26 Aralık 2005
Vatikan Büyükelçiliği İstanbul Temsilcisi Başrahip Georges Marovitch yeni Papa'nın Türkiye aleyhindeki sözleri için konuştu. Bir başka deyişle, Vatikan Büyükelçiliği İstanbul Temsilcisi, Bakırköylü Başrahip Monsenyör Georges Marovitch’in karargahı. O, aynı zamanda Türkiye Katolik Ruhani Reisler Kurulu’nun sözcüsü. 1800’lerden kalma; büyük, bahçeli binanın ön kapısından içeri girdiğinizde Hz. İsa ve Meryem Ana karşılıyor sizi. Soldaki dik tahta merdivenden bir kat yukarı çıktığınızda büyük kabul salonunun kapısına geliyorsunuz. Burası Papa Roncalli ve Papa Jean Paul II’nin konuklarını kabul ettiği tarihi salon. Salonun arka bölüme açılan kapıdan her iki Papa’nın yaşadığı yatak odasına giriyorsunuz. Son derece mütevazı bu odada, ceviz bir karyola, küçük bir ceviz gardırop, küçük bir ceviz komodinden başka bir şey yok. Ne buzdolabı var, ne televizyon, ne radyo, ne bilgisayar var, ne internet, ne de mini bar. Ve bu arada, ilk kez Papa’nın yatak odasına girmiş oluyoruz. Monsenyör Marovitch, her zamanki güler yüzüyle salona girip bize hoş geldiniz derken, Mustafa Kemal’in Papa’ya yazdığı mektup geliyor aklıma. Papa XV. Benova, 1921’in ilk günlerinde yardımcılarından Kardinal Gaspari’yi Mustafa Kemal Paşa’ya göndererek, Anadolu, Kafkasya ve Küçük Asya’daki Hıristiyanların korunmasını rica eder. Mustafa Kemal Paşa, 12 Mart 1921 tarihli şu mektubuyla Papa’ya cevap verir: ‘Irk ve mezhep ayırmaksızın bütün memleketimiz sakinlerinin emniyet ve refahını temin mecburiyeti, insaniyetkárane hissiyatımızın ve dini mübini İslam’ın bize emrettiği bir vecibedir.’
Monsenyör, yüksek bir din görevlisi olarak Allah için siz söyleyin, biz Türkler Avrupalı mıyız, neyiz?
- O nasıl söz Yener Bey, Türkler öz be öz Avrupalı. Viyana’ya kadar gitmişler, İstanbul o zamanlar Avrupa’nın başkenti gibiydi. İstanbul bir zamanlar Avrupa’nın en büyük şehriydi, insanlar para kazanmak için buraya geliyordu. Şimdi Türkler Avrupa kapılarında iş arıyor olabilir ama, o eski günler geri gelecek. Bunları iltifat olsun diye söylemiyorum, hepimiz görüyoruz ki, Türkiye dev adımlar atıyor. Ben küçükken kiremitler Marsilya’dan, topluiğne Almanya’dan geliyordu. Türkiye 3 kere İtalya’dır, 2 kere Fransa’dır, burada her türlü zenginlik var. Türkiye’de İslamiyetin ne kadar güzel yaşandığına 70 yıldır bizzat ben şahidim. Ne yazık ki Avrupa bazı manevi değerlerini kaybetti. Türkler hiçbir zaman Allah’a küfretmez. Ama, Avrupa’da, İtalya’da bazı Hıristiyanlar Allah’a, Meryem Ana’ya küfrediyor. Ayrıca, Türkiye soğuk savaş döneminde NATO üyesi olarak komünist Rusya’ya karşı Avrupa’ya kalkan oldu.
Yeni Papa Ratzinger fikrini değiştirecek
Ağzınızdan bal damlıyor monsenyör ama, Papa XVI. Benediktus hazretleri ‘Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasının, kültürel farklılıklardan ve tarihi tezatlıklardan dolayı, bir hata olacağını’ buyurmuşlardı.
- Kardinalken sorumluluklar farklıdır, papa olduktan sonra ise sorumluluklar daha da farklı olur. İnsan hayatında sürekli tekamül vardır, papalar da insan. Yanlış yaptığınızı anlarsanız, o noktada ısrar etmeyip dönersiniz. Papa Ratzinger, bu sözleri Le Figaro muhabirine kardinalken söyledi. Papa olacağını bilmiyordu ki. Türkiye’yi ziyaretinden sonra Papa Ratzinger’in ülkemiz hakkındaki düşünceleri değişecek. Kaldı ki, onu Almanya’dan Vatikan’a getiren John Paul II’dir. Onun en yakın yardımcısı olan biri, ondan çok farklı bir anlayışta olamaz. Ayrıca, papanın her söylediği kayıtsız şartsız yerine getirilir diye bir şey de yok. O da her insan gibi fikrini söyler, ikna edebilirse dediği yapılır. Kendisi 2006 içinde Türkiye’ye resmen davet edildi, gelişi herhalde 2006’nın 30 Kasım’ında olur. Çünkü her yıl o tarihte Fener Rum Patrikhanesi’nde St. Andrew Ayini yapılır. Jean Paul II de Türkiye’yi aynı tarihte ziyaret edip bu ayine katılmıştı.
Sokaklarda İncil dağıtmaya karşıyız
Türkiye’de gece gündüz demeden çalışan Hıristiyan misyonerlerin arkasında Vatikan’ın olduğu inancı bizde pek yaygındır.
- Ne demek Müslümanlık, ne demek Hıristiyanlık; hepimiz Allah’ın varlıklarıyız. Katolik misyonerlik yapmaz, ben insanlık propagandası yapıyorum. Ayrıca Türk polisi çok iyi organizedir, öyle yerlerin hepsi kontrolü altındadır. Sizin söylediğiniz, bazı Protestanların Müslüman kardeşlerimize gidip, onlara ‘Kurtuluş sadece İsa’dadır, Hıristiyanlıktadır’ demeleri. Onların bir amacı da dini, İncil’i yaymaktır. Apostolik dediğimiz Hz. İsa’nın havarilerinin kurucusu olduğu hiçbir kilise de bunu tasvip etmez. Müslüman ‘Allah’a teslim olmuş’ demek. Biz ne diyoruz; ‘Her Allah’ı seven, Hıristiyan’dır’, demek ki isimlerin önemi yok.
Türk pasaportunu 74 yaşında aldım
1931 Bakırköy doğumluyum, 11 kardeşin en küçüğüyüm. Ailem ben 1 yaşındayken, Osmanlı döneminde İstanbul’a gelmiş. Babam Karadağ’dan, annem ise Yunanistan’ın Tinos Adası’ndan. Babam Erenköy’deki paşa köşklerinin bahçelerini düzenlerdi, annem de temizlikçilik, aşçılık yapardı. St. Benoit’yı bitirdikten sonra Vatikan ’da Kilise Hukuku tahsili yaptım. Geçen seneye kadar Türk vatandaşı değildim. Geçen yıl Başbakan Erdoğan kendisini ziyaretimizde konuyla bizzat ilgilendi. Türk nüfus kağıdımı ve pasaportumu çalışma ofisime kadar göndermek büyüklüğünü de gösterdi.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2005
Çetelerin bollaştığını, tribün terörünün arttığını belirten Ağar, bunları 1 ayda bitireceğini söyledi, ‘Güvenlik kuvvetleri dışında kimse silah taşımamalı’ dedi. İşte o röportaj:
1 AYDA BİTİRİRİM
Nedir bu çete bolluğu böyle, nereden çıktı, ya tribün terörü? Bunların hepsi bir ayda bitirilir, yeter ki irade ve yetenek olsun. Burada çalışan arkadaşların birçoğunu tanıyorum, bunlar her türlü zorluğun altından çıkacak kabiliyettedirler. Hükümet bunların eksikliklerini tamamlamaktan neden çekiniyor? Geçen gün İstanbul’da sokakta geziyorum, bir kadın elime sarıldı, ‘Sokağa çıkamıyoruz, bizi kurtar’ dedi. Erbabı namusu kim rahatsız ediyorsa, onu ben rahatsız
ederim, benim bakış açım budur. Sokaklar eli cebinde gezilecek, evler de en iyi rüyaların görüleceği yerler olmalı. Ben silahsız bir Türkiye arzuluyorum, güvenlik kuvvetleri dışında hiç kimsede silah olmamalı. Hükümet olduğumuzda ilk yapacağımız iş, adalet ve güvenlik reformudur. Adaletin hákim olmadığı ülkede, milletin devlete güveni kalmaz, biat duyguları zayıflar. Güvenlik de bunun ikiz kardeşidir, birbirlerini tamamlarlar. Toplum bir cinnet geçiriyor, bunun bir de güvenlik nedeni olmalı. Önüne gelene silah veriliyor, bu ne bolluk böyle? Kaldırın ruhsatların hepsini, silah taşımak bir süre için yasak edilsin. Silah taşınmasının nedeni, herkesin kendi güvenliğini kendisi sağlama hevesinden.
SUSURLUK, ÜZERİMDEN DEVLETLE HESAPLAŞMADIR
Susurluk denilen hadise, devletin galibiyetinin benim üzerimden öcünün alınmaya çalışılmasıdır. Birilerinin amacı; BASK, IRA gibi bir modelle devleti pazarlık masasına oturtmaktı; ama buna izin vermedik. Bütün hesaplarını bozunca, benim üzerimden devletle bir hesaplaşma içine girdiler. Devletin galibiyetinden rahatsız olanlar, bizim yaptığımız meşru mücadeleyi gayrimeşru olarak göstermeye çalıştılar. Bireysel bazı hatalar abartılarak takdim edildi, mesele dejenere edildi. Bilerek yaptığım hiçbir hata yok, aldığım riskler var. Zaten hukuk meseleyi yerli yerine oturttu, millet de beni haksız ithamların içinden çekip çıkardı. Kendi partimin yönetimi bile beni siyasi yalnızlaşmaya bırakmıştı. Evlat acısı çekerken, üzerime yöneltilen haksız saldırılar benim bu mücadele azmimi biledi. Haksızlıklar ve hücumlar lince dönüşmeseydi, siyaseti bırakacaktım.
YAĞMALAMADIM ÇALMADIM, SOYMADIM
Özellikle İstanbul’dakilere söylemem lazım, bunlar burada evlerinde rahat etsinler, huzur içinde olsunlar diye ben orada binlerce arkadaşımla birlikte büyük riskler aldım. Ondan sonra bir Susurluk masalının arkasına saklanılmasını hálá anlamış değilim. Türkiye’nin bölünmezliğine yönelik, Türkiye’nin terörle binlerce vatandaşının öldürülmesine yönelik faaliyetlerin önlenmesinde rol oynamış bir insandan neyin rahatsızlığını duyuyorsunuz? Ben devletten çalmadım, kredi almadım, teşvik almadım, banka soymadım, hazine arazisi yağma etmedim. Ben, binlerce arkadaşımla birlikte devlet nizamına isyan eden bir eşkıya grubuna karşı mücadele ettim. Eğer soldan gelen bir adam olsaydım, lehimde yüzlerce kitap yazılır, düzinelerce film çekilirdi.
Terörle mücadelede CIA’dan hizmet aldımBen 8 Temmuz 1993’te Emniyet Genel Müdürü olarak göreve başladığımda, Türkiye, tarihinin en ağır terör kriziyle karşı karşıyaydı. Bingöl’de 33 erimiz şehitti, öğleden sonraları yol emniyeti kalmamıştı. Her gece inisiyatif devletin elinden gidiyordu, Batı’daki büyük şehirlerimizde de yoğun bir terör dalgası vardı. Pasif, çekingen, kendi kabuğuna çekilen devletin meşru güvenlik güçlerine hızlı ve netice alıcı yeni bir konsept getirdik. Bölge halkının da büyük desteğini alarak işi bitirdik. O zaman terörün arkasında çok güçlü yabancı servisler vardı. Bugün dost olduğumuz birçok ülkenin servisleri işin ardındaydı. Bir de bunların karşısında olması gereken servisler vardı, ben de onlarla görüştüm. Ondan sonra, CIA ve onun yönlendirdiği servislerden teknoloji ve istihbarat anlamında çok önemli hizmetler aldık. Göreve geldiğimde eksik olan en önemli unsur istihbarattı. İstihbarat toplamak her zaman riskli, zor bir iştir. İstihbaratın teknolojik ve insana dayalı tarafları var. İnsana dayalı tarafında, o günün şartlarında her türlü imkándan istifade etmek mecburiyetim vardı. Burada riskler vardır, ben bu konuda hiç kimsenin alamadığı riskleri almak zorundaydım. Huzurlu ve rahatım ki, buralardan hiçbir zaman şahsi menfaat elde etmedim. Neticede bu işi 1996 başında halkın büyük desteğiyle bitirdik. Bunun en net ifadesini
Öcalan, İmralı’da söyledi: ‘Biz 1993’e kadar bu meseleyi bitirdiğimizi düşünüyorduk. Ondan sonra farklı bir mücadele konsepti geliştirip 1993-95 döneminde bizi yok ettiler.’
Osmanlı’dan kalana Türk milleti demişiz
Bizim ölçümüz; müşterek vatan, bölünmez bütünlük, cumhuriyetin hür ve eşit vatandaşlığı. Türkiye’nin her bölgesindeki vatandaşlarımız özgür iradelerini her seçimde kullanıyor. Türkiye’de 1946’dan beri hür seçimler yapılıyor, her seferinde her kökenden vatandaşımız belediye başkanlığından milletvekilliğine kadar seçilebiliyor. Bakan da oluyor, başbakan müsteşarı da, başbakan da, orgeneral de, cumhurbaşkanı da. Gelişen dünya konsepti içinde, bu vatandaşlarımız için bireysel özgürlüklere yönelik açılımlar da yapıldı. Ama, bu bireysel hakları kolektif haklara taşımak söz konusu bile olamaz, bunu herkes bilmeli. Devletin sorumlu makamlarında olan insanlar her dakika kimlik tartışmalarıyla ülke gündemine gelip, vatandaşa bir araştırma görevi filan veremez. Bunlar geliştikçe, herkes başlar, ‘Benim köküm ne, dibim ne?’ diye sormaya. Burası imparatorluk várisi olan bir ülke. Lozan’dan sonra Osmanlı’dan elimizde kalanların hepsine Türk milleti demişiz. Bu meseleyi 1924 Anayasası çözmüş, halkın böyle bir meselesi yok.
Aile fotoğrafı
Emel-Mehmet Ağar çiftinin hayattaki tek varlıkları Tolga Ağar 30 yaşında. İstek Özel Bilge Kağan Lisesi’nin bitirdikten sonra Boston Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler okumuş. Halen İstanbul’da yüksek teknolojik araçların ticaretiyle uğraşıyor. Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2005
Büyük bir iddiayla söylüyorum, ben iktidar olduğumda Türkiye’nin dağlarında, dışarıdaki dağlarda Türkiye’nin aleyhine yönelik hiç kimse kalmayacak. Benim dışımda kimsenin alamayacağı kararları rahatlıkla alırım. Eğer toplumsal şartlar oluşursa, affı da gündeme getiririm. MEHMET Kemal Ağar... Jandarma yüzbaşısı Süleyman Bey’in torunu, Zülfü’den olma, Mualla’dan doğma, 30 Ekim 1951 Ankara doğumlu. Kimilerine göre devletin sır küpü. Kimilerine göre, ülkemizin yaşayan en dokunulmaz, en güçlü kişisi. Kimilerine göre, sistemin kara kutusu. Kimilerine göre, derin devletin en derinindeki demir çekirdek. Kimilerine göre de, "Susurluk Skandalı"nın 1 numaralı ismi.
PİKE MEHMET
Bilardo masalarının ünlü "Pike Mehmet"i. Amansız bir Galatasaray áşığı. DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar ve sevgili eşi Emel Ağar’la Çırağan Otel Kempinski’de buluştuk. Daha sonra aramıza Ağarlar’ın biricik oğulları Tolga da katıldı ve ilk defa fotoğrafının çekilmesine izin verdi. Otelin Genel Müdür Yardımcısı Sevgili Eyüp Babür ile Ön Büro Müdürü Levent Topçuoğlu yine muhteşem bir organizasyon yapmışlardı Kral Dairesi’nde.
SIR KAPISI AÇILDI
Laf lafı açtı, zaman tünelinde geçmişten nefessiz nice turlar attık. Gözümüz ne balığı gördü, ne zeytinyağlı dolmaları, ne salatayı, ne de baklavaları. Hatta, ne de ayaklarımızın altına serilen güzelim Boğaziçi’ni. Komiser yardımcılığından beri tanıdığım Mehmet Ağar, bugüne kadar adını bile anmadığı "derin sır küpü"nün kapağını ilk kez araladı.
ALEYHİMİZE KİMSE KALMAYACAK
"Büyük bir iddiayla söylüyorum, ben iktidar olduğum vakit Türkiye’nin dağlarında, dışarıdaki dağlarda Türkiye’nin aleyhine yönelik hiç kimse kalmayacak. Benim dışımda kimsenin alamayacağı kararları, ben rahatlıkla alırım. Eğer toplumsal şartlar oluşursa, affı da gündeme getiririm. Türkiye’de aflar, toplumda genel kabul oluştuğunda yapılırsa fayda getiriyor. Aksi takdirde, yeni bir suç patlaması ortaya çıkarıyor. Bir konuyla ilgili af çıkardığınız vakit, Anayasa’daki eşitlik ilkesi gereği her tarafa teşmil ediliyor. Bundan dolayı toplumda affa karşı geniş bir karşı çıkış oluyor.
EVLATLAR ÖLMESİN
Türkiye dış politikasını, güvenlik politikasını sürekli olarak PKK’ya endeksli olarak yürütemez. Artık örgüte adam gitmemeli, bunun önünü kesmek lazım. Dağda uzun yıllar yaşamanın mümkün olmadığını herkes görmüş durumda. Onun için bu işi bırakmalarını, normale dönmelerini sağlayacak bir siyasi ağırlığı koymak lazım. Öyle bir noktaya geldik ki, büyük yaralar almış insanlar, yeni yaralar, yeni acılar olmasın diyor. Bir insanın hayatında evladından başka feda edebileceği kıymetli ne olabilir? Bu fedakár insanlar, "Türkiye’de bir daha bunlar olmasın" diyorsa, önünüzde bir alan açık demektir. Hiç kimsenin evladı ölmesin, hiç kimsenin evladı dağda olmasın, dağda hiç kimse olmasın."
Kürtlerin dünyadaki tek devleti biziz
Kürtlerin dünya yüzünde bir tek devleti vardır, o da Türkiye Cumhuriyeti’dir. Oraların huzuru, İstanbul’un, İzmir’in, Bursa’nın, Antalya’nın, Ankara’nın huzuru demektir.
10 yıl boşa geçti
Ne yazık ki, bizden sonraki hükümetler, "Nasıl olsa bitti" havasıyla işi gevşek tuttu. Rehabilitasyon için o bölgelere öngördüğümüz sosyo-ekonomik taarruz yapılamadı. 10 yıllık süre boşa geçirildi. Eğer o dönem boşa geçirilmeseydi, bugün dağda adam kalmazdı. Şimdi her dış politika görüşmesinde PKK’yla mücadele için yardım istenerek Türkiye küçültülüyor. Türkiye bu meseleyi kendi iç dinamikleriyle halledecek. CIA, FBI başkanları benimle de görüşmeye geldi, ben de onları ziyarete gittim; ama hepsi gizli kaldı. Bu görüşmeler davul zurnayla yapılmaz, aksi olursa karşı taraf bunu aksettirmek istiyor diye düşünürüm."
Eşi papatya olmayan tek devlet memuru
Hukuk devletinde polis kökenli başbakan neden olmasın Sayın Süsoy? Bana devlette düşen misyon güvenliğin sağlanması, Türkiye’nin bölünmesiyle ilgili teşebbüslerin önlenmesiydi. Siyasette ise başka bir misyonum var, bu yüzden beni sadece polislikle özdeşleştirmeyin. Mülkiye’nin İktisat Maliye Bölümü mezunuyum. Polislikte, kaymakamlıkta, genel müdürlükte, valilikte, bakanlıkta edindiğim tecrübe birikimiyle, daha demokrat, daha özgürlükçü, daha güçlü bir hukuk devletini var etmek için çalışıyorum. Kaldı ki, polis halk çocuğudur, Anadolu çocuğudur, toplumun gerçek aynasıdır. Türkiye’de gerçek anlamda halkın içinden çıkan tek siyasetçi benim, bunu kimse kavrayamadı daha.
HER MAKAMI GÖRDÜM
Türkiye’de beni cezbedecek bir makam yok, hemen hepsini genç yaşta gördüm. Alttan yukarıya kendi tırnaklarımla kazarak geldim. Devlette çok önemli hizmetler yaptım, her mücadelede milletimi rahat ettirici sonuçlar aldım. Ben siyasette hiç kimseye sığınmadan, doğrudan milletin gücüyle bu yerlere geldim.
BEN DEVLETE SIĞINMADIM
Herkesin zannettiğinin aksine, ben devlete sığınmadım, beni himaye eden, koruyan hep milletin kendisi oldu. Bir dönem eşi papatya olmayan tek devlet memuru bendim. Milletim, devletim için yaptıklarım helal olsun. Sadece, çocuklarımla yeteri kadar ilgilenemediğim için çok acı duyuyorum. Bu acıyı hayatımın sonuna kadar da taşıyacağım.
Herkesin kocama bir oy borcu var
Yener Bey, bunları bir kereye mahsus size anlatacağım. Sonra sonsuza kadar susacağım. Yasemin’imizin vefat ettiği anda, Mehmet, "Her şey bitti, siyaseti de bırakıyorum" dedi. Ben anında karşı çıktım, "Hayır bırakmıyorsun, bak çocuğumuzun gözleri açık. Asıl şimdi başlıyorsun. Yasemin seni ne kadar çok severdi. Susurluk denen şeyi, arkasından babanın çıkacağını bilsen bile araştıracaksın. Yasemin’in gözleri ancak o zaman huzur içinde kapanır" dedim.
Mehmet çok baba adamdır
Mehmet o kadar altın kalplidir ki, cezaevine giden suçlunun cebine sigara ve harçlık koyduğunu çok iyi bilirim. Çok baba yönleri vardır, sohbetlerinin tadına doyum olmaz. Sonuna kadar kocamın yanındayım, ona çok güveniyorum, inanıyorum. Bu ülkede yaşayan herkesin, sevse de sevmese de Mehmet Ağar’a bir oy borcu var. Bu ülke için kendini, ailesini, her şeyini feda etti. Verin bir oy, deneyin bu adamı.
Oğlum ülkeye cumhurbaşkanı olacak bir gün
Yeni evliyken, kayınvalidem bir gün bana, "Bak kızım, benim oğlum yarın bu ülkenin cumhurbaşkanı olacak" dedi. Rahmetli kayınpederim Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde koruma müdürüyken, Mehmet oradaki lojmanlarında doğmuş. Kayınvalidem bir gün Mehmet’in göbeğini alıp, ulaşabildiği hızla Celal Bayar’ın oturduğu Köşk’e doğru atmış. Rahmetli, "Ben rüyamda Atatürk’ü gördüm, onun için önce adını Mustafa Kemal koyduk; ama sonra babası Mehmet Kemal olsun dedi" diye anlatmıştı bana.
Bileğini bükemedik
Mehmet Ağar ile arkadaşımız Yener Süsoy, çok uzun süren sohbetlerinin sonunda bilek güreşine tutuştular. Elazığ asıllı Ankaralı Ağar ile Karagümrüklü Süsoy’un mücadelesi hayli çekişmeli geçti. Önceleri baskın durumda olan arkadaşımız, sonunda Ağar’ın galibiyetini alkışladı.
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2005
Sen kalk Sivas’ın 3050 rakımlı Kızıldağ’ının eteğindeki İmranlı’nın Karataş Köyü’nden çık, sonra gel Fransa’nın Gurmeler Kulübü’nün üyesi ol. Komilikten garsonluğa, şeflikten genel müdürlüğe ve patronluğa kadar uzanan maratonda sosyetenin gözbebeği ol. Discorium’dan bütün Şamdan’lara, Juliana’s’dan Venge’ye, Margaux’dan şimdi de Nişantaşı Komşu Kebap’a kadar. Onun adı Kemal Koç. Sivaslı bir kapıcının çocuğu. Şimdi, en ünlü terzilerden giyiniyor, ayağında en pahalı ayakkabılar, kolunda en ünlü saatler. Komşu’nun duvarlarında sarmısak, soğan değil İsmail Acar’ın tabloları asılı. Kemal Koç bu belli olmaz, bakarsınız bir gün doğup büyüdüğü toprakların aşlarını da yapar. Pancarlı çorba, madımak, evelik, düğürcek aşı, tırhıt, sübüra, kelecoş, tarhana, içli köfte, hıngel gibi. Yanlarında da tandırda kül çöreği, kömbe veya kete olacak. Afiyet olsun.
Gecede 70 şişe şampanya
- Sosyete kelimesine oldum olası takılıyorum, ne sosyetesi Allah’ını seversen? Sen bu dünyanın girdisini çıktısını benden daha iyi bilirsin. Ben onlara cemiyetçi insanlar diyorum, her magazin sayfasında adı çıkan sosyete olursa vay halimize. Bir ara Türkiye’de millet zannetti ki, bir yeni süper lig oluşuyor. Orada bir an önce yer almak için insanlar birbirini ezdi, servetler harcadı. Bakın şimdi, o süper ligde oynayanların çoğu küme düşmüş durumda. Ama, 1. ligde olanlar ise öyle ya da böyle hálá yollarına devam ediyor. Demek ki, uzun vadede istikrarlı giden, namusuyla işine gücüne sahip olana bir şey olmuyor. Vur-kaççılar, hayaliciler, havadan para bulanlar gece hayatından da silinip gitti. 12 Eylül’den önce 70 şişe şampanya sattığımız geceler çok olmuştur. Sevgililerinin ayakkabılarından şampanya içenleri de çok gördüm, o dönemde. Şimdi o insanların çoğu perişan durumda, aralarında yardım ettiklerim bile oldu.
Club 12’de Aşık Veysel çaldıran kabadayı
- Sivas’ın İmranlı ilçesinin Karataş Köyü’nde 1957’de doğdum. Anam küçük tarlamızda çalışırdı, babam amelelik yapmak için Ankara’ya giderdi. 1965’de ailece İstanbul’a göçtük, babam Harbiye Ölçek Sokak’ta bir apartmanın kapıcısı olmuştu. Altınbakkal İlkokulu’nu zor bela bitirdikten sonra Şişli Ortaokulu’na gittim, Mustafa Sarıgül sıra arkadaşımdı.
Ondan sonra Taksim’deki Turizm Eğitim Merkezi’nden mezun oldum. İlkokuldayken yazları Dolmabahçe sirklerinde minder satardım. 10 yaşındayken Devekuşu Kabare Tiyatrosu’yla tanıştım, ağabeyim orada garsondu. Tiyatronun patronu da olan Haldun Bey, her akşam oyunu benim oradan seyrederdi. Metin Akpınar’ın masası bir başka olurdu, sohbetlerine doyulmazdı. Bazen 24 saat masadan kalmadığı olurdu, masadakilerin hepsi değişir, bir tek o sabit kalırdı.
1982’de Park Şamdan’ın metrdoteliyken, bir akşam Metin ağabey geldi. Onu iyi tanıdığım için şef arkadaşım Hıdır’a; ‘Sen git, ben Metin ağabeye hizmet ederim’ dedim. Hıdır, ‘Sen git, ben yarın geç geleyim’ dedi. Başına gelecekleri bildiğim için hiç sesimi çıkarmadım. Ertesi gün öğleye doğru işe geldiğimde, Hıdır sakalları çıkmış bir vaziyette beni bekliyordu, Metin ağabeyin başında. Alt kat, devrin en popüler mekanı Club 12’ydi. Her akşam mutlaka inip kuru fasulye yerdim. Bir gece ismi lazım değil, rahmetli ünlü bir kabadayı, orkestradan áşık Veysel’in ‘Dostlar Beni Hatırlasın’ını istedi. Çaldılar, dinledikten sonra Club 12’nin bulaşıkçısından müdürüne kadar bütün personele bahşiş dağıtıp gitti.
Üç bin dolar bahşiş
- Meslek hayatımın en büyük bahşişini Yeniköy Sabancı Korusu’ndaki Şamdansa’nın genel müdürüyken aldım. Kazak bir iş adamı, sahnedeki Nükhet Duru’dan bir şarkı istemiş, ilgilenmemişler. Adam bana gelip o şarkının söylenmesi için ricada bulundu, ben de Nükhet’ten rica ettim, söyledi. Nükhet şarkıyı bitir bitirmez adam yanıma gelip elime bir tomar para sıkıştırdı. Baktım tam üç bin dolar, Nükhet’e dönüp aynı şarkıyı bir kere daha söylemesini rica ettim. Buna rağmen, ben bol bahşiş veren müşteriye karşıyım. Ben maratoncuyum, aç-kapa iş yapmıyorum, para uzun vadede gelsin. Kısa vadede yapılan işlerin çoğu havayla gelip, kısa süre sonra sönüp gidiyor. Bugüne kadar hesap ödemeyen müşteriyle hiç karşılaşmadım ama, borç takan çok oldu. Ünlü bir işadamı Le Select’te verdiği yemekten sonra masadakilerden para topladı. Bana ise, hesabı daha sonra ödeyeceğini söyledi. Masada 18 kişi vardı, hesap bin küsur dolardı.
Garsonun hafızası güçlü olacak
Turgut Özal nur içinde yatsın, onun sayesinde bu sektör rahat nefes aldı. Astoria’da çalışırken dokuz şişe viski için altı arkadaşımla birlikte 3.5 sene Toplu Kaçakçılık’tan yargılandım. Bugün dünyanın dört bir yanından hangi içkiyi istersen bulursun Türkiye’de. Yalnız gümrük vergileri, komisyonlar ithal içkilerin fiyatını anormal yükseltiyor. Adam kendi ülkesinde 100 Euro’ya içtiği şarabı, burada 200-300 Euro’ya içiyor.
Garson alırken önce ellerine, sonra yüzüne bakarım. Eğer eli titriyorsa gönderirim, garsonun hem bileği, hem hafızası güçlü olacak.
İstanbul’da mesleğimin her kademesini yaşadım, her türlü zevki tattım. Artık biraz da bunu komşu ülkelerde yaşamak istiyorum, ilk hedefim Atina. Olimpiakos’un başkanı Socrates Kokkalis’le yakın ahbap oldum. Buraya en az yedi kere geldi, her seferinde bana, ‘Seni Yunanistan’da görmek istiyorum’diyor. Kokkalis, beni Olimpiakos’un aktif üyesi yaptı, oy kullanma hakkım da var. Ayrıca Beşiktaş’ın da kongre üyesiyim, bunu da iftiharla söyleyeyim.
Çocuklarınıza sahip çıkın
- HÜRRİYET aracılığıyla bütün anne ve babalara seslenmek istiyorum. Benim de üç oğlum var, herkes gibi ben de onları nice zahmetlerle büyütüp okuttum. Üzülerek görüyorum ki, gece hayatında yaş seviyesi çok düşmüş durumda. Neredeyse ilköğretim mezuniyet törenlerinde bile içki içilecek. Geceleri o kulüp senin, bu kulüp benim diye gezen küçücük kızları gördükçe içim parçalanıyor. Boyalı saçlar, inanılmaz makyajlar, mini mini etekler. Heba olmaya aday nice gencecik kızlar, çocuklar var. O çocukların ceplerinde tomar tomar dolarların ne işi var, neden veriyorsunuz analar, babalar? Lütfen, çocuklarınızın çevresinde kimler var, iyice bakın. Bugün gençlerin çoğu hafta sonlarında birbirlerinde kalıyor. Kim kiminle, hangi arkadaşlarıyla, nerede, nasıl kalıyor haberiniz var mı?
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2005
Prof. Tülay İçli, kadınların neden cinayet işlediklerini analiz ederken, Anadolu’da kadına uygun görülen klasik rolün, kadınları bir açmaza sürüklediğini söylüyor: ‘Bu yüzden birçok vakada kadınların cinayeti, mutsuz bir evliliğin sorunlarını çözme ve bitirme yolu olarak seçtiklerini gördük.’ Uzun yıllardır cinsiyet ve suçluluk üzerine çalışmalar yapan bir sosyologsunuz. ‘Kriminoloji’ adlı kitabınız da çok ünlü. Kadın ve erkek hükümlüler arasında sosyal geçmişleri açısından ne gibi farklılıklar var?
- Türkiye’de adam öldürme ve öldürmeye teşebbüs suçunu işleyen kadınların oranı, öteki birçok ülkede olduğu gibi erkeklerden daha düşük kalıyor. Türkiye’de geleneksel değerler açısından aile birincil derecede önem taşıyan kurumdur. Boşanma oranlarının düşük düzeyde kalması da bu gerçeğin bir göstergesi aslında. Bizim toplumumuzda kadının statüsü anne ve ev kadını olmak gibi geleneksel rollerle belirleniyor. Kırsal kesimde kadınlar genellikle erken yaşlarda evleniyor, eş seçimleri de çoğunlukla aileleri tarafından yapılıyor. Boşanmak da, kadın açısından kolayca gerçekleştirilebilecek bir seçim değil. Bu yüzden birçok vakada kadınların cinayeti, mutsuz bir evliliğin sorunlarını çözme ve bitirme yolu olarak seçtiklerini gördük. Araştırmalarımızın sonucunu beş ana maddede toplayabiliriz:
1) Kadın hükümlüler arasında adam öldürme ve öldürmeye teşebbüs suçunun ana motifi namus ve şerefi korumak.
2) Kadın hükümlüler arasında adam öldürme ve öldürmeye teşebbüs; çoğunlukla eş, sevgili ya da kumaya yönelik.
3) Onuru korumak amacıyla işlenen adam öldürme ve öldürmeye teşebbüs suçları, kırsal alanda kent yerleşim alanlarından daha sıklıkla görülüyor.
4) Kocaları tarafından şiddete maruz kalan kadınlar, cinayet ve cinayete teşebbüs suçunu çoklukla kocalarına karşı işliyorlar.
5) Kadın hükümlülerin aileleri ve arkadaşları, kadınların işlediği adam öldürme ve öldürmeye teşebbüs suçlarını çoğunlukla hoşgörü ile karşılıyor.
Zaman zaman, polis kendi halkına karşı, halk kendi polisine karşıymış gibi tablolar görüyoruz.
- Düşünün, babası tarafından dövüldüğü, tecavüz edildiği için evden kaçan kızı tekrar o adama teslim ediyor. Çocuğa yapılanlarla ilgili herhangi bir yaptırım yok, baba çocuğunu teslim alıp bildiğini yapmaya devam ediyor.
Toplum destekli polis
Günümüzde polisin görevi, suçla mücadele etmenin ve suçluları yakalamanın ötesinde. Toplum destekli polisliğin amacı, polisin halkla işbirliğini güçlendirme yoluyla suç önleme konusundaki fonksiyonunu daha etkin hale getirmek. Faaliyetlerini halkın da yardımını alarak, açık bir şekilde yapmak. Böylece polisin kamudaki meşruiyeti ve saygınlığı artacak, ayrıca suçla mücadele eden polis birimlerinin uzun vadede yararına olacak.
Polis memurları, halkı suçla mücadelede bir ortağı, hatta meslektaşı olarak görecek. Dolayısıyla suç ve suçlu aleyhinde yürütülen faaliyetler de toplum geneline yayılmış olacak.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2005
Al bayrağa renk veren, şehitlerin kanıdır, Polis Akademisi, Türk’ün şeref, şanıdır. Ankara Gölbaşı’ndaki Polis Akademisi’ndeyiz. Güvenlik Bilimleri Fakültesi’nin ilk kadın ve sivil dekanı Prof. Dr. Tülin Günşen İçli’nin konuğuyuz. Emniyet Genel Müdürü aziz dostumuz Vali Gökhan Aydıner’in kapı gibi izin belgesi de cebimizde. Önce sizlere, Polis Akademisi’nin tatlı dilli, güleryüzlü sarışın dekanını tanıtmam gerek. Tülin İçli, Muğla Turgut Reis Lisesi’ni birincilikle bitirdikten sonra Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi’nden bölüm ikincisi olarak mezun olmuş. Ardından ABD Kentucky Louisville Üniversitesi’nde mastır yapmış. Ödül bakımından da hayli zengin Tülin Hoca; Louisville Üniversitesi Üstün Başarı Bursu, Hacettepe Üniversitesi Bilim Teşvik Ödülü, YÖK Üstün Akademik Performans Ödülü. 32 yıllık eşi Fikri İçli, Ankara Tıp Fakültesi Tıbbi Onkoloji Anabilim Dalı Başkanı. Oğulları Alp, inşaat mühendisi, halen Boston Üniversitesi’nde MBA yapıyor. Kızları Başak da aynı üniversitede biyoloji mastırını tamamlamak üzere. Öğle yemeğinde karavanada ne olduğunu da merak eden olabilir, hemen söyleyeyim: Domates çorbası, salata, ekşili köfte, makarna ve elma. Yemekten sonra isteyene çay, isteyene kahve de var, yeter ki şimdi sessiz olalım. Buyursunlar sayın İçli.
Sevgili polis arkadaşlarımız: öğretmenleri, işçileri, gazetecileri dövmeyi de burada mı öğreniyor?
- Burada geleceğin polis yöneticilerine tam anlamıyla insan haklarına saygılı olmayı öğreten bir eğitim veriyoruz. Polisin şiddete yönelik tutumunu ben de kınıyorum, hiçbir şekilde hoşuma gitmiyor. Karşısındaki öğretmen de olabilir, kadın da, erkek de, işçi, işsiz de. Polisin yetkileri arasında insan dövmek yok. Temelde insanın insana şiddet kullanmasına karşıyım, hele bu polisse çok daha dikkatli olmak durumunda. Bu fakülteye 16 yıl önce ders vermeye başlayıncaya kadar benim de şüphelerim vardı. Ama gördüm ki, yetkisini aşan polis görevlileri cezalandırılıyor. Diyelim ki, ben polisim, siz bana çok ağır küfürler edip illegal sloganlar atıyorsunuz. Bana verilen emir ise sizi durdurmak. İşte o anda ben kontrolümü kaybedip yetkimi aşabiliyorum. Ben polissem etmemem gerekir, her durumda kendimi kontrol etmeliyim. Otoritenin korkulup sayılması da lazım ama, bu sevgiyle olmalı bence. Düşünün, birisini mezun edip, beline tabanca veriyorsunuz, müthiş etkili. Bu insanın nasıl davranacağını an be an kontrol etmeniz çok zor. Bu yüzden okullarımızda beynini çok iyi yıkamanız lazım, yıkıyoruz da.
Polis Akademisi’nin yakın geçmişte dinci kesimin etkisi altında olduğu, bunun öğrenimlerine de yansıdığını biliyorum. Bakıyorum öğretim üyeleri tuvaletleri bile hálá alaturka.
- Ben yaşamı boyunca siyaseti bulaşmayan Atatürkçü bir akademisyen bir kadınım. Burada da laik ve çağdaş, Atatürk ilke ve devrimlerine sık sıkıya bağlı bir Türk kadını olarak dört yıla yakın görev yapıyorum. YÖK’ün zorunlu kıldığı İnkılap Tarihi dersleri biz de aynen okutuluyor. Kimse şüphe etmesin ki, burada Atatürk’e gönülden bağlı, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin polislerini yetiştiriyoruz. Bugüne kadar kimseden bana hiçbir siyasi baskı gelmedi, son derece özgür ve rahat çalışıyorum. Fakültemize farklı kaynaklardan öğrenciler geliyor. Aralarında, anne-babalarının başını okşamadığı çocuklar da var. Biz bu çocukları hamur gibi yoğurup, yeniden şekillendirmeye çalışıyoruz. Onlara her şeyi öğretiyoruz, nasıl yemek yeneceğinden, kızlara nasıl davranılacağına, nasıl müzik dinleneceğinden, nasıl dans edeceklerine kadar. Polis Koleji’nden gelen öğrencilerimiz zaten çok güzel yetişmiş. Onun dışındakiler, kızlarla arkadaşlık etmek konusunda çok çekingenler. Bütün bunları misafir öğrenci olarak öğrenim yapan; Arnavutluk, Azerbaycan, Bosna Hersek, Gürcistan, Filistin, KKTC, Moğolistan, Moldavya, Türkmenistan, Kırgızistan, Makedonya ve Ürdünlü gençlere de öğretiyoruz.
Kadına şiddet bütün dünyada var
Feminist sözcüğünü kendinize uygun bulur musunuz?
- Ben yıllardır kadın haklarının savunulması dahil, bu konuda her türlü çalışmaya katılıyorum. Feministlerin bir kısmı, bunu tamamen erkek düşmanlığı haline çeviriyor. Ben erkek düşmanı bir feminist değilim, bizdeki feministlerin çoğuyla da ortak yanımın olduğunu sanmıyorum. Kadına şiddet sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada var. Amerika’da kız arkadaşlarını döven, tecavüz eden o kadar çok insan var ki. Özellikle üniversite kampüslerinde tecavüz ve şiddet olayları çok yüksek. İngiltere’nin eski yasalarında, ‘Erkek, kadını parmağından kalın olmayan bir sopayla dövebilir’ maddesi var. Amerika’nın bazı eyaletlerinde, evli kadınlar eşlerinin onayı olmadan mal-mülk edinemiyor. İstanbul’da, Ankara’da çok lüks yerlerde oturup Doğu ve Güneydoğu kadınları hakkında ahkam kesmek hem gereksiz, hem de boş.
Bu arada bir şey daha söylemek istiyorum: Karakol polisi bence ‘bekçi amca’ rolü oynamayıp kendi görevini yapmalı. Bunu yaparken de yumuşak, kibar olmalı. Diyelim ki, tecavüze, şiddete maruz kalmış bir kadın geldi, kalkıp da ona, ‘Falan yerde bu saatte gezmeseydin başını bunlar gelmezdi’ gibilerinden sözler söylememeli. Ya da dayak yemiş bir kadına; ‘Kocandır, hem sever, hem döver’ dememeli. Bunları derse, o kadın bir daha kalkıp karakola gelmez, kendi işin kendi halletmeye kalkar.
YARIN: KADINLARI KİMLER ÖLDÜRÜYOR
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2005
FIFA İcra Kurulu üyesi ve UEFA 1. Başkan Yardımcısı Şenes Erzik, Türkiye-İsviçre milli maçlarından sonra yaşanan olaylarla ilgili olarak FIFA Disiplin Kurulu’nun bugünkü toplantısı öncesinde Hürriyet’e konuştu.
<B> Türkiye için elinizdeki tüm imkanları sonuna kadar kullandığınıza inanıyor musunuz?
</B>- Evet, sonuna kadar kullanıyorum ama, şöyle yaptım, böyle yaptım diye bugüne kadar hiç kendi reklamını yapmadım. Bazen kendimce yapmamam gereken şeyleri bile Türkiye söz konusu olduğu için yapıyorum. Ben bugün ve yarın İsviçre’de ifade verecek ekibimize uygun bir zemin hazırlamalıydım. Türkiye’nin çıkarları için Blatter’e gitmek zorundaydım, gittim. Hem de yalnız gitmedim, yanımda federasyon başkanımızı da götürdüm. Ondan sonra Blatter’le baş başa özel bir görüşmemiz oldu.
Bu arada UEFA Başkanı Lennart Johansson’le da konuştum. Johansson da Blatter’in gazetecilere yaptığı açıklamaya çok sert tepki verdi.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2005
FIFA Başkanı Joseph Sepp Blatter’le Zürih’te yaptığı baş başa görüşmeden sonra İstanbul’a dönen Şenes Erzik, müjdeyi Hürriyet’e verdi: ‘İhraç kararı beklemiyorum. ’ UEFA ve FIFA’nın üst düzey yöneticisi, TFF’nin Onursal Başkanı Şenes Erzik’e Etiler’deki evinde son Türkiye-İsviçre milli maçlarının öncesini, sonrasını enine boyuna sordum, bıkmadan anlattı. Ve Sevgili Erzik, amansız alçak gönüllülüğünden ilk kez sıyrılıp ülkesi için yaptıklarını, yapacaklarını ilk kez anlattı. Elin oğlu, Şenes Erzik’in yoluna kırmızı halılar döşer ama, kendi devleti onun pasaportunu kırmızıyla kaplamayı düşünmez, o da ayrı.
Erzik’e sokaktaki adamın, tribündeki futbolseverin kafasındaki temel soruları onların ağzıyla sordum. Hepsini kendine özgü, vakur ve sakin beyefendi üslubuyla tek tek cevapladı. Yüzündeki hafif tebessümünü hiç bozmadan, hem de tepeden tırnağa olanca şıklığıyla. Sohbete kendimizi öyle kaptırmışsız ki, açlığımızı, susuzluğumuzu bile unuttuk. Bu arada Dilek hanımefendiye küçük bir notum var: Sevgili eşiniz bizim için hazır ettiğiniz çayları, çörekleri, pastaları ikram etmeyi unuttu. Eğer giderayak birer bardak su vermeseydi, ben ve Sinan su kaybından hastanelik olacaktık. Şaka... Şaka...
Bunca yıllık UEFA ve FIFA görevleriniz, deneyimleriniz, uluslararası dostluklarınız sonucunda disiplin kurulundan nasıl bir ceza çıkabilir?
- Ne karar çıkar onu ben bilemem, o disiplin kurulunun görevi. Bugün Zürih’te verilecek ifadeler, iki taraf için de önemli. Hakem saha içinde gerekli gördüğü cezaları vermiş, sarı kart var, kırmızı yok. Demek ki olaylar, saha içinde değil, dışında cereyan etmiş. Bugün Zürih’te ifade verecek arkadaşlar, İsviçre takımımın İstanbul’a indiği andan itibaren yapılan hataları önlerine koyup düşünmeliler. Federasyon Başkanı Bıçakçı, aynı zamanda UEFA Tahkim Kurulu As Başkanı; bu işleri, bu düşünce yapılarını biliyor olmalı. Bütün olup bitenleri sakin, akılcı bir yaklaşımla, sıfır duygusallıkla anlatsınlar. Raporlar çok güzel değil, kimse kendini kandırmasın.
Sayın Başkan, cümle álem bilir ki, ser verirsiniz sır vermezsiniz. Ama, ben sorumda çok ısrarlıyım, bizim için ihraç cezası çıkar mı kuruldan?
- Hayır, ben bir ihraç cezası beklemiyorum. Bunu FIFA ve UEFA şapkalarımı çıkararak, bunca yıllık futbol müktesebatıma dayanarak söylüyorum. Böyle bir karar çıkarsa çok yanlış olur bence. FIFA Disiplin Kurulu’nun alacağı kararın ancak 2006 başlarında açıklanabileceğini sanıyorum. Bu arada, 2008 Avrupa Şampiyonası’na katılamayacağız diye bir şey de yok, o UEFA’yı ilgilendiren bir konu. UEFA ve FIFA’da yıllardır görev yapıyorum, belki kişilere bağlı olarak bazı hatalar bilerek veya bilmeyerek yapılmış olabilir. Ama herkesin şunu bilmesini isterim ki, 16 yıldır UEFA’da birlikte çalıştığım Johansson, bu tür oyunlara yol vermeyecek kapasitede, dirayette ve Türkiye’yi çok seven bir başkandır. Herkes müsterih olsun, Türkiye konusunda karar verecek organların, tarafsızlıklarına gölge düşürecek en küçük bir davranışlarını görürsem, her ne pahasına olursa olsun karşılarına önce ben çıkarım.
BLATTER, TÜRKİYE’YE ÇOK YARDIM ETTİ
Sepp Blatter’i, Türkiye ve Türkler hakkındaki görüşlerini bilecek kadar tanıyor musunuz?
- Blatter’i 24 senedir tanıyorum, yakın dostumdur diyebilirim. Her fırsatta konuşuruz, her konuşmasında benden ve ülkemden övgüyle söz eder. Blater’in özellikle FIFA Genel Sekreterliği döneminde Türkiye için çok yardımları oldu. Mesela, KKTC’yle bizim takımlarımızın maç oynama hakkı yoktu. Halim Çorbalı’nın başkanlığı döneminde Gençlerbirliği gitti KKTC’ye, bir maç yaptı. Kurallar açık, Türkiye FIFA’nın statülerine aykırı hareket etmiş, ihraca kadar gidebilecek cezası var. O zaman Havalenge başkan, çeşitli yollardan devreye girip Blatter’le özel bir görüşme talebinde bulundum. Blatter’le baş başa konuştum, sorumluluğu üzerine aldı ve meseleyi çözdü, ihraç edilmedik.
Raporlarda Terim’in adı yok
Gözlemci raporlarını okumuşsunuzdur. Mesela, hakem odasının kapısı kırılmış mı, Fatih Terim’in adı geçiyor mu?
- Soyunma odasında olanları da, FIFA Güvenlik Gözlemcisi Alan Hutchings yazmış. Hakem odasının kapısının kırılması diye bir olay yok, Fatih Terim’in adı da bu raporda geçmiyor. En önemli notlardan biri, Acıbadem Hastanesi’ne götürülen İsviçreli futbolcunun bir güvenlik görevlisi tarafından darp edilmesi. Futbolcuyu, doping kontrolü için gelen FIFA doktoru da muayene etmiş ve darp edildiğini kayda almış. Gözlemci ayrıntılı olarak Atatürk Havalimanı’ndan itibaren bütün gördüklerini yazmış. ‘1,5 saat pasaport kuyruğunda ben bekledim’ diyor. Bütün bu olayları aynı gece FIFA Genel Sekreteri’ne telefon edip anlatmış. Polis eskortu bile geç gelmiş, havalimanındaki durumu savunacak bir insan var mı Türkiye’de? Bu gecikmeyi yapanların görüntüleri var, havalimanındaki yetkili mülki amir sormaz mı o memurlara, ‘Sana kim talimat verdi’ diye. Uçağın kapısına kadar özel izin almadan kim gidebilir?
YARIN: TOPLANTI İÇİN ZEMİN HAZIRLADIM
Yazının Devamını Oku