Yasemin Boran

Yasemin'ce

14 Şubat 1998
Sevginin kanatlarıSabah uyandığında yüzü pencereye dönüktü. Perdenin aralığından gün ışığı doğrudan doğruya yüzüne geliyor ve gözlerini kamaştırıyordu. Birdenbire içinin enerjiyle dolduğunu, midesinden yukarı doğru bir sevinç dalgasının yükseldiğini hissetti. Dikkatle gökyüzüne baktı. Aydınlık gökyüzü, her zaman içini coşkuyla doldurmuştu. Aklında hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey düşünmeden yattığı yerden fırladı ve perdeyi tek hareketle duvara kadar çekti.İşte ne olduysa o anda oldu. Hemen karşısında üst üste sıralanmış gri duvarlar ve neredeyse içini göreceği kadar yakınında duran evin pencereleri kendisine kötü kötü bakıyordu. Aslında karşısında duran bildik bir manzaraydı. Fakat yine de kötü olmuş ve içindeki coşku bir balon gibi sönmüştü. Midesinin burkulduğunu hissetti. Hemen pencereden uzaklaştı ve kendisini yatağın üzerine attı. Gözlerini tavana dikip bir süre öylece midesindeki hareketin bitmesini bekledi. Kusmak istemiyordu.Düşünceler zihninde oynaşıyordu. Kötü ve karanlık düşünceler beynine üşüşüyor, kendisini yalnız ve zavallı hissetmesine neden oluyorlardı. Yaşam enerjisinin bedenini yavaş yavaş terk ettiğini hissediyordu. Kendini tamamen bıraktı. Artık vücudunu hissetmiyordu. Sadece ve sadece düşünceleri vardı. Sanki sadece düşüncelerden oluşmuş gibiydi. Bakışları pencereye kaydı. Gökyüzüne dikti gözlerini. Düşüncelerinin yönü değişti. Birdenbire büyükannesinin gülümseyen yüzüyle karşılaştı. Bir zamanlar olduğu gibi onunla konuşmaya başlamıştı. Çocukken ne zaman canı sıkılsa hep onu bulmuştu. Onu tek anlayan kişiydi. Başka kimse anlamamıştı onu şimdiye kadar. İşte yine karşısında duruyor ve pırıl pırıl aydınlık yüzüyle içini rahatlatıyordu.Duygularının değişmeye başladığını hissetti. Zaten eskiden de hep böyle oluştu. Onunla ne zaman konuşsa dünyaya daha bir başka görmüştü. Şimdi ne diyordu?‘‘Sevginin kanatlarını aç. İçindeki sevgiyi serbest bırak.’’İçinin yeniden enerjiyle dolduğunu hissetti. Yaşama sevinci geri dönmüştü. Evet. Bir zamanlar kendisiyle yaptığı bu konuşmayı hatırlamıştı. Zihninin derinliklerinden çıkıp nasıl da karşısına çıkmıştı. Hem de ne kadar canlıydı. Yattığı yerden toparlandı. Bir sıçrayışta ayağa kalktı. Hemen banyola koştu. Sular bedeninden süzülüp aktıkça, kötü ve karanlık düşüncelerinden öyle akıp gittiğini hissediyordu. Çabucak kurulandı ve en sevdiği kıyafeti dolaptan çıkardı. Hızla giyindi ve uzun uzun aynadaki görüntüsüne baktı. İçindeki sevgi harekete geçmiş sanki aynadan kendisine bakıyordu.Ne demişti büyükannesi, ‘‘Sevginin kanatlarını aç’’ demişti. Tekrar aynadaki görüntüsüne baktı. Sevginin kanatlarını açmaya, hazır olduğunu hissetti. Sonra büyükannesinin diğer söyledikleri aklına geldi. ‘‘İçinde bulunduğun durum her ne olursa olsun, içindeki sevgiyi serbest bırak. Bırak aksın ve seni sarsın. Etrafını sarsın. Sevginin gözleriyle bak, sevginin kulaklarıyla işit ve sevgiyle düşün. O zaman çevrenin, durumunun ve duygularının değiştiğini göreceksin. Kendine acıyan, yalnızlık ve karanlığın yaratıcısı düşünceler seni terk edecek. Sevginin kanatlarını bir kez açmayı başardığın zaman gerçek bir kavrayış içine girecek ve yalnız olmadığını anlayacaksın ve yalnız kalmayacaksın.’’Evet, artık yalnız kalmak istemiyordu. Aslında yalnızlığını seviyordu. Ya da şimdiye kadar öyle olduğunu zannediyordu. Fakat bu sabah hiç de öyle olmadığını anlamıştı. Kendisini ne kadar yalnız hissetmişti ve bu duygu neredeyse onu öldürecekti. Ölümcül bir haldeyken büyükannesinin hayali imdadına yetişmişti. Anılarının belleğinde böylesine canlı kalmasına teşekkür etti. Şimdiye kadar sadece kendisini düşünmüş, hayal kırıklığı ve acılardan kendini korumak adına içindeki sevgiyi nasıl da hapsetmiş olduğunu anladı. Yaşadığı ilişkiler hep yüzeysel ve sahte yakınlaşmalardan öteye gitmemişti. İçindeki sevgiyi şimdiye kadar hiç serbest bırakmamış olduğunu anladı. Ve işte şimdi nasıl da ortaya çıkmıştı. Ve neredeyse onu öldürüyordu.Aynanın karşısında saçlarına şekil verdi. Kaşları ve gözleriyle oynadı. Gözlerinin daha başka bir ışıltısı ve ifadesi vardı. Güzel ve aydınlık bakıyorlardı. Kendisini o ana kadar hiçbir zaman bulmadığı kadar güzel buldu.‘‘Evet’’ dedi. ‘‘İçimdeki sevgiyi serbest bırakıyorum.’’ Döndü, yatağını düzeltti. Pencereden dışarı baktı. Daima iğrenç bulduğu manzara artık onu etkilemiyordu. Hatta karşı duvarın penceresinden içeriye dikkatle bakıp orada kimlerin nasıl yaşadığını merak ederek dikkatle baktı. O güne kadar, o pencerenin perdeleri ve cam hep itici duygular uyandırmıştı. Şimdiyse, perdelerinin pembe renkli olduğunu ayırt ediyor ve içini tuhaf duygularla dolduruyordu. Dışarı çıkmak için can atıyordu. Odasında oraya buraya attığı birkaç parça eşyayı aceleyle kaldırdı ve çantısını kaptığı gibi sokağa fırladı. Nereye gideceğini bilmiyordu. Aklında hiçbir şey yoktu. Fakat sevginin kanatlarını açmıştı ve onların kendisini uçuracağını biliyordu. Hem de en doğru yere.Şayet siz de, ne yapacağınızı bilemiyorsanız, tıpkı kahramanımızın yaptığı gibi, içinizdeki sevgiyi serbest bırakın ve sevginin kanatlarını açın diyorum. Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Kültürel yağmalama

13 Şubat 1998
‘Altının ve değerli mücevherlerin ışıltısına şaşmadım. Beni hayrete düşüren altın ve değerli taşlardan çok daha üstün olan o işçilik. Büyük bir hayranlıkla binlerce biçim ve şekildeki eşyaya baktım. Bunları burada anlatmam olanaksız. Bana kalırsa şimdiye dek insanın gözlerini böylesine kamaştıran şeyler hiç görülmedi.’’Bu satırları yazan Habsburg Sarayı tarihçisi ve elçi Peter Martyr. Eski Dünya'nın Yeni'sinden haraç olarak aldığı eşyaları böyle tanımlıyordu. Yığınla süs eşyası altından dökülmüş ya da dövülerek yapılmış maskeler ve töresel eşyalar. Bütün bunlar Aztekler'in ‘‘Tanrı'nın pisliği’’ ya da ‘‘Tanrı'nın teri’’ adını verdikleri altından yapılmıştı. Bu yığın yığın altın eşyayı Aztek Kralı Montezuma, gözü doymak bilmeyen Cortez'e vermişti.Bu hazine 1919'da Avrupa'da gösterildi. Ama bugün bu eşyalardan bir tane bile kalmadı. İspanya'nın Yeni Dünya'dan zorla aldığı bütün eşyalar gibi, bu büyük sanat eserleri de eritilerek külçe altın haline sokuldu.1650 yılına dek Amerika'dan İspanya'ya 180 ton altın eşya ve 16 bin ton gümüş yollandı. Bu yüzden Avrupa'nın siyasal dengesi de birdenbire değişiverdi.İngiliz devlet adamı, yazarı ve kaşifi Sir Walter Raleigh, İmparator V. Charles için şunları yazıyordu:‘‘Onun o Kızılderili altınları Avrupa'nın bütün uluslarını endişelendiriyor ve tehlikeye düşürüyor. Charles bu altınla bilgi satın alıyor. Bu altın sayesinde gizli toplantılara süzülüyor.’’Aslında yukarıda verilen sayılar eksik sayılıyordu. Amerika'dan katiplerin kaydettiklerinden çok daha fazla altın getirildiği biliniyordu. Gerçekten de İspanya'da, Amerika'da ve başka yerlerde binlerce altın eşya eritilip, yok edildi. Son zamanlara kadar Panama'daki dişçilere dişleri doldurmaları için el altından ‘‘Kızılderili altını’’ satılıyordu.Mezardan, erime postasına giden yol ancak 1950 yıllarında kapatılabildi. Çünkü Kolombiya ve Kosta Rika'daki mezar hırsızları ancak o zaman eski altın eşyaların sanat piyasasında külçe halindekinden çok daha fazla para getirdiğini öğrendiler.Bütün bir kültürün sanatının ve sanat eserlerinin kaba birer külçe haline getirilmesi gerçekten çok acı. Özellikle Kolomb'un keşfinden önceki Amerikan sanatçılarının altın işlerindeki ustalık ve hayal gücü gözönüne alındığında bu, büsbütün anlaşılıyor.Aztekler'e ulaşan İspanyollar, ağızları bir karış açık bütün bu altın eşyalara bakakaldılar. Bu ilgi çekici Kızılderililer'in yemek tencerelerinden tören maskelerine kadar her şeyi altıntan yaptıkları anlaşılıyordu.İspanyolların Amerika'yı keşfetmelerinden önceki Aztek sanatıyla ilgili eserlerden, Cortez'le adamlarının ve mezar hırsızlarının elinden kurtulmuş olan 20.000 kadarı bugün Bogota'da Museo del Oro'da yani altın müzesinde gösteriliyor.Evet, bu açıklamaları Rupert Furneaux ‘‘Ancient Mysterius’’ adlı kitabında yapıyor. Aztek'lerin kültürü hakkında birer ipucu olabilecek eserlerin külçe altın haline getirilmiş olması ne büyük bir kayıp. Ve o zamandan bu zamana değişen pek fazla bir şey de yok. Hâlâ mezarlar yağmalanıyor ve bulunan eserler el altından yok ediliyor.
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

8 Şubat 1998
Dönüşü olmayan yolNereye doğru gittiğini bilmiyordu. Aklında bir tek düşünceden başka hiçbir şey yoktu. Zamanın nasıl aktığını, günün nerede başlayıp nerede bittiğini anlayamayacak hale gelmişti. Nasıl yapacağım diye düşündü. Aslında çok geç gelmiş bir soruydu bu. Çok çok önceden daha işin başındayken sorması gerekiyordu bu soruyu. Fakat, her nedense aklına bile gelmemişti. Şimdi ise, arpacı kumruları gibi düşünüyor fakat, hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. Bunu yapmaktansa, ölürüm, diye düşündü. Fakat, bu düşüncenin gelmesiyle birlikte bütün bedeni sıtmaya yakalanmış gibi sarsılmaya başladı. Yok yok, ölmeyecekti. Bu düpedüz kaçmak olurdu. Hem ne olacağını da bilmiyordu. Üstelik, böyle bir noktada ölmek çok kolay olurdu. Ölüme kendini bu kadar kolay teslim edemezdi. Bugüne kadar ne kadar çok mücadele etmiş ve ne çok çalışmıştı. Şimdiye kadar nelerle başa çıkmış olduğunu düşündü. Hepsinin de üstesinden gelmeyi başarmıştı. Gene başarabilirdi. Fakat, bu kez herşeyin çok daha başka olduğunu düşündü. Bu defa durum farklıydı. Kendisini düpedüz aydınlık ve karanlığın birbirinden açıkça ayrıldığı çizginin tam üzerinde yürüyormuş gibi hissetti. Hissetmekten öte apaçık görüyordu. Bundan sonra atacağı her bir adımın ne kadar kritik olduğunu seziyor bu yüzden de adım atmak istemiyordu. Ortadan ikiye bölünmüş gibiydi sanki. Siyah-beyaz çizgi romanların içindeki bir resim olduğunu düşündü. Yarısı aydınlık, yarısı karanlık bir figürdü ve zamanın bir noktasında hareketsiz asılı kalmıştı. Harekete geçmesi gerekiyordu. Hamle yapması, adım atması şarttı. Böyle dondurulmuş bir film karesi gibi yaşayamazdı. Birden bire hapsedilmiş duygusuna kapıldı. Sanki birileri zavallı bedenini o filmin karesine kıstırmışlardı. Ve ne kadar çabalarsa çabalasın oradan çıkamayacakmış gibi görünüyordu. Fakat, kendisi garip bir biçimde hiçbir şey hissetmiyordu. Orada çırpınıp duran sanki kendisi değilmiş gibi kayıtsızca izliyordu. Gerçeküstü bir algılama içinde bulunduğunun farkına vardı. Fakat, bu duygu bile onu harekete geçiremedi. Hiçbir şey umurunda değildi. Ve, bu durum çok hoşuna gidiyordu. Garip bir mutluluk duygusu içindeydi. Düşünceleri gerilere gitti. Çok gerilere. Taa çocukluk yıllarına... Çocukluk, ilk gençlik dönemlerinin ardından tüm yaşadıklarını izlemeye başladı. Her şey ne kadar hızlı gelişiyordu. Kendisini bugünlere getiren yolu açıkça görüyordu. Bugünleri nasıl hazırladığına şahit oluyordu. Kararlarını nasıl aldığını gördüğü anda ilk kez duyguları harekete geçti. Büyük bir şaşkınlık içinde izlemeye devam etti. Evet, bundan sonrasını artık biliyordu. Fakat, şaşkınlığı hala devam ediyordu. Uzandığı kanapeden doğruldu. Az önceki kıstırılmış duygusundan tamamen sıyrılmış, sakinleşmiş ve rahatlamış olduğunu anladı. Günlerdir kendi üzerinde yaratmış olduğu aşırı baskıya dayanamayan zavallı beyni sonunda çözülmüş ve garip bir tecrübe yaşamasına neden olmuştu. Çok tuhaftı fakat, şimdi bunu düşünmenin sırası değildi. Hayatı boyunca farkına varmadığı çok önemli birşeyi kavramıştı. Ve, şimdi bunun üzerinde düşünmeliydi. Evet, kendisini bulduğu noktaya nasıl geldiğini anlamıştı. Aldığı kararlar getirmişti onu buralara. Fakat, kararlarının tümü, ister çok düşünmüş, isterse hiç düşünmeden alınmış kararlar olsun hepsinin bir açıklaması vardı. Ve, bütün açıklamalar bugüne kadar geldiği yolu aydınlatıyordu. Üstelik, bundan sonra gideceği yolu da gösteriyordu. Evet, o tuhaf hal içindeyken ne kadar berrak bir biçimde görmüştü. Çünkü, o yolu belirleyen ne varsa, bugüne kadar yaptıklarıyla oluşmuştu. Ve asla geri dönüşü yoktu. Yani bugüne kadar geldiği yolu gerisin geri izlemesi imkansızdı. Sonra diğer insanları düşündü. Herkesin aynı olduğunu anladı. Kimse çıktığı yoldan geri dönemezdi. Belki başlangıç noktasına gelebilirdi fakat, hiç bir şekilde aynı yolu izleyerek gidemezdi. Üstelik geldiği başlangıç noktası hiç bir zaman ilk başladığı nokta olmayacaktı. Çünkü, yol boyunca izlediği kişi aldığı kararlar ve yaşadığı olaylar sonucunda sürekli değişmişti. Ve bugünkü kendi ile geride bıraktığı kendisi arasında neredeyse hiçbir benzerlik kalmamıştı. Bugünkü kişi olarak kendi başladığı noktaya gelmiş olsa bile gene o bildiği yoldan gidemeyeceğini biliyordu. Üst üste oturtulmuş dairelerde dönmek gibi birşey olurdu herhalde. Şimdi ne istediğini biliyordu. Ne yapması gerektiğini de. Daireler çizmeyecekti. Yeni bir kararın arifesinde bulunuyordu ve yolunda ilerleyecekti. Bu yolun dönüşü yoktu.
Yazının Devamını Oku