Yasemin Boran

Yasemin'ce

15 Mayıs 1998
Geçiş dönemleri zordur‘‘Suskun’’ rumuzuyla Trabzon'dan gelen mektup şöyle diyor; ‘‘Benim sözüm, kariyer yapmış ya da kariyer peşinde koşanlar için değil. Doğruluktan, dürüstlükten ve namustan yoksun insanlar için. (Sınıflara ayırmaksızın) Ben sadece 'gerçeklerin görünmeyen yüzlerinden bahsetmek, milletçe ne yaptığımızı ve nereye doğru gittiğimizi açıklamak istiyorum.’’Ve üç sayfa boyunca açıklıyor. Tabii bu mektubu olduğu gibi burada yayınlamam mümkün değil. Ancak, kısaca değişmekte olan değerlerden ve ahlak anlayışından bahsediyor ve sahip olduğumuz değerleri ne kadar ucuz ve düşüncesizce yok ettiğimizi anlatıyor. Özellikle de televizyon programlarının ve filmlerin içinde gizli olan mesajlara dikkat çekiyor. Doğrusu, yazdıkları su götürmez bir gerçeği ifade etmekte. Her türlü değerin tepetaklak edildiği günümüzde sözlerine katılmamak elde değil. Ancak, bir de başka bir gerçek var. Sadece bizim ülkemize özel bir durum olmadığı gerçeği... Olaylara kabaca ve yakından baktığımız zaman sıralamış olduğunuz bozukluklar düpedüz bir çürümenin göstergesi. Ancak, bütün bunlara daha yukarıdan bakmak ve nedenlerin sadece televizyon programları ve filmlerle sınırlı olmadığını anlamak gerek. Bunlar sadece gerçek nedenlerin bir uzantısı olarak üstlerine düşen görevi yerine getiriyorlar. İşin esasına bakılacak olursa hepimiz üstümüze düşen görevi farkında olarak ya da olmadan yapıyoruz. Asıl anlamamız gereken ‘‘dünyanın çehresinin değişiyor’’ olması. Bu değişim sürecine girmiş olan dünya (Tabii bizim ülkemiz de bu sürecin içindeki yerini almak zorunda) gerçeklerin değişip değerlerin yerli yerini bulabilmesi için geçen zaman aralığında hemen herşeyin tepetaklak olması kaçınılmaz bir durum. Yeni değerlerin ortaya çıkabilmesi için mevcut olan değerlerin önce tamamen ortadan kalkması kaçınılmaz. Etrafınıza dikkatle baktığınız zaman bildiğiniz, öğrendiğiniz ve değer verdiğiniz ne varsa, yıkılmakta olduğunu görüyorsunuz. Ve ister istemez paniğe kapılıyorsunuz. Sahip olduğunuz şeylerin elinizden kayıp gittiğini görerek telaşlanıyorsunuz. Ve kendinizce çok da haklısınız. ‘‘Nereye gidiyoruz? Ne olacak bunun sonu?’’ gibi sorular beyninize üşüşüyor. Evet, bütün dünya bir geçiş dönemini yaşıyor. Ve hemen her alanda olduğu gibi geçişler zordur. Bunalımlıdır. Ve bu geçişi tamamlayıp başka bir gerçeğe ulaşabilmek her babayiğidin harcı değildir. Ancak, bütün olanların toplamını görüp değerlendirmeyi başarabilirseniz ve anlama gücünüzü yükseltebilirseniz, nereye doğru gidildiğini de kavrayabilirsiniz. Karamsar tablolar çizmek, en kolay olandır. Yıkılacağını, yok olacağını ön görmekten daha kolay bir şey yoktur. Zor olan, herşeye rağmen güçlü umutlar taşıyabilmektir. Umutları içinizde hissedebilmektir. Unutmayın ki, dünya ile birlikte siz de yaşıyorsunuz. Ve yaşadığınız sürece umutlarınızı da beraberinizde taşıyorsunuz. Bunları açığa çıkartmak ve içinizde parlamasına izin vermek, tamamen sizin isteğinize kalmış bir durum. Elbette ki, özgür iradenizi ister karamsarlığın karanlık çukuruna yöneltebilirsiniz isterseniz umutların aydınlık yoluna çevirerek bilincinizin aydınlanmasını sağlayabilirsiniz. Seçim sizin. Ve seçtiğiniz yolda karşılaşacaklarınız sadece ve sadece sizin beklentileriniz olacaktır. Algıladığınız dünya, sadece sizin vizyonunuzdur, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

10 Mayıs 1998
Salı toplantılarıYAPI Kredi Bankası'nın düzenlediği ‘‘Salı Toplantıları’’nın sonuncusunda oradaydım. ‘‘Bilmek’’ başlığını taşıyan bu seminer, katılanların ilginç ve dikkatli sorularıyla farklı boyutlar kazandı. Bu hoşluğun yaratılmasında şüphesiz konuşmacıların da payı vardı. Kısaca, dinleyenler ve konuşanlar ahenk içindeydi. Ve ‘‘bilmek’’ hemen her boyutunda ele alınıp tartışıldı.YENİ BİR TARTIŞMAGürol Irzık, bilmek fiilini felsefi açıdan dile getirirken, gerçeğin ve doğrunun ‘‘tek’’liğini ileri sürerek düşünce kapılarını aralıyordu. Tabii yeni bir tartışmanın da başlangıcını belirliyordu.Doğrusu İzzettin Hoca (İzzettin Önder) gerçeğin bize sunulan bir yanılgı olduğunu belirterek, sıcak ve samimi bir konuşma yaptı. Hem iktisat hem de algılamaya yönelik öylesine içten konuşmalar yaptı ki, içimden ‘‘Keşke birkaç iktisatçı şurada olsalardı da, ufukları açılsaydı’’ diye düşünmekten kendimi alamadım. Yeni bir çığırın başlangıcı niteliğini taşıdığını söyleyebilirim.Aslında böyle bir seminerin daha geniş kitlelere duyurulması, bilincin yükselmesi açısından büyük anlam ifade ediyor. Kimbilir, belki günü geldiğinde o da olur. Şimdilik ihtiyacı ve nasibi olanlar dinledi.Zaten daima böyle olmamış mıdır? Herkes isteği ve nasibi kadarını alır. Ne eksik, ne fazla.RABİA’NIN EYLEMİ NEYDİ?Reha Çamuroğlu'nun ‘‘Rabia’’ örneği, bilginin bilinç üzerindeki etkisini öyle güçlü vurguluyordu ki, anlatmadan geçemeyeceğim. Rabia'nın inançta devrim yaratan eylemi, düşüncelerin yönünü değiştirip çok daha saf bir algılamaya ulaşmayı ve bilincin açığa çıkmasını ayan beyan gösteriyor.Şimdi diyeceksiniz ki, kimdi bu Rabia, eylemi nedir?Adı geçen zat-ı muhterem, tasavvufla yakından uzaktan ilgilenen herkesin bildiği bir şahsiyet. Ve Rabia bir gün, bir elinde su dolu testi diğer elinde ateşle yollarda koşmaya başlar. Onu görenler şaşkınlık içinde durdurup sorarlar: ‘‘Ya Rabia, bir elinde testi bir elinde ateş nereye gidiyorsun?’’ Rabia onlara döner ve der ki, ‘‘Cennetle cehennemi bulmaya.’’ ‘‘Bulup ne yapacaksın?’’ dediklerinde, ‘‘Cehennemdeki ateşi şu testinin içindeki suyla söndüreceğim. Sonra da Cennete gidip bu ateşle orayı yakacağım.’’BİLGİ BÜYÜK GÜÇBüyük bir şaşkınlıkla nedeni sorulduğunda şöyle der Rabia, ‘‘İnsanlar Tanrı'ya ne cehennemde yanma korkusuyla ne de cennetteki ödüllerin beklentisiyle tapınsınlar. Bunları ortadan kaldırırsam sadece sevdikleri için ona iman ederler’’ der.Korku ve ödülün yaptırım gücünü sevgiye dönüştüren bu düşüncenin önünde saygıyla eğilmekten başka söylenecek söz yok. Çünkü bilginin uyandırdığı bilincin tezahürü ‘‘sevgi’’den başka bir şey olamaz. Ve bilgi, öylesine büyük bir güç ki, bilincin olmadığı yerde taş taş üstünde bırakmaz, diyorum. Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

9 Mayıs 1998
Kazdağlarına giderkenBütün gün ve bütün gece çalıştım. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yollara düştüm yine. TEM’in Tekirdağ'a ayrılan noktasında yeşil bir hayale kapıldı gönlüm gene. Baharın tüm belirtisi gözlerimin önünde. Belki bu yol çok dar, kötü, hatta tehlikeli. Ama olsun. Göz alabildiğine yeşil ve çiçeklerle bezeli. Hele o gelincikler... Yeşilin üzerine düşmüş kırmızısıyla yarattığı doğal tezat insanı baştan çıkartıyor ve kendine baktırıyor. Ertuğrul hemen bize bir reçete öneriyor. Belli ki, o da çok etkilenmiş. Zaten kim görse, bu verimli toprakları etkilenir. Etkilenmeyenin insan olduğundan şüphe ederim. Olsa olsa, insan suretinde bir makinadır, derim. Hem de teknolojinin ne derece gelişmiş olduğunu hiç düşünmeden. Bu arada bizim Ertuğrul Balıkçıoğlu, Hürriyet'in fotoğraf yönetmeni ve verdiği gelincik şurubu reçetesini can kulağı ile dinliyoruz. İlgilenenlere (Şimdi tam zamanı olduğu için) tarifini hemen aktarıyorum;Topladığınız gelincikleri temiz bir kavanoza dolduruyorsunuz. Üzerine bir-iki kaşık şeker ve üzerine bir ya da iki bardak alkol veya konyak döküyorsunuz. Kavonozun ağzını sıkıca kapatıyorsunuz. Sonra bir kaç ay balkonda dinlenmeye bırakıyorsunuz. Arada sırada kavanozu sallayıp karıştırırsanız iyi olur. Sonra buzdolabına koyuyorsunuz ve böylece serin bir içecek yapmış oluyorsunuz. Sizin damak zevkinizi bilemeyeceğim fakat, bence müthiş lezzetli bir içecek. Bir zamanlar ben içmiş, sonra da tamamen unutmuştum. Taa ki, Ertuğrul gelincikleri görüp de söyleyene kadar. İyi ki, hatırlattı. Şimdi ilk fırsatta tabii gelincikler bitmeden inşallah toplayabilirim ve bu şurubu yapabilirim. İyi de nereden toplayacağım? Artık İstanbul'da gelincik yok ki... Acaba bir kavanoz şurup yapabilmek için Tekirdağ'a mı gitsem. Gelinciklere nasıl da daldım. Ben asıl gitmekte olduğum Çanakkale'yi anlatacaktım. Çanakkale'den Edremit'e oradan da Kazdağı'na yaptığım yolculuğu anlatmak istemiştim. Edremit'ten Kalkım yoluna saptık. Biraz zor oldu. Çünkü, levha yoktu. Karşı istikamete konulan levhayı tabii ki göremezdik. Sonunda bulduk yolumuzu ve dağların kucağına atıldık. İşte, ağaçların arasında kaybolmuş gibi kıvrılarak uzanan bu dağ yollarını çok seviyorum. Kendimi, dünyayı, zamanı, sorunları, ne var, ne yok herşeyi unutuyorum. Hem öyle bir unutuyorum ki, gideceğimiz yere vardığımızdan haberim bile olmuyor. Erol'un sesiyle uyanıyorum. Burası bizim gideceğimiz otel değil mi? Koskocaman ‘‘İliada Hotel’’ yazılı levhayı bile görmüyorum. Ağaçların arasına saklanmış küçük ve keyifli otelin aşağıdaki yola hakim bahçesine yerleştirilen koltuğa kuruluyorum. Yorgunluk kahvesini içerken etrafıma mest olmuş bir halde bakınıyorum. Tanrım! O da ne? Kocaman bir kamyon. Üzeri tomruk yüklü. Önce şaşırmakla birlikte pek fazla aldırış etmiyorum. Doğrusu bunun üzerinde durmam gerek. Fakat, pek çok ihtimali düşünüp zihnimi tam temizleyeceğim bir sırada bir tane daha kamyon geçiyor. Sonra bir tane daha ve orada otururken sayıyorum. Tam altı tane tomruk yüklü kamyon geçti. Bunlar sadece benim gördüklerim. Kimbilir görmediğim daha kaç tane kamyon canım ağaçları yükleyip götürdü diye düşünmeye başladım. Ve bütün keyfim bir anda kaçtı. Olamaz, diyorum. Nasıl olur? Daha geçen gün Sayın Taranoğlu beni arayıp Altınoluk'ta kesilecek olan ağaçların kesiminin durdurulduğunu söylemişti. Sonra hatırlıyorum ki, burası Altınoluk değil. Ve buradan bahsetmemişti. ‘‘Ama, olsun’’ diyorum. Ve Sayın Taranoğlu'nun sözlerini hatırlıyorum. Şöyle demişti;Altınoluk'ta kesimi planlanan ağaçlar, gençleştirme çalışması için damgalandı. Fakat, halkın duyarlılığını gözönünde bulundururak buradaki çalışmayı tamamen durdurduk. Tek bir ağaç bile kesilmeyecek. Ayrıca, bu mevsim ağaç kesilmez. Sadece damgalanır. Damgalanan bu ağaçlar, eylül, ekim aylarında kesilir.''Evet, bana aynen böyle demişti. O zaman soruyorum; ‘‘Bu ağaçlar neden kesiliyor? Gençleştirme, seyreltme, ağaçların katledilmesinin adına ne derseniz deyin ve hangi kurala uygun olursa olsun. Değil mi ki, Kazdağı'nda tek bir ağaç bile kesilmeyecekti. Ve değil mi ki, bu mevsimde ağaçlar ne olursa olsun kesilmezdi, peki bu gördüklerime ne demeli?’’Üstelik aşağıda dere kenarına indiğimiz zaman yol boyunca yüklenmeye hazır tomruklarla karşılaştık. Ayrıca, kesim işlemi devam ediyordu ve kesilen ağaçlar da hiç sağlıksız değildi. İçim gitti. Dokunsalar ağlayacağım. Fakat, ağlamak yerine hemen Ertuğrul'a rica ettim. ‘‘Şunları belgeleyelim.’’ Ormanların içinde neler olup bittiğinden pek tabii ki Sayın Taranoğlu'nun haberi yok. Biz haberdar edelim. Yoksa, Kazdağı ormanlarıyla değil, konuşan kazların gezindiği boz tepeleriyle ünlü olacak, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku