Tüketiciler, yani bizler, gerek işlemin cazibesi gerekse pazarlama tekniklerinin özellikleri nedeniyle pek fazla düşünmeden sözleşmeler imzalıyoruz, işimize yaramayacak ürünler-hizmetler satın alıyoruz. Genellikle de kısa bir süre sonra sözleşmeyi kurduğumuza pişman oluyoruz.
Tüketicilerin bu şekilde mağdur olmaması için ilk kez 1995 yılında tüketicinin korunması ile ilgili bir kanun çıkarılmıştı. 2003 yılında bu kanunda kapsamlı değişiklikler yapılmıştı. Ancak zaman içinde Avrupa Birliği mevzuatına uyum çerçevesinde, bu değişen kanunun da yetersiz olduğu tespit edildi ve tüketicinin korunması için yeni bir kanun yapılması gündeme geldi.
Haziran ayının başında hazırlanan kanun tasarısı, önümüzdeki günlerde TBMM’de görüşülecek. Bu tasarıda aşağıda saydığım gibi birçok değişiklik var. 76 milyon vatandaşımızı ilgilendiren bu kanunun hepimize hayırlı olmasını diliyorum.
CAYMA SÜRESİ UZUYOR
Önceki kanunda tüketici; kapıdan, işyeri dışında yapılan satışlarda, malı teslim aldığı tarihten itibaren 7 gün içinde hiçbir gerekçe göstermeden ve hiçbir yükümlülük altına girmeden cayma hakkına sahipti. Tasarıya göre 7 günlük bu süre 14 güne çıkarılıyor. Bu şekilde tüketicinin düşünmeden, baskı altında veya malı görmeden yaptığı sözleşmeden kolayca kurtulabilmesi mümkün olabilecek.
YANLIŞ REKLAMLAR YASAKLANIYOR
Piyasanın denetlenmesine yönelik idari önlemler de tasarıda yer bulmuş. Tüketici sözleşmelerindeki haksız şartlar, reklamlar ve haksız ticari uygulamalar bu kanun yasalaşırsa denetlenmeye başlayacak. Örneğin tüketiciyi yanlış yönlendirebilecek, düşünüp tartarak, bilinçli bir şekilde hukuki işlem yapmasını engelleyecek her türlü reklam ve haksız ticari uygulamalar yasaklanıyor; bunların yapanlara idari para cezaları öngörülüyor.
TÜKETİCİ DERNEKLERİ DAVA AÇABİLECEK
Hürriyet okurlarından Cemal Ş.’nin başına gelen çok enteresan bir davayla ilgili sorusu, bu kavramı anlamakla ilgili bir ipucu verebilir bizlere.
HAYATIN OLAĞAN AKIŞI
“Yasin bey, benim başıma çok ilginç ve bir o kadar da üzücü bir olay geldi. Eşimle birlikte sinemaya gitmiştik. Aracımızı sinemanın kapalı otoparkına bıraktık. Filmden sonra yemek yedik, daha sonra da eve döndük. Ancak aradan iki ay kadar geçtikten sonra, savcılıktan bana, parmak izi vermem için bir çağrı geldi. Parmak izi vermek için gittiğimde “şu tarihte neredeydin, ne yaptın” gibi bir takım sorular sorup ifademi aldılar. Aradan birkaç ay daha geçtikten sonra bu sefer mahkemeden bir yazı daha geldi. Meğer, biz eşimle film izlerken, kapalı otoparkta aracımızın yanına park edilmiş aracın iki sileceğini koparmışlar, ön camını kırmışlar, dikiz aynasına hasar vermişler. Benim parmak izim de aracın üzerinde bulunmuş. Savcının iddianamesini okuyorum, mala zarar vermekten hakkımda ceza istenmiş. Bu durum “hayatın olağan akışı”na uygun mudur; sadece bir parmak izim aracın üzerinde diye ceza mı alacağım” diye soruyor.
ŞÜPHE VARSA CEZA OLMAZ
Ceza yargılamasının amacı işlenmiş bir suçun cezasız kalmamasıdır. Bunun için Adalet Tanrıçası Themis, sağ elindeki teraziye delilleri koyarak somut maddi gerçeği tartar. Sol elindeki kılıcı kullanarak suç işlediği sabit olan faili cezalandırır.
Burada dikkat etmemiz gereken en önemli kural ise evrensel bir ilke olan “şüpheden sanık yararlanır” ilkesidir. Latincede “in dubio pro reo” şeklinde ifade edilen ilkenin özü, ceza davasında sanığın mahkumiyetine karar verilebilmesi bakımından göz önünde bulundurulması gereken herhangi bir soruna ilişkin şüphenin, mutlaka sanık yararına değerlendirilmesidir.
Şüpheden sanık yararlanır kuralı, dava konusu suçun işlenip işlenmediği, işlenmişse sanık tarafından işlenip işlenmediği ve gerçekleştirilme biçimi konusunda şüphe belirmesi halinde de geçerlidir. Sanığın bir suçtan cezalandırılmasına karar verilebilmesinin temel şartı, suçun hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak bir kesinlikle ispat edilebilmesidir.
İHTİMAL VARSA
Yasa değişene kadar mevcut, yürürlükte bulunan yasaya tabi olduğunuzu ve yeni çıkarılacak yasanın, önceki yasaya göre kazanılmış haklarınızı ortadan kaldıramayacağını bir kere daha hatırlatmak isterim. Bu, kanunların geriye yürümezliği ilkesinin tabii bir sonucudur. Bu hafta siz Hürriyet Okurlarından gelen e-postalardan bu konuyla ilgili olanları ele aldım. Herkese mutlu bayramlar diliyorum. Sorularınızı hayatinsorulari@gmail.com adresinden bana ulaştırabilirsiniz.
Yasin Bey, bir işveren olarak kıdem tazminatını son derece mantık dışı buluyorum. Ben yanımda çalışanlara zaten çalışmasının karşılığında maaş ödüyorum. Sigortasını da yatırıyorum. Emekli olduğunda emekli maaşını devletten alacak. Bir de niye kıdem tazminatı ödemek zorundayım, mantığını anlayamıyorum. Raşit S.
Raşit Bey, işverene ait bir ya da birkaç işyerinde belli bir süre çalışmış bir işçinin, işini kaybetmesi halinde işinde yıpranması, yeni bir iş edinmede karşılaşacağı güçlükler ve işyerine sağladığı katkı göz önüne alınarak, geçmiş hizmetlerine karşılık işveren tarafından işçiye kanuni esaslar dâhilinde verilen toplu paraya “kıdem tazminatı” denilmektedir. Kıdem tazminatı borcu sosyal devlet ve hakkaniyet ilkelerinden kaynaklanmaktadır, toplumsal barışı sağlamaya yardımcı olduğu düşünülmektedir.
Ben son dört yılda dört farklı işyerinde çalıştım. Ancak çalıştığım işyerleri hep aynı holdinge bağlı. Kıdem tazminatı hakkım var mı? Samet A.
Samet Bey, öncelikle mailinizde ne şekilde işten ayrıldığınız ve ne şekilde yeniden istihdam edildiğinizi belirtmemişsiniz. Bu nedenle herkes için geçerli olan bilgileri vereceğim. İşçinin en az bir yıllık çalışması aynı işverene ait işyeri ya da işyerlerinde geçmiş olmalıdır. Kural olarak aynı gruba ya da holdinge bağlı farklı tüzel kişiliği haiz şirketlerde geçen hizmetlerin birleştirilmesi mümkün olmaz. Ancak çalışma hayatında işçinin sigorta kayıtlarında yer alan işverenin dışında başka işverenlere hizmet verdiği, yine işçinin bilgisi dışında birbiri ile bağlantısı olan işverenler tarafından sürekli giriş çıkışlarının yapıldığı sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Kısaca eğer işverenleriniz ve işler arasında organik bir bağ varsa kıdem tazminatınız tüm olarak hesaplanmalıdır. Eğer işlerinizden istifa etmek suretiyle ayrıldıysanız, kıdem tazminatına hak kazanamazsınız. İstifa yoluyla sona eren önceki dönem çalışmalarınız kıdem tazminatı hesabında dikkate alınmaz.
Bir şirketin yurtdışındaki pozisyonu için iş sözleşmesi imzaladık. Bu sözleşmeyle 3 ay sonra işe başlama yükümlülüğüm var, yoksa tazminat ödeyeceğim. Kıdem tazminatım hesaplanırken bu süre ilave edilir mi? Hasan T.
Kıdem tazminatının koşulları, hesabı ve ödeme şekli doğrudan İş Kanunlarında düzenlenmiştir. 4857 sayılı İş Kanununun 120. maddesi hükmüne göre yürürlükte bırakılan 1475 sayılı yasanın 14. maddesinde kıdem tazminatına hak kazanabilmek için işçinin işverene ait işyerinde en az bir yıl çalışmış olması gerekir. İşçinin işyerinde fiilen çalışmaya başladığı tarih en az bir yıllık sürenin başlangıcıdır. Tarafların iş ilişkisi kurulması yönünde varmış oldukları ön anlaşma bu süreyi başlatmaz.
Kriz dönemlerinde borçlarla ilgili sorular da artar. Eşlerin en çok merak ettiği konuların başında da “eğer kendi adına kayıtlı bir malı varsa, bu malının eşinin borcundan etkilenip etkilenmeyeceği” gelir.
“Eşimin bankaya borcu var, benim maaşıma haciz konulur mu, adıma kayıtlı eve haciz konur mu, eve haciz gelir mi” diyorsanız bu size yararlı olabilir.
EVLİLİKTE ALINAN MALLAR KİMİN
1 Ocak 2002’den sonra evlendiyseniz ya da evliliğiniz bu tarihten sonra da devam etmişse ve eşinizle aranızda evlilik sözleşmesi yapmadıysanız, otomatik olarak “edinilmiş mallara katılma (EMK)” diye adlandırdığımız sisteme dâhilsiniz demektir. Benim kısaca EMK şeklinde tanımladığım bu sistem şu manaya geliyor:
İster çalışın, isterseniz evde oturun, evliliğiniz süresince alınan tüm malların değerlerine ortaksınız.
EŞİN SAYILMAYAN MALLAR
Bu sistemde ortak mallara bazı istisnalar öngörülmüş. Örneğin babanızdan kalan daireler kişisel malınız sayılıyor, ortak mallara girmiyor. Ama bu daireleri kiraya verdiniz, her ay kira parası alıp bunu ayrı bir banka hesabında biriktiriyorsunuz; bu paraların yarısı eşinize ait. Ya da kaza geçirdiniz, bir miktar maddi tazminat aldınız, bir miktar da manevi tazminat. Aldığınız maddi tazminatın yarısı eşinize ait ama manevi tazminatın tamamı sizin kişisel malınız sayılıyor.
BORÇLARDAN SORUMLULUK
Özellikle internetin yaygınlaşmasından sonra insanlar, problemleriyle ilgili kendi kendilerine araştırma yapmaya başlayınca bu sözü daha çok kullanır oldum. Kendi alanım için konuşayım. Her hangi bir konuyu merak eden, hukuk eğitimi almamış ve hatta alsa bile o konuda çok sayıda dosya üzerinde çalışmamış bir kişinin birkaç kanun maddesini, Yargıtay kararını okuyup doğru sonuca ulaşabilmesi ihtimalini çok düşük buluyorum. Okurlarımızdan Mahmut bey de okuduğu Borçlar Kanunu’nun 74. maddesiyle ilgili bir soru yöneltince, bu hafta bu noktaya dikkat çekmek istedim. Sorularınızı, hayatinsorulari@gmail.com adresinden ulaştırabilirsiniz.
BERAAT KARARI BAĞLAYICI MIDIR
* Bundan 5 yıl kadar önce yeğenime, motosikletle giderken bir belediyeye ait bir kamyon çarptı. Olayda, yeğenim vefat etti. Ceza davası açıldı ama yeğenim kırmızı ışıkta geçtiği için şoför beraat etti. Şimdi, belediyeye karşı manevi, maddi tazminat davası açmak istiyoruz, kazanabilir miyiz? Borçlar Kanunu 74. maddeye göre, ‘Beraat kararları mahkemeyi bağlamaz, bu nedenle tazminat davası açabilirsiniz’ diyorlar, doğru mu? Mahmut A.
Öncelikle başınız sağ olsun. Elbette tüm dosyanızı görmeden kesin bir şey söylenemez. Borçlar Kanunu 74. maddesi ‘Hâkim, zarar verenin kusurunun olup olmadığı, ayırt etme gücünün bulunup bulunmadığı hakkında karar verirken, ceza hukukunun sorumlulukla ilgili hükümleriyle bağlı olmadığı gibi, ceza hâkimi tarafından verilen beraat kararıyla da bağlı değildir. Aynı şekilde, ceza hâkiminin kusurun değerlendirilmesine ve zararın belirlenmesine ilişkin kararı da, hukuk hâkimini bağlamaz’ şeklinde düzenlenmiştir. Her ne kadar, Borçlar Yasası’nın 74. maddesi metninde, ceza mahkemesince verilen kararların hukuk hakimini bağlayacağına ilişkin açık bir hüküm yoksa da, bu maddenin genel yorumundan ve özellikle son cümlesinin karşı anlamından, ceza mahkemesince verilen kararlarda saptanan maddi olayların hukuk hakimini de bağlayacağı, olayların başka şekilde gerçekleştiğinin benimsenemeyeceği anlaşılmaktadır. Ceza mahkemesinde haksız fiil öğelerinden eylem, illiyet bağı, hukuka aykırılık yönleri saptanmış ve bunlar kesinleşmişse, bu üç öğe bakımından ceza mahkemesinin mahkumiyet ya da beraat kararı hukuk hakimini bağlayacağı hem bilimsel, hem de kökleşmiş içtihatlarla benimsenmiş bulunmaktadır. Buradaki amaç adalete güveni sağlamak ve çelişik hükümlerin çıkmasını önlemek ve kesin hükmün toplum vicdanındaki haklılığının sarsılmasına engel olmaktır. Bu nedenle sizin dosyanızda tazminat davasına bakacak mahkemenin, ceza mahkemesinin saptamasıyla bağlı olduğu düşüncesindeyim.
TÜM AYLARIN KİRASI İSTENEBİLİR Mİ
* 2011 yılında ev sahibimizle bir kira sözleşmesi yapmıştık. Bu sözleşmenin bir maddesinde ‘Bir kiranın zamanında ödenmemesi ya da eksik ödenmesi halinde kira sözleşmesinin sonuna kadar olan tüm kiralar muaccel olur’ yazıyor. İki ay önce kirayı ödeyemedik, ev sahibimiz aradı, geri kalan 6 aylık kira parasını birden icraya koyduğunu söyledi. 6 aylık kirayı nasıl ödeyeceğim? Yok mu bu işin bir çaresi? Hacer S.
Hacer hanım, geçmiş olsun. Kira sözleşmelerine uygulanan kanunumuz değişti. Yeni kanunumuz olan 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 346.maddesinde; kiracıya kira bedeli ve yan giderler dışında başka bir ödeme yükümlülüğü getirilemeyeceği, özellikle kira bedelinin zamanında ödenmemesi halinde ceza koşulu ödeneceğine veya sonraki kira bedellerinin muaccel olacağına ilişkin anlaşmaların geçersiz olduğu kabul edildi. Yani bu kanuna göre, sizin eski kanun döneminde yapmış olduğunuz muacceliyet şartı geçersizdir, sizden sadece ödemediğiniz ayın kirası istenebilir.
TANIKLA İSPAT EDEBİLİRSİNİZ
Geçen hafta babamdan kalan evi üzerime geçirmek istedim. Tapu memuru, hem miras bırakan, hem de malik kısmına benim adımı yazmış. Tekrar tapuya gittim, düzeltmeleri için dilekçe vermek istedim. Kabul etmediler, dava açmam gerektiğini söylediler. Ne yapmamız lazım, bu işler dava açmadan olmuyor mu?
Bu sizi mutlu eder mi bilmiyorum ama bu hatalarla zaman zaman karşılaşıyoruz, sadece sizin başınıza gelmiyor, tek değilsiniz. Düzeltme konusuna gelince:
Evin tapu kaydının tutulduğu Tapu Müdürlüğü’ne karşı bir dava açmanız gerekiyor. Dikkat etmeniz gereken konu, burada Hazine aleyhine değil Tapu Müdürlüğü’ne yönelik bir dava açacak olmanız. Davayı Sulh Hukuk Mahkemesi’nde açacaksınız.
PART-TIME ÇALIŞAN NAFAKA ALIR MI?
Kocama boşanma davası açmayı düşünüyorum. Part-time çalışıyorum, gelirim olduğu için bana nafaka bağlanmazmış doğru mu?
Eşinizin gelirine bağlı olarak part-time çalışsanız bile, diğer şartlar da varsa, yoksulluk nafakası bağlanması gerekir. Bu nafakanın bağlanması için açtığınız boşanma davasında eşinizin sizden daha fazla kusurlu olması gerektiğini unutmayınız.
DOKTORA DAVA AÇABİLİR MİYİM?
... Devlet Hastanesi’nde iki yıl süreyle tedavi gördüm. Tedavim sonucunda sağlığım daha da kötüye gitti. Bunun üzerine bir başka hastaneye müracaat ettim. Bu hastanede yeniden tetkikler yapıldı, önceki teşhislerin tamamen yanlış konulduğunu ve iki yıl boyunca hatalı tedavi edildiğim söylendi. Son üç aydır yeni tedaviye başlandı, şu anda eskisine göre çok daha iyiyim. Beni yanlış tedavi eden doktora ve hastaneye karşı dava açabilir miyim?
Eşler, müşterek çocuklar, eşin annesi, babası, kardeşleri bir yana, bazen eşin eskiden birlikte olduğu kişi, önceki evlilikten olma çocuk, açık kimliği bile belli olmayan telefonda konuşulan şahıs gibi bir çok bilinmeyen, yetersiz bilgi nedeniyle hakim tarafından çözülemeyen, çoğu zaman gözardı edilen konu var.
Hakim, boşanma davasında kimin haklı kimin haksız olduğunu doğru bir şekilde tespit ettiğini varsayalım. Bu karar yanında hakim, boşanmaya yol açan olaylardaki kusur durumundan (çoğu halde) bağımsız olarak çocukların geleceği ile ilgili de bir karar vermek zorunda. Bu karar çocuğun yaşı, cinsiyeti, yaşadığı çevre, ana-baba ile ilişkileri, ana-babanın çocuğa karşı yükümlülüklerini yerine getirip getirmediği gibi birçok değişkenin doğru bir şekilde tespitini gerektiriyor.
* * *
Bugün artık, geçmişte anlatılan “babamız bizi bir kere bile öpmedi, saçımızı okşamadı” babalarından daha çok, çocukları ile daha fazla vakit geçirmeye çalışan babalarla karşılaşıyoruz. Bu durumlarla birlikte, geleneksel olarak erkek çocuğunu soyun devamı olarak gören aileler de işin içine girince, boşanma davalarında “hafta içi annede hafta sonu babada” olması gibi isteklerle sıkça önümüze geliyor.
Ülkemizde henüz bazı Batılı ülkelerde başvurulmaya başlanılan “ortak velayet” kavramı kanun kitaplarına girmeyi başaramadı. Bunun sonucunda, mahkemeler -çoğunlukla anneye olmak üzere- çocukların velayetini ana-babadan birine bırakmak zorunda kalıyor.
* * *
Verilen kararlar ise maalesef kes yapıştır şeklinde: “birinci ve üçüncü Cuma günü saat 18’den Pazar günü …” diye hazırlanmış şablona göre karar verilip geçiliyor. Pedagoglar ve eğitimciler, çocukla birlikte geçirilen sürenin uzunluğundan ziyade, kalitesinin daha önemli olduğu görüşünde birleşiyorlar, ama iki haftada bir, ayda toplam sadece dört gün görüşüp çocukla sağlam bir bağ kurmak, annelik-babalık duygusunu tatmin etmek mümkün mü?
Ancak bir yazı üzerine okurlardan gelen e-postalar konunun hangi noktalara dokunduğunu, yazıların kimlerin bir sorununu çözdüğünü de anlatıyor bize.
Bu haftanın yazı konusu ise İstanbul’dan minik bir prenses. Gönderdiği e-postadan bir bölümünü paylaşıyorum:
“Sevgili Yasin abi. Benim adım Ayda. Bu yıl dördüncü sınıfa gideceğim. Annemle babam, ben ana sınıfına giderken ayrıldılar. Babam Ankara’da. Ben burada, İstanbul’da anneannemin yanında kalıyorum. Annem 7-8 ay önce Amerika’ya gitti, orada iş kuracakmış. Senin geçen haftaki “Babanın parası mı annenin sevgisi mi” yazını okudum. Çok üzüldüm. Çocuklar anne şefkatine muhtaçtır demişsin, çocuklara babaları değil anneleri baksa daha iyi olur demişsin. Ben babamla Ankara’da kalmak istiyorum. Anneannemi de seviyorum ama bana babam baksın istiyorum. Lütfen bana cevap ver, cevabını beğenirsem babama okutacağım. Cevabın için şimdiden teşekkür ederim.”
ANNEYE BIRAKMAK KESİN DEĞİLDİR
Ayda’nın bahsettiği yazıda genel bir ilkeden bahsetmiştim. Yargıtay, genel ilke olarak küçük yaştaki çocuğun annesinin bakım ve şefkatine ihtiyaç duyduğunu, bu nedenle evlilik sona erdiğinde çocuğun velayetinin genelde anneye bırakılmasının tercih edildiğini belirtmiştim. Tabii bu genel bir ilke. Genel ilkeler doğal olarak tüm herkes için geçerli olmazlar. Her özel durum yeniden ele alınıp incelenir ve o durumun özelliğine göre bir karar verilir. Yani, çocukların velayetinin anneye bırakılması kesin değildir, şartları varsa babaya da bırakılabilir.
* * *
Ayda gibi çocuklar (üçüncü sınıfı bitirdiğine göre 10-12 yaşlarında) Milletlerarası Sözleşmelerle tanınan bazı haklara sahipler. Bunlardan önemli bir tanesi ise şu: Boşanma durumunda velayet anneye ya da babaya bırakılmadan önce hâkim mutlaka idrak çağındaki çocuğu dinlemek, ona görüşünü sormak zorunda. Bu dinleme çoğu zaman mahkemelerin bünyesinde çalışan Sosyal Hizmet Uzmanları vasıtasıyla yapılıyor. Bu uzmanlar, velayete ilişkin bir dava olduğunda çocuğun yaşadığı yere gidiyorlar, çocukla, birlikte yaşadığı diğer kişilerle ve çocuğun diğer ebeveyni ile konuşuyorlar, çocuğun yaşadığı ortamı inceliyorlar ve bunları bir rapor haline getirerek Mahkemeye sunuyorlar. Bazen de çocuk duruşmaya gelmişse, hâkim çocuğu salona alıyor, tanıklar, izleyiciler ve taraf avukatları dâhil herkesi salondan çıkararak bizzat çocuğu dinliyor. Hâkim, velayetin bırakılacağı tarafı belirlerken çocuğun bu düşüncelerini de gözetmek zorunda.
* * *