12 Mart darbesinin ardından bir dönem cep sinemaları (ya da malum sinemalar) afişlerine eklediği “devamlı matine”, “üç film birden” yapıştırmalarıyla müşteri arardı.
Tek biletle üç film birden izleyebileyeceğiniz anlamına gelirdi bu...
Bu kıyağa ilave olarak, afişe “sansürsüz” ibaresi de tutkallanırdı bazen.
Kesintisiz, tek biletle üç film, hem de sansürsüz...
“Bundan iyisi Şam’da kayısı” derdim ama, aramız bozuk bu aralar.
Parça parça ergenlik talimi
Eh, “tam dekolte, yarı üryan” filmlerdi elbet.
TAM dört yıl önce yine bugünlerde, 19 Temmuz 2008’de yazdığım yazının başlığı “Muamma toplumu”ydu...
Yazı, o dönemde (de) aylarca tartışılan Ankara’nın suyu ile ilgili.
Suyunu genelde Yeraltı Tanrısı Hades’in Unutuş Çeşmesi’nden içenler dışındakiler belki, meşhur Birinci Ankara Su Savaşları’nı hatırlayacaktır.
Ankara’nın suyu, sudaki ağır metal oranları, su analizlerinin zamanında kamuoyuna açıklanmaması filan tartışılırken (daha doğrusu yetkililerce yemin billah ya da illallah söylemiyle sürekli reddedilirken), Başkan Melih Gökçek aniden gündemi değiştirmişti:
“İzmir’in suyunda arsenik var...”Haydi, 06 plakalı tartışmalar, polemikler bir anda sayfiyeye taşındı.
* * *
Sonra TMMOB, Kimya Mühendisleri Ankara’nın şebeke suyu raporlarını açıkladı.
Aynaya çok bakmak kadar, hiç bakmamak da tuhaf kuşkusuz. Ötesi, psikolojide “ayna hastalığı”na kadar varabilecek bir patolojiyi de yansıtıyor bazen.
Oysa aynalar önünde geçiyor ömrümüz.
Hatta kültürel objeler arasında yer alıyor; farklı insanları, mekanları, dönemleri yansıtıyor.
Bir dönem ibadet edilirken, namaz kılınırken, hatta geceleri üzeri işlemeli yemenilerle örtülen bir korku nesnesiydi ayna.
Dua ederken kendimizi görürsek, dikkatimizi dağıtır, odağımızı değiştirirdi belki...
* * *
Ardından, şimdi nostalji menzilinde olan, ayrıcalığı “Aynalı Salon”unda yatan düğün mekanları, oteller katıldı hayata.
Artarda-yanyana sıralanmaları, yek diğerinden ayrılan karakterlere, kimliklere ulaşamamaları, tema merkezler olamamaları filan gibi benim de sık yazdığım, bildik meseleler değil derdim.
Derdim, bünyesindeki mağazalar/markalarla birbirine çoğu kez çok benzeyen AVM’lerin, otoparkları.
Birbine benzeyen AVM’Lerin illa ki tek benzemezleri otoparkları.
Bazıları tam bir çapraz bulmaca...
* * *
Adlarını vermeye dilim varmıyor ama, bir AVM’ye giriyorsunuz. “Dön dolaş yine bana gel” misali, otoparka kıvrıla kıvrıla iniyor ya da çıkıyorsunuz. Bulma ihtimaliniz olan tek arabalık yere yapılan bu uzun ince yolculuk başınızı döndürüyor.
Bazısında arabayı park ediyorsunuz, diyelim A Katı’na... Başka hiç bir adres yok; A1, B2 filan gibi...
GEÇEN gün Eyüp Belediyesi’nin Efes One Love Festivali’nden “Efes” sözcüğünün kaldırılması için başlattığı topyekun mücadeleyi yazmıştım.
Ve “Hassasiyet sadece tek kelimenin kalkmasıysa, bir kelime ekleyerek ortayı bulurduk belki: Alkolsüz Efes One Love Festival’i...” demiştim.
Valla gerçek oldu.
Festival birasız başladı.
“Halkın hassasiyeti” adına başkasının hakkına müdahale, ülkemizde yeni bir şey değil.
Ama bu çok taze ve “emsal” olabilecek, başka yer ve durumlarda hevesi fiile taşıyacak bir mesele.
İnanıyorum ki, Eyüp Belediyesi’nin bu “başarısı”, ne idüğü belirsiz, ama hevesi belli “hassasiyet”lerden hareketle her alanda, herkese müdahale etmenin yeni örneklerine de kapı aralayacak.
Önce kendince, kendi meşrebine göre bir “halk”, bir “kamuoyu”, bir “ulus” tarifi yapıyorsun.
“O”nun neyi sevmediğini/sevmeyeceğini, nelere hassasiyet gösterip tahriş, hatta tahrik olacağını geniş bir yelpazede belirliyorsun.
Üstüne, “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” gibi deyişler üretiyorsun.
Ve kendi “ulusal-kentsel-semtsel-mahallesel hassasiyete uyulması gereken haller” listeni oluşturuyorsun.
Sonra da bu listedeki “hassasiyetler”i kaşıyacağını varsaydığın herşeye yasak koymaya çalışıyorsun.
Hal-hassasiyet derya-deniz olunca, ne zaman, nerede, nasıl kabaracağı da belli olmuyor, elbet.
* * *
Şu aralar da Eyüp’te kabardı hassasiyet.
AK Parti, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda “Basın ve Yayın Hürriyeti” ile ilgili tekliflerini sıraladı.
Öncelikle, “Basın hürriyeti milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel ahlakın, özel veya aile hayatının korunması, suçların önlenmesi, yargı bağımsızlığının sağlanması amaçlarıyla sınırlanabilir” önerisini getirdi.
Ötesi aynı sınırlama, “konut dokunulmazlığı, haberleşme ve seyahat hürriyeti, özel hayatın korunması” gibi maddeler için de öngörüldü.
Ayrıca, “devlet, cinsellik ve şiddet içeren yayınlara karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır” hükmü de var, yeni eklemeler arasında.
* * *
Bu tekliflerin kabul gördüğünü ve “demokrasinin dördüncü kuvveti” basının bu “sınırlandırıcı zihniyet” çerçevesinde nasıl “işleyeceğini” düşünüyorum.
Misal, -herhalde- Suriye’nin düşürdüğü uçağımızla ilgili haberler artık milli güvenliğe takılabilir. Uludere’ye “katliam” demek bile milli güvenliğin korunması yorumuyla sansür ya da ceza getirebilir.
(Şehir ve kent sözcüklerini ayrı anlamda, ayrı tınıda kullanıyorum. Yazılarımda bu “fark”a da değinmeye çalışacağım)
Ankara “küçük” bir şehir çünkü, hemen her hatıra benzer sokaklarda, aynı mekanlarda buluşuyor.
Ama siz yazdıkça yazı dizimizde selamlaşan anılar/hafıza mekanları, bugün “Başkent”te Kızılay’da merhabalaşan insanlardan daha fazla...
Sözlü tarihimiz, geçmişin sisli peleriniyle üzeri örtülmüş ama aslında hiç kaybolmamış insanların yeniden kavuşmasının, satırlarda buluşmasının da prömiyeri oluyor bir bakıma.
Bir ilk temsil, bu yönüyle...
* * *
Anılar/anlatılarla biriken sözlü tarihin tarih olan alanı ise “mahalle”.