üşüme hissi geliyor. Beyin, bütün organları devre dışı bırakır ama, 2 organı hiç kapatmaz; biri kalp, diğeri akciğer. Bunları kapatır konuma geldiği zaman beyin ölümü başlıyor demektir. Bunu anlamak için özel testler var, beyin hiçbir şeye cevap vermiyorsa, ölmüş diyebiliyoruz. Hastada gerçekten beyin ölümü oluşmuşsa, genelde 48-72 saat içinde hayatını kaybeder.
BAŞPARMAKSIZ OLMAZ
Beynimizde en geniş alanı kaplayan organımız hangisi acaba?
Birisi dil, öteki başparmaktır. Başparmağımız olmazsa hiçbir şey yapamayız, olağanüstü bir organ. Dil de, tat almanın yanı sıra iletişim için çok önemli. Beyinde en küçük alana sahip organ ise ayaktır, çünkü kaba işleri yapar, hamaldır. Futbolda 90 dakika koşuyorsunuz, top bir kez kocaman kaleye girince ayağa fırlıyorsunuz. Kale kocaman ama ayağımız onu atacak yeteneğe sahip değil. Bir de basketbolü düşünün, futbol topundan daha büyük top 30 metreden çembere bile değmeden içeri giriyor. Futbolda ise oyuncu kaleciyle karşı karşıya kalıyor, buna rağmen 2 metreden topu kalenin içine atamıyor. Futbol kolaydır, herkes yapabilir.
50’DE BEYİN CHECK-UP’I
Beyin check-up’ı olup olmadığını sorunca bıyık altından esaslı bir gülücük attı Haluk Hoca.
Kalbimiz için check-up yaptırıyoruz, beynimizi kontrol ettirmek aklımıza gelmiyor. Kalpten beyne giden 4 ana damar var, 2’si önde, 2’si arkada. Bu damarlarda bir tıkanıklığın başlayıp başlamadığını anlamak zorundayız. 50 yaşı geçen her insanın, yılda bir kez boynundaki damarları kontrol ettirmesi şart.
YAŞARGİL’İN ÖĞÜDÜ
‘Kafa tabanı’ veya ‘kafa kaidesi’ dediğiniz yer neresi oluyor?
Damağın üstünden başlıyor, gözler, burnun, kulakların ve kafatasının arka kısmını kapsıyor. Kaide, beyindeki en hassas yer, tümör ve damar genişlemeleri en çok bu bölgede oluyor. Beyin cerrahisinin bu özel bölümündeyseniz, 1 milimetreden daha ince bir damarı dikebilir konumda olmanız lazım. 10.0 dediğimiz ipliği çıplak gözle göremezsiniz, sadece örümcek ağı gibi parıldar. Ucunda iğnesi takılı olan bu ipliğin uzunluğu 8 santimdir. Bu iplikle kıldan ince bir damara 5 dakikada 14 dikiş koyabilirim. Gazi Hoca, ‘Beyin ameliyatlarında başarılı olmanız için üçboyutlu düşünmeyi öğrenmek zorundasınız. Beyni o kadar iyi tanıyacaksınız ki, içine girdiğinizde kaybolmayacaksınız’ der. Rus ruleti gibi ama, tabanca benim elimde, namlu ise hastanın kafasında. Yani, tetiği ben çekiyorum, bedelini hasta ödüyor.
Cep telefonuyla 1 dakika
Gelelim bitmek tükenmek bilmeyen cep telefonları konusuna...
Kafamızda en hassas 2 yerden biri, şakak kemikleri bölgesidir. Orası kemiğin en ince olduğu yerdir. Öteki ise, omuriliğin geçtiği ense bölgemizdir. Telefonu kafatasının en zayıf olduğu, sinirlerin en yoğun bulunduğu bölgede tutuyoruz. Cep telefonlarının yaydığı radyasyonun beyin hücrelerini etkilediği, laboratuvar ortamında yapılan birçok deneyle sabit. Bir-iki dakikalık telefon görüşmesinin bir sakıncası olmayabilir ama, yarım saatlik sohbetler kesinlikle zararlı. Bugünün çocukları cep telefonuyla ilkokuldan itibaren tanışıyor. Belki 50 sene sonra bu çocuklarda cep telefonunun ciddi etkileri görülecek, bilmiyoruz. Genç kafatasları çok ince, büyümekte olan beyinleri radyasyona daha duyarlı. Beyin tümörünün genellikle 30-40 yılda geliştiğini de unutmayalım. Bu yüzden bütün gelişmiş ülkeler 8 yaşından küçük çocuklara cep telefonu verilmesine karşı çıkıyor. Ben ve ailem, cep telefonuyla yaptığımız konuşmaları 1 dakikadan az tutuyoruz.
Aptal beyin Formula 1’de yerli araba
Günde 8 saat uyumak tembelliktir. Çünkü, Tanrı beyni çalışsın diye vermiş.
Kadınla erkek beyni arasında makyaj yapılmadığı sürece fiziki bir fark yoktur. Zencilerin beyni de beyazdır, dokusu da aynıdır.
Aptal bir insan, beynine müdahale ile zeki hale getirilemez. Bu yerli bir araba ile Formula 1 yarışına katılmaya benzer.
Beyin yorgunluğu, normal kapasitenin üzerinde çok uzun süre çalışmaktan olur. Karar verme yeteneği yavaşlar, kan şekeri düşer. Bu durumda birkaç dakika işinize ara verin, şekerli bir şeyler için.
3 boyutlu görüntü
Prof. Dr. Haluk Deda, aynı zamanda Ankara Bayındır Hastanesi beyin cerrahisi koordinatörü. Hastanedeki özel ameliyathanede, Türkiye’ye ilk kez Deda’nın getirdiği Navigation adlı çok özel bilgisayar sistemiyle hastanın beyni 3 boyutlu hale getirilebiliyor.
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2005
<B>AMSTERDAM’</B>da bir gazeteci dosttan duydum ki, Türkiye’de ilk beyne kök hücre nakli ameliyatı, 6 ay önce Ankara’da Hollandalı bir hastaya yapılmış. AÜ Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalı öğretim üyelerinden, ünlü kafa kaidesi cerrahı Prof. Dr. Haluk Deda yapmış ameliyatı. Haluk Deda, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin eski başkanlarından Selim Necip Deda’nın 1956 Ankara doğumlu oğlu. Eşi Prof. Dr. Gülhis Deda, AÜ Tıp Fakültesi Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı Başkanı. Kızları Özlem, İngiltere’de hukuk okuyor, oğulları Onur ise Tevfik Fikret Lisesi öğrencisi. ‘Yüzyılın Cerrahı’ Prof. Dr. Gazi Yaşargil’i Türkiye’de ameliyat yapmaya ikna eden de o. Dersimizi çalışa çalışa düştük Ankara yollarına.
Beyin, kafatasının üst bölümünde beyin zarıyla örtülü, iki yarımyuvar biçiminde sinir kütlesinden oluşan, duyum ve bilinç merkezlerinin bulunduğu organ. Kök hücre ise insan vücudunu oluşturan, sınırsız bölünme, her türlü vücut hücresine dönüşme ve yeni görevler üstlenme imkánına sahip ana hücre. Derken bir de baktık ki, Dedalar’ın Gaziosmanpaşa’daki evlerinin kapısındayız. Eşi gibi sakin, güler yüzlü Gülhis Hoca’nın demli çayını içtikten sonra, hastanenin yolunu tuttuk. Aklandık, paklandık, giyinip ameliyathaneye girdik. Masaya yattım, kafama demir çubuklar bağlattım, Gazi Hoca’nın mikroskobuyla milimetrenin onda birinin ne olduğunu gördüm. Günün sonunda ‘Allah ne eksikliğini göstersin Haluk hocaların, ne de muhtaç etsin’ dedim yürekten.
İLK ÇALIŞMAYI YAPTIM DİYE AYRICA GURURLUYUM
Hani beyin dokusunun kendini tamir yeteneği çok sınırlıydı? Hani beyin tahrip olunca geri dönüşü olmazdı?
Bugün hasar görmüş beyni yeniden inşa edemiyoruz; ama kök hücreyle tamir ediyoruz. Övünerek söylüyorum, Türkiye kök hücreleriyle beyin tamirinde bugün birçok ülkenin önüne geçmiş durumda. Bunun ilk çalışmasını ben gerçekleştirdiğim için ayrıca gururluyum. 6 ay kadar önce, kök hücre çalışmalarıyla ilgilendiğimi bilen Cornelis Kleinbloesem adlı Hollandalı doktor arkadaşım beni aradı. Martin Bouma adlı Hollandalı bir hastası 4 yıl önce beyin damarlarındaki tıkanıklık nedeniyle 50 yaşında felç olmuş. Her türlü tedaviyi denemişler; fakat başarılı olunamamış. Bu hastaya kök hücre nakli yapıp yapamayacağımı sordu. Beyin damarı tıkanmış bir hastada bu ameliyat hem çok zor, hem de sonucu açısından belirsiz olabilirdi. Öncelikle yapılan tetkikleri görmeli, ayrıca hastayla da ayrıntılı konuşmalıydım. Martin, telefonda son derece kibar ve yalvaran bir ifadeyle yaşadıklarını anlattı. Tedavi olmak için dünyada birçok ülkeyi dolaşmış, kendisine anlatılanlardan sonra bana ve ülkeme güvendiği için Ankara’da bu ameliyatı yaptırmaya karar vermiş.
KÖK HÜCRELER BEYNE BİLGİSAYARLA KONULDU
Daha önce bu türden bir beyin ameliyatı yapmış mıydınız?
Kendisine beyin için bu tür bir operasyon yapmadığımı; fakat Türkiye’de mevcut son derece ileri teknolojik cihazlarla gerçekleştirebileceğimi anlattım. Martin beni dinledikten sonra ameliyatta ısrarlı olduğunu söyledi. Ankara’ya geldiğinde, kendisinin kemik iliğinden İngiltere’de elde edilen kök hücreleri de yanındaydı. Muayenesinde sağ tarafının felç olduğu görülüyordu, konuşmakta zorlanıyordu. Çekilen MRI’da, beyinde, özellikle kol ve bacak merkezlerinde hasar olduğunu tespit ettik. Hastayı ertesi gün operasyona alıp kök hücre naklini gerçekleştirmeye başladık. Bunun için önce hastanın kafatası kemiğinde birkaç milimetrelik delik açtık. ‘Navigation’ dediğimiz özel bilgisayarlar sayesinde ince bir katateri beyindeki hasarlı yere, milimetrenin onda biri hassasiyetiyle yerleştirdik. Daha sonra bir cc civarında, içinde milyonlarca kök hücrenin bulunduğu sıvıyı o katater yardımıyla beyindeki hasarlı yerin içine aktardık.
BEYİN AMELİYATINDA DAMARDAN NARKOZ VERİLİR
Böyle bir ameliyatın riski ne kadar?
Yüzde 5’in altında Yener Bey. Ameliyat yaklaşık 12 saat civarında sürdü. Ameliyattan sonra hastayı odasına çıkardık. 3 gün sonra taburcu olacaktı. Ameliyat öncesi hazırlık, anestezi alacak herhangi bir hastaya uygulananlardan farklı değil. Biz beyin ameliyatlarında narkozu burundan koklatarak değil, damardan veriyoruz. ‘Navigation’ bilgisayar sistemi içinde çok özel MR filmleri çekiliyor. Bu sayede beyni üçboyutlu olarak tam görebiliyoruz. Operasyonun ertesi günü küçük iyileşmelerin başlaması, doğrusu bizi de şaşırttı. Bayan Martin, ağlayarak bize teşekkür edip durmadan boynumuza sarıldı. 3 gün sonra hastamızı ve eşini ülkelerine yolcu ettik. İki ay sonra Martin’in kendi başına yürüdüğünü öğrenince hepimiz çok sevindik. Bu tablo, hem Türk hekimleri olarak bizlere gurur verdi, hem de öteki hastalara umut kaynağı oldu.
BEYİN CERRAHİSİNDE AVRUPA’DAN ÜSTÜNÜZ
Neden bu ameliyatı gizli tuttunuz?
Belirli bir süre geçmeden bu operasyonla ilgili bilgi vermek istemedim Yener Bey. Çünkü, öncelikle biz doktorların alınan sonuçlar karşında emin olmamız gerekiyordu. Kendisi ve eşiyle hemen her gün görüşüp durumunu izliyoruz. Geçen 6 ay içerisinde Martin, her geçen gün çok daha iyiye gidiyor. Şunu hemen belirteyim, her hastada aynı sonucu alabileceğimiz söylenemez. Fakat, ileri dönemlerde birçok hastanın bu şekilde tedavi olanağına kavuşacağı açıktır. Bizler her türlü zorluğa karşı bu çalışmalarda öncüleriz. Özellikle kendi kök hücresi olduğu sürece bu çalışmaların devam etmesinin gerekliliğine inanıyoruz. İddia ediyorum; Türkiye’deki beyin cerrahisi Avrupa’nın çok üstündedir, ABD’nin de en iyi merkezleriyle yarışır. Bunun kanıtı, alınan sonuçlardan ortada zaten, asla kimseye taviz vermeyelim. Yurtdışından Gazi Yaşargil hocamızın sayesinde çok hasta geliyor. İyi organize olabilirsek, Türkiye birkaç yıl içinde sağlık turizmi açısından da dünyanın çok önemli bir ülkesi olabilir.
İyiyim müteşekkirim
Dr. Haluk Deda’nın tedavi ettiği Hollandalı Martin Bouma, Hürriyet’e yaptığı açıklamada, tedavisinin uzun bir süreç olduğunu ve kendisinin epey yol katettiğini belirterek şöyle konuştu: ‘Tedaviden sonra herşey çok iyiye gidiyor. İyileşmemin hangi yönünden söz edeyim ki? Ama bir örnek vermek gerekirse, sol gözümden söz edebilirim. Mesela benim sol gözüm çok az, hemen hemen hiç görmezdi. Bu tedavi sonrasında çok iyi görmeye başladı, netleşti. Ne diyeyim, iyileşiyorum ve sevinçliyim. Doktorlara da müteşekkirim. Ama bunu, dediğim gibi uzun bir süreç olarak algılayın... Yavaş yavaş hücrelerin beynimde büyümesi lazım ki, eski haline gelsin. Ama ben kendimi her geçen gün, her geçen hafta çok ama çok daha iyi hissediyorum.’ Martin Bouma’nın Türkiye’de gördüğü tedaviden sonra iyileşmesi, 20 Mayıs 2005 tarihli Hollanda’da yayınlanan De Telegraaf Gazetesi’ne de konu oldu. Gazeteye eşi Marianne ile birlikte açıklamalarda bulunan Bouma, ‘Kök hücre ile tedavi hakkında televizyonda bir haber görünce harekete geçtik’ dedi.
Aile boyu konser
İngiltere’de hukuk öğrenimi yapan Özlem, aynı zamanda blok flüt sanatçısı. Ankara Tevfik Fikret Lisesi’nde okuyan kardeşi Onur’la beraber piyanonun başına geçti. Anneleri Gülhis ile babaları Haluk da onlara güzel sesleriyle eşlik ettiler.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2005
‘Şu Çılgın Türkler’ kitabının yazarı Turgut Özakman, tiyatro dünyasının da yakından tanıdığı bir isim. Hatta, edebiyatçılığından önce tiyatrocu olduğu bile söyle-nebilir rahatlıkla. Dolayısıyla, Özakman’ın anılarının önemli bir kısmının tiyatro dünyasıyla ilgili olması son derece doğal. Ben sola açık bir adamım, ayrıca sağcı sanatçı olur mu, ben hiç duymadım. Necip Fazıl’ın şiirleri sağcı şiirler mi?
Hiçbir siyasi olayın içinde yer almadım, herhangi bir derneğin üyesi bile değilim. Siyasete girmeyi hiç düşünmedim, hiçbir siyasi partiden teklif de gelmedi, çok şükür.
‘Cumhuriyet Bebeleri’ adlı bir grubumuz var, 1960’tan beri toplanıyoruz. Bu bebeler, Cumhuriyet’in ilanından sonra doğanlar yani. Babayasa’mıza göre, çeşitli konuları disiplin içinde tartışırız. Dünya görüşlerimiz değişik olabilir, bizim için önemli olan sentezdir.
Galatasaray taraftarıyım, Xamax’ı 5-0 yendiğimiz gün benim için çok önemliydi, sanki emperyalizme karşı bir zafer kazanmıştık.
Anne tarafım Bakırköylü, babam tarafı ise iki kuşak öncesinden Bulgar göçmeni. Babam 1927’de Bent Deresi’nde Ankara’nın ilk tiyatro binasında Cumhuriyet Gazinosu’nu açmış.
İlkokulu Bakırköy Taş Mektep’te, ortaokul ve liseyi ise Ankara Atatürk Lisesi’nde okudum. Yakın arkadaşlarımın başında Atilla Sav, Yılmaz Renda ve Can Yücel vardı. Öğlenleri zengin fakir hep birlikte Kızılay’ın gönderdiği yemekleri yerdik.
Yahya Kemal’den Orhan Veli’ye methiye
- Duyduk ki, Yahya Kemal Ankara’ya gelmiş, üç arkadaşımla birlikte onunla görüşmeyi kafaya koyduk. Orhan Veli’nin ‘Garip’ akımı başlamış, Divan edebiyatı öğreten liseden çıkan bizler, şiir konusunda bocalamaktayız. Edebiyat dergilerinin çoğunda Orhan Veli aleyhinde yazılar çıkıyor, şiirleriyle alay ediliyor. Yahya Kemal mi, Orhan Veli mi, hangisinin hayranı olmalıyız, bunu öğreneceğiz. Randevu alıp, kaldığı Ankara Palas’a gittik. Aynen şöyle dedi:
‘Orhan Veli büyük ve iyi bir şairdir. Şiirleri, biçimleriyle ya da özleriyle birbirinden ayırmayın, güzel şiiri öğrenmeye çalışın.’
Muhsin Ertuğrul’dan işittiğim azar
- Almanya’da Basın Ataşe yardımcılığı yaparken, bir gün Muhsin Ertuğrul Bey çıkageldi. Akşam birlikte Bonn’un tanınmış bir oda tiyatrosuna gittik. Konuşurken bir ara, ‘Keşke bizim de olsa, ne iyi olur’ dedim. Muhsin Bey, Türkiye’ye döndükten sonra bir mektup yolladı. ‘Oda tiyatrosunu açıyorum, kalk dön’ diyordu, döndüm. Ankara’ya gelir gelmez Küçük Tiyatro’ya gidip yukarı kata çıktım. Muhsin Bey’i bulup, kabul etmeyeceğini bile bile elini öpmeye teşebbüs edeceğim. Nerede olduğunu sordum. ‘Aşağıda oda tiyatrosu yapılıyor, şuradan in, Muhsin Hoca orada’ dediler. Söyledikleri yoldan gittim ve bir anda kendimi oda tiyatrosunun sahnesinde buldum. Karşıdan ışıklar geliyor, kimseyi göremiyorum, öyle kalakaldım. Birden Muhsin Bey’in sesi duyuldu, ‘Ceketini ilikle Turgut’ diyordu. Çok bozuldum, ceketimi ilikledim benim o kadar saydığım Muhsin Bey de genel müdür olunca bürokrat olmuştu. Kırgın bir vaziyette yanına gittim, yüzüme baktı. ‘Sahneden geçiyorsun Turgut, tezgáh orası’ dedi. Meğer onun için ceketimi iliklememi istemiş.
Celal Bayar’a hayali naklen yayın
- ‘Duvarların Ötesi’ oynanıyor, 1954. Cumhurbaşkanı Celal Bayar Amerika’ya gitti. Bazı gazetelerimize göre Yeni Dünya’yı fethetti. Mesela Ahmet Emin Yalman şöyle yazıyordu: ‘Celal Bayar’ı gören Amerikalılar, ‘Allah’ım bize de böyle bir Cumhurbaşkanı nasip et’ diye hayıflandılar.’ Türkiye’ye dönüşünde de çok büyük bir törenle karşılanması lazım. İstanbul Radyosu’na da bu olayı naklen yayınlaması emri verildi. Saat 10.00’a çeyrek var, ne Giresun muhribi var ortada, ne Acar motoru. Behçet Kemal Bey saat tam 10.00’da ne olup bittiğini hiç kimseye sormadan açış konuşmasını yapmaya başlıyor. Celal Bayar hálá ortada yok, yayın da başlamış, ne yapsınlar? Baki Süha Bey, Bayar’ı Acar motoruyla Kabataş’a çıkarıyor, oradan da Park Otel’e götürüp teslim ediyor. O sırada Topağacı’nda bir adam görüyor gerçeği, bizimkiler ise hálá on binler, alkışlar diyerek anlatmaya devam ediyor. Adam telefon açıyor radyoya, ‘Siz mi delisiniz, ben mi? Rüya mı görüyorsunuz?’ diyor.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2005
‘Şu Çılgın Türkler’ kitabının yazarı Turgut Özakman, tiyatro dünyasının da yakından tanıdığı bir isim. Hatta, edebiyatçılığından önce tiyatrocu olduğu bile söyle-nebilir rahatlıkla. Dolayısıyla, Özakman’ın anılarının önemli bir kısmının tiyatro dünyasıyla ilgili olması son derece doğal.Ben sola açık bir adamım, ayrıca sağcı sanatçı olur mu, ben hiç duymadım. Necip Fazıl’ın şiirleri sağcı şiirler mi?Hiçbir siyasi olayın içinde yer almadım, herhangi bir derneğin üyesi bile değilim. Siyasete girmeyi hiç düşünmedim, hiçbir siyasi partiden teklif de gelmedi, çok şükür.‘Cumhuriyet Bebeleri’ adlı bir grubumuz var, 1960’tan beri toplanıyoruz. Bu bebeler, Cumhuriyet’in ilanından sonra doğanlar yani. Babayasa’mıza göre, çeşitli konuları disiplin içinde tartışırız. Dünya görüşlerimiz değişik olabilir, bizim için önemli olan sentezdir.Galatasaray taraftarıyım, Xamax’ı 5-0 yendiğimiz gün benim için çok önemliydi, sanki emperyalizme karşı bir zafer kazanmıştık.Anne tarafım Bakırköylü, babam tarafı ise iki kuşak öncesinden Bulgar göçmeni. Babam 1927’de Bent Deresi’nde Ankara’nın ilk tiyatro binasında Cumhuriyet Gazinosu’nu açmış.İlkokulu Bakırköy Taş Mektep’te, ortaokul ve liseyi ise Ankara Atatürk Lisesi’nde okudum. Yakın arkadaşlarımın başında Atilla Sav, Yılmaz Renda ve Can Yücel vardı. Öğlenleri zengin fakir hep birlikte Kızılay’ın gönderdiği yemekleri yerdik.Yahya Kemal’den Orhan Veli’ye methiye - Duyduk ki, Yahya Kemal Ankara’ya gelmiş, üç arkadaşımla birlikte onunla görüşmeyi kafaya koyduk. Orhan Veli’nin ‘Garip’ akımı başlamış, Divan edebiyatı öğreten liseden çıkan bizler, şiir konusunda bocalamaktayız. Edebiyat dergilerinin çoğunda Orhan Veli aleyhinde yazılar çıkıyor, şiirleriyle alay ediliyor. Yahya Kemal mi, Orhan Veli mi, hangisinin hayranı olmalıyız, bunu öğreneceğiz. Randevu alıp, kaldığı Ankara Palas’a gittik. Aynen şöyle dedi: ‘Orhan Veli büyük ve iyi bir şairdir. Şiirleri, biçimleriyle ya da özleriyle birbirinden ayırmayın, güzel şiiri öğrenmeye çalışın.’ Muhsin Ertuğrul’dan işittiğim azar - Almanya’da Basın Ataşe yardımcılığı yaparken, bir gün Muhsin Ertuğrul Bey çıkageldi. Akşam birlikte Bonn’un tanınmış bir oda tiyatrosuna gittik. Konuşurken bir ara, ‘Keşke bizim de olsa, ne iyi olur’ dedim. Muhsin Bey, Türkiye’ye döndükten sonra bir mektup yolladı. ‘Oda tiyatrosunu açıyorum, kalk dön’ diyordu, döndüm. Ankara’ya gelir gelmez Küçük Tiyatro’ya gidip yukarı kata çıktım. Muhsin Bey’i bulup, kabul etmeyeceğini bile bile elini öpmeye teşebbüs edeceğim. Nerede olduğunu sordum. ‘Aşağıda oda tiyatrosu yapılıyor, şuradan in, Muhsin Hoca orada’ dediler. Söyledikleri yoldan gittim ve bir anda kendimi oda tiyatrosunun sahnesinde buldum. Karşıdan ışıklar geliyor, kimseyi göremiyorum, öyle kalakaldım. Birden Muhsin Bey’in sesi duyuldu, ‘Ceketini ilikle Turgut’ diyordu. Çok bozuldum, ceketimi ilikledim benim o kadar saydığım Muhsin Bey de genel müdür olunca bürokrat olmuştu. Kırgın bir vaziyette yanına gittim, yüzüme baktı. ‘Sahneden geçiyorsun Turgut, tezgáh orası’ dedi. Meğer onun için ceketimi iliklememi istemiş. Celal Bayar’a hayali naklen yayın- ‘Duvarların Ötesi’ oynanıyor, 1954. Cumhurbaşkanı Celal Bayar Amerika’ya gitti. Bazı gazetelerimize göre Yeni Dünya’yı fethetti. Mesela Ahmet Emin Yalman şöyle yazıyordu: ‘Celal Bayar’ı gören Amerikalılar, ‘Allah’ım bize de böyle bir Cumhurbaşkanı nasip et’ diye hayıflandılar.’ Türkiye’ye dönüşünde de çok büyük bir törenle karşılanması lazım. İstanbul Radyosu’na da bu olayı naklen yayınlaması emri verildi. Saat 10.00’a çeyrek var, ne Giresun muhribi var ortada, ne Acar motoru. Behçet Kemal Bey saat tam 10.00’da ne olup bittiğini hiç kimseye sormadan açış konuşmasını yapmaya başlıyor. Celal Bayar hálá ortada yok, yayın da başlamış, ne yapsınlar? Baki Süha Bey, Bayar’ı Acar motoruyla Kabataş’a çıkarıyor, oradan da Park Otel’e götürüp teslim ediyor. O sırada Topağacı’nda bir adam görüyor gerçeği, bizimkiler ise hálá on binler, alkışlar diyerek anlatmaya devam ediyor. Adam telefon açıyor radyoya, ‘Siz mi delisiniz, ben mi? Rüya mı görüyorsunuz?’ diyor.
button
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2005
Turgut Özakman, tam 57 yıl önce bugün Dumlupınar Zafertepe’deydi. 19 Ağustos’ta Polatlı’dan yaya olarak çıkmıştı yola. Acıkır, Çifteler, Seyitgazi, Altıntaş derken Dumlupınar Zafertepe’ye varmıştı. 30 Ağustos 1948 sabahı şafak sökerken, 18 yaşındaki Turgut, Sakarya siperlerinden aldığı toprağı Zafertepe’deki anıtın toprağına katıyordu. Özakman o uzun yürüyüşünde başladı, işgal görmüş, zafer yaşamış insanlarla konuşmaya. 57 yılın sonunda ‘Şu Çılgın Türkler’ adlı son eserini yazdı. 747 sayfalık ‘Şu Çılgın Türkler,’ Türkiye’yi çıldırtmış durumda, elden ele, dilden dile dolaşıyor. Ama, Turgut Özakman’ı sadece ‘Şu Çılgın Türkler’den ibaret saymak ona büyük haksızlık olur. Ankara Radyosu’ndan TRT’ye, üniversite öğretim üyeliğinden Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’ne kadar nice hizmetleri var.
Eserlerinin hangi birini sayayım? ‘Pembe Evin Kaderi’nden ‘Güneşte On Kişi’ye, ‘Tufan’dan ‘Duvarların Ötesi’ne, ‘Paramparça’dan ‘Bulvar’a, ‘Ah Şu Gençler’den ‘Töre’ye, ‘Deliler’den ‘Fehim Paşa Konağı’na kadar. Turgut Özakman, ezelden beri Ankara’nın Türkiye’nin en yeşil şehri olduğuna inanır. Sevgili eşi Ayla ile birlikte oturduğu Oran’daki dairesi onun mutluluk yuvasıdır. Bir de küçük torunu, ‘tek başına tiyatro’ Ece gelmişse, değmeyin Turgut Ağabey’in keyfine. Unutmadan söyleyeyim, Özakman’ların üst katında Deniz Baykal, alt katında ise Ahmet Tan var, biraz ötedeki komşuları Bülent Ecevit. Turgut Özakman 1 Eylül 2005 perşembe günü 75. yaşını kutlayacak. Doğum günün kutlu olsun sevgili ustam, dostum, ağabeyim. Mikrofon senin, şu çılgın Türkler seni dinlemeyi sabırsızlıkla bekliyor.
‘Şu Çılgın Türkler’ tarih kitabı değil
- Gençlerimize uzun zamandır Milli Mücadele’yi gerektiği gibi anlatmıyoruz. Bu yüzden şimdiki kuşaklar Milli Mücadele’yi iyi bilmiyor. Oysa, Türkiye Cumhuriyeti o mücadelenin ürünü ve kaçınılmaz sonucudur. Milli Mücadele’nin emperyalizme karşı verilmiş ve kazanılmış ilk Kurtuluş Savaşı olduğu anlatılmadığı için, gençlerimiz başkalarının kurtuluş mücadelelerine imrendi. Milli Mücadele’nin bir yazarın hayal zenginliğine ihtiyacı yok, gerçek olaylar hayallerin çok üstünde. ‘Şu Çılgın Türkler’ bir tarih kitabı değildir, belgelere dayalı, gerçek olgu ve olayların romanıdır.
Milli Mücadele’ye hainlikleri ya da gafletleri nedeniyle karşı çıkanların büyük bir bölümü cumhuriyeti benimsedi. Osmanlı Devleti’nin külünden tam bağımsız, yepyeni bir devlet çıkaran Atatürk’e saygı ve minnet de duydular. Ne var ki, yurt dışına kaçanların bir bölümü kinlerini, hainliklerini sürdürdüler. Cumhuriyetimize karşı çeteler, cepheler kurup yalan ve iftira dolu kitaplar yayınladılar, yayınlıyorlar da.
Bugün Türk gençliği, birbirine hiç benzemeyen iki tarihe inanır hale geldi. Biri; ‘Şu çılgın Türkler’de esas aldığım gibi sağlıklı, dürüst hepimize gurur veren gerçek tarih. Öteki ise, cumhuriyetimizi yıkmaya çabalayanların uydurduğu, yalanlarla dolu sahte tarih. Gençlere sesleniyorum; emperyalizmi ve yamaklarını dize getiren, bir enkazdan çağdaş bir devlet kurmayı başaran atalarınızla gurur duyun. Ey sevgili gençler, şehit ve gazi atalarınızın onurunu yalancılara, düzenbazlara, sahtekarlara çiğnetmeyin.’
Milliyetçilik ayrı faşizm ayrı şey
- ‘Şu Çılgın Türkler’ de millilik de var, milliyetçilik de var, Yener’ciğim. 30 senedir bize bunun aksini anlattıkları için, çocuklarımız da milliyetçiliği faşizm zannediyor. Milliyetçilik, ahlaktır, namustur, yurtseverliktir. Bu yurt bizim yahu, hepimiz toprak kardeşiyiz. Osmanlı İmparatorluğu’nu Milli Mücadele’yi yapanlar öldürmedi, zaten 150 yıldır can çekişiyordu. Abdülaziz bir gün Ali Paşa’ya, ‘Bizim durumumuzu tam anlatsana bana’ diyor. Paşa şöyle cevap veriyor; ‘Kabuğu incecik zar olan bir yumurtaya benziyoruz. Bir diken dokunursa akıp gideceğiz.’ I. Dünya Savaşı, o dikenin dokunmasıdır, aktı gitti koca imparatorluk.
Globalleşme büyük tehlike
Kültür değişiyor, ancak globalleşme ya da küreselleşme olağan ve kendiliğinden bir değişim değil. Globalizm, dünyayı bir pazar, bütün insanları da tüketici haline getirmeye çalışıyor. Bu gidişi kaçınılmaz ve yararlı görenlere şaşırıyorum. Kendi dilimizi unutturma ve yok etme çabasına karşı zorunluluk ve sevinçle bakılmasını da anlamıyorum. Küreselleşme, genel olarak tek tip, tek kültür ister. Sermayenin dünya pazarındaki çıkarları tek tipleşmeyi zorunlu kılar. Onun içindir ki, globalleşmeye karşı durmak, uyanık olmak gerekiyor.
Hain olan henadan değil Vahdettin
- Vahdettin’in kişi olarak hain olduğu kesin, İngiliz casusu olduğunu belgeleriyle birlikte kitabımda yazdım. Osmanlı hanedanı çok ciddi, çok önemli bir hanedan, saygım var ama, gerçeğe daha çok saygım var. Osmanlı’ya niye düşman olayım, benim kendi tarihim. Osmanlıyı kabul etmemek de bir çeşit yobazlık bence. Vahdettin 15 Mayıs 1919 akşamı kırmızı kadife kaplı bir kutu içinde Mustafa Kemal’e 40 bin altın vermiş. Beher altının gramını bulup, 40 binle çarptım, 308 kilo ediyor. Bizim Naim Süleymanoğlu’ndan daha güçlü, Vahdettin de, Mustafa Kemal de. Bunları yazmak için sadece cahil olmak yetmez, çok cahil olmak lazım. Bunların yalanlarını yüzlerine vurmak, utandırmak için gerçek belgelerle dolu ‘Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele’ kitabını yazdım.
Bunlara göre Cumhuriyeti yıkabilmenin ön şartı, Atatürk saygısını, sevgisini yok etmek, Milli Mücadele’yi küçültmek, önemsememek, benimsememek. İstiklal Savaşı, dünyadaki en meşru, en ahlaklı, en haklı, en kutsal savaşlardan biridir. Cumhuriyetten daha güzel, daha ileri bir rejim var mı bu dünyada yahu? Abdülhamit’in ulu hakan olması, onun acımasız zulmünü yumuşatıyor mu? Bunlar bizden değiller, benim tarihimi paylaşmıyorlar ki. Onuncu Yıl Marşı’nı paylaşmamak olur mu? Türklerin 10 bin yıllık tarihindeki söylenebilir tek marşıdır. Bunlar Sevr’i de överler, oysa Sevr’i imzalayanlar şerefsizdir, bu anlaşmayı hazırlayıp dayatanlar ise daha büyük şerefsizdir. Lozan ise onurlu bir mücadelenin başarısıdır.
İsmet Paşa ihtilalci askerlere rest çekti
- Ankara Radyosu Söz ve Temsil Yayınları şefiyim. 22 Şubat 1962 günü sabahı İlyas Albayrak adlı bir havacı binbaşı odama geldi. ‘Müdürünüzü alıp götürdük, radyonun müdürü şu andan itibaren sensin’ dedi. Stüdyoda ‘Orkestralar Geçidi’ diye canlı bir program var, onu da yarıda kestirdi. Gece saat 23.30 gibi yanımızdaki Hava Kuvvetleri karargáhından beni telefonla aradılar. Yanıma bir ses teknisyeni alıp acele komutanın makamına gelmem isteniyordu. İsmet Paşa oradaymış, konuşmasını banda alacakmışız. Teknisyen arkadaşımla birlikte yürüyerek Hava Kuvvetleri karargáhına gittik. İsmet Paşa, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İrfan Tansel’in yatağında arka üstü yatıyordu. Üstünde Sümerbank fanilası vardı, koltuğunun altına kadar battaniye örtülüydü. Turhan Feyzioğlu, Paşa’yı uyandırdı. İsmet Paşa yerinde doğruldu, yatağın içinde oturdu. Ceketinden gözlüğünü ve yatmadan önce hazırladığı konuşma metnini vermesini istedi.
Metni alır almaz hemen okumaya başladı ve aniden durdu, şaşırdık. ‘Sesimin kayda alınıp alınmadığını kontrol etmeyecek misiniz?’ diyerek bir ders de bize verdi. Kontrol yapıldıktan sonra başladı tarihi konuşmasına:
‘Silahlı Kuvvetler Başkomutanı’nın emrine uymak ve girişilen harekáta son vermek şartıyla, şimdiye kadar kan dökülmesine meydan verilmemiş olması göz önünde tutularak harekáta katılanlar hakkında hiçbir cezai takibat yapılmayacağına hükümet başkanı olarak söz veriyorum.’
Tarih 23 Şubat 1962 olmuştu, saatler 01.00’i gösteriyordu. Paşa konuşmasını hiç hata yapmadan tamamladıktan sonra gözlüğünü çıkarıp yeniden yatağa uzandı. Biz yanından ayrılmadan o çoktan uykuya dalmıştı bile. Çelik gibi sinirleri bizi büyülemişti, savaştan gelen bir alışkanlıktı muhtemelen. Konuşmayı o gece yayına veremedik, çünkü vericilerimiz ihtilalcilerin elindeydi. Sabah olduğunda İsmet İnönü’nün sesi tüm Türkiye’de yankılanıyordu, ihtilal teşebbüsü bastırılmıştı.
Atatürk adını duyan Rum kadın bayıldı
- Atatürk’ü gören son kuşaktanım, onu ilk kez 1937’de Bakırköy’e geldiğinde gördüm. Sahildeki ünlü Viyana Gazinosu’na geldi, önlerinde iki polisin olduğu sepetli bir motosiklet vardı. Atatürk ve yanındakiler gazinonun bahçesindeki sandalyelere oturdular. Bu arada oradan geçen bir seyyar dondurmacıdan bahçeye dondurma getirmesini istediler. Dondurmacının bahçeden bir çıkışı vardı ki. Meğer 10 lira bahşiş vermişler, elinde o parayı sallayarak uçuyordu. Daha sonra Atatürk ve beraberindekiler gazinonun hemen arkasındaki iki katlı bir evin kapısına yöneldiler. Başyaver kapıyı sürekli çalıyor, açan yok. Neden sonra kapı açıldı, yaşlı Rum hizmetçi şaşkın gözlerle etrafa bakıyordu. Evin küçük oğlu Yani benim arkadaşım olduğu için aileyi tanıyordum, ev satılıktı. Yaver binbir ricayla kadını ikna etti. Atatürk birkaç kişiyle eve şöyle bir göz atıp çıktı. Galiba, evi bir arkadaşına almak istiyormuş. Atatürk ve arkadaşları arabalarına binip alkış kıyamet arasında gittiler. Yaşlı Rum kadın, ‘Kimdi o adam?’ diye sordu. Atatürk adını duyunca pat diye düşüp bayıldı.
(Yarın: SAĞCIDAN SANATÇ OLMAZ)
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2005
Türkiye'nin ilk kadın il emniyet müdürü Naciye Ekmekçibaşı hedeflerini anlattı ve "Antalya'ya 104 noktaya 437 kamera yerleştiriyoruz dedi. Amasya’nın girişinde sizi şu yazı karşılar; ‘Sultanların şehri Amasya’ya hoş geldiniz.’ Dünyanın ilk coğrafyacısı Strabon M Ö 64’te Amasya’da doğmuş.
Fatih Sultan Mehmet döneminin ünlü cerrahı Sabuncuoğlu Şerefeddin, 1386 Amasya doğumlu. İlk kadın divan şairi Mihri Hatun 1460’ta Amasya’da dünyaya gelmiş. Hattatların piri Şeyh Hamdullah 1426 Amasya doğumlu... Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın il emniyet müdürü Naciye Ekmekçibaşı da, 1947, Amasya Gümüşhacıköy, Gümüş Beldesi Akçadere Köyü doğumlu. Ünlü Fransız arkeolog George Perrot, 1861’de boşuna söylememiş; ‘Amasya Anadolu’nun Oxford’udur’diye.
Antalya İl Emniyet Müdürü Naciye Ekmekçibaşı, avukat eşi Çetin Bey’le birlikte Uncalı’daki lojman villada yaşıyor. Sade mi sade, mütevazı mı mütevazı. Lojmanın bahçesindeki gülleri kendi elleriyle diktiğini gururla anlatıyor, Naciye Abla. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş derler ya, Ekmekçibaşı çifti de öyle. İkisi de güleryüzlülükte ne kadar cömertlerse, konuşmada o kadar cimriler. İki gün boyunca Antalya’yı konuştuk, Antalya’yı gezdik Naciye Abla’yla. Müdürlüğün yemekhanesinde kuru fasulye pilavları birlikte kaşıkladık, karpuz yedik, kahve içtik. Amma velakin, güzelim Antalya’nın adına terör sözcüğü yapışmasın diye, Naciye Ekmekçibaşı’nın bizzat yönettiği son El Kaide operasyonundan hiç söz etmedik. Antalya’ya hep birlikte hoş geldik, hoş bulduk.
Her okulun bir polis amcası var
- Antalya’da ilçeler dahil beş bin polis görev yapıyor, toplam araç sayımız 400 civarında. Sivil polis memurlarımız şehrin dört bir yanında, sahillerde görev yapıyor, kentin her yeri kontrolümüz altında. Antalya merkezdeki bütün okulların müdürleriyle toplantılar düzenleyerek sıkıntılarını bizlerle paylaşmalarını istedik. Hepsine Önleyici Hizmetler Şubesi’nin özel telefonlarını verdik. Okulda herhangi bir sıkıntı olduğunda kendileriyle ilgilenen memurumuzu arayıp durumu bildiriyorlar. Diyelim, bir çocuk birkaç gün okula gelmiyor, neden? Öğretmeni aracılığıyla öğreniyoruz ki, çocuk okuldan çıktığında birileri onun cebinden zorla harçlığını alıyor. Bu bize bildirildi, ekiplerimiz hemen olayı çözüp işi bitirdi. Bir de muhtarlarımızın görüşlerini alarak bir uygulamaya daha başladık. Diyelim ki, bir sokak çok karanlık ve orada çok hırsızlık oluyor. Bizim sokak sokak dolaşarak böyle yerleri tespit etmemiz çok zor. O mahallenin insanlarının bu gibi taleplerini muhtarlarına veya bize bildirmelerini istedik. Bu arada ikinci el eşya satan yerlerle ilgili de bir çalışma başlattım. Oraları zapt u rapt altına almaya kesin kararlıyım. Oraları hırsızlık mallarının en kolay satılabileceği yerler, elbette hepsi öyle değil. Bu çalışmamızda İngiltere’den bir örnek aldık. Özel bir kalem var, bununla evinizdeki, işinizdeki eşyaları işaretliyorsunuz, normal gözle görünmüyor. Bunlardan biri çalındı, satılırken gördünüz, kalemin özel ışığıyla bakıp yaptığınız işareti görüyorsunuz. Kalemleri öncelikle okullara, kamu kurumlarına vereceğiz, buralardaki en değerli mallar elbette bilgisayarlar.
Polis babanın polis kızı
- Babam Şükrü İşler başkomiserlikten emekli, amcam ve dayım da polisti. Ankara Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdim.Babamın şiddetle karşı çıkmasına rağmen, 1969’da dayımın kızıyla birlikte polis oldum. Bu arada öğrenimimi de tamamlayıp 1972’de Hukuk diplomamı aldım.
İlk tayin yerim Ankara Anafartalar Merkez Karakolu oldu. Babamdan dolayı karakol hayatını iyi biliyordum, üstümde hálá karakol kokusu vardır. 2003’de Antalya İl Emniyet Müdürlüğüne atandım.
Alışveriş beni dinlendirir
Evlenirken bir karar aldık, ben onun işini bilmeyecektim, o da benim. Bunu sürdürüyoruz. Ben Antalya’ya tayin olunca, aile bölünmesin diye Çetin Ankara’daki avukatlık bürosuna şimdilik veda etti.
Türk müziği hayranıyız, en çok Fehmi Tokay’ın ‘Benzemez Kimse Sana Tavrına Hayran Olayım’ şarkısını severiz.
Yasemin ve Yonca adlarında iki kızımız var. Yasemin 30 yaşında, ODTÜ Kimya Bölümü mezunu, İstanbul’da bir bankada çalışıyor. Yonca ise İzmir 9 Eylül İktisat bölümü mezunu, Ankara’da çalışıyor, 28 yaşında.
Beni en çok dinlendiren nedir biliyor musunuz, alışveriş. Çarşıyı, pazarı sabahlara kadar dolaşabilirim, bir şey almam şart değil.
Ben Galatasaray taraftarıyım, Çetin ise Fenerbahçe tutkunu. Çetin’in en büyük hayali bir gün benim de Fenerbahçeli olduğumu görebilmek.
Antalyalılar bekçi düdüğü duymaya başladı
‘Polis asker kadar disiplinli, hukukçu kadar hukuk adamı, bir anne kadar şefkatli olmalıdır.’ (Atatürk, 1934)
- Antalya 24 saat yaşayan bir şehir, bu yüzden kendiniz için belli bir süre ayırma şansınız yok. Mesela, burada göreve başladığımdan bu yana denize ayağımı bile sokmadım, hiç de şikayetçi değilim. Bazı şehirler geceleri uyur, Antalya ise hiç uyumaz, hep ayaktadır. Ben ve arkadaşlarım geceli gündüzlü, mesai tanımadan çalışarak Antalya’mızı güven içinde tutmaya gayret ediyoruz. Hizmetimizi daha da ileri götürebilmek için Valimiz Alattin Yüksel’le birlikte şehri kameralarla donatacağız. Şehirde 104 nokta tespit ettik, buralarda toplam 437 kamera olacak. 24 saat boyunca giriş-çıkışlarından, çarşılarına, pazarına, plajlarına kadar Antalya’yı izleyeceğiz.
Önleyici Hizmetler Şube Müdürlüğümüz’le Türkiye’de ilk olan bazı projeleri başlattık. İnsanlar benden hep eski bekçi amcaların düdüğünü duymak istediklerini söylüyorlardı. Biz de 80 küsur sokaktan oluşan bir pilot bölge seçip uygulamaya başladık. Gece 12’den sonra bu sokaklarda bizim çocuklar düdük çalarak devriye yapıyor. Bu uygulamadan sonra o bölgedeki ufak hırsızlık olaylarında az da olsa bir düşüş oldu.
Makyaj da yaparım, tuvalet de giyerim
‘Şuna inanmak lázımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir. ‘ (Atatürk, 1923)
- Çalışırken çok disiplinliyimdir ama, şefkati de elden bırakamıyorum. Aslında ters biri değilim, karşımdaki ters bir davranışta bulunmuşsa onu düze çevirmeye çalışırım. Hata yapılmışsa onu affetme yetkim yok, yasa neyi düzenlediyse, milim şaşmadan onu aynen yaparım. Duygularımı içimde saklayabiliyorum, çok sinirlendiğimde gözlerimi açarım. Yeri geldiğinde makyaj da yaparım, tuvalet de giyerim elbette. Gençliğimden beri hafif makyajı, açık renkli ojeyi tercih ederim. Gençliğimde biraz yüksek topuklu ayakkabı giyerdim ama, çok uzun yıllardır gardırobumda yok. Eskiden saçlarımı açık tutardım, artık topuzu tercih ediyorum, kullanımı daha kolay.
Silahımı yanımdan hiç ayırmam, atışta derecem yoksa da, yine de fena değilimdir. Evde blucinle ve spor ayakkabıyla çok rahat ederim. Sizi hayal kırıklığına uğratacağım ama, çok da iyi yemek yaparım. Bir dahaki gelişinizde size kendi ellerimle fırında etli pilavımı yapayım da, parmaklarınızı yiyin. Polisliğin kadınlara uygun olmadığını söyleyenlere sadece gülerim. Benim Çevik Kuvvet’te, Özel Harekát’ta kadın polislerim var. Erkek meslektaşlarıyla birlikte göreve gidiyorlar, nöbet tutuyorlar.
Yazının Devamını Oku