8 Ağustos 2005
İzmit, Bolu, Gerede, Karabük, Kastamonu, Taşköprü derken bir de baktık ki, Dranaz’ın zirvesindeyiz. Gecenin bir yarısında dik yollar indik, dik yokuşlar çıktık, keskin virajlar aldık ve sonunda Gerze’ye ulaştık. Mavi ile yeşilin kucaklaştığı, poyrazıyla, lodosuyla, horozuyla, Sibirya turnası Nanki’siyle ünlü Gerze’ye. Neden mi buradayız? Hakkari’de 1993-1995 arasında yaşadığı 778 amansız günü anlatan ‘Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok’ adlı satış rekorları kıran kitabın yazarı Osman Paşa’yla randevumuz var. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde 43 yıl üniforma giymiş, Hakkari Dağ ve Komando Tugayı ve Güvenlik eski komutanı Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu’yla PKK terörünü konuşmaya geldik.
Emel-Osman Pamukoğlu çifti, sülale boyu Gerzeli oldukları için yaz aylarında buraya göçüyorlar. Osman Paşa’yla káh Küre Dağları’na tırmandık, káh balıkçı takalarıyla Karadeniz’de turladık. Tatlıca şelalelerine çıktık, paşanın sempatik kayınbiraderi Kadir’in elinden ‘çarpan balığı’ tavayı tattık. Ya Emel Hanım’ın cevizli mantılarına, nokullarına ne demeli?.. Nuri dede simitiyle Bafra karpuzu da cabası. Buyursunlar Sayın Pamukoğlu, yediğimiz içtiğimiz bizim olsun, gözümüz, kulağımız sizin anlatacaklarınızda.
PKK terör örgütü son aylarda yine hayli etkin hale geldi. Neler oluyor, şu anda geldiğimiz nokta neresi paşam?
- PKK ile mücadelede hem 1980, hem 1990’lı yılların başlarına dönmüş durumdayız. 1995’ten sonra ‘Terör bitti’ denmeyecekti, bu sözler PKK’nın işine geldi. 1995 sonuna kadar yürütülen mücadele sonucu terör örgütünün 13 binlerdeki dağ kadrosu, 6 binlere düşürüldü ve silahlı gücü durduruldu. Bunun üzerine PKK, İmralı’daki hainin talimatıyla sözde ateşkes ilan etti. İşte o sırada ‘Terör bitti’ denmesi, PKK’nın ekmeğine yağ sürdü, o dönem içinde cephe örgütünü geliştirdi. Bu mücadelede terör örgütünün sadece dağ kadrosuyla uğraşmak yetmez. Bunların cephe örgütleri, sivil kuruluşları, illegal partileri var. İmralı’daki hain, hálá eli kanlı terör örgütünün sarsılmaz lideri durumunda.
EŞKIYANIN YERİ HİÇ DEĞİŞMEZ
- Birkaç zibidi, Elazığ-Erzincan yolunu kesip onlarca aracı durduruyor, kadın erkek demeden yolcuları indirip sorguya çekiyor. İş bununla da kalmıyor, asker, belediye başkanı kaçırıyor. Sonra inanılmaz bir büyük facia daha oluyor, Şemdinli’nin göbeğindeki ilçe jandarma komutanlığı basılıp 5 erimiz şehit ediliyor. Bunca tecrübem olmasına rağmen bu son olay karşısında durakaldım, aklım ermedi. Bu tablo, şu anda hangi hal ve koşullarda olduğumuzu gösteriyor. Halbuki, 1921 Koçgiri İsyanı’nda eşkıya neredeyse bugün de orada, yeri hiç değişmez. O günden bugüne bunca yıl geçmiş, hala o yerlerin nereleri olduğunu nasıl bilemezseniz?
PKK’NIN HALK DESTEĞİ VAR
- PKK artık ne halka saldırıyor, ne köy, mezra basıyor, ne de kaçırdıklarını öldürüyor. Demek ki, bölgede kendisine yeteri kadar halk desteği var, lojistik ve istihbarat olarak. 1986’da sadece askeri hedeflere saldırdı, 1987’de ise halkı sindirme harekatına girişti. Cephe örgütünün güçlenmesine o kadar izin verdik ki, adamların 2000’deki aldığı 7 maddelik karar, bir yıl sonra Türkiye’ye ‘AB İlerleme Raporu’ diye geldi. Hükümetin irade ve kararlılığı ile halkın yüksek desteği birleşmeden bu tür mücadelelerden başarıyla çıkılamaz. Cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar, öteki bölgelere bir gidiyorlarsa, buralara da gitmeleri lazım. Neticede, unvan ve konumumuz ne olursa olsun, hepimiz bir can taşıyoruz. Oralarda çocuklarımız nasıl aslanlar gibi duruyorlarsa, siz de aynen durursunuz veya duramazsınız. Her şeyden önce, bölge insanıyla sosyal ve kültürel kaynaşma içinde olmamız şart. Valisinden kaymakamına, komutanından nüfus memuruna, banka müdürüne savcıya kadar. Sadece kendileri değil, eşleri, çocukları da halkla iç içe olacak. Onların köyünde, mezrasında, onların türkülerini söyleyip birlikte halay çekeceksiniz. Ve o gece, onlarla birlikte kalacaksınız, onlarla birlikte uyanacaksınız. Eğer içten değilseniz, bunları şov için yapıyorsanız o halk sizi hemen anlar.
PKK ile mücadele ona eşdeğer güçle yapılır
- Türkiye bütün dünyaya örnek teşkil edecek şekilde bir anti-terör Bakanlığı kurmalı. Göreceksiniz, önümüzdeki en geç 8 yıl içinde bu kurum evrensel hale gelecek. Benim düşünceme göre, bu bakanlığın alt kadrosunda ‘istihbarat konseyi’ yer alacak. Bu konseyin biri başkan olmak üzere 6 kişiden oluşabilir. MİT’ten Genelkurmay’a, jandarmaya, Emniyet Genel Müdürlüğü’nden bakanlıklara kadar devletin bütün istihbarat birimleri kendisine ulaşan bütün bilgileri hiçbir yorum yapmadan bu merkeze gönderecek. Bu konseye bağlı olarak görev yapan anti-terör birlikleri oluşturulacak. Bu birliklerde görev yapacaklar, serüvene düşkün, hayal güçleri, zekaları, yaratıcılıkları üstün, vatan sevgisi en üst düzeydeki gençlerden seçilecek. Şimdi sokağa çıkıp sorsak, herkes vatanını en üst düzeyde kendisinin sevdiğini söyler. Ama, vatan sevgisinin, vatana bağlılığın gerçek seviyesi, can vermeye gelinen hatta ortaya çıkar. PKK gibi örgütlerle mücadele ona eşdeğer kuvvetlerle yapılır. En başta esneklik, yaratıcılık, yüksek insiyatif ve savaş liderliği şart.
Irak’a girersek eli boş döneriz
- Diyelim ki, ABD’yi, Avrupa’yı karşımıza alıp Kuzey Irak’a girdik. PKK, Amerika’yla müşterek bir harekat yapacağımız sürprizini beklediği için, oralarda kimseyi bulamazsınız. Belki biraz erzak, birkaç hasta, sakat adam, birkaç da zindana atılmış mahkum bulursunuz. Bunları koruyan da azami 40- 60 kişi vardır. O zaman bunca dünya devletini karşımıza alıp Irak’ta operasyon yapmanın anlamı ne? 1995’in mart ve nisan aylarında Hakkari Dağ ve Komando Tugayı olarak Kandil bölgesindeydik. Çelik-1 Harekatı içinde bölgede 37 gün operasyon yapıp, döndük. PKK, 1997’den beri orada, ta Amerika’nın geldiği 2003 Mart’ına kadar. O zamanlar Kuzey Irak’ta sıcak takip, operasyon yapmak çok kolaydı. Şimdi sormazlar mı adama, 7 yıl zarfında neden siyasi kararlılık ve irade göstermediniz diye?
Sansür olmamalı herkes konuşmalı
- Eline silah alıp şiddet uygulanmadığı sürece; herkes fikir ve düşünce bazında yazdıkları, çizdikleriyle özgür olmalı. İsteyen istediğini fikri söyler, istediğini okur. Düşünce ve fikir bazındaki bütün sınırlamalara, sansür koymalara kesinlikle karşıyım. Sansür, bu tür mücadelelerde çok büyük tehlikedir. Sansür yapıp, bazı şeyleri yazılı ve sözlü demeçlerle açıklıyorsanız, açıklarınızı kapatmaya çalışıyorsunuz demektir. Bırakın herkes istediğini söylesin, siz de söyleyin, halk bu demeçlerin arasında doğruyu bulur. Fikirleri yasaklarsanız, sansür ederseniz, halk sizin korktuğunuz şeyden daha fazlasını üreterek yayar. Ne zaman ki; toprak bütünlüğümüz, halkımız aleyhine politik amaçlı bölücülük, ayrımcılık yapar, bağımsız devlet hayalleri kurmaya başlar, o zaman devlet kendini korumak için böyle kaynakları söndürür.
Terörle mücadele için yasal engeller kalkmalı
- Mücadele eden devlet güçlerinin işlerini zorlaştıracak hiçbir yasal engel olmamalıdır, AB nedeniyle değiştirilen terörle mücadele yasası gibi. Eğer bunlar düzeltilmezse, mücadeleye olan inanç azalır, kimse fedakarlıkta bulunmaz. Yener Bey, insan hayatta yalnızca 2 kere yaşar, biri doğduğunda, biri de ölümün yüzünü gördüğünde. Bu tip mücadeleler bir liderlik meselesidir, elde edilecek başarı liderin üstün vasıflarına tabidir. Böyle mücadelelerde tecrübe, bizzat işin içinde olan kişinin bile sadece kendi yaşadıklarıyla sınırlıdır. Koruculuk, aslında terör örgütünün can düşmanı bir kurumdur, onun için PKK hep bunların kaldırılmasını ister.
KORUCULUK KURUMU AYNEN KORUNMALI
- Koruculuk kurum olarak şu anda aynen korunmalı, belki zaman içinde derece derece azaltılabilir. Korucular bugüne kadar devlete çok başarılı hizmetler yapmış insanlardır. İçlerinden bazılarının saçma sapan işler yaptığı da olmuştur ama, genelde üstün hizmetleri vardır. Mahalli halka kılavuzluk görevi yapıyorlar, köylerini, mezralarını koruyorlar. Bu insanları bir anda tu kaka deyip elin tersiyle itmek çok yanlış olur. Hepsi bu devlet, millet için emek veriyor, can veriyor, ailesini, çocuklarını riske atıyor.
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2005
Yıllardan sonra çıkardığı yeni albümü ‘Hayata Dair’le olay yaratan Zülfü Livaneli, Yener Süsoy’a verdiği röportajda siyasete neden girdiğini ve neden çıktığını bütün içtenliğiyle anlattı. Livaneli’ye göre demokrasimiz, ‘bütün yaşamları ezme ve ezilme üzerine kurulu, dar ufuklu insanların’ elinde...
Niçin girdin siyasete, niçin çıktın siyasetten, görevden kaçmak denmez mi buna?
- Belki bazılarına inandırıcı gelmeyecek ama, politika benim hiç sevmediğim bir yaşam tarzı. Sorumluluk duygusu ve beni destekleyen kitleden gelen baskılar, bu alanda görev yapmaya itti. Şimdi içim çok rahat, hiç kimse beni görevden kaçmış olmakla suçlayamaz. Kişisel iradeyle ülkenin tarihsel gidişini değiştirmek mümkün değil. Bunu ancak Mustafa Kemal Paşa çapında dahiler yapabilir, bizler yapamayız. Siyasete girince dehşetle gördüm ki, çoğu aşırı bencil, aşırı benmerkezci, ufukları çok dar. Yeniden seçilmek ya da başta kalmak dışında hiçbir boyutları yok. Bütün yaşamları delege, kongre, meclis, seçme, seçilme, ezme, ezilme üzerine kurulu. TBMM, Atatürk’ün Milli Kurtuluş Savaşı vermiş meclisi. Oraya seçilip gelmiş birinin, Meclis lokantasında yemek yedikten sonra yakasındaki milletvekili rozetini çıkarıp iğnesiyle dişini karıştırmasını yakıştıramadım bu ülkenin parlamentosuna. Demokrasi, bizde eğitimsiz, kaba, kirli bırakılmış kesimin gelişmiş insanlardan intikam alışı haline geldi.
SEZER’İN ANAYASA FIRLATTIĞI YALAN
Cumhurbaşkanı Sezer, Yargıtay Onursal 1. Başkanvekili Mustafa Sabri Livanelioğlu’na ‘Ağabey’ der. Baba dostu Zülfü’yü Çankaya’ya davet edip, onunla amca-yeğen gibi sohbet ettiği çok olur. Hakim çocuğu Zülfü bu görüşmelerde Sezer amcasıyla neler konuştuklarını kimselere anlatmaz.
- Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer, çok sıcakkanlı, gayet hoş, çok dolu bir insandır. Sağlığı da gayet iyi, ayakta çok durduğunda bazen belinde problem olabiliyor. Parkinson hastalığına yakalandığı, ellerinin titrediği kesinlikle yalan. Şunu hiç aklımızdan çıkarmayalım, Cumhurbaşkanı Sezer Türkiye’nin çok büyük şansıdır. Cumhurbaşkanımız, ülkenin bütün meselelerinin farkında, olayları çok dikkatle izliyor. MGK’da Özkan’a Anayasa fırlattığı haberi de yalan, bu olayı ben çok iyi biliyorum. Sayın Cumhurbaşkanı buna rağmen çıkıp gerçeği söylemedi, neden biliyor musun, MGK toplantılarını açıklamak yasak diye. Kuralsızlıktan batmış bir ülkede, bu kadar kural göze batıyor. Sayın Sezer, Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne Atatürk dönemindeki mehabetini (ululuğunu) iade etmeyi kendine görev edindi. Çok titiz bir insan, hakim olmasının da bunda büyük etkisi var. Ailesinde 8 hukukçu olan bir hakim çocuğu olarak onu çok iyi anlayabiliyorum. Hakim, karar vermek noktasında olduğu için taraflarla görüşemez. Anadolu’da görev yapan hakim ve savcılar, oranın insanlarıyla yakınlık kuramaz. Çünkü yarın bir gün iki taraf için de karar vermek zorunda kalabilir. Tarafsız kalmak için adaletin gözündeki bağı hep muhafaza etmek isterler.
ELIA KAZAN’A GÖRE İYİ BİR FİLMİN SIRRI
- Elia Kazan’la birkaç yıl üst üste Ege’de Mavi Yolculuk yaptık. Geceleri ıssız koylarda birlikte güverteye uzanır, yıldızları seyrederek sohbet ederdik. Daha doğrusu ben sorardım, o anlatırdı. Bana Marilyn Monroe’yla yaşadığı büyük aşk dahil, birçok yakası açılmadık gizli anılarını anlattı. Bir akşam kendisine ‘Üstat, bir filmin ritmi nasıl olmalıdır. Hollywood filmlerinin ritim sırrı nedir?’ diye sordum. Verdiği cevap ‘Bir filmin ritmi sevişme gibi olmalıdır. Bazen hızlanan, bazen yavaşlayan ama, hiç durmayan bir ritim’ Oldu. Doğrusu, biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Büyük bir ustadan, büyük sinema teorileri beklerken basit bir cevap almıştım. Daha sonraları düşününce, büyük sanatçıların hepsinin teorilerden değil, hayattaki gözlemlerinden hareket ettikleri sonucuna vardım.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2005
Mustafa Sabri’den olma, Şükriye’den doğma, 20 Haziran 1946 Konya-Ilgın doğumlu Ömer Zülfü Livanelioğlu... Yıllar önce şöyle demiştin: ‘Müzik, ezelden ebede giden suskunluğu yırtma çabasıdır ama, sessizliğin sesinden daha güzel bir müziği kimse yazamadı şimdiye kadar. Beyrut Festivali’nde Wagner’i anarken, gün batımında bütün borular Si notası üfleyerek selamlar. Çünkü, yer kürenin dönerken çıkardığı sesin notası Si’dir. Oysa, biz bu sesi duyamayacak kadar kirlettik kulaklarımızı.’ İyi ki, sen ve senin gibiler var bu planette. Yeni albümün ‘Hayata Dair’le hoş geldin, sefalar getirdin, kırk yıllık aziz dostum. Burası Livaneliler’in Tarabya sırtlarında koru içindeki sessiz, güzelim villaları. Yüzme havuzunun kenarındaki koltuklara dizi dizi sıralandık, sol yamacımda Zülfü ile sevgili Ülker’i, karşıda ise biricik Aylin’leri. Gün boyu çay içtik, kek, çörek yedik, ama hiçbiri bizi kesmedi. Sonunda, Zülfü’yle birlikte bol domatesli köfte yapıp afiyetle yedik. Türk diliyle türküler söyledik, Türk diliyle güldük ve kulaklar çınlattık Türk diliyle... Abidin Dino, 1978’de Paris’te Zülfü’yü şöyle anlatmıştı: ‘Ben mutluluğun resmini yapabildim mi bilmiyorum Nazım, ama Zülfü Livaneli mutluluğun müziğini ha yakaladı, ha yakalayacak.’ Yakaladı Abidin usta, hem de çok iyi yakaladı. Zülfü’nün şarkıları, türküleri sadece bu ülkenin değil, planetin hamuruna karıştı.
‘Bir tek Zülfü bilinci ve yaratıcılığıyla yaz gelir mi diyeceksiniz. Gelmez. Ama ben inanıyorum ki, bir Zülfü çıkmışsa, yaratıcılığımız tükenmiş demekdeğildir, birçok Zülfü’ler daha çıkacaktır.’ Yaşar Kemal (1995)
- Yıllardan beri albüm yapamıyordum, çünkü yaptığım besteleri halkla paylaşacak düzeyde bulmuyordum. Geçen yazdan itibaren içime yeni melodiler, sözler düşmeye başladı. Beni birdenbire tekrar beste yapma heyecanı sardı, siyaseti de bırakmıştım. Sonra stüdyoya girdim ve ‘Hayata Dair’ ortaya çıktı. Yeni albümüm, ‘Ada’, ‘Nazım’ın Türküsü’ kadar beni memnun etti, satış grafiğe de beni doğruluyor. Müzikseverler özellikle ‘Neredesin’ ve ‘Sevdalı Başım’ üzerinde çok duruyorlar. Bu plak için de hayli emek verdik, mesela sevgili Dalaras’ın santurcusu bana eşlik etti. Bu albümde pop müzik yok, enstrümanların tek tek kendi ruhlarını döktüğü geleneksel tarz var.
Yenerciğim, doğa, insanlara yaşlarına göre görevler ve duruşlar vermiş. Bunu tersine çevirmeye çalışmak zorlama olur. Bu yüzden genç bir insanın yaşlı birini ya da yaşlı birinin genç bir insanı taklit etmesi gülünç olur. Gençler kendilerini ispat etmek için çaba içine girebilirler, biraz kavgacı ve benmerkezci olabilirler. Ama yaşları ilerledikçe durulmaları, biraz bilgeleşmeleri ve kendilerinden çok çevrelerini düşünmeye başlamaları gerekir. Ben de, yeni gençler yetiştirmek ve yerimi yavaşça onlara terk etmem gerektiğini hissediyorum. Bunun için, müzik ve kültür olarak yetiştirebileceğim genç kız ve erkek yorumcular arıyorum. Bu gençler, konserlerimde bestelerimi yorumlayacak, yaptığım işi devam ettirecek. Mesela Thedorakis gibi birçok bestecinin harika yorumcuları var. Maria Farandouri, Haris Aleksiyu gibi yorumcular bu konserlerden çıkmışlar. Sesine güvenen gençler şu andan itibaren; ‘www.livaneli.net’ adresindeki web siteme başvurmaya başlayabilir.
Zülfü’nün bitmek tükenmek bilmeyen bir öğrenme ihtirası vardır. Bu planette onu ilgilendirmeyen konu yok gibidir.
- İnsan tanımak bakımından çok şanslıyım, en başta babam Mustafa Sabri Bey gibi çok ilginç bir örnek var. Bugün 87 yaşını süren bu insan, hayatta benim için dengenin, diğergamlığın, olgunluğun ve bilgeliğin timsali. Ondan hálá çok şey öğrenmeye devam ediyorum. Yaşar Kemal’le 35 yıldır sürüp giden hayat dostluğu beni daha zengin bir insan yaptı. Ondan hem sanat, hem hayat açısından çok şeyler öğrendim. Elia Kazan gibi bir insanın son 15 yılını yakından paylaşmak mutluluğuna erdim, hocalarımdan biri de odur. Abidin Dino’nun hocalığı da, beni ben yapan temel unsurlardan birisi. Bir başka hocam da Mikis Thedorakis’tir.
MÜLTECİYKEN İSVEÇ VATANDAŞI OLMADIM
Züllfügillerin İsveç vatandaşı oldukları doğru mudur, değil midir? Yıllardır hepimize gına geldi bu sözleri duymaktan.
- Ben ve ailem İsveç vatandaşı değiliz, hiçbir zaman çifte pasaportlu olmayı düşünmedik. İsveç’teyken bize ailece çifte vatandaşlık hakkı tanındı. 12 Mart 1971 askeri muhtırasından sonra İsveç’e siyasi mülteci olarak gitmek zorunda kalmıştım. Bir ara vize yaptıramadığım için Türk pasaportum bile yoktu. Ona rağmen İsveç pasaportu almadım. Yenerciğim, ben bir Türk sanatçısıyım, başka bir şey olmam kesinlikle. Sana ilginç bir anımı daha anlatayım, Helsinki’de bir konserimiz vardı. Konserden sonra yemek verdiler, yanıma Finlandiya’nın en büyük gazetesinin bir kadın yazarı oturdu. Bir ara kadına dönüp ‘Biz Türkler, Finlileri, Macarları akraba diye biliriz’ dedim. Kadın birdenbire hiddete gelip ‘Yok öyle şey, Türkler Avrupa’yla ortak görünsün diye bunları Atatürk uydurmuş’ demesin mi? ‘Hanımefendi, Atatürk böyle bir şey uyduracak olsa, Almanya, Fransa, İngiltere dururken, niye kuzeyin köylüleriyle akraba olduğunu söylesin’ dedim. Kadın kıpkırmızı oldu, utandı.
AKP, DEVRİMLERİN RÖVANŞINI ALIYOR
Deniz Baykal, sevgili Zülfü’yü hep önde tuttu, hep baş tacı etti, Allah için.
- Deniz Bey’le kişisel bir çelişkimiz yok, özel yaşamında çok keyifli bir insandır, fıkralar, kahkahalar, çok akıllıdır da. Fakat politika yapma biçimlerimiz birbirimizle hiç mi hiç bağdaşmıyor. Ben CHP’nin görevinin ve ona oy veren seçmelerinin güveninin, AKP’yi iktidar yapmak ve ona payanda olmak olmadığını savundum. Türkiye Cumhuriyeti maalesef çözülüyor, sevgili Yener. AKP, cumhuriyet devrimlerinin rövanşını almaya çalışıyor. 300 milyar doları aşkın borç ve ekonomisi tamamen dışarı teslim edilmiş bir ülkenin Ankara’dan yönetildiğini söylemek artık çok zor. Ülkenin bugünkü hale gelmesinde, AKP’nin her dediğine evet diyen CHP’nin büyük sorumluluğu var.
Türkiye’de dinci-geleneksel kültürden gelen insanlar arasında inanç birliği ve büyük bir dayanışma var. Bu da onları başarıya götürüyor. Laik ve özellikle sol kesimde ise herkes birbirine düşman. Ülkenin sorunlarını hep kendi küçük kişisel düzeylerinde algılıyorlar. Birbirleriyle uğraşmaktan ayağa kalkıp mücadele edemiyorlar. Bu kesimlerde büyük bir sevgisizlik ve ideal eksikliği var. Allah korkusu, insanın fani boyutunu anlamasına yardımcı oluyor. Kul Himmet diyor ki: ‘Şu dünyada üç beş arşın bezin var, tüm bedesten senin olsa ne fayda?’ Sol kesim geleneksel kültürden kopmuş, kendisine yeni bir ahlak oluşturamamış. Birbirinden nefret eden adamlar nasıl Türkiye’yi kurtarır?
YENİ ALBÜMÜN MUTLULUĞU
Uzun bir aradan sonra Hayata Dair albümünü çıkartan Zülfü Livaneli’yle Yener Süsoy’un röportaj sırasında iştahı açıldı. Ülker Livaneli’nin kekleri çörekleri ikiliyi kesmedi, mutfağa girip köfte yaptılar.
YARIN: Meclis rozetiyle dişini karıştıran vekil
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2005
Lord Norman Robert Foster. 1 Haziran 1935 Manchester doğumlu. Manchester Üniversitesi’nden mimar olarak mezun olduktan sonra Yale’de mastır yaptı. Kraliçe tarafından 1990’da şövalye, 1999’da lord unvanı verildi. Uluslararası 50 mimari proje yarışması kazandı, 220’yi aşkın ödülün sahibi. modern Hi-Tech mimarlığının en büyük uygulayıcısı olarak kabul ediliyor. Yapılarında ekolojik kriterlerin ağır bastığı bir tasarım anlayışı var. ‘Mimarlığın Nobel’i’ olarak tanımlanan Pritzker’i 2 kez kazandı. Lord Foster’ın imzasını taşıyan muhteşem yapıtlardan hangilerini saymalıyım acaba? Trafalgar Meydanı mı, British Museum’un yeni bölümünü mü? Yoksa Reichstag’ı mı, Millenium Köprüsü’nü mü, Hong Kong Havaalanı’nı mı? Ya Shanghai Bank, Millau Köprüsü, Stansted Havaalanı, Londra City Hall, Commerzbank merkez binası mı?..
Kazakistan’ın başkenti Astana’dayız. Bir ay önce açılan Rixos President Hotel’de telaş, koşuşturma ve inanılmaz güvenlik önlemleri. Otelde bir yandan Şanghay İşbirliği Örgütü Zirvesi’nin toplantıları yapılıyor, yemek davetleri veriliyor. Nazarbayev’in 65. doğum günü partisi de cabası. Çin Devlet Başkanı Hu Tszintao’dan Başkan Putin’e, Çin’e sınırı olan tüm devlerin devlet başkanlarına kadar herkes orada. Zirve arasında Lord Foster, ünlü devlet adamlarına Nazarbayev’in rüyası olan ‘Barış Piramidi’ni anlattı. Yanına Sembol İnşaat’ın sahipleri Fettah Tamince ve Aytekin Gültekin’i alarak. Brifing bitti, sonra hep birlikte kapağı otelimize attık, 40 derece sıcakta. Doğru lobi, gelsin soğuk sular, gitsin buz gibi karpuzlar. Ve Lord Foster, Hürriyet’e hoş geldiniz...
Lord Norman Foster’la uzun olacağını tahmin ettiğim söyleşimize Türkiye hakkındaki düşüncelerini öğrenerek başlayalım.
- İstanbul gerçekten harika bir şehir. Hayatımda gördüğüm en heyecan verici şehirlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Elbette birkaç günlük ziyaretlerle İstanbul gibi bir şehri bütünüyle tanımak mümkün değil. Bu kadar farklı yaşam koşulları ve anlayışlarının bir arada olması çok olağandışı bir durum. İstanbul’da eski ile modernin, Doğu ile Batının birlikte yaşamaları inanılmaz. Sokaklarda insanların rahat ve enerjik görünümleri bana da enerji verdi. Bu şehirde insanlarla su arasındaki ilişki de çok ilginç.
İSTANBUL’UN ANAHTAR KELİMESİ ‘ALTYAPI’
22. Uluslararası Mimarlık Kongresi’nde Lord hazretlerini göremedik, davetli değil miydi yoksa?
- Davetliydim ama, şirketimizdeki başarılı genç arkadaşlardan birkaçını gönderdim. Biz 22 ülkede çalışan, 600 mimardan oluşan kalabalık bir ekibiz. Aramızda çok yetenekli genç arkadaşlarımız var, onların da böyle aksiyonların yapıldığı yerlerde bulunmalarını istiyorum. Ayrıca kongrenin yapılacağı günlerle, benim ailemle geçirmeyi planladığım günler çakıştı.
Dünyanın gözbebeği mimarına, dünyanın gözbebeği Boğaziçi’ni ve üzerindeki köprüleri sormamak olmaz.
- Bir köprü yapılırken onun bir sembol haline geleceği unutulmamalı. Mesela, Londra’nın St. Paul’s bölgesinde Thames üzerine yayalar için bir köprü yaptık. İlk başlarda bize söylenen bu köprüden yılda 2 milyon kişinin geçeceği idi. Biz ise bunun 4 milyonu bulabileceğini düşünmüştük. Sonuçta köprü o kadar popüler oldu ki, bu rakam 7 milyona çıktı. Bu da gösteriyor ki, köprüler sadece iki nokta arasında geçiş sağlamaktan ibaret değil. Yeni perspektifler ve yeni kazanımlar getirmeleri de söz konusu. Sorunuza dönersem, İstanbul’un bence en güzel yanı, su ile arasındaki inanılmaz güzel bağ. Bence her şehir için anahtar kelime ‘altyapı’ olmalı. Altyapı, binaları birbirine yapıştıran tutkal gibidir. Verimli iletişim, şehirde bir yerden bir yere kolayca ulaşabilmek, güzel sosyal alanlar. Özel araçlarla toplu taşıma araçlarının orantıları. Bence İstanbul için varolan imkanların çoğu su ve kıyılar ile ilintili. Umarım, bir gün İstanbul için bir şeyler yapmak fırsatını bulurum, mesela modern bir opera binası.
18 dinin buluştuğu dev piramit
Lord Foster, Kazakistan’ın başkenti Astana’nın simgesi olacak Barış Piramidi’ni anlatıyor.
- Onun da inanılmaz bir öyküsü var, geçen yıl bu zamanlarda böyle bir proje ortada yoktu. O günlerde ben ailemle tatildeydim. Bir gün Türkiye’den Bay Fettah Tamince beni aradı. Dostu olan Nazarbayev kendisinden bütün dinleri simgeleyen dev bir proje bulmasını istemiş. Bir ortak dostumuz Fettah aracılığıyla bana ulaştı, benden tasarım istedi. Nefes alacak zamanım yoktu ama, beni ikna etmeyi başardı. Türkiye’den Tabanlıoğlu Mimarlık bu projede partnerimiz. İnşaatı President Rixos Hotel Astana’yı 8,5 ayda bitiren Sembol İnşaat yapıyor. Yapıtı gelecek mayıs ayında tamamlayıp teslim edilecek.
Barış Piramidi; dinler arası hoşgörünün ve dünya barışının sembolü olacak. 35 bin metrekarelik alana inşa edilen 62 m yüksekliğindeki yapıtta; Astana Üniversitesi, opera, müze, kültür merkezi, kış bahçesi, konferans salonu, restoran, kütüphane ve 18 dinin mabetleri yer alıyor. Piramitte barış sembolleri olarak mavi, beyaz, güvercin, zeytin dalı ve gökkuşağı kullandık. Gökyüzüne doğru açılmış iki el, yapıtı daha da anlamlı kılıyor. Piramidin yapımında çelik, granit, taş, mermer ve özel üretilen renkli camlar kullanılıyor.
En büyük havaalanı
Lord Foster’un imzasını taşıyan Pekin Havaalanı, şu anda dünyanın en büyük mimari projesi. Maliyeti 1.9 milyar dolar.
- Pekin Havaalanı gezegendeki en büyük havaalanı projesi. Mesela Heathrow’u ele alalım, oradaki en büyük proje halen inşaatı süren Terminal 5’tir. 1’inciden 5’inciye kadar terminalleri hepsini toplasak, Pekin Havaalanı’nın ancak yüzde 17’si eder. 1 milyon metrekareden büyük havaalanı bittiğinde yılda 43 milyon yolcuya hizmet verecek.
90 bin kişilik Wembley
Foster, ülkesindeki ünlü Wembley Stadyumu için dev bir projeyi hayata geçiriyor.
- 80 yıllık efsanevi Wembley Stadyumu 2006’da yepyeni görünümüyle sahneye çıkacak. Wembley, 90 bin kişilik tamamı oturmalı ve oturan herkesin üzerinin kapalı olduğu dünyanın en büyük stadı olacak. 135 m yüksekliğindeki çatıyı taşıyan dev kemer, Wembley’in yeni simgesi olarak ışıldarken Londra’dan bile görülecek.
En yüksek VİYADÜK
Foster, dünyanın en yüksek köprüsünün de mimarı.
- Fransa’nın Millau kenti yakınlarında, Paris’i Akdeniz’e bağlayan yolda çok yoğun trafik olurdu. Güneye tatile giden yolda, insanlar saatlerce direksiyon başında beklerdi. Dünyanın en yüksek köprüsünü olan Millau Viyadükü 2.460 m uzunluğunda. İnşasında 36 bin ton çelik, 206 bin ton beton kullanıldı. 320 milyon avroya mal olan 342 m yüksekliğindeki köprü, Eyfel’den 18 metre daha yüksek.
Reichtag’a dev fanus
Almanların Berlin’deki tarihi parlamento binası Reichtag, 1894’te yapıldı. Foster ise tepesine 1999’da 300 milyon marka dev bir cam küre oturttu.
- İnsanlar, şehirlerini seyredebilmek, güzel bir yemek yemek, yeni perspektifler edinmek gibi şeyler için bu gibi yerlere çekilmeli. Şu anda beni en çok mutlu eden şey, Reichtag’ın yılda 3,5 milyon ziyaretçiyi çekmesi. Burası artık Almanya’nın sembolü.
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2005
Türk-Lübnan İş Konseyi Başkanı Beyrutlu ünlü işadamı Mehmet Habbab: Lübnanlılar Türkiye'ye büyük bir gıptayla bakar. Lüblanlının Türk kızıyla evlenmesi, çok büyük bir prestijdir. Başbakan Erdoğan, 402 yıl Osmanlı egemenliği altında yaşamış Lübnan’a 24 saatlik bir ziyaret yaptı. Hem bu ziyaretin sonuçlarını, hem de Lübnan’ın Türkiye ve Türklere bakışını erbabından öğrenelim istedim.
Bunların cevabını Mehmet Muhammed Habbab’dan daha iyi verecek kim olabilirdi ki? Habbab, doğma büyüme Beyrutlu, hem Türk, hem Müslüman ve de Türk-Lübnan İş Konseyi Başkanı. Transteknik Holding ve Delta Petrol şirketlerinin sahibi olan Mehmet Habbab’ın 30 yıllık eşi Rula da Beyrutlu. Üstüne üstlük Habbab ailesi, yerli ve yabancı ‘jet sosyete’nin de gözbebeği. Her daim bakımlı, şık, zarif ve güler yüzlü olan Rula-Mehmet Habbab çiftinin kızları Selin ile oğulları Sami de onların izinde. Habbablar’ın Ortaköy sırtlarındaki muhteşem orman ve Boğaz manzaralı, muhteşem dekorlu, muhteşem villalarındaki pufböreği de muhteşemdi. Rula Hanım, Mehmet Bey’in diyet yaptığı için ağzına ekmek sürmediğini söyledi. Bayan Habbab evden gittikten sonra Mehmet Bey’le hem Lübnan üzerine konuştuk, hem de iki tabak dolusu pufböreğini götürdük.
Başbakan Erdoğan’ın 24 saatlik son Lübnan gezisinde Türk-Lübnan İş Konseyi Başkanı sıfatıyla Mehmet Habbab da vardı.
- Önce şunu söyleyeyim, Lübnanlılar Türkiye’ye büyük bir gıptayla, hayranlıkla bakar. Lübnanlı bir erkeğin Türk kızıyla evlenmesi onun için çok büyük bir prestijdir. Tayyip Bey’in Beyrut gezisi çok samimi geçti. Sayın Başbakan siyasetten uzak kaldı, tamamen ekonomik konularda konuştu. Refik Hariri’nin dul eşinin evine gitmesi ve rahmetlinin mezarını ziyaret etmesi çok güzel bir jest oldu. Müstakbel başbakan, mutlaka Hariri ailesinden olacak, şu anda oğlu Saadettin çok iyi durumda. Şehit edilen Başbakan Refik Hariri benim ailece yakın dostumdu, Türkiye’yi çok severdi, büyük bir işadamıydı.
ARAPLAR GÖRE AVRUPA
- Araplara göre Avrupalı dejenere kimse demektir, Türkleri ise modern olarak görürler, aradaki bu fark çok önemli. Türkiye’nin Arap dünyasına giden yolu kesinlikle Beyrut’tan geçmeli. Çünkü Arap’ın en büyük hayali, Lübnan’da bir ev sahibi olmaktır; Beyrut, Paris’tir onun için. Lisan problemi yok, istediği gibi alışveriş yapıyor, her tarafta kadın da var, içki de. Lübnanlı kesinlikle çok güvenilir bir ortaktır, sizi yarı yolda bırakmaz, satmaz. Lübnan’da şirket kurduğun takdirde Lübnan şirketi oluyorsun. Böylece, ülkenin finans gücünden yararlanıp ihalelere girebiliyorsun. Bugün uluslararası ihalelerdeki en büyük sıkıntımız teminat mektupları. Lübnan’da bütün Arap ülkeleri için rezervsiz teminat mektubu alabiliyorsunuz.
ŞU CARLYLE GROUP NEYİN NESİDİR
Habbab Bey, bunların içini dışını bilir, neyin nesidir şu Caryle Group, enine boyuna anlatsa...
- 1987’de kurulan Amerikan Carlyle Group’un Türkiye’deki tek ‘anchorman’i benim. Bunun anlamı şu: Carlyle’nın Türkiye’de benden habersiz yatırımı olmaz. Grup, Türkiye’de bir iş yapacağı zaman mutlaka önce bana danışır. Carlyle, asla ucuz, kelepir şirket almaz, iyi olan şirketleri alıp, birkaç sene içinde çok daha iyi hale getirip satar. Carlyle’nın esas gücü, insana yaptığı yatırımdan geliyor. Bir döneme damgasını vuran eski siyasi yıldızların çoğu onlarda. Başta eski ABD Başkanı George Bush, eski İngiltere Başbakanı John Major, eski Dışişleri Bakanı James Baker, eski Savunma Bakanı Frank Carlucci, eski Ticaret Bakanı Conway başta olmak üzere... ABD Genelkurmay Başkanı Colin Powell da emekli olduktan sonra bakan olana kadar gruptaydı. Asya’ya bakarsanız, eski Filipinler Cumhurbaşkanı Fidel Ramos, Tayland’ın eski başbakanlarından Anand Panyarachun, Güney Kore eski başbakanlarından Park Tae Joon var. 11 Eylül öncesine kadar ünlü Suudi grubu Ladin ailesinin de büyük parası vardı Carlyle’da.
Kim bilir, bunca zahmetleri karşılığında Carlyle Group’tan ne baba paralar alıyordur bu danışmanlar?
- Muazzam para veriyorlar, mesela baba Bush’un senelik geliri 500 bin doların altında değildir. Bunların hepsi bindiriyorlar uçağa, Arap ülkeleri, Körfez ülkeleri dolaşıp her bir kerede 200-300 milyon dolar toplayıp dönüyorlar. Carlyle, bugün 30 milyar dolarlık portföyü olan bir yatırım grubu. Ortalama yüzde 20 kazandığını düşünürsek, yılda 4 milyar dolar kár var demektir. Danışmanlara senede toplam 20 milyon dolar veriyorlar diyelim, geriye kalan kazanç muazzam. Bu bir sistem, kimse yanlış bir şey yapmıyor. Adamlar politikacıların adını kullanıp para kazanıyor, kötü bir şey mi? Bugün Carlyle’da 55 ülkeden 800 yatırımcı var, bunlardan biri de Koç Holding.
Türk olduğumu 25 yaşında öğrendim
Esas memleketiniz neresi Mehmet Muhammed Habbab Bey, nerelerden gelip nerelere gidiyorsunuz?
- Ben Beyrut’ta doğdum, Osmanlı Türk’ü babam Sait, Afrika’yla iplik işi yapan zengin bir tüccardı. Cumhuriyetin ilanından sonra göç etmek isteyen Osmanlı kökenli Lübnanlılara Türkiye kapılarını kapatmıştı. Neyse ki, imdadımıza Lozan Antlaşması yetişti. Orada eski Türk’ün tanımını yapılırken ‘Türk topraklarında arsa, mülk sahibi olan’ maddesi de varmış. Meğer büyük büyük dedemin Ceyhan’da arazisi varmış, tapularını babam saklarmış. Babam 1967’de koltuğundaki evraklarla Ankara’nın yollarına düştü. Kısa bir süre bekledikten sonra bizim evrakların arşivlerdeki asılları bulundu ve mahkeme tasdik etti. Beyrut’ta ilkokulda okurken ne Türkçe biliyordum, ne de Türk olduğumu. Mali durumumuz iyiydi, evimiz çok güzeldi, dadılarımız bile vardı. Liseye Cenevre’de başlayıp Londra’dan mezun oldum. Amerika Pennsylvania Wharton Üniversitesi’ni bitirdim, mastır da yaptım. 1970’te İstanbul’a babamın yanına geldim. Bu arada Türkçe öğrenmek için 6 ay her gün Beyazıt’taki üniversiteye gittim. İş hayatına gözlerimi Türkiye’de açtım, bundan da ayrı bir gurur duyuyorum.
Baba Bush’un vizyonu oğlundan daha geniştir
Baba-oğul Bush’la yıllardır yemişliğiniz içmişliğiniz varmış...
- Oğul George Bush’u gençlik yıllarından tanırım, YPO’da (Young Presidents Organization) beraberdik. Queen Elizabeth’le yapılan bir grup gezisinde yakından tanıma fırsatım oldu. Benim tanıdığım genç Bush çok rahat bir adamdı, gemide çok güzel eğlenmiştik. Bir gün ABD başkanı olacağını, dindar ve radikal bir kişiye dönüşeceğini hiç ummazdım. Baba Bush dostumdur, Carlyle içinde çok görüşmelerimiz oldu. Onun dünya vizyonu oğlundan daha geniştir, çok dünyalı bir adamdır. Baba Bush bir keresinde bana dedi ki: ‘Ben oğlumla hep konuşurum; tavsiyelerimi söylerim ama, asla müdahale etmem.’ Baba Bush oğlundan çok daha ilerde bir Türk dostudur. Her karşılaşmamızda bana Turgut Özal’ı unutmadığını söyler, ‘Türkiye’de şimdi enflasyon kaç’ diye takılır.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2005
Antalya’nın dağı, taşı, ovası, denizi Rus turist kaynıyor. Atalarının kursağında kalan ‘sıcak denizlere inme’ hevesini bugünkü genç ve zengin Rus kuşağı gerçekleştiriyor sanki! Antalya’nın denizi, sokakları, caddesi, çarşısı, lokantası, manavı, sarrafı Rus turistlerden geçilmiyor. Birbirinden güzel, sempatik Rus kızları, Antalya’nın vazgeçilmez rengi olmuşlar. Çoğu; yüksek öğrenimli, günün dünya modasını yakından izleyen, bir giydiğini bir daha giymeyen, bir taktığını bir daha takmayan paralı ‘Moskof’ bunlar. Genellikle 5 yıldızlı tesislere 15 günlük turlarla geliyorlar, ödedikleri para 3500 dolar. Önce Tekirova Rixos Oteli’nin genel müdürü Olcay Orhan’ın anlattıklarını dinledik. Sonra otelin müşteri ilişkileri bölümünde stajyer olarak çalışan Julia Churicheva ile tanıştık. Julia, mavi gözlü bir Moskovalı. Moskova Turizm Akademisi’nde okurken, 6 yıl önce Antalya’ya gelmiş. Önce bir güzel Türkçe öğrenmiş, derken yağız bir Türk delikanlısına gönül verip nişanlanmış. Sempatik Julia gönüllü rehberimiz olarak düştü önümüze, birbirinden güzel Rus turist kızlarla bizi tanıştırdı. İşte; Ekaterina Koroleva, Tatiyana Ereheva, Nataliya Hlistalova, Inna Kalachyova ve Marina Kozireva. Otelin animasyon ekibinde yer alan Alman sarışın Kirsten Mueller de var aralarında. Yediğimiz, içtiğimiz bizim olsun, siz anlattıklarına kulak verin bu seferlik... Ekaterina, Tatiyana, Nataliya ve Julia, Rus hemcinslerinin duygularına tercüman oldukları inancındalar. Konumuz Türk erkekleri: Rusya’da siyah saçlı, esmer erkek çok az, bizimkilerin çoğu sarışın. Bunun için Türk erkekleri Rus kızların çok hoşuna gidiyor, bunu açıkça söyleyelim. Türk erkekleri bir kızdan hoşlandığı zaman neler neler yapıyor, balkonlara şarkılar bile söylüyor. Bir de, Rus erkekler çok alkol kullanıyor, içiyor, içiyor ondan sonra uyuyor. Türkiye’den şikayeti olan biz Rus kızları değil, Rus erkekleri. Eşiyle, sevgilisiyle buraya geldiğinde Türk erkeklerinin ilgi dolu bakışlarından dolayı pek mutlu olmuyorlar. Bizim ülkede kıskançlık göstermezler ama, burada esmer Türk erkeklerini rakip gibi görüyorlar galiba. Bu arada, şunu da söylemeliyiz ki, bazı Türk erkekler çarşıda dolaşırken bakışlarıyla, sözleriyle bizi rahatsız ediyorlar. Sanki hayatlarında hiç kadın görmemişler, Rusça ayıp sözler söylüyorlar. Halbuki Kemer, Belek, Alanya yabancı turistten geçilmiyor, hepsinin gözlerinin doymuş olması lazım. Büyük mağazalarda asla böyle şeyler olmuyor, orada turistlere çok sıcak ilgi gösteriliyor. Antalya çok güvenliRus güzellerinin bir ağızdan koro halinde söylediği sözlerin ilk satırları Antalya Emniyet Müdürü sevgili Naciye Ekmekçibaşı’na ithaf olunur. Ve de turisti konuk olarak ağırlayan Antalyalılara: Antalya çok güvenli, hiçbir turist burada can korkusu yaşamıyor. Tek başımıza gece, gündüz her yere gidebiliyoruz, tek başımıza rahatlıkla dolaşabiliyoruz. Türk insanları çok sıcak, bizi hiç tanımadıkları halde yardım için çırpınıyorlar. Türkiye bizim için hem çok rahat, hem kaliteli, hem de ucuz bir ülke. Ülkenize girerken hiç vize problemi çekmiyoruz, kuyruklarda beklemiyoruz. 20 dolar verip anında 2 aylık vizeyi alıyoruz, beklemek diye bir şey yok. Mesela İspanya’ya gitmek için Schengen vizesi almak gerekiyor, bir sürü evrak toplayacaksın, bir ay da sıra bekleyeceksin.Ruslar, hele Rus kızları Türkiye’yi çok seviyoruz. Çünkü burada istediğimiz gibi alışveriş yapıyor, sokakta geziyoruz, Türk sevgililer buluyoruz. Sevgili bulan kız tekrar ve tekrar buraya tatile geliyor. Sevgililer genellikle otel içinde oluyor, çünkü dışarıdakileri bilmiyoruz. Buraya staj için geliyoruz, ayda 100 dolar maaş veriyorlar. Yemekler bedava, lojmanda kalıyorsun, maaş sana kalıyor. Türkiye’de yiyecekler de pahalı değil, her yerde servis çok iyi. Biz başka ülkeleri de biliyoruz, mesela Dubai’de Antalya’daki servisi isterseniz inanılmaz çok para verirsiniz. Yemekleriniz çok güzel, çok lezzetli, çok değişik...Altın ve deri alırızRus güzellerin ağız birliği ettiği bir başka konu ise altın ve deri üzerine. Ekaterina anlatıyor:Rus turistler Türkiye’den en çok altın ve deri alıyor, çünkü çok ucuz. Mesela burada bir altın zinciri 100 dolara alabiliyorsun, aynısı Moskova’da 200 dolar. Bizim ülkemiz kışın çok soğuk olduğu için deri kıyafetler giyeriz. Burada içi kürklü bir kışlık deri ceket 450 dolar, bizde ise aynısı 800 dolar. Bazı küçük dükkanlarda kazık atmaya çalışanlar var. Kafadan 2-3 kat fiyat söylüyorlar, faturaya bakmadan. Pazarlık yapıyorsun, malı yarı fiyatına alıyorsun. Hamamda masajJulia’nın boncuk mavisi gözlerinden muziplikler fışkırıyor. Arkadaşlarına Rusça bir şeyler söyledikten sonra bastı kahkahayı:Türk hamamını çok seviyoruz, ortadaki büyük mermerin üstünde masaj yaptırmak şahane bir şey. Burada tatil yaptıktan sonra Rusya’ya dönen turistler herkese bunu anlatıyor, özellikle kızlar. Rus erkekleri hamamını sevmiyor, masaj yaptıran da pek olmaz. Hamam çok sağlıklı geliyor bize. Ruslar hediyelik eşya olarak en çok nazar boncuğu ve nargile alıyorlar. Rus turist havuza girmezNataliya kıpır kıpır, bir an önce arkadaşlarıyla beraber denize gitmek için saniyeleri sayıyor: Rus turist hayatta havuza girmez, hepimiz denize girmeyi severiz. Havuzun bizim için hiçbir önemi yok, çünkü bizde bir sürü, hem de en iyisinden havuzlar var. Antalya’ya tatile gelmişiz, mavi deniz dururken, niçin havuza girelim ki? Biz Ruslar sabahtan akşama kadar deniz kenarından ayrılmayız. Kahvaltıdan hemen sonra sahile koşarız, akşam yemeğine kadar güneşlenip denize gireriz.Türk yemekleri içinde en sevdiklerimiz; Adana kebap, döner, baklava. Biz sulu Türk yemeklerini sevmiyoruz, çorbaları da. Çünkü sizin sulu yemek dediğinize, biz Rusya’da çorba diyoruz. Tek isteğimiz otellerde bir gün de Rus yemekleri çıkarılması. Biz kuzu etine alışık değiliz, domuz etini özlediğimiz oluyor doğrusu. Bir de Rusya’daki gibi siyah ekmek verilsin istiyoruz, bu bizim için çok önemli.
button
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2005
Deniz Seki, yeni albümü ‘Aşk Denizi’nde pupa yelken gidiyor. Kah ‘Pasiflora’ diyor, kah ‘Bu Şehre Sonbahar Geldi’. Bazen ‘Ağlamak Yok’ diyor, bazen ‘Büyüyemedim’, bazen de ‘Üzgünüm Aşkım.’ Deniz Seki’nin son albümü için bence altına imza atılması gereken en güzel, en anlamlı yorumu Sevgili Ertuğrul Özkök yaptı: ‘Pasiflora’ tıpkı adı gibi müthiş bir müsekkin şarkılar koleksiyonu olmuş. Dış görünüşündeki müthiş kadınlıkla zıtlaşan bu sese eskiden beri büyük bir sadakatle bağlıyım. Bu CD’yi dinlerken sadakatin güzel bir duygu olduğunu hissediyorum. Erkek hercailiğine verilecek en güzel kadınlık dersi nedir? İşte size şiirde iddiası olmayan; ama romantizmin ve gerçekçiliğin en katı haline gelmiş en basit cevap:.
Git gitmek istersen
Bir gün pişman olup da
Dönmek istersen
Bil ki sana aşık bu kadın
Burada değil artık
Üzgünüm aşkım
Hangi erkek, müthiş bir Akdeniz kadınının ağzından bu sözleri işittiği an çuvallarca inciri berbat ettiğini anlamayacak kadar sersemdir? Eğer siz de benim gibi ‘Allah kahretsin, bir baharı daha ıskaladım’ diye için için öfkeleniyorsanız işte size ilacı: ‘Pasiflora...’ Hiç olmazsa bu yazı yakalarsınız...’
Haydi kalkın, cümbür cemaat Deniz Seki’nin Kuruçeşme’deki evine gidiyoruz. II. Abdülhamid döneminden kalan tarihi bir ahşap konağın Boğaz’ı 190 derece gören çatı dubleksinde oturuyor Deniz. Çatı katındaki yatak odasının balkonunda ağırlanacağız, öyle sağınıza solunuza bakmadan doğru sedirli balkona çıkalım. Deniz Seki bu ilk tanışmamızda bizi şaşırtmak için mini etek yerine pantolon bile giymiş olabilir. Boyu ve kilosu dışındaki vücut ölçülerini söylemeyebilir, diplomalı estetisyen olduğu halde şakadan makyaj yapma teklifinizi bile reddedebilir. Diyebilir ki ‘O günleri geride bıraktım, artık adımın öyle anılmasını istemiyorum.’
Deniz Seki; Alanya’nın Seki Köyü’nden iktisatçı ve kimyager İrfan Sekilioğlu ile Selanikli eşinin büyük kızları. En küçük kardeşi Serkan konservatuvar mezunu gitarist, halen askerliğini yapıyor. Ortanca kardeşi Serdar ise film yönetmeni, Deniz’in 2 filmini çekmiş. Sözün özü odur ki ‘Aşk Denizi’ne yelken açıp giden Deniz Seki’nin konuklarıyız bugün.
- Aşk; yeryüzündeki bütün renklerin anasıdır, benim hayatım aşksız olamaz. Kendimi bildim bileli hep aşklarım olmuştur, bugün de var. Aşkı ilk kez Çamlıca Kız Lisesi’nde yatılı okurken 1. sınıfta keşfettim. O zamanlar yazları Kumburgaz’a giderdik, orda yaz aşkım oldu. Her gece annem babam yattıktan sonra gizlice balkona çıkar, sabahlara kadar karşılıklı balkonlarda birbirimize bakardık. Gece dışarı çıkmak yok, başka ne yapabiliriz ki? Gece karanlığında o beni daha iyi seçsin diye beyazlar giyerdim. Birbirimize öyle uzaktan bakıp sabahı sabah ederdik. Yener Bey, ben aslında son derece yumuşak, sıcak, rahat ve sakin bir insanım. Çok kırılganım, çabuk küserim, kinci değilim, hemen affederim. İnsan kırmayı sevmem ama, bazen bir anda parlayabiliyorum. Bana ters gelen bir şeyi bana hiç kimse yaptıramaz, hemen dişimi gösteririm.
18’İMDEN BERİ BİLİNÇLİ KOZMETİK TÜKETİCİSİYİM
- Liseyi bitirdikten sonra Christian Dior’un 8 aylık kurslarını bitirip estetisyen diplomasını aldım. Cildime çok iyi bakarım, 18 yaşından beri bilinçli bir kozmetik tüketicisiyim. Asla yüzümü temizlemeden yatağa girmem, yüz ve vücut kremlerini sürmeyi hiç ihmal etmem. Krem kullanmadığım bir günü hatırlamıyorum, gece için ayrı, gündüz için ayrı. Diş bakımı da benim için çok önemli, temelde hijyenik olacaksınız.
SODA BANYOSU YAPTIĞIM YALAN
- Ben çok fazla makyaj yapmam, genelde yumuşak tonları tercih ederim. Makyajımı çoğunlukla kendim yaparım, mesela sahne makyajım 10 dakikada tamamdır. Bu işi bilmeyen 2 saatten önce yapamaz, ayrıca kendini maymuna da benzetebilir. Makyaj, insanın güzel taraflarını ortaya çıkarmak, hatalı taraflarını örtmek amacıyla yapılır. Sodanın cilde çok iyi geldiği doğru ama, soda banyosu yaptığım yalan. Soda çok ciddi bir gözenek sıkılaştırıcısı, tonik görevi görüyor. Sodayla yüz yıkamanın tekniği de ayrıdır. Sodayı avucunuza dökeceksiniz, yavaş yavaş cildinize dokundurduğunuzda sıkıştırma çıtırtılarını duyacaksınız.
GÜZELLİK HER ZAMAN DEZAVANTAJIM OLDU
- Fiziğimin sesimi, besteciliğimi bastırdığı teşhisiniz çok doğru, özellikle ilk başlarda. Eğer fiziksel defom olsaydı, belki o zaman insanlar sesimin güzelliğini, şarkılarımı kendimin yazdığını bileceklerdi. Bana hep manken muamelesi yapıldı ama, ben hayatta manken olmadım ki. Güzelliğe çok düşkünüm. Güzel olmak, güzel hissetmek güzel bir şey. Aynaya baktığımda kendimi güzel buluyorum, çünkü seviyorum kendimi. Aynaya bakmayı bilmek de ayrı bir güzelliktir, ayna sana söylüyor zaten ne olduğunu. Çocukluğumdan beri etek hastasıyım, oldum olası pantolon giymekten nefret ederim. Çocukken de süslü bebektim, 35 yaşına geldim hala da süslü bebeğim.Dekolteyi de severim ama, abartmam. Mesela yırtmacım varsa göğüs ve sırt dekoltesine gerek yok, bir yere odaklamak lazım.
Türkiye’de şöhret olmak çok kolay
- Kesinlikle iyi bir şarkıcıyım, bu konuda mütevazı olamayacağım için özür dilerim. Gerçekten mesleğime büyük saygım var, çok çalıştım, çalışmaya da devam ediyorum. Çok istememe rağmen babamdan korktuğum için konservatuvara gidemedim. Buna rağmen kendi kendimi yetiştirdim, 4 yıl Belkıs Aran’dan haftada 5 gün şan dersi aldım. Daha sonra Gül Sabar hocam oldu, 2 sene ondan ders aldım, Şu anda bulunduğum yerde, çok daha erken olabilirdim. Hem geç başladım, hem de zor bir yolu seçtim, Aslında Türkiye’de şöhret olmak, birilerini kandırmak kolay. Ben kimseyi kandırmadım, müziği müzik için yapıyorum, ticari kazanç elde etmek için değil.
Son albümüm ‘Aşk Denizi’nin CD ambalajı içinde bir de ‘Bir Albüm Hikayesi’ adlı bir VCD sunuyoruz. Bir albüm nasıl, ne şartlarda, ne büyük emeklerle hazırlanıyor görülsün istedim. Bunu ilk yapan benim, her albümümde yapmaya devam edeceğim. Yener Bey, maddi ve manevi birikimimi bu albümüme koydum. ‘Aşk Denizi’ benim hayatımda yepyeni bir sayfadır.Bu arada kendi yapım şirketimi kurdum, Seki Prodüksiyon adıyla. Levent’teki ofisimizde ayrı menajerlik hizmetleri de var. Ben kabuk değiştirdim, bu da biraz sancılı oldu ama, değdi doğrusu.
Evlilikten ağzım hálá yanıktır
- Hayır, hiç de şıpsevdi biri değilim, en kısa ilişkim 2 sene sürmüştür. 1989’da güzellik uzmanı olduğum toy dönemimde bir de evlilik yaşadım. Fenerbahçe Yelken Kulübü’nde, telimle duvağımla evlendim. O gece gelinliğimle sahneye çıkıp şarkılar söyledim, bayağı program yaptım yani. Eşim ticaretle uğraşıyordu, ben ise estetisyen olarak çalışıyordum. Evliliği yürütemedim, 14 ay sonra boşandık. İyi ki çocuk yapmamışım, yoksa şu andaki durumum çok daha farklı olurdu. Çocuk sahibi olmayı çok istiyorum ama, aile içinde çocuk yetiştirmek daha doğru geliyor bana. Yaşadığım kişiyle evlenmem şart değil ama, çocuk yapmam için evlilik yapmam şart. Evlilik çocukla olduğu zaman çok güzel ama, yaşadığım evlilik çok uzun süre evlenmemeyi öğretti bana. Evlilikte bence çok önemli 3 temel konu var, gençler bu sözlerimi dikkate almalı. Birincisi; beraberlik hasar almaya başlamışsa o evlilik bir gün mutlaka bitiyor. İkincisi; cinsellik, ten uyumu çok önemli. Üçüncüsü; eşlerin ailelerin kültür ve ekonomik yapıları arasında fark olmayacak. Öyle mutlu evlilikler ancak filmlerde oluyor, inanmayın. Standartların birbirine yakın olması şart.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2005
Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, Yener Süsoy’la yaptığı röportajda turistlere tapon ve sıradan halıları ‘Hereke halısı’ diye satan turizm katillerinin Denizli bölgesinde olduğunu belirtti. Bakan Koç, ‘Turizm aşığı Denizlililerin bu sahtekarları aralarından temizleyeceğine eminim’ dedi.
KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Atilla Koç, yurtdışına tapon halı göndererek turistleri kazıklayan halıcıların Denizli’de olduğunu belirtti. Bakan, ‘Eminim Denizli bu sahtekarları temizleyecektir’ dedi. İşte Bakan’ın, Denizli ile ilgili sözleri:
‘Yener Bey, size şu andaki Türk turizmindeki en büyük tehlikeyi söyleyeyim. Denizli bölgesindeki bazı turistik halı mağazaları, ipek Hereke halısı diye sıradan halıları en az 3 bin dolardan turistlere satıp kazık atıyorlar. Turistlere dükkanlarında hakiki Hereke halılarını açıp gösteriyorlar, paralarını da alıyorlar. Sonra da turistin adresine kargoyla tapon, sıradan halıları gönderiyorlar. Bu yüzden İsveç televizyonlarında dillere düştük, adamlar söylemediğini bırakmadı. Bu, ülkeye ihanettir. Bunlar turizmin katilleri; vicdansız adamlar, yapılır mı böyle şey? Denizli ve çevresi, Türk turizminin gözbebeklerinden biri, onun adını kirletmeye kimsenin hakkı yok. Eminim, turizm aşığı sevgili Denizlililer, bu sahtekarları bulup kendi arasından temizleyecektir.’
İSTANBUL TAKSİLERİNE BAKANDAN SERT UYARI
- Bu arada İstanbul’da bazı taksicilerin turist kazıklamakta yeni bir yönteme başvurduklarını öğrendim. Turisti gideceği yere epey dolaştırdıktan sonra, araç arızalandı diye kenara çekip aşırı paralar koparıyorlarmış. Bunlar polis tedbiriyle önlenmemeli aslında; bunun polisi insanın kendi vicdandır. Antalya bu işi çok güzel halletmiş, adam en ufak bir hata yaptığı zaman hemen gönderiliyor. Bir küçük not daha; İzmir Büyük Efes Oteli felaketi nihayet sona eriyor. Bundan önceki ihalede işletme hakkını alan Swissotel bu hakkından vazgeçti. Yakında tekrar satışa çıkacak ve perişan tablo ortadan kalkacak. 8 Haziran’da Kuşadası’nda 100 milyon dolarlık kongre merkezinin temelini atacağım. Esasında bunu İzmir’de de gerçekleştirecektik ama, 20 bin yatak olmadığı için yapılamıyor.
ARKEOLOJİK KAZILARA 100’ER MİLYAR ÖDENEK
- Türkiye’deki arkeolojik kazılara bugüne kadar ayrılan para 10-20 milyar civarındaydı, o da temmuzda gönderilirdi. Ben bu sistemi de ilk defa bozup hepsine hemen 100 milyar gönderdim. Ayrıca 3 aylık çalışma süreci kadar kazı yapılacak, çıkarılanlar hemen restorasyona alınıp teşhire gönderilecek. O kadar emek verilip kazı yapılıyor, çıkarılanlar ortada kalıyor, sonra başlıyor hırsızlık. Ayrıca Perge’de ışıklandırma yapıyoruz, Amerika’da yeni uygulanan güneş enerjisiyle çalışan akülerle Perge serin gece ziyaretlerine açılacak. Ermenistan sınırındaki Ani harabelerini düzenleyip ışıklandırıyoruz, buraya çok önem veriyorum. Van’daki Akdamar Kilisesi’nin restorasyonu yıl sonunda bitiyor, onu Ahlat mezarlıklarının açılışı takip edecek.
Bu arada Sümela’nın da yolunu açacağız. Bu aya kadar 50’nin üzerinde müze, tamir ve adamsızlık yüzünden kapalıydı. Bu rakamı hemen 35’e düşürdük, yıl sonuna kadar kapalı hiçbir müzemiz kalmayacak.
Boğaziçi benim için çok kutsal
Boğaziçi’nin benim için başka bir mistik tarafı var. Buradan bir defa geçtiğin zaman sana yapılan bütün büyüler bozulur, kötülükler, kem gözler üzerinden gider. Onun için ben Boğaziçi’ni çok kutsal kabul ediyorum.
Yazının Devamını Oku