15 Ağustos 2009
Efe’nin çocuklarla arası çok iyi, ona çocuk-köpek simülatörü diyorum. O kadar korkak olmasına rağmen, sokakta onu sevmek isteyen bir çocuk veya bebek olursa kesinlikle kaçmıyor. Bu hafta sonu sokaklar yine çok kalabalıktı, iki adımda bir “vov vov- hav hav” diyen küçük çocuklu, hatta bebek arabalı anne babalarca durdurulduk. Gözüne giren parmak mı istersiniz, çekilen kuyruk ve kulak mı... Gıkı çıkmıyor. Zaten beagle cinsi köpekler genel olarak sakin tavırları ve insan severlikleriyle de biliniyorlar. Çocuklarının Efe’yi sevmesine izin veren, onları destekleyen anne-babaları çok seviyorum. Hayvansever bir nesil geliyor!
Horlayan Muşka
Sabaha karşı kulağımın dibindeki horlama sesiyle uyandım. Erkek arkadaşım çok horlayan bir model değil, yan dönmesini söylemek için dürtmeye hazırlanırken bir de ne göreyim! Muşka Bey sırtüstü aramıza yatmış. Kafası yastıkta, horul horul horluyor! Sessizce ama süratle kalktım, ışığı açtım, fotoğraf makinemi kaptım ve ortaya Muşka’yı kadrajladığım bu fotoğraf çıktı. Fotoğrafı çekerken sevgilim uyandı, Muşka biz kahkahalar atarken hâlâ horlayarak uyuyordu.
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2009
İnsanların ilgi alanları ve hobileri nasıl zaman içinde değişiyor ve gelişiyorsa, hayvanlarınki de öyle. Mevsime, bulunduğu yere ve şartlara göre hem de! Efe adaya gittiğinden beri huyu değişti diyorum ya; alın size bir örnek daha. Bizim kedisever oğlumuz, şimdi de büyük bir kirpi âşığı oldu çıktı. Geçen yaz da bir-iki girişimi olmuştu, bunun gerçek bir aşk olduğunu bu sene şüphe götürmez bir şekilde kanıtladı. Efe, adaya gittiğinden beri aşağı yukarı her hafta, bazen iki günde bir, yeni bir kirpi bulup eve getiriyor! Eve dediğim, onun için en mahrem yere: Yatağına.
Kirpilerle ilk tanışmasının tanığı olan annemler, bahçede bir noktaya kilitlenip, “oyna benle” sesiyle havlayıp durduğu yerde neşeyle zıplarken bulmuşlardı Efe’yi. Allah Allah diye yanına gittiklerinde, korkudan top olmuş kirpiyle oynamaya çalıştığını fark etmişlerdi. Geçenlerde bir gündüz vakti kapı baca açık otururlarken annem Efe’nin o saatte yatağında yatmasından işkillenip yanına gitti. Bir de ne görsün! Minicik bir kirpi bulmuş, kollarının arasında himayesine almış. Hatta yalamaya çalışıyor şapşal. Küçük kirpi tabii ki yine top olmuş, kalbi korkudan deli gibi atıyor. Onu nereden buldu, dikenleri ağzına batmadan nasıl gizlice taşıdı, hiçbirimizin aklı ermedi. Sonunda bir bezle tutulup yan bahçeye bırakıldı ama bunu koca koca başka kirpiler takip etti. Biz, batar diye elimize almaya korkuyoruz, bizimki kendine de hayvana da zarar vermeden ağzında eve taşıyor zırt pırt... Üstelik amacı sadece oynamak ve onları sevmek. Hiçbirine zarar vermedi bugüne kadar.
Muşka’nın yaz aşkı ise plastik plaj terlikleri olarak çıktı karşımıza. Sevgilimin iki çift terliğini yedi resmen. Hani terlikler “gel beni kemir” dercesine ortalıkta da durmuyor. Spor çantasından, ayakkabı rafından bulup indiriyor, köpek gibi ağzında taşıyıp zulasına götürüyor. İşi bitince de gurur içinde gelip orta yere bırakıyor.
Bu sadece sevgilimin terlikleri için geçerli, benimkiler henüz mönüye girmedi. Sadece kışın daha bir kere giydiğim topuklu ayakkabının burnunu tırnaklarıyla delik deşik etmişti. Gerçek deriyle sahte deri farkı böylece anlaşılmıştı.
Biraz korkuyoruz aslında, ya o kemirdiği parçaları yutarsa diye. O yüzden bulduğumuz terliği ve parçalarını yapboz gibi birleştiriyoruz, şimdilik eksik parça yok.
Bu arada Muşka yiyor ama sevgilim pes etmiyor; o terlikleri ısrarla giyiyor.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2009
Efe, birkaç haftadır Büyükada’da. Yaz tatili yapıyor! Geçen hafta yazmıştım, iki yaşındaki oğlu Zeze annemlerde olduğu için iki köpek mutlu mutlu takılıyorlar. Zeze, Efe’nin tek oğlu değil aslında. Bizimki altı çocuk babası! Kardeşlerinin biri İstanbul’da, ikisi Antalya’da, ikisi de İzmir’de. Kızımız İzmirli olduğu için yavruların çoğu oralarda ev buldu.
Geçen hafta Zeze için “zırdeli” yazmıştım. Annemlerden anında itiraz geldi, “bizim oğlumuz zırdeli değil” diyorlar. Onun yerine “edepsiz, cazgır, kıskanç, şeytan” gibi başka sıfatları tercih ediyorlarmış! Gerçekten de Efe ne kadar munisse, Zeze o kadar cazgır. Efe topla mı oynuyor, hemen onun peşine düşüyor. Bir yerde mi yatıyor, kaldırıp kendi kuruluyor. En komiği de Efe’ye iltifat edince. Anında yanınızda bitip, “beni sev beni sev” diye kafasını ittiriyor. Bir de bu küçük yaşında kocaman sesi var ki, üç sokak aşağıdan duyuluyor.
Efe munis diyorum ama adaya gittiğinden beri huyu değişti. Zeze ve Body’yle birlikte çete kurdular. Body, adadaki kapımızda yaşayan sahiplenilmiş bir sokak köpeği. Annemler ve üst sokaktaki komşuları yaz/kış dönüşümlü bakıyorlar. Body, boyu yetişkin bir insanın beline gelen, 40 kiloluk şişko bir köpek. Yürürken kafası dışında vücudunun her yeri ayrı oynuyor.
Bu üç harami, adayı haraca kesiyor bir süredir. En sevdikleri şey, birlikte kedi kovalayıp onları ağaca kaçırmak, gelen geçen köpeğe, tesisatçıya havlamak. Bir de Deli Dumrul’culuk oynuyorlar: Oyunun amacı sokağa kimseyi sokmamak. Bu oyun uzun sürmüyor tabii. Annemler anında ellerinde terlik sokağa fırlayıp hepsini içeri sokuyor.
Bazen de üçü bir olup iskeleye kaçıyorlar. İskele dediğim, alt sokak falan değil; insan yürümesiyle 15 dakikalık mesafede. Geze geze gidip bakkalı, balıkçıyı teftiş ediyor, üstüne üstüne gelen üç köpekten çekinen birkaç kişiyi korkutup geliyorlar. Gerçi çoğunlukla onlar dönmeden önce ya manav ya da kasap annemi arayıp haber veriyor, “Abla sizin çete yine burada, kayboldular sanıp merak etmeyin.”
Bu kapıdan kaçıp iskeleye gitmeler can sıkıcı sonuçlar da doğurabiliyor. Ama tabii ki hayvanlar açısından, insanlara zarar verdikleri yok. Ben sadece bir kişiyi günaha sokmalarına tanığım. Kaldırımda oturan çarşaflı bir kadın bunları görünce eteklerini öyle bir telaşla topladı ki, alttan donu gözüktü.
Birkaç hafta evvel bizimkileri saldırgan sokak köpeği zanneden bir kadın, Zeze’ye isabet eden koca bir tuğla atmış üstlerine. Annem uzaktan görmüş, kadını zor aldılar elinden. Geçen gün de adanın kadrolu sokak köpeklerinden biri saldırdı Zeze’ye. Kulağında ve sırtında iki delikle döndü eve. Hali çok komikti, korkudan iki gün kapıya bile yaklaşmadı! Bir yandan da iyi oluyor, öğreniyor sokakta nasıl davranması gerektiğini.
Zeze hayatımıza girdiğinden beri bir şey daha biliyoruz: Bir Beagle’dan daha iyi olan tek şey, iki Beagle!
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2009
Tosun kedimiz Muşka 2 yaşına bastı. Tam gününü bilmiyorum, o yüzden ilk bulduğumuz zamanki boyuna posuna bakarak, sevgiliminkiyle aynı haftaya denk geldiği için onunla aynı gün olarak kaydettim. Hatırlamak kolay oluyor. Birini unutsam, ötekinden hatırlıyorum!
Muşka safkan sokak kedisi olmakla beraber, annesini de babasını da yakinen tanıyorum. Annesi, üst sokaktaki eski apartmanımıza sonradan gelen zarif kedilerin biriydi. Biriydi diyorum, çünkü yavruları daha bebekken öldü. Apartmanımızın yanında, önü telle kapatılmış beton alanda yaşamak zorunda bırakılan, güya sahipli, kedi düşmanı köpek tarafından öldürüldü. Muşka’nın babası ise, yıllardır o sokakta ikamet eden bir tekir. İsmi Orhan. Kocaman kafa, kalın ense, kısa-güdük bacaklar, kaplan gibi net çizgileri olan bir post. Ama çirkin değil. Tam tersine, son derece karizmatik! Kedi sevmeyen komşularımızın bile karşısında hürmetle eğildiği bir arkadaşımız.
İşte Muşka ve kardeşi Hasan bu otoparkta doğdular. Anneleri ortaya çıkardığında iki kardeşin de gözleri iltihaptan kapanmıştı. Sokakta doğan ve büyüyen yavru kedilerde çok sık görülen bir problem bu. Gözleri çok kolay enfekte oluyor. Zamanında müdahale edilmeze, körlüğe kadar gidiyor.
Muşka ve Hasan’ı bu durumda görünce veterinere götürmek şart oldu. Gel gör ki, kapalı gözlerine rağmen çita hızında koşup, maymun gibi ağaçlara zıplıyorlardı. Hasan’ı yakalamak zor olmadı. Fakat Muşka’yı nerdeyse bir saat süren kovalamaca-kıstırmacada 5 kişi zor yakaladık! Ben, erkek arkadaşım, 1,90 boyunda bir arkadaşımız, kapıcımız ve karısı; elimizde kafes, su hortumu, süpürge, oyuncak ve süt, küçücük alanda deliler gibi oradan oraya koşmuştuk. Yakaladığımızda hepimiz nefes nefeseydik. Muşka yorulup sersemlemese, zor yakalardık.
İki kardeş de şanslı çıktı. İki haftalık veteriner konaklamasında gözlerinde hasar kalmadan iyileştiler. Parazit tedavileri, aşıları yapıldı. Hasan daha tedavideyken sahip buldu. Muşka’nın bize gelmesi ise bundan aylar sonra çok tesadüfen oldu. Ama o başka bir güne artık!
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2009
Gece saat 03.00’te Çin işkencesi gibi beynimi oyan bir sesle uyandım. Tıkır, takır, çat, güm... Salondan, koridordan, banyodan, evin bütün odalarından sırasıyla aynı ses geliyordu. 02.00’den beri devam ediyordu aslında ama kalkmaya üşeniyordum. Kalktım, ışıkları yakmadan hafiye gibi evin içinde dolaşmaya başladım. Hırsız girme ihtimali olduğundan değil, kedilerin hangisi hangi mikropluğu yapıyorsa, suçüstü yapmak için.
Aradığımı yemek masasının altında buldum. Karaçi ve Muşka bir olmuş, iki gün evvel kaybettiğim krem tüpünün mika kapağıyla futbol oynuyorlar. Ama nasıl eğleniyorlar anlatamam! Masaya çıkıp kapağın üzerine atlamak mı istersiniz, koltuğun altına saklanıp gizlice pati atmak mı, yarışır gibi peşinde koşturmak mı... Homurdanarak kapağı yok edip yattım.
Fakat aklıma takıldı; bir saat boyunca nasıl bir konsantrasyondur bu? Ben 20 dakikadan uzun süren hiç bir şeye tahammül edemiyorum. Sabah uyandığımda aklıma erkek arkadaşımın geçen hafta anlattığı bir haber geldi. Kediler olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi kuramayan hayvanlarmış. Yani, o kapağa pati atıp tıkır tıkır yuvarlandığında, kendi girişimi yüzünden olduğunu anlamıyor, onu canlı zannediyormuş. O yüzden de bir nesneyle sonsuza kadar oynayabiliyorlarmış.
Hadi bu çözüldü; kedilerle ilgili bir muamma daha var: Neden bütün kediler sabah ezanıyla birlikte azar? Nerdeyse her sabah evdeki bütün kilimleri dertop buluyoruz.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2009
Cumartesi: Efe’yi tıraş ettirdik. Harika gözüküyor! Tüyleri kısacık oldu, kadife gibi. Tıraştan sonra yıkandı, özel köpek parfümünü de süründü, mis gibi kokuyor. Bütün yara izlerinin, vücudunun sağ tarafında olduğunu fark ettim bu arada. Sol tarafında bir tane bile yok. Bir araştırma konusu olabilir mi? Fakat kuyrukla derdimiz var şimdi de! Tüyleri kesilince kamçı gibi oldu. Bacağımda şimdiden iki tane çizgi şeklinde çürük var.
Pazartesi: Dün gece Karaçi’yi (yine) dışarıda unutmuşuz. Dışarıda derken, balkonda. Hem salonun hem de çalışma odasının balkona açılan kapıları var. Karaçi de mikrop! Salonu kapatıp çalışma odasına gidene kadar oradan sızıyor dışarı. Simsiyah tüyleriyle kara deliğe benzediği için, gece yarısı uykulu gözlerle görmüyoruz da hanımefendiyi. Uyanıksa parlak yeşil gözlerinden yakalanıyor bazen ama eğer uyuyorsa, görmeye imkan yok. Sedirdeki minderlerin arasına saklanıyor çünkü. Neyse ki sevgilim sabahları altı gibi kalkıyor. Balkondan gelen “maaaoooovvvv” şeklindeki ulumayı duyup almış içeri. Bu Karaçi komik kedi diyorum ya hep; balkon kapısı açıkken bütün gün dışarıda. Evdeki ikinci kum kabı balkonda durduğu için içeri girmiyor bile. Ama yanlışlıkla üstüne kapıyı kapayınca bir surat bir surat. Hiç yüz vermiyor bugün bana.
Çarşamba: Bu sabahki yatak manzarası, daha doğrusu tepişmesi: Karaçi, kırk yılda bir sırt üstü yatmamı fırsat bilmiş, ben uyurken sinsi sinsi gelmiş kucağıma kıvrılmış. Ama Muşka canavarı bırakır mı hiç! Uyuyordum, görmedim ama ne yaptığını adım gibi biliyorum: Sessizce, uyuyan Karaçi’ya yaklaşır. Kısa bir süre durur, en etkili dalışı nereden yapacağını belirler. Sonra arıkuşunun kanat çırpmasına benzer bir süratle uçarak Karaçi’ye -tercihen- göbek bölgesinden dalar. Akabinde yatak bir anda savaş alanına döner, kargaşaya Efe de katılır, tüyler her tarafa saçılır...
Bu olay iki şekilde sonuçlanıyor genelde. Ya, “kuyruksuz yatak” sloganı eşliğinde ailecek odadan uçuyorlar, kapı üstlerine kapanıyor, ya da kaderimize boyun eğip “kalkalım bari” diyoruz. Bu sabahki mücadele hepsinin odayı terk etmek zorunda kalmasıyla sonuçlandı.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2009
Cumartesi: Efe’yi, geçen hafta anlattığım saldırıdan kurtaran arkadaşım Kerem aradı. Her türlü kurtarma çalışması için hizmetinizdeyim diye. Meğer sabahları yürüyüşe çıktığında o kadar çok benzer saldırıyla karşılaşıyormuş ki, köpeklerin Süpermen’i olmuş.
Akabinde bir başka telefon. İran kedisi annesi Ezgi’den. Efe’nin tıraş yazısını okumuş. Diyor ki, peki kediler tıraş olmaz mı? Valla bana sorarsanız olmaz, olmamalı da. Bir kediyi tıraş etmek, varlığına hakaret etmektir. Bir de yıkamak. Yıkanmayı küfür olarak algıladıklarından eminim. Ben keyfi tıraşlardan bahsediyorum tabii, veteriner kontrolündeki istisnai durumlar sayılmaz. Ezgi’nin, komik suratlı kedisi Felix, envai çeşit deri hastalığına, bir ara da bir tür mantara yakalandığı için mecburen tıraş oluyor. Ezgi Felix’e “mesih” diyor. Haklı valla, derviş gibi olmasa, o halde gezmeye tahammül edemezdi hayvan. Bir başka arkadaşım da Himalaya cinsi kedilerini tıraş ettiriyor. Onların gerekçesi de, evde yerlerde dolaşan bir bebek olması. Sadece kuyruklarının ucunda bir parça tüy kalıyor.
Karaçi ve Muşka şanslı. Bugüne kadar hiçbir kedimi tıraş ettirmek zorunda kalmadım. Düzenli taramanın ve sürekli deri kontrolü yapmamın da etkisi var eminim. Dökülen tüy olayını da çözdük biz. Çift tabancalı silahşor gibiyim; biri şarjlı el süpürgesi, diğeri özel uçlu ve alerji filtreli harika hayvan tüyü süpürgelerim var.
Pazar: Bugün Efe’yle ada macerası yaşadık. Macera diyorum ama daha çok acılı bir süreç aslında. Köpeğiniz varsa ve adaya gitmeye niyetleniyorsanız, işiniz çok zor. Maddi-manevi engelli triatlon gibi bir şey. Akşam İstanbul’a döndüğümüzde madalyayı hak etmiştik! Deniz otobüsleri kesinlikle hayvan taşımıyor. Bırakın tasmalı köpekleri, kafesteki kedileri, kuşları bile almıyorlar. Pardon alıyorlar ama güverteye, yanında kimse olmadan! O hayvan o gürültüde, rüzgarda ne olur, düşünen yok! Travma mı geçirir, dalgalardan hoplayıp zıplayıp kafesiyle birlikte denize mi düşer, umurunda değil İDO’nun. Kabataş’tan vapur var ama henüz kış tarifesi olduğu için Marmara Denizi’nde haftalık tura çıkmakla aynı süre. Geriye tek iskele seçeneği kalıyor: Bostancı. Bostancı’dan vapur seçenekleri fena değil ancak vapurlarda gittikçe artan bir hayvan düşmanlığı var. Daha birkaç ay önce ağızlıklı olmak kaydıyla iç salonlara alabildiğimiz Efe’yi artık sadece dış güverteye veya ayakta gidilen yerlere alıyorlar. Bir ay önce annemler Efe’nin oğlu Zeze ile Bostancı-Büyükada vapuruna binerken, kaptan köşkünün camından beline kadar sarkarak bağıran kaptan, “Çıkarın o köpeği, yoksa bu gemi kalkmaz” dedi. Salon falan değil derdi, gemiye almamaya çalışıyordu! Uzun bir tartışmadan sonra bindiler ama sinirleri de tükenmişti. Eğer İDO’cular merak ederse geminin ve kaptanın ismi bizde mevcut. Henüz köpeklerle derdi olmayan Bostancı-Büyükada motorlarına biniyoruz biz artık. Eğer motor boşsa, banka serdiğimiz örtünün üzerinde oturmasına da kimse ses çıkarmıyor. Efe zaten korkak, bir de köpek düşmanı insanlarla uğraşmaya hiç tahammül edemiyorum.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2009
Cuma: Yaz geliyor. Efe’yi tıraş ettirmek gerek. Bir mecburiyet değil tabii ama iyi oluyor. Hem dökülüp yenisi gelen tüylerin bir kısmından daha çabuk kurtuluyoruz hem de yaz sıcağında tüyleri az olunca, daha az sıcak basar gibi geliyor bize.
Tıraşın kararı kolay da, uygulaması o kadar değil. Bizim Efe, başka hemen hemen her şeyden korktuğu gibi bundan da korkuyor. Otomobile doluşup da veterinerin sokağına girdiğimiz anda, yol boyu bize kendi dilinde “inleyen nağmeler” konseri dinleten köpek, bir anda sus pus oluyor. Bir de hayvanların hafızası yok derler!.. Bal gibi hatırlıyor işte.
Cumartesi: Bugün yine sokakta tasmasız gezen saldırgan köpeklerle kovalamaca oynadık. Saldırgan köpeklerin tasmasız dolaştırılmasına hasta oluyorum. Köpeğin üslubu sertse, tasmalı gezdireceksin kardeşim!
Bizimkine her gün gittiğimiz parkta saldırdılar, hem de kaç kere. Biri çok korkunçtu. İsmi lazım değil bir sosyetiğin, güya K9 eğitiminden geçen köpeği saldırmıştı. Çizgi filmlerdeki gibi bir insan-hayvan karışımı bulutun içinden zor kurtardık Efe’yi. İki adımlık mesafedeki eve, oradan da otoparka gidene kadar sokakta kandan bir çizgi bırakmıştık. Sonuç: Boydan boya yırtılan kulağa içten dıştan bir sürü dikiş! Böyle şeylere dayanıklıyımdır ama o gün, ilk defa, veterinerimiz dışarıda beklememi istemişti. Sokak kapısının dışından bile Efe’nin ağlamasını duyup, onunla birlikte ağlamıştım.
Birkaç kere de “hem oynarım hem ısırırım” mizaçlı arkadaşlarının kurbanı oldu bizim gariban. Ensede, popoda, sırtta bol miktarda deliği var. İşin komiği, derin yaraların bıraktığı yerlerdeki tüyler bir daha siyah çıkmıyor. O da çıkarlarsa tabii. Sırtında bir tür faça haritası var. Köpeklerde de “sana kurşun yaramı göstereyim mi, apandisit izimi görmek ister misin güzelim” tarzı flört yolları var mı acaba?
Pazar: Dün yatak odasının penceresine tel taktırdık sonunda. Karaçi hanım pencere dışında oturmaya bayıldığı için, o camı hiç açamıyorduk. Sonunda sıcaktan bayılmakla cüzdan arasında seçim yaptık, paraları iki kanatlı, gerektiğinde açılabilir bir sisteme yatırdık. Evde kedi varsa, standart plastik tellerden kullanamıyorsunuz. Tırmalayıp delebiliyorlar. İçinde metal karışımı olanlardan almanız lazım ki, bunun tercümesi, daha pahalı demek. Karaçi çok mutlu, dünden beri o pencerenin önünden ayrılmıyor. Orada ne görüyorsa artık?
Yazının Devamını Oku