Yasemin Boran

Yasemin'ce

1 Mart 1998
Aşkın gücü Titanic'teKonu aşk olduğunda akan sular akmaz, gören gözler görmez olur. Şimdi bu ne sıradan bir tanımlama diyenler çıkabilir aranızda. Sıradan, mıradan da olsa gerçek, gerçektir. Kör, sağır ve dilsiz olmak, ancak aşkın başaracağı bir iştir. Hele bir de buna yaşamayı ilave edecek olursanız, işte o anda içinizdeki potansiyel gücün derecesini de öyle bir kavrarsınız ki, imkansızı başarırsınız. Aslında imkansız diye bir şey olmadığını anlarsınız. İçinizdeki gizil güç harekete geçer ve siz artık siz olmaktan çıkarsınız. Mucizeler meydana getiren ilahi bir varlığa dönüşürsünüz. Tabii bu arada aşkla tutkuyu bir birine karıştırmamak gerekiyor. Ve bunun en ince biçimini işleyen ‘‘Titanic’’ filmi, film klasikleri arasına girmeye hak kazanıyor. Filmin böylesine büyük bir başarı elde etmesi, film tekniğini başarıyla kullanmasından çok işlediği aşk macerasından kaynaklanıyor. Aşkın sihirli gücü, ‘‘Titanic’’ filminin başarısına imza atıyor. Zaten gerçek aşkın bulunduğu yerde güller biter, felaketler güzelliğe, aydınlıklar karanlığa dönüşür. Ve ‘‘Titanic’’ filmi bunu öylesine ince, öylesine latif ve öylesine ‘‘Tam’’ işlemiş ki, hem tutkuyu hem de aşkın mesajını çok güzel vermiş. Bir, tutkunun insana yaptırdıklarını görüyorsunuz, bir de aşkın yaptırdıklarını... Ve aradaki farkı ayan beyan anlıyorsunuz. Ya, yaşamaya yönelik verdiği mesaj... Mesajı aldığınız anda içinizde birşeylerin harekete geçtiğini hissediyorsunuz. Çok ince, çok anlaşılmaz fakat, o derece enerji yüklü bir şey içinizde harekete geçiyor. Evet, bu ‘‘hayatın değeri.’’ Hayatın değerini, zamanın içinde kavrıyorsunuz. Zaman geçip gidiyor. İçinizden yükselen istekler sizi kavuruyor. Ve siz, zamanın içindeki yerinizin hala hesabını yapıyor ve ‘‘şunlar şunlar olsun da ondan sonra’’ içinizdeki ateşi açığa çıkartmayı planlıyorsunuz. Ve pek tabii hata ediyorsunuz. Zaman geçiyor. Geçen zamanla birlikte içinizden taşan ve sizi aşan isteklerinizi bastırıyorsunuz, bastırıyorsunuz, bastırıyorsunuz.Mekanın, zamanın ve düşüncelerinizin baskı altına aldığı isteklerinizle birlikte yaşamayı öğreniyorsunuz. İsteklerinizin dışında bir hayatın güçlü çekimine kapılıyor ve bütün gerçekleri ‘‘olması gereken kalıbın’’ içine sığdırmayı başarıyorsunuz.Tabii bu arada zaman geçip gidiyor. Yaşamadan, yaşayamadan, hep birşeylerin olmasını bekleyerek, tatminsiz, mutsuz ve baskı altına aldığınız gerçeklerinizle, gerçek olmayan bir dünyada hayatınızı sürdürüyorsunuz. Ve, bir gün, karşınıza bir film çıkıyor. Ve, filmin kahramanları, sanki size, sizi anlatıyor. Hem de çok ince bir dille. Ve, siz farkında olmadan içinizde birşeylerin kıpırdadığını sezinliyorsunuz. Fakat, dönüp kendinize baktığınız zaman ne çok bağlarla bağlanmış olduğunuzu göremiyorsunuz. Filmin mesajını anlayamıyorsunuz ve diyorsunuz ki, ‘‘Ne kadar hoş bir film’’ iyi ki, geldik. Çok güzel vakit geçirdik.Evet, yine hayatımızdan üç saatlik bir zaman gitti. Halbuki, gitmemiş olabilirdi. Yani, filmin kahramanı siz olabilirsiniz, o an. Hissederek ve yaşayarak izleyebilirsiniz. Ve, diyebilirsiniz ki, ‘‘Evet, zamanı yakalamanın vakti geldi. İzlediğim bu film aslında benim için çevrilmiş. Ve ben, burada tesadüfen izlemiyorum. İçimdeki enerjiyi serbest bırakacağım ve yaşamayı öğreneceğim. Hayatım çok değerli. Ve ben şimdi bunun farkına varmış bulunuyorum.’’Mesajların her an her yerde bizim için bulunduğunu unutmayın. Bazen yolda giderken tam önünüze salınarak düşen bir yaprak olabilir. Bazen karşıdan karşıya geçen ve size dikkatle bakan bir kız çocuğu... Bazen arkadışınızın anlattığı bir olay. Ya da sinemanın önünden geçerken sizi çağıran bir film. Aklınızda yokken içeri dalıverirsiniz. Vaktinizi değerlendirmek için. Ve bir de bakarsınız ki, taa derinlere gizlediğiniz bir duyguyu harekete geçirir. Veya tamamen unuttuğunuz bir istek şuurunuza yükselir. O dakika anlarsınız ki, bu sizin için karşınıza çıkan bir mesajdır. İşte, burada önemli olan anlamak. Mesajları anlamaya başladığınız andan itibaren yaşamaya hazırsınız demektir. Tabii bu arada anladığınızı, öğrendiğiniz sınırlayıcı hayat kalıplarıyla çevrelemediğiniz takdirde... Kimimiz hiç anlamıyoruz. Kimimiz anlıyor fakat, şartlar ve koşullarla öyle bir sınırlandırıyor ki, anladığını yaşaması mümkün değil. Kimimiz ise, düpedüz anladığını hayatına geçiriyor. Ve ne yazık ki, bunların sayısı çok fazla olabilecekken çok çok çok az. Yok denecek kadar az. ‘‘Neden’’ diye sormaktan insan kendini alamıyor. Neden? Yaşamak, bu kadar zor mu? Anladığını uygulayabilmek, yaşayabilmek mümkün değil mi? Anlayış kapılarımız neden açılmıyor ve neden önümüzde apaçık duran hayatı yaşayamıyoruz. Sınırlarımız, duvarlarımız, koşullarımız niye bu kadar kalın? Kendimizi hapsettiğimiz alandan niye kurtulamıyoruz? Şayet bundan memnunsak niye debelenip duruyoruz? Sonra da, içinde aşk var diye, bir filmi yüceltip baş tacı ediyoruz? Demek ki, içimizden taşan ve bizi zorlayan birşey var. Nedenini kavrayamadığımız, ne olduğunu anlayamadığımız bir şey. Ve bu şey, karabasan gibi üzerimize çökmeye devam ediyor. Bir türlü kendimizi sıyıramıyor, silkinip çıkamıyoruz. İçimizdekini çıkartamıyoruz. Aslında korkuyoruz. Evet, yaşamaktan korkuyoruz. Ve bunu bir türlü dile getirip söyleyemiyoruz. Hatta kendimize bile... Yaşamaya kalkarsak kimbilir neler olur, diye düşünüyoruz. Zarar görmekten korkuyoruz. Zarar vermekten korkuyoruz. Çevremizin bizim için neler düşenebileceğini hayal ediyoruz ve kendimizi yaşamıyoruz. İstediklerimizi değil bizden istenileni yapmaya uğraşıyoruz. Böylece yanlış yapmaktan kendimizi koruduğumuzu sanıyoruz. Sanrılarımızın tümü, içimizden yükselen ve dışımıza yansıyan korkularımızın biçimlenip karşımıza dikilmesinden başka birşey değil. Ve bu biçimlerin tamamen dışımızdan bize yansıyan ve zorlayan şeyler olduğunu sanıyoruz. Bizi baskı altına alan, hayatımızı karartan ve isteklerimizi yapmaktan alakoyan zorlayıcı nedenlerin hepsi, çevremizin bize sunduğu hayat olduğunu düşünüyoruz. Bundan nefret ediyoruz fakat, böyle yaşamaya da devam ediyoruz. Yani yaşamamayı düstur ediniyoruz. Kendi yarattığımız koşulların kölesi olarak, esaret hayatını seçiyoruz. Tabii hayatınızla ilgili yaptığınız seçimlere müdahale edecek değilim. Fakat, diyorum ki, yaşamayı da seçebilirsiniz, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

28 Şubat 1998
Sis mi, Pislik miSaat akşam 8:30 civarı Füsun'la birlikte yola çıktık. Füsun, benim yeğenim. Kendisi Bodrum'da yaşıyor. Bu nedenle çok az görüşebiliyoruz. Ve, beni görmek uğruna taa İkitelli'ye gelip çalışmamın bitmesini sabırla bekledi. Üstelik benim yüklü programıma katlanmayı göze alarak. Hemen her zaman olduğu gibi o gün de bir toplantıya davetliydim ve onun böyle bir şeyden haberi yoktu. Fakat, en ufak bir sıkıntı belirtisi göstermeden ‘‘olur’’ dedi. Tanrım ne uyumlu, ne duyarlı kızdır, şu bizim Füsun. Tabii benim için öyle. Yoksa, onun bu sakin ve bir kedi kadar uysal görünüşünün altında bir kedinin isyankar ve baskı tanımaz ruhunu taşıdığını benden iyi yaşayanlar bilir. Tıpkı bir kedinin yumuşacık patilerinin bir anda kocaman sivri tırnaklı pençelerine dönüşmesi gibidir, bizim Füsun'un değişimi. Neye uğradığınızı şaşırmakla kalmaz, kendinizi bir anda parçalanırken bulabilirsiniz. Çünkü, bizim Füsun bir Aslan'dır. Aslan Burcunun tüm özellikleriyle donanmış bir Aslan hem de. Fakat, ona baktığınız zaman bir ‘‘sarman’’ sanabilirsiniz. Neyse, bugün bizim Füsun'un sarmanlığı üstünde. Mırıl mırıl, yumuşacık ve uyumlu. Tabii öylesine de sevimli. Her an tüylerini kabartıp tırnaklarını çıkartır düşüncesini kafamdan silmeden olabildiğince dikkatli davranıyorum. Çünkü, bizim gururlu Aslan'ımız, yükseleni Yengeç olduğu için son derece alıngandır. Ve ne zaman neye alınacağını anlayamazsınız.Neyse sözü uzatmadan çıktığımız yola geri dönelim. Hürriyet'in binasından çıkıp TEM yoluna girdikten az sonra havanın tuhaflaştığını farkettim. Fakat, çok da önemsemedim. Çünkü, burası İstanbul ve ne zaman ne olacağı bilinmez. Hele havası... Üstelik bu sırada Füsun'la muhabetti koyulaştırmıştık. Fakat, biraz sonra bütün dikkatimi çekecek kadar yoğunlaşmaya başladı. Düpedüz yangın yerinden geçerken görülen kesif dumanların üzerimize çöktüğünü gördük. Füsun bana dönüp, ‘‘Sis mi’’ diye sordu. Ben de bunun düpedüz ‘‘Pislik’’ olduğunu söyledim. ‘‘Pislik mi’’ diye şaşkınlıktan büyümüş gözlerle bana bakıp tekrarladı. Kayıtsız bir sesle ‘‘Evet, kirli hava’’ dedim. ‘‘Etrafa dikkatlice bak. Hiç herhangi bir yangın izine rastlıyor musun? Üstelik arabanın içindeki hava senin genzini yakmıyor mu? Ya kokusu... Hiç yangın kokusuna benziyor mu?’’ ‘‘Evet, haklısın’’ dedi. ‘‘Aman tanrım. Şu anda dışarda olmak istemezdim. İnsan bu havayı uzun süre soluyamaz. Ölür.’’ ‘‘Öleceğiz’’ dedim. ‘‘Fakat, yavaş yavaş. Alışa alışa.’’ Sözlerimden mi, yoksa ses tonumdan mı etkilenmişti, bilemiyorum fakat, irkilmiş bir halde ‘‘Bodrum böyle değil’’ deyiverdi. Konuyu değiştirmek istiyordu. O sırada kirli havanın yoğunluğu iyice artmış neredeyse gözgözü görmez hale gelmişti. Önümdeki arabalar dörtlüleri yakmış ve onların sönüp yanan kırmızı ışıkları hayal meyal bir görünüp bir kaybolmaya başlamıştı. Arabanın hızını kesmiş ve orta şeride geçmiştim. Aslında kimsenin hızlı gidebilecek hali yoktu. Ve bütün dikkatimi yola yöneltmek durumunda kalmıştım. Yoldaki lambaların ışıkları adamakıllı sönükleşmiş ve yoğunlaşan zerreciklerin arasından görünen pırıltılar zayıf hüzmelere dönüşmüştü. Kirli hava düpedüz önümüzde ağır hareketlerle dansediyordu. Duygularımın bu dansa eşlik ettiğini hissettim. Düşüncelerimi değiştirmeye çabaladıkça daha beter batıyordum. Algılayışım tamamen değişiyordu. Ve gittiğimiz yol her zamanki bildik yol olmaktan çıkıp düpedüz bir zamanlar ilgiyle izlediğim ‘‘Acakaranlık kuşağı’’ adlı diziye benziyordu. Sanki biz ‘‘Alacakaranlık kuşağına girmiştik’’ ve İstanbul'un karanlık astralına ani bir geçiş yapmıştık. Hem bildik bir mekandı burası hem de ürküntü veren yabancı bir yerdi. Hiç bilmediğimiz acayip, dehşet duyguları uyandıran bir yerde ilerliyorduk. Karanlık, zeki, ürkünç ve hiç tanımadığımız bir canlı gibi bulutumsu duman üstümüze üstümüze geliyordu. Kıvrılarak bükülerek esrarengiz bir dans eşliğinde bizi sarıp sarmalıyordu. Füsun ‘‘İğrenç’’ dedi. Başımla onayladım. ‘‘Evet, bu sis değil, düpedüz pislik ve biz bu pisliği yaratıp kendimizi mahkum ediyoruz. Ve hiç şikayet etmeden, değiştirmeye çalışmadan, kaderimize rıza gösterip yaşıyoruz’’ dedim, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

27 Şubat 1998
Aşk ve astroloji (2)Astrolojinin aşkı yaratmadığını, aşkın yaratısının siz olduğunuzu söylemiştim. Evet, ‘‘Gökyüzü ortaklıkları’’ adlı kitabında Steven&Jodie Forrest, bu görüşten yola çıkarak aşk açısından astrolojik incelemeler yapmış ve bunları çok hoş bir ifadeyle anlatmışlar. Şimdi bu kitabın içinden Sevgi ve Balık bölümünü aynen aktarıyorum: Balık'ta içten bir yumuşaklık vardır. Başka hiçbir burç için romantik 'eşle bütünleşme' ideali bu burç için olduğu kadar açık bir gerçek değildir. Bir Balık için devam etme olasılığı olan tek ilişki türü 'spritüel' ilişkidir. 'Spritüel' kelimesini tırnak içine almamızın nedeni bununla bağlantılı gelenekler hakkında herhangi bir şüphe ima etmek değil, bu kelimeye dikkatle bakmamız gerektiğini belirtmektedir. Klişelerin çoğu gibi, bu kelime de beyinlerimizden geçmeden dilimizden dökülebilir.İki presbiteryen Balık kilisede birlikte oturup, derin presbiteryen deneyimler yaşayabilir ve hiçbir ruhsal bağlantıları olmayabilir. Neden? Sadece ruhları birbiriyle bağ kuramadığı için! Diğer taraftan, iki ateist sessizlik içinde bir kamp ateşinin çevresinde oturup meditasyona dalabilirler. -Swahilililer'in dediği gibi ‘‘ateşi düşleyebilirler. Birbirlerinin hayal meyal farkındadırlar ama bu büyülü atmosferin tek kelime etmeksizin tek kelime araya girebilecek bir çılgınlığın tehdidi olmaksızın - 'Dünyadan Jane'e, cevap ver! Sinyalini kaybettik!’’- paylaşabildikleri için minettardırlar. Bu ruhsal bir bütünlüktür. Her ikisi de 'farklı bir bilinç düzeyine' geçmiştir, ama bağlıntıları hala kopmamıştır: Bu Balık'ın cennetidir. Yakın ilişkilerde Balık, olağan sınırların ötesinde düşüncelere dalmaya hazır eşler seçmelidir. İnanç sistemlerinin uyumlu olup olmaması konuyla ilgili değildir. Biri presbiteryen, öbürü zen budist olabilir. Bu önemli değildir. Önemli olan deneyimin paylaşılan yorumu değil, paylaşılan deneyimdir. Birbirlerini bulduktan sonra, bu üst düzey temasın oluşmasını sağlayacak girdilerle beslenmelidir: Sessiz beraberlikler, mum ışığı, sahilde sessiz yürüyüşler, belki kiliselerde, tapınaklarda veya ciddi meditasyon guruplarında deneyimler. Tüm bunlarla Balık'ın dalga boyunda bütünleşen iki sevgili ancak, Balıklar'ın bilebilecekleri birşeyi paylaşırlar: Sevgi, dans eden neşe, evrensel şaka duygusu.Bütün bu anlatılanlar Güneş'i Balık burcunda olanları tanımlıyor. Tabii kişinin aşk ve ilişkilere yönelik tavırlanışını sadece Güneş belirlemiyor. Sevginin hangi kılıkta ortaya çıktığını anlamak için Venüs ve Mars'ın hangi burçlarda bulunduğunu ve ne çeşit etkiler aldığını incelemek gerekiyor. Biliyorsunuz, Aşk Tanrıçası Venüs ile Savaş Tanrısı Mars ilişkilerin niteliğini belirler. Bazen Mars öne çıkarak kuracağınız ilişkide aktif rol alırsınız. Bazen de Venüs'ün etkisiyle pasif bir tutum içinde bulunursunuz. Ve cinsiyetiniz ne olursa olsun bazen doğum haritanızdaki Venüs öne çıkar bazen de Mars... Ve ilişkilerinizi beraberce yönetirler. Gökyüzü ortaklıkları'nda şöyle diyor; ‘‘Mars, gözümüze takılan kişiye nasıl eriştiğimizi gösterir. Venüs ise, nasıl kendimizi çekicileştirerek, ilgi beklediğimizi açıklar. Hatırlanması gereken en önemli nokta Venüs'ün ayrıca başkalarında neyi çekici bulduğumuzu belirttiğidir. Astrolog Stephen Arroyo, birisini memnun etmeye çalışıyorsanız, o şahsın Venüs burcunun incelenmesini tavsiye eder.’’
Yazının Devamını Oku