Şimdiki kuşaklar Milli Mücadele’yi iyi bilmiyor

Turgut Özakman, tam 57 yıl önce bugün Dumlupınar Zafertepe’deydi. 19 Ağustos’ta Polatlı’dan yaya olarak çıkmıştı yola. Acıkır, Çifteler, Seyitgazi, Altıntaş derken Dumlupınar Zafertepe’ye varmıştı.

30 Ağustos 1948 sabahı şafak sökerken, 18 yaşındaki Turgut, Sakarya siperlerinden aldığı toprağı Zafertepe’deki anıtın toprağına katıyordu. Özakman o uzun yürüyüşünde başladı, işgal görmüş, zafer yaşamış insanlarla konuşmaya. 57 yılın sonunda ‘Şu Çılgın Türkler’ adlı son eserini yazdı. 747 sayfalık ‘Şu Çılgın Türkler,’ Türkiye’yi çıldırtmış durumda, elden ele, dilden dile dolaşıyor. Ama, Turgut Özakman’ı sadece ‘Şu Çılgın Türkler’den ibaret saymak ona büyük haksızlık olur. Ankara Radyosu’ndan TRT’ye, üniversite öğretim üyeliğinden Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’ne kadar nice hizmetleri var.

Eserlerinin hangi birini sayayım? ‘Pembe Evin Kaderi’nden ‘Güneşte On Kişi’ye, ‘Tufan’dan ‘Duvarların Ötesi’ne, ‘Paramparça’dan ‘Bulvar’a, ‘Ah Şu Gençler’den ‘Töre’ye, ‘Deliler’den ‘Fehim Paşa Konağı’na kadar. Turgut Özakman, ezelden beri Ankara’nın Türkiye’nin en yeşil şehri olduğuna inanır. Sevgili eşi Ayla ile birlikte oturduğu Oran’daki dairesi onun mutluluk yuvasıdır. Bir de küçük torunu, ‘tek başına tiyatro’ Ece gelmişse, değmeyin Turgut Ağabey’in keyfine. Unutmadan söyleyeyim, Özakman’ların üst katında Deniz Baykal, alt katında ise Ahmet Tan var, biraz ötedeki komşuları Bülent Ecevit. Turgut Özakman 1 Eylül 2005 perşembe günü 75. yaşını kutlayacak. Doğum günün kutlu olsun sevgili ustam, dostum, ağabeyim. Mikrofon senin, şu çılgın Türkler seni dinlemeyi sabırsızlıkla bekliyor.

‘Şu Çılgın Türkler’ tarih kitabı değil

- Gençlerimize uzun zamandır Milli Mücadele’yi gerektiği gibi anlatmıyoruz. Bu yüzden şimdiki kuşaklar Milli Mücadele’yi iyi bilmiyor. Oysa, Türkiye Cumhuriyeti o mücadelenin ürünü ve kaçınılmaz sonucudur. Milli Mücadele’nin emperyalizme karşı verilmiş ve kazanılmış ilk Kurtuluş Savaşı olduğu anlatılmadığı için, gençlerimiz başkalarının kurtuluş mücadelelerine imrendi. Milli Mücadele’nin bir yazarın hayal zenginliğine ihtiyacı yok, gerçek olaylar hayallerin çok üstünde. ‘Şu Çılgın Türkler’ bir tarih kitabı değildir, belgelere dayalı, gerçek olgu ve olayların romanıdır.

Milli Mücadele’ye hainlikleri ya da gafletleri nedeniyle karşı çıkanların büyük bir bölümü cumhuriyeti benimsedi. Osmanlı Devleti’nin külünden tam bağımsız, yepyeni bir devlet çıkaran Atatürk’e saygı ve minnet de duydular. Ne var ki, yurt dışına kaçanların bir bölümü kinlerini, hainliklerini sürdürdüler. Cumhuriyetimize karşı çeteler, cepheler kurup yalan ve iftira dolu kitaplar yayınladılar, yayınlıyorlar da.

Bugün Türk gençliği, birbirine hiç benzemeyen iki tarihe inanır hale geldi. Biri; ‘Şu çılgın Türkler’de esas aldığım gibi sağlıklı, dürüst hepimize gurur veren gerçek tarih. Öteki ise, cumhuriyetimizi yıkmaya çabalayanların uydurduğu, yalanlarla dolu sahte tarih. Gençlere sesleniyorum; emperyalizmi ve yamaklarını dize getiren, bir enkazdan çağdaş bir devlet kurmayı başaran atalarınızla gurur duyun. Ey sevgili gençler, şehit ve gazi atalarınızın onurunu yalancılara, düzenbazlara, sahtekarlara çiğnetmeyin.’

Milliyetçilik ayrı faşizm ayrı şey

- ‘Şu Çılgın Türkler’ de millilik de var, milliyetçilik de var, Yener’ciğim. 30 senedir bize bunun aksini anlattıkları için, çocuklarımız da milliyetçiliği faşizm zannediyor. Milliyetçilik, ahlaktır, namustur, yurtseverliktir. Bu yurt bizim yahu, hepimiz toprak kardeşiyiz. Osmanlı İmparatorluğu’nu Milli Mücadele’yi yapanlar öldürmedi, zaten 150 yıldır can çekişiyordu. Abdülaziz bir gün Ali Paşa’ya, ‘Bizim durumumuzu tam anlatsana bana’ diyor. Paşa şöyle cevap veriyor; ‘Kabuğu incecik zar olan bir yumurtaya benziyoruz. Bir diken dokunursa akıp gideceğiz.’ I. Dünya Savaşı, o dikenin dokunmasıdır, aktı gitti koca imparatorluk.

Globalleşme büyük tehlike

Kültür değişiyor, ancak globalleşme ya da küreselleşme olağan ve kendiliğinden bir değişim değil. Globalizm, dünyayı bir pazar, bütün insanları da tüketici haline getirmeye çalışıyor. Bu gidişi kaçınılmaz ve yararlı görenlere şaşırıyorum. Kendi dilimizi unutturma ve yok etme çabasına karşı zorunluluk ve sevinçle bakılmasını da anlamıyorum. Küreselleşme, genel olarak tek tip, tek kültür ister. Sermayenin dünya pazarındaki çıkarları tek tipleşmeyi zorunlu kılar. Onun içindir ki, globalleşmeye karşı durmak, uyanık olmak gerekiyor.

Hain olan henadan değil Vahdettin

- Vahdettin’in kişi olarak hain olduğu kesin, İngiliz casusu olduğunu belgeleriyle birlikte kitabımda yazdım. Osmanlı hanedanı çok ciddi, çok önemli bir hanedan, saygım var ama, gerçeğe daha çok saygım var. Osmanlı’ya niye düşman olayım, benim kendi tarihim. Osmanlıyı kabul etmemek de bir çeşit yobazlık bence. Vahdettin 15 Mayıs 1919 akşamı kırmızı kadife kaplı bir kutu içinde Mustafa Kemal’e 40 bin altın vermiş. Beher altının gramını bulup, 40 binle çarptım, 308 kilo ediyor. Bizim Naim Süleymanoğlu’ndan daha güçlü, Vahdettin de, Mustafa Kemal de. Bunları yazmak için sadece cahil olmak yetmez, çok cahil olmak lazım. Bunların yalanlarını yüzlerine vurmak, utandırmak için gerçek belgelerle dolu ‘Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele’ kitabını yazdım.

Bunlara göre Cumhuriyeti yıkabilmenin ön şartı, Atatürk saygısını, sevgisini yok etmek, Milli Mücadele’yi küçültmek, önemsememek, benimsememek. İstiklal Savaşı, dünyadaki en meşru, en ahlaklı, en haklı, en kutsal savaşlardan biridir. Cumhuriyetten daha güzel, daha ileri bir rejim var mı bu dünyada yahu? Abdülhamit’in ulu hakan olması, onun acımasız zulmünü yumuşatıyor mu? Bunlar bizden değiller, benim tarihimi paylaşmıyorlar ki. Onuncu Yıl Marşı’nı paylaşmamak olur mu? Türklerin 10 bin yıllık tarihindeki söylenebilir tek marşıdır. Bunlar Sevr’i de överler, oysa Sevr’i imzalayanlar şerefsizdir, bu anlaşmayı hazırlayıp dayatanlar ise daha büyük şerefsizdir. Lozan ise onurlu bir mücadelenin başarısıdır.

İsmet Paşa ihtilalci askerlere rest çekti

- Ankara Radyosu Söz ve Temsil Yayınları şefiyim. 22 Şubat 1962 günü sabahı İlyas Albayrak adlı bir havacı binbaşı odama geldi. ‘Müdürünüzü alıp götürdük, radyonun müdürü şu andan itibaren sensin’ dedi. Stüdyoda ‘Orkestralar Geçidi’ diye canlı bir program var, onu da yarıda kestirdi. Gece saat 23.30 gibi yanımızdaki Hava Kuvvetleri karargáhından beni telefonla aradılar. Yanıma bir ses teknisyeni alıp acele komutanın makamına gelmem isteniyordu. İsmet Paşa oradaymış, konuşmasını banda alacakmışız. Teknisyen arkadaşımla birlikte yürüyerek Hava Kuvvetleri karargáhına gittik. İsmet Paşa, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İrfan Tansel’in yatağında arka üstü yatıyordu. Üstünde Sümerbank fanilası vardı, koltuğunun altına kadar battaniye örtülüydü. Turhan Feyzioğlu, Paşa’yı uyandırdı. İsmet Paşa yerinde doğruldu, yatağın içinde oturdu. Ceketinden gözlüğünü ve yatmadan önce hazırladığı konuşma metnini vermesini istedi.

Metni alır almaz hemen okumaya başladı ve aniden durdu, şaşırdık. ‘Sesimin kayda alınıp alınmadığını kontrol etmeyecek misiniz?’ diyerek bir ders de bize verdi. Kontrol yapıldıktan sonra başladı tarihi konuşmasına:

‘Silahlı Kuvvetler Başkomutanı’nın emrine uymak ve girişilen harekáta son vermek şartıyla, şimdiye kadar kan dökülmesine meydan verilmemiş olması göz önünde tutularak harekáta katılanlar hakkında hiçbir cezai takibat yapılmayacağına hükümet başkanı olarak söz veriyorum.’

Tarih 23 Şubat 1962 olmuştu, saatler 01.00’i gösteriyordu. Paşa konuşmasını hiç hata yapmadan tamamladıktan sonra gözlüğünü çıkarıp yeniden yatağa uzandı. Biz yanından ayrılmadan o çoktan uykuya dalmıştı bile. Çelik gibi sinirleri bizi büyülemişti, savaştan gelen bir alışkanlıktı muhtemelen. Konuşmayı o gece yayına veremedik, çünkü vericilerimiz ihtilalcilerin elindeydi. Sabah olduğunda İsmet İnönü’nün sesi tüm Türkiye’de yankılanıyordu, ihtilal teşebbüsü bastırılmıştı.

Atatürk adını duyan Rum kadın bayıldı

- Atatürk’ü gören son kuşaktanım, onu ilk kez 1937’de Bakırköy’e geldiğinde gördüm. Sahildeki ünlü Viyana Gazinosu’na geldi, önlerinde iki polisin olduğu sepetli bir motosiklet vardı. Atatürk ve yanındakiler gazinonun bahçesindeki sandalyelere oturdular. Bu arada oradan geçen bir seyyar dondurmacıdan bahçeye dondurma getirmesini istediler. Dondurmacının bahçeden bir çıkışı vardı ki. Meğer 10 lira bahşiş vermişler, elinde o parayı sallayarak uçuyordu. Daha sonra Atatürk ve beraberindekiler gazinonun hemen arkasındaki iki katlı bir evin kapısına yöneldiler. Başyaver kapıyı sürekli çalıyor, açan yok. Neden sonra kapı açıldı, yaşlı Rum hizmetçi şaşkın gözlerle etrafa bakıyordu. Evin küçük oğlu Yani benim arkadaşım olduğu için aileyi tanıyordum, ev satılıktı. Yaver binbir ricayla kadını ikna etti. Atatürk birkaç kişiyle eve şöyle bir göz atıp çıktı. Galiba, evi bir arkadaşına almak istiyormuş. Atatürk ve arkadaşları arabalarına binip alkış kıyamet arasında gittiler. Yaşlı Rum kadın, ‘Kimdi o adam?’ diye sordu. Atatürk adını duyunca pat diye düşüp bayıldı.

(Yarın: SAĞCIDAN SANATÇ OLMAZ)
Yazarın Tüm Yazıları