Yasemin Boran

Yasemin'ce

22 Şubat 1998
Çekişmeler çatışmalar ilişkilerHayatın anlamı mıdır, yoksa, anlamsızlığı mı? Bilinmez. İnsanlık tarihi kadar eski, fakat her zaman var olmuş bir olgudur. Her devirde ve her dönemde çözümler aranmış, nedenleri araştırılmış, hatta laboratuvara sokulup tahlilleri yapılmış fakat, hiç bir netice alınamamış, bir hastalıktır. Hem de tüm dünya insanın sahip olduğu bir virüs. Teşhisi var, tedavisi yok. Herkes kurtulmaya çalışıyor fakat, kurtuluşu yok gibi görünüyor. Masa başında oturup konuşmak ve çözüm üretmek güzel. Ve hatta neredeyse herkesin kendince bulduğu bir çözüm yolu var. Hem de hangi kültürden ve eğitim düzeyinden gelirse gelsin. Fakat, üretilen tüm çözümler sadece masa başında kalıyor. İş uygulamaya geldiği zaman her şey unutuluyor. Masa başında oturup düşünmeye başladığınız zaman son derece sağlıklı fikirler üretebiliyor hatta bunu bir kaç kişi biraraya gelerek yaptığı zaman düşünce enerjisinin gücü daha da yükselip yaratıcı çözümlere kadar insanı götürebiliyor. Fakat, ne yazık ki, masa başından kalktığınız andan itibaren kanınızda dolaşan virüs kişiyi ele geçiriyor. Yani kısaca şöyle diyebiliriz; Oturup düşünen ve çok hoş fikirler üreten kişi, hayatın içine girip yaşamaya başladığı anda sanki kişilik değiştiriyor. Ve bu değişimi yaratan da az önce sözünü ettiğim virüs. Yoksa, başka bir açıklaması olabilir mi? ‘‘Şimdi diyeceksiniz ki, bir saattir birşeyler anlatıp duruyorsun, fakat ne anlattığın anlaşılır gibi değil. Şunu açıklada da biz de başka açıklamalar üzerine kafa yoralım.’’Ne deseniz haklısınız. Fakat, kendimi böyle bir kez kaptırdım mı, alıp başımı gidiyorum. Sonra, kendimi kendim bile yakalayamıyorum. Neyse sözü fazla uzatmadan şu hastalığın adını söylesem iyi olacak. Tek kelimeyle, ‘‘Güç’’ diyebiliriz. Birinin diğeri üzerinde üstünlük kurmak için yapılan mücadeleler, çekişmeler, kavgalar...Kimi zaman bu çekişmelere uzaktan baktığınız zaman ‘‘İncir çekirdeğini bile doldurmayacak’’ şeklinde değerlendirip tebessümle izliyorsunuz. Fakat, iş sizin başınıza geldiği zaman o incir çekirdeğini bile doldurmayan şey, aniden hayatınızın tek amacı oluveriyor ve kendinizi büyük bir mücadelenin içinde buluveriyorsunuz. Olaylar yatışıp sakinleştikten sonra şöyle bir durumu gözden geçirdiğiniz zaman, ‘‘Yahu bunun için mi, birbirimizi kırdık’’ diyebiliyorsunuz. Hatta, hafızanız biraz güçlüyse olayı dikkatle düşündüğünüzde kendinizi kıran kırana mücadele ederken görüyor ve kendinize şaşabiliyorsunuz.İşte, kişinin kişiye karşı verdiği üstünlük çekişmelerini yaratıcısı bir virüs. İnsanlığın kanına taaa Kabil'in Habil'i öldürdüğün gün giriyor. Kimbilir belki de daha eskiye dayanıyor. Çünkü, Kabil'in kanında muhtemelen bu virüs vardı ki, kardeşini öldürmeye kadar şuurunu kaybettirdi.Evet, bir ilişkiye baktığınız zaman, ilk olarak göze çarpan en önemli unsur, aralarındaki çekişme. Elbette ki, bütün hastalıklarda olduğu gibi derece derece farklılar gösteriyor. Kimilerinde hastalık hızlı seyredip ölümcül derecelere ulaşırken kimilerinde gizli ve yavaş seyrediyor. Neyse ki, böyle oluyor. Yoksa, herkesin ölümcül ve şiddetli derecede hasta olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ben düşünmek istemiyorum. Fakat, ne yazık ki, istemekle olmuyor. İsteseniz de istemeseniz de bu hastalığı taşıyorsunuz ve bununla yaşıyorsunuz. Fakat, en azından bunun bir hastalık olduğunu bilmek ve ona göre davranmakmümkün. Tıpkı, şeker hastasının perhiz yapması gibi. Pekala bu hastalıktan paçamızı sıyıramasak bile perhiz yapabilirsiniz. Ve, hasta olanlara nasıl ayrıcalıklı davranıyorsak, hastalığı ilerlemiş olanlara da hasta muamelesi yapabiliriz. Böylece bizim hastalığımızı ilerletmelerine izin vermemiş oluruz. Bu hastalığın belirtileri daha aile içi bireylerde (Karı-koca ve kardeşler) arasında görüldüğü gibi iş arkadaşlarından, bütün meslek dalları, yöneticiler ve hatta ülkeler arasında alenen görülebiliyor. Daima bir kılıf içinde karşımıza çıkıyor. Kılıfı, formu, görünür yapısı her ne olursa olsun ileri sürülen tüm nedenlerin özü, ‘‘Güç gösterisi’’nden öteye gitmiyor. Üstünlüğü sağlayıp kontrolü ele geçirmek. Tedavisi mümkün olmayan virüsümüzü en azından ıslah etmeye çalışmazsak, yakın bir gelecekte virüs, beynimizi tamamen ele geçirmiş olacak ve üstünlük iddialerında bulunabileceğimiz, çekişebileceğimiz hiçbir şey kalmayacak. ‘‘Aman ne kadar da iyi olur’’ demeyin. Çünkü, siz de kalmayacaksınız, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

21 Şubat 1998
Çekişmeler çatışmalar ilişkilerHayatın anlamı mıdır, yoksa, anlamsızlığı mı? Bilinmez. İnsanlık tarihi kadar eski, fakat her zaman var olmuş bir olgudur. Her devirde ve her dönemde çözümler aranmış, nedenleri araştırılmış, hatta laboratuvara sokulup tahlilleri yapılmış fakat, hiç bir netice alınamamış, bir hastalıktır. Hem de tüm dünya insanın sahip olduğu bir virüs. Teşhisi var, tedavisi yok. Herkes kurtulmaya çalışıyor fakat, kurtuluşu yok gibi görünüyor. Masa başında oturup konuşmak ve çözüm üretmek güzel. Ve hatta neredeyse herkesin kendince bulduğu bir çözüm yolu var. Hem de hangi kültürden ve eğitim düzeyinden gelirse gelsin. Fakat, üretilen tüm çözümler sadece masa başında kalıyor. İş uygulamaya geldiği zaman her şey unutuluyor. Masa başında oturup düşünmeye başladığınız zaman son derece sağlıklı fikirler üretebiliyor hatta bunu bir kaç kişi biraraya gelerek yaptığı zaman düşünce enerjisinin gücü daha da yükselip yaratıcı çözümlere kadar insanı götürebiliyor. Fakat, ne yazık ki, masa başından kalktığınız andan itibaren kanınızda dolaşan virüs kişiyi ele geçiriyor. Yani kısaca şöyle diyebiliriz; Oturup düşünen ve çok hoş fikirler üreten kişi, hayatın içine girip yaşamaya başladığı anda sanki kişilik değiştiriyor. Ve bu değişimi yaratan da az önce sözünü ettiğim virüs. Yoksa, başka bir açıklaması olabilir mi? ‘‘Şimdi diyeceksiniz ki, bir saattir birşeyler anlatıp duruyorsun, fakat ne anlattığın anlaşılır gibi değil. Şunu açıklada da biz de başka açıklamalar üzerine kafa yoralım.’’Ne deseniz haklısınız. Fakat, kendimi böyle bir kez kaptırdım mı, alıp başımı gidiyorum. Sonra, kendimi kendim bile yakalayamıyorum. Neyse sözü fazla uzatmadan şu hastalığın adını söylesem iyi olacak. Tek kelimeyle, ‘‘Güç’’ diyebiliriz. Birinin diğeri üzerinde üstünlük kurmak için yapılan mücadeleler, çekişmeler, kavgalar...Kimi zaman bu çekişmelere uzaktan baktığınız zaman ‘‘İncir çekirdeğini bile doldurmayacak’’ şeklinde değerlendirip tebessümle izliyorsunuz. Fakat, iş sizin başınıza geldiği zaman o incir çekirdeğini bile doldurmayan şey, aniden hayatınızın tek amacı oluveriyor ve kendinizi büyük bir mücadelenin içinde buluveriyorsunuz. Olaylar yatışıp sakinleştikten sonra şöyle bir durumu gözden geçirdiğiniz zaman, ‘‘Yahu bunun için mi, birbirimizi kırdık’’ diyebiliyorsunuz. Hatta, hafızanız biraz güçlüyse olayı dikkatle düşündüğünüzde kendinizi kıran kırana mücadele ederken görüyor ve kendinize şaşabiliyorsunuz.İşte, kişinin kişiye karşı verdiği üstünlük çekişmelerini yaratıcısı bir virüs. İnsanlığın kanına taaa Kabil'in Habil'i öldürdüğün gün giriyor. Kimbilir belki de daha eskiye dayanıyor. Çünkü, Kabil'in kanında muhtemelen bu virüs vardı ki, kardeşini öldürmeye kadar şuurunu kaybettirdi.Evet, bir ilişkiye baktığınız zaman, ilk olarak göze çarpan en önemli unsur, aralarındaki çekişme. Elbette ki, bütün hastalıklarda olduğu gibi derece derece farklılar gösteriyor. Kimilerinde hastalık hızlı seyredip ölümcül derecelere ulaşırken kimilerinde gizli ve yavaş seyrediyor. Neyse ki, böyle oluyor. Yoksa, herkesin ölümcül ve şiddetli derecede hasta olduğunu düşünebiliyor musunuz? Ben düşünmek istemiyorum. Fakat, ne yazık ki, istemekle olmuyor. İsteseniz de istemeseniz de bu hastalığı taşıyorsunuz ve bununla yaşıyorsunuz. Fakat, en azından bunun bir hastalık olduğunu bilmek ve ona göre davranmakmümkün. Tıpkı, şeker hastasının perhiz yapması gibi. Pekala bu hastalıktan paçamızı sıyıramasak bile perhiz yapabilirsiniz. Ve, hasta olanlara nasıl ayrıcalıklı davranıyorsak, hastalığı ilerlemiş olanlara da hasta muamelesi yapabiliriz. Böylece bizim hastalığımızı ilerletmelerine izin vermemiş oluruz. Bu hastalığın belirtileri daha aile içi bireylerde (Karı-koca ve kardeşler) arasında görüldüğü gibi iş arkadaşlarından, bütün meslek dalları, yöneticiler ve hatta ülkeler arasında alenen görülebiliyor. Daima bir kılıf içinde karşımıza çıkıyor. Kılıfı, formu, görünür yapısı her ne olursa olsun ileri sürülen tüm nedenlerin özü, ‘‘Güç gösterisi’’nden öteye gitmiyor. Üstünlüğü sağlayıp kontrolü ele geçirmek. Tedavisi mümkün olmayan virüsümüzü en azından ıslah etmeye çalışmazsak, yakın bir gelecekte virüs, beynimizi tamamen ele geçirmiş olacak ve üstünlük iddialerında bulunabileceğimiz, çekişebileceğimiz hiçbir şey kalmayacak. ‘‘Aman ne kadar da iyi olur’’ demeyin. Çünkü, siz de kalmayacaksınız, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

15 Şubat 1998
İki geri bir ileriBütün gücümüzle ileriye atılıyoruz. Olmayacak işleri başarıyoruz. Bir şeyi bir kez tutturmaya görelim. Elde edinceye kadar uğraşıyoruz. Veee hepimiz daha iyiye, daha ileriye gidebilmek için bunca uğraşı verdiğimizi söylüyoruz. Dışardan bakıldığında gerçekten de hızlı bir ilerleme içinde bulunduğumuzu söylemek mümkün. Fakaat, bir de içine girin bakalım. Acaba, dışardan göründüğü gibi mi? Hani derler ya, ‘‘İçi beni yakar, dışı seni’’ tam bu vecizeye uygun bir haldeyiz. Bunca lafı niye mi ediyorum? Anlatayım; Biliyorsunuz, okullar yarı dönem tatiline girmişlerdi. Ben de bir türlü fırsat bulup çocuklarla ilgilenemiyorum diye kahrediyordum. Sonunda bir fırsat yaratıp çoluk çocuk küçük bir tatil yapalım dedik. Tabii bu arada İstanbul'dan fazla uzaklaşmayacağız ama aynı zamanda İstanbul'un atmosferinden de uzak kalacağımız civarda nerelere gidebiliriz diye düşündük. Hemen aklımıza yeni il olan Yalova geldi. Doğruyu söylemek gerekirse çok güzel bir yer. Üstelik mevsim kış olduğu için son derece sakin aynı zamanda da ihtiyaç duyulan hareketliliğe sahip. Ayrıca, Termal çok yakın ve bu kaplıacaların bulunduğu yer hasretini duyduğumuz ağaçların arasında. Sonra Bursa'ya en çok bir saatlik mesafede. Uludağ'a gidebilir, Çınarcık'ta gezebilir, kısaca çok iyi ve renkli vakit geçirebilirdik. Sonuçta da öyle oldu. Çok eğlendik. Buraya kadar herşey çok güzel ve tam istediğimiz gibi. Taa ki, ben yazılarımı göndermeye kalkıştığım güne kadar.Büyük bir keyifle oturup yazılarımı yazdım. Sonra bunları göndermek için bir postahane aramaya başladım. O sırada Çiftlikköy'deydik. Yalova'ya beş kilometre mesafede. Tüm görünümüyle büyük bir gelişme içinde bulunan hatta geliştiği söylenebilecek bir yer. Aradığınız herşeyi bulabileceğiniz izlenimi uyandırıyor. Bir bölge gazetesinin ofisiyle bile karşılaşıyorsunuz. Yolun kenarında durup postanenin yerini soruyoruz. Tarif ediyorlar. Büyük bir keyifle oraya yöneliyoruz. Yazılarımı alıp postaneye yöneliyorum. Evet, bunları faksladıktan sonra tatile devam edebiliriz. İçeri giriyor ve kağıtlarımı uzatıyorum. ‘‘Şunları fakslayabilir miyiz?’’ Genç kadın hafif alaylı bir tebessümle faks olmadığını söylüyor. Kulaklarıma inanamıyorum. O anda içeriye dikkatle bakıyorum. Uzunca bir masanın bulunduğu küçücük bir odayı postane yaptıklarını anlıyorum. Bana ‘‘Ancak Yalova'daki postaneden faks çekebileceğimi söylüyorlar. Şaşkın bir halde oradan uzaklaşıyorum. İlk kez başıma böyle bir şey geliyor. Şimdiye kadar dolaştığım yerleri hatırlıyorum. Karadeniz'in dağ köylerinde bile yazılarımı göndermekle ilgili sorun yaşamamıştım. Üstelik oralara turizmin rüzgarı bile girmemişti. Burası ise, tamamen turizme yönelik bir yapılanma içinde ve neredeyse bir kent görünümünü almış. Fakat, postane gibi çok önemli bir iletişim merkezi için postane demeye bin şahit gerektiren ve hiç bir işlevi olmayan göstermelik bir yer açmışlar. Faks gibi çok önemli ve gerekli bir cihazları bile yok. Yoksa, yok ne yapalım deyip çıkıyorum ve doğru Yalova'ya gidiyorum. Önce Türk Telekom binasına giriyor ve kağıtlarımı uzatıyorum. Aldığım cevapla şaşkınlığım iki katına çıkıyor. Evet, burada da faks yok. Ve bankonun arkasındaki kız bana diyor ki, postaneye gitmeniz gerekiyor. Faks orada. Ben de ‘‘Burası ne iş yapar?’’ diye soruyorum. Kız da, sadece telefon hizmeti verdiklerini söylüyor. Demek ki, faksın telefonla hiç bir ilgisi yok, bana yanlış öğretmişler deyip çıkıyorum. Tabii bu arada saatler ilerliyor ve ben hala yazıları gazeteye gönderebilmiş değilim. Postanenin nerede bulunduğunu öğrenip çıkıyorum. Bu arada ayak parmaklarımdan başlayan bir karıncalanma ve iğne batıyormuş gibi hissettiğim duygular yavaş yavaş yukarı doğru yükselmeye başlıyor. Postaneyi bulup geldiğimde karşımda duran memura elimdeki kağıtları büyük bir tedirginlikle uzatıyorum. Artık faks yok denilmesine alışmış bir biçimde bekliyorum. Bu sırada memur önüme büyük bölümü boş bir evrak uzatıyor ve bunu dolduracaksınız, sonra bu evraklar da biz de kalacak, diyor. Anlamamış bir ifadeyle yüzüne bakıyor ve neden diye soruyorum. Nedeni yok, diyor. Bizde usul böyle. Peki, yazılar ya gitmezse ve bu arada siz bunları kaybederseniz ne olacak, diye soruyorum. Hiçbir şey, diyor ve ilave ediyor, ‘‘O zaman, özel çektirin’’ Yahu bir yere girip rica minnet faks çektirecek olsam bunca saat uğraşır mıydım? Sonra telefon etmek için kart istiyorum. Camın kenarına kocaman harflerle yazılı ‘‘Kart yok’’ yazısını bana gösteriyor. O sırada biri geliyor ve o da kart istiyor. ‘‘Yok’’ lafını duyduktan sonra ‘‘Zaten ne zaman oldu ki’’ diyor. Ne çeşit bir yerde bulunduğumu anlayamamış bir halde ve panik içinde faks çekebileceğim bir yerler bulabilmek için oradan fırlıyorum. Sonunda İhlas Ajans'ın ofisini görüp rahatlıyorum. Eh bir gazetecinin halinden ancak bir gazeteci anlar deyip içeri dalıyor ve yazılarımı gönderiyorum.
Yazının Devamını Oku